Moskova

Moskova

13 Temmuz 2016 Çarşamba

THE MYSTICAL ST.PETERSBURG


Kaynak: http://merihce.blogspot.ru/  


St.Petersburg limanında demirleyen gemimizden şehrin puslu bir sabaha saklanmış siluetine baktığım zaman doğrusu içimi hiç bir heyecan kaplamadı. 

Uzaklardan bile seçilen devasa liman ve bina inşaat  vinçlerinin  çirkin görüntüleri, havanın soğuk, yağmurlu ve sisli oluşu buna bir neden olabilir. 

Hemen limandaki gümrük ve pasaport dairesinde ayazın içinde beklenen uzun sıra, görevlilerin asık suratları,  gemimizin bildik gürültücü (Uzak doğulular) tiplerinin etrafımızda oluşturduğu ses kirliliği derken ruhumun pozitif ibresi eksilere doğru hızla inişe geçti.  

Ancak gümrüğün önünde, iki gün boyunca bizimle olacak olan rehberimiz Evgenya ile buluşunca pozitif ibre de yükselmeye başladı. Bir Rus kızından çok güneyin (Alabama yöresi) kızlarına benzeyen rehberimizle hemencecik kaynaştık.  Evgenya 29 yaşında, şehirde rastladığımız hemen her Rus’un aksine sıcacık güleryüzlü ve nazik, bir o kadar da sanat, tarih ve kültür konusunda mükemmel donanımlı, kusursuz İngilizcesiyle harika bir rehber. 

Arabaya biner binmez, rehberlik için bizi uzun bir listeden özellikle seçtiğini söylüyor. ‘çünkü siz mesleki hayatımda Rus Sanatları müzesini ve Dostoyevski’nin evini görmek isteyen ilk Amerikalı’larsınız’.’ Anlaşılan rehberimiz aslında hayli meşhur ve hatta gemide bizim katılmayı atladığımız ‘Baltic Voices’ konferansında da konuşmacı imiş. 

Aslında seyahatlerimizde serbest dolaşmayı severiz, ancak Rusya vizemiz olmadığından, sürekli bir rehber, özel araba ve şoför ile gezmek zorundayız. Seyahate çıkmadan en az 2 hafta önce pasaport dairesine ve rehberlere verilmek üzere bir gezi planı da bildirilmek zorunda. Kurallar böyle. Yani biraz yarı tutsaklık halleri gibi olsa bile ekibimiz mükemmeldi ve onlar olmadan iki günde kocaman ve olağanüstü ilginç St Petersburg’u böylesine güzel gezemezdik, öğrenemezdik. Hele de ilk günün sağnak yağışında ve soğuk rüzgarında arabasız onca yeri gezmek hayal bile edilemezdi. 

İlk durağımız yazlık saray Peterhof. Limandan saraya oldukça uzun bir yol, ancak böylesi daha güzel. Sabahın erken saatlerinde güne başlamış Rus’ları, caddeleri, binaları, parkları izleyerek, St.Petersburg şehri ve büyük Peter (Peter the great) aşığı Evgenya’yı uzun uzun dinleyerek ilerliyoruz. Abartmıyorum gerçekten aşık.

St. Petersburg bataklığın üzerine kurulmuş dümdüz bir şehir. Kurucusu ise Çar Peter.  1712 de Rusya’nın başkenti olan şehir bu gün başkent değil ama Rusya'nın tek Avrupai şehri. Tahta çıkmak şansı hiç olmadığından çocukluğu izole edilmiş olarak Avrupa kültürüne hayranlık duyan öğretmenlerin elinde geçen Peter kaderin ilginç cilveleri sonunda 10 yaşında Rus Çarı olmuş (1682). Peter’in Avrupa hayranlığı St.Petersburg’un her köşesine hakim. Dominant mimari stili barok ve neo-klasik. Görkemli Saray Meydanında bulunan General Stuff Building, şimdi Dünya’nın en önde gelen müzelerinden biri olan Hermitage (eskinin Kışlık Sarayı), Rus Sanatları Müzesi,St. Isaac Katedrali, Peter tarafından  kurulan ve ilk müze olan doğal Bilimler Müzesi Kuntskamera barok mimari tarzını yansıtan ünlü binalar.. Buna aykırı tek ünlü örnek ise  ortaçağ Rus mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan ‘Church of the Savior on Spilled Blood’. Peter’in Avrupa hayranlığını en güzel yansıtan diğer örnekler  de görkemli ve sayıları kabarık olan saraylar. Bu aşırı gösterişli savrukluğun ise çarlığın sonunu getirdiği de aşikar.

Yine barok mimarinin bir diğer örneği olan Peterof ise olağanüstü güzellikte bahçelerin, havuzların, fıskiyelerin, heykellerin, ağaçların çiçeklerin neredeyse aritmetik bir düzenle yayıldığı platoya tepeden bakan görkemli, bol altın kaplamalı muhteşem bir saray. Rusya’nın Versaille’i olarak da biliniyor.  

Peterof ilk durağımızdı ancak çok kötü hava koşullarına denk düşen ziyaretimiz biraz aceleye geldi, ama buna rağmen sarayın ve uçsuz bucaksız dantel-dantel bahçelerinin, fıskiyelerinin güzelliğine hayran kaldık. Peter’ın bir fıskiye tutkunu olduğu belli. Sarayın güzel kadınlarının veya aşıklarının bilip gezindiği banklarında dinlendiği gizli minik bir bahçenin etrafına gizli fıskiye sistemleri kurdurup, bahçe ziyaretçi ile dolduğunda, fıskiyeleri aniden açtırıp, bahçenin arkasındaki kulübede kurbanlarını gözetler, kahkahalarla gülermiş. Verdiği yemek davetlerinde istediği gibi davranmayanları da bir litre votkayı içirmekle cezalandırırmış! Evgenya'nın dediğine göre neyseki o dönem votkanın alkol derecesi biraz daha düşükmüş! Acaba bizim tarihimiz de Deli Petro diye geçmesinin nedenlerinden biri bu garip espri anlayışı ve ceza sistemi olabilir mi? Her neyse fıskiyelerle ilgili son olarak, her gün saat 11 i vurduğunda sarayın bahçesinde olan her fıskiyenin aynı anda ve bir müzik eşliğinde açıldığını ve çok güzel bir atmosfer yarattığını söylemeliyim.

Öğlen yemeğini lokal bir yerde yemek istedik ve Rus paylarıyla ün yapmış bir yere gittik. Tek turist bizdik tabi.  Sebzeli, otlu mantarlı, parça kuzu etli, kıymalı ve ringa balığı ile yapılmış onlarca değişik paylardan ringa balığı ile olanını denedim yanında Rus çayı ile, tek kelime ile nefisti. Biraz da  Türklerin börek ve pide (üstü kapalı olan) karışımı bir şey olan Rus payları oldukça popüler olmalı ki, bir masa bulup oturmak için uzun kuyruklar vardı.

Yemek sonrası gemiye dönünceye dek olan tüm vakti ise Rus Sanatları müzesinde (The State Russian Museum’ in St.Petersburg kısmı) geçirdik. St.Petersburg’a gelip de bu müzeyi atlamak mümkün değil ve benim için Hermitage Müzesinden de önemliydi. 1895 de 2. Nikolas tarafından kurulan müze, olağanüstü bir neo-klasik örneği olan Mikhailovsky Sarayında barınmakta.  Rus sanatçıların yapıtlarını oldukça zengin kolleksiyonlarla görmek imkanı veren bu müzenin kapsamına ve hatta görsel bir tura google’dan The State Russian museum www.en.rusmuseum.ru  dan ulaşabilirsiniz. Galeri galeri müzeyi anlatmak mümkün de sizin zamanınızı almak istemiyorum. Bir hafta içi günü olmasına karşın, çoğunluğu yerli halk, İtalyan ve Fransız turistlerden oluşan büyük bir kalabalıkla gezdiğimiz müzeyi listemize aldığım için gerçekten mutluyum. Ruslar resim sanatına olan ilgisi ve üretkenliği binlerce eserle bu müzede oldukça belirgin. Keşke Osmanlı da rönesansı yaşayabilseydi diye düşünüyorum. Şimdi belki de herşey bambaşka olurdu cihanda..

İlk günümüz bu müze ile bitti ve akşam 

‘The House of Officers’ de düzenlenen ‘Folk şarkıları ve Danslar’ gösterisine (Song and Dance Ensemble of the Western Military District-tarafından) katılmak için şehre geri gelmek üzere gemiye döndük. Akşam katıldığımız gösteri çok güzeldi ve bir o kadar da ilginç idi. Düşünün karşınızda tümüyle askeri giysiler ve şapkalarıyla şarkı söyleyen ve tümü erkek olan solistler ve bando var. Şarkılar ise öyle marşlar değil, halk ezgileri, uzun havalar, türküler falan. Ana vatandan kazandığım askere alışık bir göze rağmen  bana ve salonu dolduran batılılara bu gösteri hayli değişik bir şey oldu. Ayrıca folk dansları ekibi de yer aldı. THBT deneyimim ışığında, bize sunulan folk dansları gösterisinin biraz da batı zevkine göre ayarlanarak sergilendiğini görmek  benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Ne yazık gösteri salonunda fotoğraf çekmek yasağı olduğundan bu bandoyu veya solistleri resimleyemedim. Sizin hayal gücünüze emanet ediyorum gösteriyi. Ancak bu gösteri sayesinde gemiden konser yerine kadar güzergahda yer alan komünist rejimden kalma ve hala Rus halkının bir kesiminin yaşadığı mahalleleri ve evleri fotoğraflayabildim. Beyaz gecenin sayesinde (güneşin gece yarılarına dek batmadığı uzun gecelere verilen isim-white nights), gün ışığında arabadan yakalayabildiğim resimleri diğerleri ile aşağıda yer alan sıralama da paylaşarak, yazımın ilk kısmını noktalıyorum.

Haftaya yazacağım ikinci kısım ise Dostoyevsky’nin evi, St. Nicholas Church, Spilled Blood Cathedral ve öyküsü,  tipik bir Rus ziyafeti ve St. Petersburg halkı üzerine olacak. Şimdilik plan bu... Bir seyahat yazarı değilim, ama kendi gözlüğümden benim için St. Petersburg şehri ve insanını  bu blogda paylaşmak istedim. Ayrıca detayları unutmamak, anıları sıcak tutmak açısından kendime yazdığımı da itiraf etmeliyim Altmışlara doğru yelken açarken önemli!

2. Bölüm 

“The real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having new eyes.”  demiş Marcel Proust.  

St.Petersburg’un ikinci günü pek çok müzeyi Hermetage da dahil atlamaya karar verdiğimizde, bu sözden habersiz doğal bir dürtü ile yeni gözler kazanmak  için yaşadık ikinci günümüzü. Tarih ciltlerine sığmayacak denli köklü bir kültürün, tek bir şehrinde kazanılacak yeni gözler ne kadar  objektif ve gözlemci olabilir bilemeyeceğim, ama yine de yeni gözlerimi sizlerle paylaşayım istedim..

Bir gün önce Evegenya, Hermitage Müzesini atlamak istediğimizi öğrendiğinde pek üzüldü. ‘Dünyanın en güzel müzelerinden birisi olan müzeyi gezmek için bir günün bile yetmeyeceğini, bizim amacımızın ise mümkün olduğunca şehrin günlük havasını, insanını öğrenmek.’ deyince de hoşuna gitti.

İkinci gün ilk durağımız  St. Nicholas Kilisesi (Naval Cathedral of St. Nicholas).  
Dışarıdan bakınca altın kubbeleriyle muhteşem bir barok mimari örneği.  Aslında ülkenin en  gözde ve en son barok mimari örneği.

Şehrin az bulunur güneşli günlerinin (yılda sadece 60 günü güneşli yaşanan bir şehirdeyiz) birinde gözlerimizi kamaştırıyor kubbeler. 

Halk arasında denizcilerin kilisesi olarak bilinen bir yer St. Nicholas Katedrali. Bunun sebebi ise 1743 yılında,  Moika ve Fontanka nehirlerine bağlantı olan Kryukov Kanalının hemen eteğinde kurulmuş olması. Bölgede o zamanlar yaşayan ahalinin ezici çoğunluğu ise gemiciler imiş.

Sabahın erken saatlerine rağmen kilisenin içi  tarif edilmez bir kalabalıkla yüklü. İnsanlarla omuz omuza 18. Yüzyıl ikonlarını izlemek, katedralin içini tepeden tırnağa sarıp sarmalayan altın varaklı tahta oymalara hayran olmamak ne mümkün!  Zor olan ise kalabalık benim için. Dev gibi kilisenin içinde küçük bir odaya tıkılıp kalmışım gibi bunalıp dışarı çıktım. Eşim ise Japon turistlere taş çıkartan bir hızla içeride fotoğraf çekmeye devam..

Ardımdan rehberimiz Evgenya geldi. Dünden beri çabucak gelişen bir dostluk oluştu aramızda. Bana  ‘Sen benim Türk annemsin artık’ diyen bir kızım var! Bunun lafta kalan bir şey olmadığını, henüz dün öğrendiği ve eşinden başka kimse ile paylaşmadığı ‘hamile olduğu’ müjdesini benimle paylaşınca anladım.

St. Petersburg’un güneşli serin sabahı içinde, altın kubbelerin gölgesinde birbirimize sarılıp, neşeyle dans ediyoruz. ‘Kutlamalıyız!’ diyorum.. ‘Şöyle çeşit çeşit votkaları tadarak kutlamalıyız..’ Genç neslin çoğunluğunda olmayan ve işini oldukça önemseyen bir profesyonelliği var.

‘Sırada önce Dostoyevsky Müzesi var.’ diyor.

Fyodor Dostoyevsky’nin son 3 yılını geçirdiği, ikinci eşi ve iki çocuğu ile birlikte yaşadığı bina, Kuznechnyy Pereulok  ile Dostoyevsky Caddesinin birleştiği köşede üçgen görünümlü 4 katlı sarı  görkemli bir bina. Görkemli derken, şehrin diğer görkemlerinin yanında sadece Dostoyevsky sevenleri için duyumsanacak bir görkem.. Ya da sadece benim gözlerime düşen bir görkem.. İçim kıpır kıpır.. Yazıların ustası,  kısacık ömrüne Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Yer Altından Notlar, Öteki Ben gibi dev eserleri sığdırmış bir yazarın bir zamanlar soluduğu yere adım atmak az şey mi?  Benim için St. Petersburg gezimizin en önemli durağı!

Ustamızın doğduğu yer Moskova. Fakir fukaranın doktoru olan babasının zoruyla üçretsiz olan Nikolay Askeri Mühendislik Enstitüsüne gönderilmesiyle birlikte 1837 den ölüm yılı 1881 e dek  hayatı St. Petersburg da geçti (sürgün yılları hariç).  Şehirde en az 20 değişik adreste yaşamış ve yaşadığı hiç bir adres de elit ve aristokratların yaşadığı mahalleler olmamış, aksine yoksul katiplerin, evsiz barksız insanların adımladığı mekanlarda var olmuş bir yazar. Son adresi ise bugünün Dostoyevsky müzesi haline getirilmiş. Önceden notları aldığı Karamazof Kardeşler’i de bu evde yazmış.

Daireye dik bir merdivenle ulaşıyoruz. Abartısız ama zarif döşenmiş bir ev. 19. Yüzyılın klasik  ceviz ve ‘cherry wood’ mobilyaları ve desenli ağır goblen perdelerin hakim olduğu bir ortam. Yemek odası, çalışma odası, oturma odası, çocukların oyun odası, odalara açılan koridor kalabalık bir Fransız turist gurubu ile yüklü. Yatak odası ve banyo kısımları ise gösterime kapalı.

Salon ve yemek odasının pencerelerinden sokağa bakıyorum. Parke taşlı kaldırımlarda yürüyen insanları o da benim gibi seyreder miydi? Nasıldı o vakitler bu sokak ve günlük hayat? Aynı pencerelerden kim bilir kaç kez izlemişti karısının ve çocuklarının kaldırımda yürüyen silüetlerini, gözlerinde şefkat, yüzünde serbest bıraktığı kocaman bir gülümseme ile.. Yazmak için zorlandığında veya yazdığı cümle veya paragraf istediği gibi olmadığında  ofis odasının başköşesinde yer alan İncilini mi okurdu, yoksa kalın ve renkli camdan  yapılmış sehpanın üzerinde duran sigara kutusundan bir sigara alıp yutarcasına içine çekerek odanın içinde dolanıp durur muydu?  Belki de sabahın ilk ışıkları kalın perdelerden içeri sızmaya başlarken, oyun odasında geceden çocukların ona bırakmış olabileceği notları okuyarak, gönlünü kendi gerçek dünyasının son senelerine rastgelen huzuruna mı teslim ederdi? Ne zaman sevdiğim bir yazarın evinde gezinsem, hayalimin gücüyle yarattığım hayaletini takip ederim odalarında. Oralarda dolanırken, otururken, çocuklarıyla oynarken, sevdikleriyle kadeh kaldırırken ve en önemlisi yazarken hissettiklerine ulaşmak çabası keyifli benim için. Dünyaya kazandırdıkları hayal dünyalarının ötesinde onların gerçek dünyasının izdüşümlerini bir tutamcık yakalamak arzusu ile dolanırım ben yazar evlerini. 

Dostoyevsky’nin çocuklarına düşkünlüğü  belirgin evinde. İki çalışma masası var, biri ofis odasında, diğeri çocukların oyun odasında. Çocukları kendi etrafında oynarken yazan bir baba düşünüyorum, içimi bir gülücük kaplıyor. Rehber yazarın ve çocuklarının birbirine geceden notlar yazıp bıraktığını söylemişti, notların neler olduğunu sessiz bir ısrarla merak ediyorum..

Evi turlamayı bitirince, dairenin hemen altında müzenin fotoğraflar bölümüne iniyoruz. Bu katta özenle ve tarihi bir sıra ile Dostoyevsky’nin fotoğrafları sergilenmekte. Ailesi, St. Petersburg’da gittiği askeri mühendislik okulu, arkadaşları, eserlerinin ilk baskıları, roman karakterlerinin resimleri, çizimleri hepsi bir arada fotoğrafsal bir biyografi oluşturuyor.

En alt katta ise karşımıza sürpriz bir resim sergisi çıkıyor. Andrey Pashkevich (1945-2011) pek çok eserinin yer aldığı sergi gerçekten görmeye değer. Rusların resim sanatı ile toplumsal çelişkilerini, değerlerini ve özlemlerini ifade etmek tutkusu ve alışkanlığını ispatlayan güzel bir örnek Pashkevic’in resimleri (www.politecology.ru).

TANIDIK BİR LEZZET İLE HARİKA BİR ÖĞLEN YEMEĞİ

Rus Mutfağı deyince ünü kıtaları aşmış pek çok lezzet var pek tabi. Birbirinden lezzetli ve farklı çorbalar, kırmızı et, domuz eti, balık ve tavuk ağırlıklı  yemek çeşitlerini  saymakla bitmez.

Aslında Rus mutfağı ile tanışıklığım St. Petersburg gezisinin 30 yıl öncelerine uzanan ve alışkanlık yaratmış bir tanışıklık.

Taksim Gümüşsuyu Caddesindeki ofisimizin hemen aynı sırasında bulunan Madam Judith’in Rus Lokantası, şirketimizin verdiği öğle yemeği kuponlarımızın en sık kullanıldığı yerdi. Yarı zeminde olan loşca minik bir restoran beyaz kolalı masa örtüleri, Madamın güler yüzü ile aydınlanmış bizi beklerdi. Kievsky, borç çorbası, beef stroganov, tavuk schnitzel, elmalı sutrudeli  sadece orada tatmakla kalmamış, hemen her tarifi evde dostlarımızla paylaştığımız sofralar için de denemiştim.

Ruslar sebze bakımından çeşitten yana pek şanslı sayılmazlar, ancak ellerinde olanlarla harikalar yaratan bir millet. Pancar, lahana, patates, mantar, kabak, çeşitli yeşillikler, kremalar, otlar ve baharatlarla ve pek tabi bunlara katılan et ve balıklarla ortaya çıkan lezzetli bir yemek kültürü. Bunların en başında soğuk ve sıcak çorbalar geliyor. Schhi, borsch, okrosko, rassolnik, ucha, lapsha (Tatar çorbası) gibi belli başlı meşhur çorbalar. Ekşi krema, draniki (patates pancake), havyar, şaşlık (şiş kebap), bliny, tütsü etler, deniz ürünleri (en çok kullanılanlar karagöz, çığa, marina, mersin balıkları) Rus sofralarının vazgeçilmez müdavimleri. 

Rus mutfağını bildiğimi sanırdım, ta ki St.Petersburg’daki 2. Öğlen yemeğimize kadar.  Ne yesek nerede yesek diye düşünmeyi Evgenya’ya bıraktık, o da bizi  Pelmenya’ya götürdü. Tanıdık ve özlediğim tatları değişik biçimlerde buluşmuş oldum böylece.

Pelmeniya Rus’ların yemek kültürlerinde yeri büyük olan pelmeni diyarı. Gürcistan, Fin ve Tatar mutfaklarından çıkıp gelmiş pelmeniler. Bir çeşit mantı aslında, şekilleri ve sunumlar farklı. Örneğin yoğurt kesinlikle kullanılmıyor pelmenilerde. Mantıya göre daha büyük ve değişik şekillerde geliyor önünüze. İçindeki mıncıklanmış et ise belli oranlarda karıştırılmış, dana, koyun, domuz kıyması. Hemen her çeşitten birer parça istiyoruz ve tabi khinkali de çeşitler arasında.

İngilizce bilmeyen garson kız telaşla Evgenya’ya bir şeyler söylüyor.. Khinkali’yi yemeyi bilip bilmediğimizi sormuş! Khinkali konik biçimde kocaman bir mantı.. Tabanını üste getirerek, sivri tepesinden tutup, tabanı ısıra ısıra yemek gerekiyor. Böylece içindeki et suyu üstünüze başınıza akmıyor.

Anlaşılan restauranta gelen misafirleri zorluklar yaşamış olmalı ki, restaurant’ın web sitesinde khankali yemeyi gösteren bir video bile var. Websitesi Rusça, ama videoyu izlemek için www.pelmenya.com a göz atmak keyifli olabilir.

Öğlen yemeğimizi çeşit çeşit votkaları shot-shot deneyerek tam Türk usulu uzun süreli bir yemek molası yapmak en keyifli şeydi sanırım.

Hermitage müzesini görmek fırsatını kaçırdığımıza değecek kadar harika bir zaman geçirdik. Evgenya’yı tanımak benim için dev asa bir müzede sadece görmüş olduğumu sonradan belki hatırlayacağım ve detaylarını asla anımsamayacağım yüzlerce sanat eserini görmekten  çok çoook daha önemliydi. Üstelik London National Gallery, NY Metropolitan Museum, Amsterdam Van Gogh Museum ve Hermitage gibi benzerlerini gezip görmüşken St.Petersburg'un ünlü Hermitage'ini atlamak canımızı sıkmadı.

Evgenya 29 yaşında, kumral, incecik ve hep güler yüzlü. Opera sanatçısı bir baba ile balerin annenin iki kızının büyük olanı. St.Petersburg da doğmuş, büyümüş, sanat, tarih ve politika üzerine öğrenim görmüş, 4 dili ana dili Rusçadan eksiksiz konuşan, genç yaşına karşın Peru’dan, Afrika’ya, Hindistan’a, Avrupa’dan Akdeniz’e varıncaya kadar gezip görmüş, ama henüz İstanbul’a adım atmamış (!) bir genç kadın. Bebeğin müjdesini ard arda votkalarla kutlarken (içen biz, o değil, pat diye bir günde bıraktı içkiyi bebiş için), Rus kültürünü, aile ilişkilerini, dünya politikalarını ve pek tabi Putin’i bile konuşuyoruz.

Ataerkil bir toplum Rusya. Erkek çocuk eksikliğini kızlarına hala hissettiren babasına bir erkek torun vermeyi  umuyor Evgenya. Kendi evi, evliliği, işi olan bağımsız bir genç kadın olarak, evine canları her istediği zaman ve habersizce gelen anne, baba, kayınvalide ziyaretlerinden hiç hoşlanmasa bile bunu belirtmenin saygısızlık olacağı bilincini benimsemiş bir 'kelaynak' kuşu.

Sadece o değil bu bilince sahip olan, Rus gençliği hala bu geleneksel rollerin içinde  kendi varlıklarını gerçekleştirmek çabasında. St. Petersburg halkı gülümseyen bir halk değil.  
Evgenya’yı Amerikalı’lara benzettiğimde ‘Gülümseyen bir Rus olduğum için, her Amerika’lıdan aynı şeyi duydum..’ demişti. Doğruymuş! Sırada beklemek, arkasındaki için kapı açmak, göz göze gelince gülümsemek gibi minik hoşluklar Ruslar için değil. Ancak onların dilinde teşekkür, hoşçakal, günaydın, iyi geceler falan gibi laflar etmek hemen kocaman bir tebessümü saklandığı yerden çıkartıp getiriyor. Tanıdıkça dost olan ve dost olduklarında da gerçekten dost gibi davranan bir millet.

Evgenya’ya Rusya’da en gözde meslekler ne diye soruyorum. Doktor, avukat, mimar, mühendis, sanatçı, balerin falan gibi yanıtlar beklerken, serbest iş sahibi, tüccar falan olmak diyor.

Sanatın, kültürün, müziğin sokaklara taştığı, her köşede başka zarif bir biçimde karşınıza çıktığı bir şehirde, tarih ve kültürün kanıksanmış bir gurur, ama paranın, zengin olmanın, markalarla dolu bir dünyanın hemen her kesimce birincil amaç olduğunu anlatıyor üzülerek.  Starbucks, Pandera Bread (Amerika’nın sandviçleriyle ünlü zinciri) tıpa tıp taklidi yerler sadece Singer binasının da yer aldığı meşhur Nesky Prospekt Caddesinde değil ara sokaklarda bile karşınıza çıkıyor. Fendi, Armani, Givenchy, Micheal Kors, Ermenegildo Zegna gibi sayısız markalar  giyimde öne çıkanlar.

Çok iyi tanıdığım bir başka ülkedeki kadar olmasa bile bir Amerikan özentiliği gençler arasında sessiz sedasız bir fonda yer almakta. Yine de aşırı değil.

Batı (ve Amerika) özentisinin şimdilik çok bariz olmaması Rusya’da hala baskın olan ulusalcılık sanırım. O topraklarda henüz ‘baby shower, after party, wedding shower’ gibi salgınlar, Amerikan usulü düğün özentileri gibi takıntıları yok. Uyuşturucu bağımlılığı ise milleniyumlar arasında  hızla yükselen bir sorun. 140 milyonluk Rusya’nın yarım milyonluk nüfusu devletin kayıtlarında uyuşturucu bağımlısı olarak görünmekte. Bu sadece kayıtlılar ve bir kaç katı kadar olan kayıtsızları da hesaba katacak olursak, global bir sorun burada da ön sıralarda yer almaya başlamış diyebiliriz.  Tüm bu saptamaları düşününce ‘medya, medya sen nelere kadirsin, sessiz sedasız ne büyük devrimleri yapıyorsun’ demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Öğlen yemeğimizde bir Rus, bir Türk bir Amerikalı olarak bütün dünyanın meselelerini konuşup çözdükten sonra, neşeyle turizm görevimize döndük.

İlk durak Dostoyevsky’nin evinin hemen yakınında olan Kuznechny Hali (farmers market) oldu. Adımımı atar atmaz bana çocukluğumun Ankara Halini anımsatan bir yer. Hemen her yerden gelmiş üreticilerin bir birinden güzel ürünleriyle, sebzeden, meyveden bala reçele, etten balığa tavuğa,  biberden çukulataya, baharattan ota kadar her şeyin satıldığı, canlı, ferah ve çekici bir pazar yeri. St.Petersburg’da yaşıyor olsaydım, Kuznechny pazarından başka yerde alış veriş yapmazdım sanırım.

Günün geri kalanı zaten fazla değildi, o kısa zamanın çoğunu da  ‘Church of Savior on Blood’ veya halk arasında yaygın ismi ile Spilled Blood Cathedral’i, Saray Meydanı, bir iki kanal gezisi ile tükettik. 

St.Petersburg hem büyülü, hem de çok büyük bir şehir. İki güncük bir gezi ile ancak kuşbakışı bir yazı oldu...


Aslında burada en az bir ay kalabilmeli insan, yöre ve insanı ile kaynaşabilmek için.  St.Petersburg bence insanı ile kaynaşarak anlaşılabilecek bir şehir. Elimizde kameralarla, bir müzeden ötekine koşturarak ne şehir ne kültür ne de halkı tam öğrenilebilinir. Ancak böyle bir derdiniz yoksa, St. Petersburg’da görsel ve değişik mutfağı ile  bir turist için çok değişik ve keyifli bir yer. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir şehir diyerek noktalıyorum.


1 yorum:

  1. Yazima keyifli blogunuzda yer verdiginiz icin cok tesekkur ederim. Umarim okuyuculariniz da St. Petersburg guncesini okumaktan zevk alirlar.

    YanıtlaSil