Moskova

Moskova

30 Eylül 2019 Pazartesi

Rusya'da 150 dil konuşuluyor, sadece 2 kişinin bildiği dil bile var!






Rusya Federasyonu, bir "diller harmonisi" olarak yaşamaya devam ediyor. 

Son verilere göre, Rusya'da aktif biçimde konuşulan dil sayısı 150. Diyalektlerle birlikte bu sayı üç yüze çıkıyor. 

Federasyon bünyesinde yaşayan 193 etnik grubun konuştuğu diller 14 dil ailesinde toplanıyor. Federasyona bağlı cumhuriyetlerde resmi dil sayısı 37.

2010 nüfus sayımına göre, ülkede en çok konuşulan dil 143 milyon kişi ile Rusça. İkinci sırada 5,3 milyon kişinin konuştuğu Kazan Tatarcası var. Çeçence, Başkurtça, Çuvaşça ve Ermenice de bir milyonun üstünde insan tarafından konuşulan diller arasında.

Buna karşılık Dağıstan'daki Ginuh dilini konuşan insan sayısı sadece 5. Oroçça 8, Karaimce 3 ve Kırımçakça 2 kişi tarafından konuşuluyor. Rusya'da konuşan insan sayısının iki elin parmaklarını geçmediği on kadar dil daha var.

27 Eylül 2019 Cuma

'Tanrı yukarıda, Rusya uzakta:' Farklı dillerde içinden 'Rus' geçen 10 deyim







Rusya'nın resmi yayın organı Rossiyskaya Gazeta'nın yan yayınlarından olan "Russia Beyond The Headlines" okurları arasında bir anket yaparak farklı dillerde "Rus" kelimesi içeren deyimleri topladı. İşte Ruslardan söz eden, kimisi dostane, kimisi eleştirel, kimisi de erotik 10 deyim.

1. Çok acımasız Rusya  (Very brutal Russia, Tay dili). Tayland'dan bir RBTH okurunun bildirdiğine göre, bu deyim imkansız görünen bir iş başarıldığında kullanılıyor.

2. Rus ayı kadar uzun (jak ruski miesiąc, Lehçe). Polonya'da "çok uzun süre" manasında kullanılan bir deyim.

3. Rus yılında bir kere (Raz na ruski rok, Lehçe). Manası "çok ender".

4. Küçük Rus (russinho, Portekizce). Brezilya'da sarı saçlı çocuklar bazen bu şekilde çağrılıyor.

5. Tanrı yukarıda, Rusya uzakta (Bog visoko, a Rusija daleko, Sırpça). Yardım gelmesinin çok zor olduğu durumlarda kullanılan bir deyim.

6. Rus usulü seks (una rusa, İspanyolca). RBTH'ye Meksika'dan yazan bir okur, ülkesinde "erkeğin kadının göğsüne boşalmasının" bu şekilde adlandırıldığını bildiriyor.

7. Ruslar kardeş ve hakiki dosttur (Russians are brothers and true friends, Hindi). Hindistan'dan bildiren bir okur da ülkesinde Ruslarla ilgili bir deyim olmadığını, ancak çeşitli bağlamlarda bu cümlenin sık sık kullanıldığını söylüyor.

8. Rus tankı kadar hızlı (Zasuwać jak ruski czołg, Lehçe). Muhtemelen Varşova Paktı günlerinden kalma bir deyim.

9. Rus çayı (ruski czaj, Lehçe). Bekleye bekleye artık içilmez hale gelen çay.

10. Eskimiş Rus eti gibi (Úgy néz ki, mint egy tagbaszakadt orosz nő, Macarca). Ofansif olmakla birlikte RBTH yazarlarının komik bulduğu bu deyim, Macaristan'da çirkin insanları tarif etmek için kullanılıyor.

25 Eylül 2019 Çarşamba

Çevirmen Nuri Yıldırım: Çevirdiğim Rus klasiklerine birer dini metinmiş gibi yaklaşıyorum


Soner Sert 

DUVAR





Rus klasiklerinden çeviriler yapan Nuri Yıldırım 4-5 yıldır tam zamanlı olarak çeviri yapıyor. "Çevirmen eseri gerçekten anlamak istiyorsa tembelliği bırakıp elindeki eserin yazıldığı tarihi ve toplumsal ortamla ilgili asgari bilgileri öğrenmelidir" diyen Yıldırım'la çeviriyi, çeviride uyarlamayı ve Rusya’da yaşamanın çevirmenliğe etkisini konuştuk.


1969’da Mülkiye’den mezun olduktan sonra, aynı fakültede asistan olarak çalışmaya başlayan Nuri Yıldırım, 12 Eylül faşist darbesi sonrası, 1983’te, akademiden ayrılmak zorunda kalır. Mülkiye’de doçent iken 1979 yılında resmi görevlendirme ile Moskova Devlet Üniversitesi’ne iki yıllığına misafir öğretim elemanı olarak gitmiştir. Bu sebeple, akademiden ayrıldıktan sonra 1988-2000 yılları arası Moskova’da yaşar. Geçimini Türkiye menşeili banka ve firmaların temsilciliğini yaparak sağlar. 2001 yılında yeniden üniversiteye dönerek, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde iktisat öğretim üyesi olarak göreve başlar. 2010 yılında emekli olur.

“Son 4-5 yıldan beri tam zamanlı olarak Rus klasiklerinden çeviri yapıyorum. Gerçi 1983’de ilk Çehov seçkim Cem Yayınevi’nden çıkmıştı fakat ara vermek zorunda kalmıştım. Şu anda 5-6 kitabım oldu: İki cilt Çehov seçkisi (hikâyelerin bir kısmı 2016’da Cem Yayınevi’nden çıkmıştı), Oblomov ve Yeraltından Notlar Yordam Kitap tarafından basıldı. Yine 2018’de Cem Yayınevi tarafından yayınlanan Zamanımızın Kahramanı çevirim bulunmaktadır. İkinci baskısı yakında yine Yordam Kitap tarafından yayınlanacaktır.”


Nuri Yıldırım ile çeviri ile kurduğu ilişkiyi, bu mefhumu yorumlayışını ve yaklaşımını konuştuk.

Çeviri konusunda hemen herkesin bir fikri var. Siz, bir çevirmen olarak çeviriyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Çeviri aslında matematiksel tanımıyla bir çeşit eşleme, haritalama (mapping) işidir. Bir kümeyi, yani kaynak metni, ögelerinin esas özelliklerini bozmadan başka türlü (başka uzayda) tanımlanmış yeni bir kümeye, yani hedef metne taşıyorsunuz. Daha doğrusu taşımaya çalışıyorsunuz, taşırken kaynak kümedeki ögelerin özelliklerini zedeleme olasılığınız çok yüksek. Çünkü soyut bir matematik modelle değil, iki ayrı dil, iki ayrı kültürel ve sosyolojik yapı ve iki farklı zamanla uğraşıyorsunuz. Çevirmen okurla yazar arasına ne kadar girmeli, ortada gözüksün mü, gözükmesin mi diye çok tartışıldı, çeviri üzerine oluşan literatürde her iki görüşü de savunanlar var. Bence yersiz bir tartışma, edebiyat çevirisi mekanik bir iş değil, çevirmen sık sık yorum yapmak, kaynak metindeki bir sözcüğün hedef dildeki alternatif karşılıkları arasından birini tercih etmek zorunda kalmakta, zorunlu olarak aktif bir rol üstlenmektedir. Bir örnek vereyim. Yeraltından Notlar’da sık sık geçen, kilit sözcüklerden biri “zloy” sözcüğüdür. Türkçede kötü, kötücül, kötü kalpli, kindar, kızgın, hırçın anlamlarına gelmektedir. Hangisini kullanacağınızı, Yeraltı adamı daldan dala atladığı için bağlamdan da çıkaramıyorsunuz. Dolayısıyla çevirmenin yorumu doğrudan işin içine giriyor. Ben romanın genel havasından Dostoyevski’nin “zloy”u “iyi”nin karşıtı olan “kötü” anlamında kullandığına karar verip öyle çevirdim. Yine, kaynak kümeyi hedef kümeye taşırken küme ögelerini, yani, yazarın kastettiği anlamı, metnin üslubunu, lirizmini, dil zenginliğini vs. bozacak şeylerden mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışıyorum. Bunların en başında kaynak metne ve yazarına sadakat gelmektedir. Çevirdiğim Rus klasiklerine âdeta birer dini metinmiş gibi yaklaşıyorum. Dünya kültürünün bu dev ustalarına söylemedikleri bir şeyi söyletmek ya da söylediklerini bariz bir şekilde hatalı çevirmek en büyük kâbusumdur. Yine, çevirmen, yazarın anlamının muğlak kalmasını istediği bir cümleyi ya da paragrafı çevirirken aynı muğlaklığı korumaya, orijinal metinde olmayan tumturaklı sözcükler kullanmamaya, halk deyişleri ve atasözleri için uygun karşılıklar bulmaya çalışmalıdır. Yazarın iç içe geçmiş karmaşık, zengin cümle yapısını hız uğruna düzleştirmeye, tekdüze hale getirmeye yeltenmemeli, bu yapıyı korumaya çalışmalıdır. Akıcılık konusunda da şunu düşünüyorum: Hedef metin kesinlikle çeviri kokmamalıdır, bu konuda herkes aynı görüşte, fakat çeviri kokmama ile akıcılık farklı şeylerdir. Eğer kaynak metin akıcı değilse, yazarın stili öyleyse ya da o eserin o kısmında kasten öyle yazmayı tercih etmişse çevirmen metne ekstra bir akıcılık vermeye çalışmamalıdır. Örneğin, Yeraltından Notlar’ın ilk bölümü oldukça zor okunan, hiç de akıcı olmayan, felsefe yönü yoğun bir metindir. Çevirmen aynı havayı hedef metinde korumak zorundadır.

‘UYARLAMA DEĞİL RUS KLASİĞİNİ TÜRKÇE OKURU İÇİN ANLAŞILIR KILMAK’

Bir kültür aktarımı yolu olan çeviri, uyarlamaya ne derecede dâhil edilebilir? Kültür karşılıklarının bağlayıcı yönünü nasıl açıklarsınız?

Bence uyarlama, yani adaptasyon sözcüğü klasik Rus romanlarının çevirileri için uygun bir terim değil. Burada uygun sözcük uyarlama değil, o Rus klasiğini Türkçe okuru için anlaşılır kılmak olmalı. Çevirmen bu konuda okura rehber olmalı. Kendi deneyimimden örnekler vereyim. Bol dipnot vererek, ciddi araştırma niteliğinde sunuş yazıları yazarak, Rus kültürü ve Rusya coğrafyasının sembolü niteliğindeki sözcükleri (step, beryoza, daça, kaşa, smetana, briçka, kaleska, borşç, şçi, piroşki, peç, knyaz gibi) çevirmeyip başta ayrı bir sözlük halinde vererek okuru romanın 19. yüzyıl Rusya’sı atmosferine sokmaya, onu alıp o dönemin Rusya’sına götürmeye çalışıyorum. Yerelleştirme yapmıyor, tersine kaynak metnin ambiyansını olduğu gibi muhafaza etmeye gayret ediyorum. Step’e bozkır, Daça’ya yazlık, şçi’ye lahana çorbası, kaşa’ya lapa, peç’e soba, pirojki’ye poğaça diyen bir Rus klasiği çevirisi benim için cinayetten farksızdır. Esere ambiyansını veren bu sözcükleri atarak yerlerine bizim okurda tamamen farklı çağrışımlar yapan Türkçe kelimeler koymak romanı öldürür. Bir Orhan Kemal romanının simit, dolmuş, gecekondu gibi sözcükleri okuyucuya anlatmadan yerlerine rastgele karşılıklar koyarak herhangi bir yabancı dile çevrildiğini düşünün. O çeviriden bir şey anlaşılır mı? Özellikle genç okurların o dönemin Rus toplumuyla ilgili bilgi eksiklerini gidermeye gayret ediyorum. Belli bir bilgi altyapısı olmadan genç okurun Rus klasiklerini anlaması ve tadına varması çok düşük bir olasılıktır. Biliyorum, bazı okurlar bundan sıkılabilir, sık sık dipnotla kesilen çeviriyi akıcı bulmayabilir, ama doğrusu budur, zira elinde tuttuğu herhangi bir ucuz dedektif romanı değil Oblomov’dur, Yeraltından Notlar’dır, Çehov’un Step’idir. Onu gerçekten anlamak, tadına varmak istiyorsa tembelliği bırakıp elindeki eserin yazıldığı tarihi ve toplumsal ortamla ilgili asgari bilgileri öğrenmelidir.

Editör-çevirmen ilişkisi nasıl yürüyor?

Ben şimdiye kadar sadece Cem Yayınevi ve Yordam Kitap’la çalıştım. Oldukça uyumlu, verimli, sorunsuz bir çevirmen- editör ilişkim oldu ve şu anda da öyle…

Sizin için bir metnin “çevrilebilir” olmasının gerekçesi nedir?

Bir Puşkin hayranı olarak şiirin çevrilebilir olduğuna inanmayanlardanım. Onun Çingeneler’ini kaç kez çevirmeye kalkıştım, kıyamayıp bıraktım. Bir şairin dediği gibi şiir çeviride kaybolan şeydir. Fakat düzyazı eserleri, hasar oranı değişmekle birlikte hepsi çevrilebilir bence. Rus klasikleri içinde en büyük hasar, yani çeviride en çok anlam, dil zenginliği, stil, lirizm kaybına uğrayan yazar Gogol’dür ve tabii Yeraltından Notlar’ın birinci bölümü. Bulgakov’un Usta ve Margarita’sı da çevirisi zor metinlerdendir. Geçenlerde bir dergide rastladım, yayınlandığı 1966 yılından bu yana İngilizcede 12 farklı çevirisi yapılmış, yani ortalama 4-5 yılda yeni bir çeviri. Dolayısıyla edebiyat çevirilerinde son noktayı koymak, diye bir şey yok, yorum ve yaratıcılık gerektiren bir çaba olduğu için klasiklerin yeni çevirileri yapılmaya devam edecektir. Ben profesyonel, yani geçimini çeviriden sağlayan bir çevirmen olmadığım için sadece Rus klasikleri ile ilgileniyorum. Çevireceğim eserin mevcut çevirilerine bakıyor, daha iyisini yapabileceğime inandığım takdirde o eseri çevirmeye karar veriyorum.

‘MASA BAŞINDA ÖĞRENİLEN DİLLE ÇEVİRİ YAPILMAZ’

Uzun yıllar Rusya’da yaşamanızın çevirmenliğinize ne tür katkısı oldu?

“Katkısı olmak” ifadesi hafif kalıyor. Mülkiye’de öğrencilik yıllarımda Hasan Ali Ediz, Nihat Yalaza Taluy, Sabahattin Eyüboğlu, Erol Güney gibi usta çevirmenlerden okuduğum Rus klasiklerini eğer “bugün daha iyisini yaparım” iddiasıyla yeniden çeviriyorsam bunu tamamen uzun yıllar o zamanki adıyla Sovyetler Birliği’nde yaşamama borçluyum. Masa başında öğrenilen dille çeviri yapılmaz, bu çok açık. Kaldı ki, edebiyat çevirisinde dil bilgisi zorunlu koşul olmakla birlikte yeterli koşul değildir, toplumu, kültürünü, âdetlerini, insan ilişkilerini vs. yakından tanımak gerekir. 70 yıllık Sovyet deneyimine rağmen Rus insanının temel özelliklerinin yüz yıl önceki Rus insanından fazla farklı olduğunu sanmıyorum. Ulusal genler herhalde çok yavaş değişiyor olmalı. Moskova yıllarımda Rus romanlarından fırlamış pek çok insan tanıdım. Bir keresinde biri Moskovalı, diğeri Sibiryalı iki Rus arkadaşla Sibirya’ya bir tren yolculuğu yapmıştım. Zeki, entelektüel tipler olmalarına rağmen sabaha kadar “Bizim Çeremuşkin pazarında dana eti şu kadar, ya Krasnoyarsk’ta kaça? Şu kadar… Peki, Moskova’da domatesin kilosu kaça?” diye karşılıklı iki şehrin pazarlarındaki bütün fiyatları sayıp dökmüşlerdi. Çehov’un o tipleri nereden bulup çıkardığını o gece çok iyi anlamıştım.

“Şu çeviriyi bir de benden okusaydınız keşke…” diyebileceğiniz bir metin var mı? Ya da çok beğendiğiniz, okumaktan keyif aldığınız bir çeviri?

Tam çevirmenlere sorulacak bir soru! Tabii ki hepsi, “bütün çevirilerim” diye yanıtlayacaklardır bu soruyu. İşin şakası bir yana, çeviri ilginç bir deneyim. Koca kitabın her cümlesiyle, hatta her sözcüğüyle tek tek cebelleşiyorsun. Beynine öyle bir kazınıyor ki sanki başkasından çevirmemiş de onları sen yazmışsın gibi hissetmeye başlıyorsun bir süre sonra. Çevirilerimde dönüp dönüp okumaktan büyük zevk aldığım sayısız pasaj ya da bölümler var. Örneğin, Çehov’un Step’i, Hayatım’ı, Bektaşiüzümü var, yine Oblomov’da “Oblomov’un rüyası” bölümü, Zamanımızın Kahramanı’nda Taman hikȃyesi, “Vera’nın Peçorin’e mektubu” var. Yeraltı adamının o çaresiz çığlıkları var! Hangi birini saymalı… Tabii, bunları benim değil okurun söylemesi önemli, asıl karar okurun. Dediğim gibi çevirmenden ürününe karşı yansız olması beklenemez.

‘ÇEVİRİ ÖMÜR TÖRPÜSÜ’

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Evet, geçen hafta Gogol’ün Ölü Canlar’ını bitirdim, sekiz ay Çiçikov ile yatıp Çiçikov ile kalktım. “Kızım” (kedimin adı) bile odama girmez oldu, protesto ediyor. Sonbaharda Yordam Kitap’tan çıkacak. Şimdi kapsamlı bir sunum yazmam lazım. Gogol hiç şüphe yok ki dev Rus yazarlarının en büyüğü, hayal gücü en sınırsız olanı, hiçbir ekole, edebiyat akımına dâhil olmayan, Avrupa etkisinden en uzak, tamamen özgün, diliyle, seçtiği konularıyla her şeyiyle yüzde yüz orijinal bir yazar. Belinski’nin ifadesiyle Rus edebiyatına âdeta gökten inmiş bir yazar. 10-12 yıl gibi çok kısa bir edebiyat kariyerine (1830-1842) neler sığdırmış öyle! 19. yüzyıl dev Rus romanın üç kurucu babası Puşkin (düz yazıları: Yüzbaşının Kızı ve Belkin hikâyeleri), Lermontov (Zamanımızın Kahramanı, 1840) ve Gogol’dür (Ölü Canlar, 1842). Dostoyevski’ye ait olduğu söylenen ama çok büyük olasılıkla anonim bir söz olan, “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” sözü gerçeği ne kadar güzel özetliyor.

Yılda bir kitap çeviriyorum. Sırada ne var, henüz ben de bilmiyorum. Biraz ara vermem gerek. Çeviri ömür törpüsü…

Soner Sert kimdir?
Sinemacı, yazar. "Köprü", "Baba", "Hastabakıcı" ve "Alarga" isimli kısa filmleri yazıp yönetti. "Duvar" isimli bir öykü kitabı, "Yönetmenler İlk Filmini Anlatıyor" isimli bir de sinema kitabı yazdı.

Bir yabancı gazeteci gözüyle Rusya







Bir yabancı gazeteci gözüyle Rusya-Avrupa yaşam kıyaslaması hafta sonundan Rusya'da en çok tartışılan konulardan biri oldu. Alman gazeteci Dominik Kalus, Rusların ve Avrupalıların yaşam tarzlarındaki farklılıkları değerlendiren bir yazı kaleme aldı. Yazar, sanılanın aksine Rusya'da hayatın pek çok açıdan Avrupa'dan ileride olduğunu vurguladı.

Ostexperde.de sitesinde çıkan yazıda Kalus, öncelikle Rusyalıların büyük bir bölümünün İngilizce bilmediğine dikkat çekiyor. Alman gazeteci bankamatiklerde ve bilet terminallerinde İngilizce menü seçeneği olsa da, taksilerde, süpermarketlerde ve sokaklarda neredeyse tek geçerli dilin Rusça olmasından yakınıyor. Yazara göre bu, Rusçaya tam manasıyla hakim olmayan bir yabancı için gerçek bir "stres testi" demek.

Dominik Kalus yazısında ayrıca, Rusların diğer yabancılara kıyasla "daha ciddi ve daha asık suratlı" olduğu tespitine yer veriyor. Ancak Kalus'a göre, Rusya gibi bir ülkede bu "yürekten gelen bir gülümsemenin" kıymetini arttıran bir özellik.

Gazetecinin dikkatinden kaçmayan bir diğer özellik de Rusların metroda oldukça katı bir davranış biçimine sadık kalmaları. Bu bağlamda Kalus'u en çok şaşırtan, metro vagonlarındaki sessizlik ve canlı sohbet eksikliği. İnsanların çantalarını boş koltuklara koymak yerine kucaklarından hiç ayırmamaları da Alman gazetecinin not ettiği davranış biçimlerinden.

Gazeteciye göre, Rusya'da metrolar oldukça temiz olsa da, istasyonlarda çöp kutusu bulunmaması bir eksiklik. Kalus, Avrupa'dan farklı olarak Rus metroralarında daha çok kitap okunduğuna da dikkat etmiş. Rusların klasik edebiyata düşkünlüğü de gazetecinin gözünden kaçmayanlardan. Zira Kalus'a göre, Rusya'nın aksine, Almanya'da mesela Goethe'nin eseri "Genç Werther'in Acıları"nı gerçekten okuyan pek az kimse var.

Moskova metrosundaki sessizliğin aksine şehirdeki gürültü düzeyi, Kalus'a göre, bir Avrupalı için çok fazla. Gazetecinin dikkatini çeken hususlar arasında Rusya'da müze kuyruklarının daha uzun olması, kaliteli peynir bulmanın neredeyse imkansız oluşu, Almanya'ya göre bisiklet kültürünün daha zayıf olması, maaşların iki haftalık ödenmesi ve kartla ödemelerin ekseriyetle temassız gerçekleşmesi de var.

Rusya'yı teknolojik açıdan geri kalmış olmakla suçlayanlara ise Kalus, metroda ve parklarda bedava kablosuz internetin iyi çalıştığını, bankacılık sisteminde online uygulamaların çok ileri olduğunu not ederek veriyor.

24 Eylül 2019 Salı

Tarihi pakta start Ankara'da verilmiş




Fuad Seferov




2. Dünya Savaşı öncesinde Almanya ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan “Saldırmazlık Paktı”nın temellerinin Ankara’da atıldığı ortaya çıktı.

Moskova'da tanıtımı yapılan "SSCB-Almanya. 1932-1941. Rusya Devlet Başkanlığı Arşiv Bülteni" adlı kitapta, “Molotov–Ribbentrop Paktı” olarak da bilinen anlaşmayla ilgili gizli belgeler ilk kez yayınlandı.

Belgelere göre, Sovyetler Birliği ile yakınlaşma adımı Nazi Almanyası’ndan ve bizzat Adolf Hitler’den geldi. İki ülkenin dışişleri bakanları, Joachim von Ribbentrop ve Vyacheslav Molotov tarafından 23 Ağustos 1939’da imzalanan paktla Almanya ve Sovyetler Birliği Avrupa’yı" etki alanları"na bölmüştü. Gizli protokolleri de bulunan pakt uyarınca Almanya Polonya’ya saldırmış, Sovyetler ise Baltık ülkelerini ilhak etmişti.

Açıklanan 80 yıllık belgelerde, 10 Mayıs 1939 tarihinde Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi Aleksey Terentyev'in Moskova'ya gönderdiği bir yazıdan bahsediliyor. Sovyet elçisi, Nazi Almanyası’nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen ile iki kere görüştüğünü anlatıyor. Papen görüşmesinde Sovyet elçisine ısrarla , "Bugün SSCB ve Almanya arasında samimi ilişkiler bulunmasa da, farklı ideoloji ve rejimler iki ülkenin yakınlaşmasına engel olmamalı" diyor. Alman Büyükelçi, "İdeolojiler bir kenara bırakılmalı ve Bismarck'ın dostluk zamanlarına geri dönülmeli" diye ekliyor.

Belgeleri yorumlayan söz konusu kitaba göre, Almanya İmparatorluğu'nun ilk Başbakanı Otto von Bismarck’ın Rusya ile savaşmanın Almanya için son derece tehlikeli olduğu konusunda uyarıda bulunuyor.

Kitaba göre, Alman Büyükelçisi Papen, Sovyet lideri Josef Stalin'in “ulusal bir devlet inşa ettiği” sonucuna varan Hitler'in talimatlarını yerine getiriyordu. Hitler, Sovyetler Birliği’nin aslında komünizmin önemli bir rol oynamadığı başka bir ülkeye dönüştüğünü, böylece anlaşmanın mümkün olduğunu düşünüyordu.

Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın uzun süre varlığı reddedilen gizli protokolünde ise Polonya, Romanya, Baltık ülkeleri ve Finlandiya; Almanya ve Sovyetler Birliği’nin ‘etki alanları’ olarak paylaştırılmıştı. Daha sonra Almanya, Polonya’yı işgal etmişti. Sovyetler de eski toprakları Batı Ukrayna ve Batı Belarus’la Baltık Cumhuriyetleri olan Estonya, Litvanya ve Letonya’yı topraklarına katmıştı. Almanya’nın 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla pakt geçersiz hale gelmişti.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Molotov-Ribbentrop Paktı’nı savunarak, "Bu, Moskova’nın izole edilmesine ve barış çabalarının Batılı ülkeler tarafından hiçe sayılmasına karşı bir yanıttı” demişti. 

22 Eylül 2019 Pazar

Nazım'ın bilinmeyen görüntüleri


Fuad Seferov



Şair Nazm Hikmet'in Sovyetler Birliği'nde bilinmeyen bir görüntüsü daha ortaya çıktı.
31 Aralık 1962 tarihine ait görüntülerde Hikmet Sovyetler Birliği'nin ünlü yılbaşı televizyon programı Goluboy Ogonyok'a (Mavi Ateş) katılıyor ve Rusça konuşuyor.

Çekim Moskova'daki Şabolovka TV stüdyosunda yapılıyor. Ünlü Sovyet TV sunucusu Garri Grineviç, Hikmet'i, "Ünlü şair, Dünya Barış ödül sahibi" diye tanıtıyor. Hikmet, izleyicilere ve stüdyodaki konuklara yeni oyunun tanıtımını yapıyor, yanında oturan dostu şair Muza Pavlova da onun iki şiirini okuyor. 



Programda besteciler Pavel Aedonitsk, Mikael Tariverdiyev, ressam Yuri Fyodorov, şairler Sergey Mihalkov ve Anatoli Aleksin, sanatçı Viktor Selivanov gibi ünlü isimler de yer alıyor.  

Görüntüler Rusya Televizyon ve Radyo Devlet Vakfının Youtube sitesinde yer aldı, Bağımsız Sinema Merkezi de Türkçe alt yazı ekleyerek yayınladı.

Komşu komşunun sözüne muhtaç! Rusçadan Türkçeye geçen 9 kelime



Mustafa Kemal Yılmaz







Türkiye’de yazılmış sözlükler, Rusçadan Türkçeye geçen kelimelerin sayısını 39 ile 54 arasında veriyor. Ödünç aldıklarımızın önemli bir bölümü Rusya’ya ait kavram ve nesneleri adlandıran kelimeler. Örneğin “votka”, “mujik”, “ruble”, “çariçe”.

Bunlara ilaveten, gerek iş, gerek ailevi sebeplerden ötürü uzun süredir Rus kültürüyle içli dışlı olanların Rusça kökenli olduğunu “zaten bildiği” bir grup kelime var. “Semaver”, “şapka”, “vişne”, “kapuska” gibi. Hatta “izbe” kelimesinin de dilimize Karadeniz’in öte yakasından sirayet ettiğini bilenlerin sayısı az olmasa gerek. 

Ancak izbenin Türkçede “harap yer” manasına gelirken, Rusçada “kütük köy evi” anlamıyla daha ferah, daha otantik çağrışımlara sahip olduğunu belirtmek gerek. Bu farklılık atalarımızın, geleneksel Slav mimarisine “geçer not” vermediği, ya da bir yerlerde Baba Yaga’nın “izbuşka”sına rastladığı şeklinde yorumlanabilir belki.

Öte yandan, dilimize Rusçadan, ya da başka bir Slav dilinden girdiğini öğrendiğimizde muhtemelen şaşıracağımız bir dizi kelime daha var. Yazımız işte bu gruptaki 9 kelimeyi ele alıyor.

Pulluk

Anglosakson dillerinden Slav dillerine “plug” şeklinde giren bu kelime, Rusça ya da Bulgarca üzerinden Türkçenin dağarcığına da katılmış. Bugün gündelik dilde kullanımı oldukça nadir olsa da, Sovyetler Birliği, dolayısıyla da Rusya tarihi açısından apayrı bir önem taşıyor. Zira İşçi-Köylü Kızıl Ordusu’nun ve Sovyetler Birliği’nin ilk sembolü “pulluk-çekiç” idi (plug i molot). Ne var ki pulluk-çekicin iktidarı kısa sürdü ve bir süre sonra yerini “serp i molot”, yani orak-çekice bıraktı. 

Vatka

1980-1990’lı yılları yaşayanların bizzat kendi gardroplarından, 2000’lerin çocuklarının ise “Luis Figo’nun ceketi”nden tanıdığı bu tekstil malzemesi de Rusçadan dilimize intikal eden kelimelerden. Anlamı “pamuk parçası” (vata -> vatka). Enteresan olansa, bizim “vatka” dediğimiz nesneyi Rusların bugün başka bir isimle anması: “podpleçnik”.

Mazot

Tarih boyunca ilginç bir yolculuk yapmış kelimelerden biri de “mazot”. Türkçede “motorin” ya da “dizel yakıtı” manasında kullanılan bu kelime Rusçadan dilimize girmiş. Ne var ki Ruslar bizim mazot dediğimiz yakıta “solyarka” diyor. Solyarka ise Rusçanın Almanca’dan ödünç aldığı bir ifade (Solaröl). Bu köşe kapmacayı daha da karmaşıklaştıran ise “mazut” kelimesinin Rusçada bugün de var olması ve “petrol rafinasyonu atığı” manasında kullanılması.

Dahası, ünlü Rus sözlükçü Uşakov “mazut”un Arapça kökenli olduğunu ve Türki diller üzerinden Rusçaya girdiğini iddia eder. Buna göre, ifadenin asıl kökeni Arapça “mahzulat” (atılmış, terk edilmiş) kelimesidir.

Çat pat

Slav dillerinden Türkçeye geçmiş en ilginç ifade hangisi diye sorulsa, cevabım tereddütsüz “çat pat” olur. Çünkü insan kırk yıl düşünse, bunun aslında Slavca bir ifade olduğu aklına gelmez. Ancak ifadenin “çatra patra” şeklinde bir versiyonu daha var ki, duyar duymaz Rusça bilenlerin kafasında bir ampul yanıverir. Zira ifadeyi “çetire pyat”, yani “dört beş” ile ilişkilendirmeleri uzun sürmez. 

Bizim bugün “üç beş” diye ifade etmeyi tercih ettiğimiz “yarım yamalaklık” olgusunu vakti zamanında belki Bulgar topraklarında, belki Kırım’da, belki de Gagauz elinde birileri “dört” ve “beş” sayılarını yan yana getirerek dillendirmeyi seçmiş. Atalarımızın da pek hoşuna gitmiş olsa gerek ki bu söylenişi özümsemekte tereddüt etmemişler.

Hamut

Türkçede daha çok “hamuduyla yutmak” deyiminden bildiğimiz bu aletin (arabaya koşulan hayvanın boynuna geçirilen ağaç veya meşin çember) adı da Rusçadan ya da bir ihtimal Sırpçadan ödünç aldığımız kelimelerden. Ana dili Türkçe olan dilbilimcilerin itirazları olsa da, başta Maks Vasmer olmak üzere Rus etimologlar bu konuda büyük ölçüde net ve argümanlarında ikna edicidir.

Mamut

Kelimenin asıl kökeni hala tartışmalı, ancak Türkçeye ve diğer dünya dillerine girişinin Rusça üzerinden olduğu kesin. Zira bugün bile en büyük mamut keşifleri Sibirya’nın Kuzey-Doğu bölgelerinde yapılmakta. İlk bulan, adını da koyar.

Koçan

Türkçeye en erken girmiş Rusça kelime “koçan” olabilir. Çünkü Anadolunun yanı sıra Çağatay Türkçesinde, hatta Tatarcada da mevcut. 

Öte yandan kelimenin “bilet koçanı” manası Rusçada bulunmuyor. Buna karşılık, Rusçadaki “Kafa değil, lahana koçanı!” (u nevo ne galava, a kaçan!) sözündeki olumsuz mana da bizde yok.

Şıllık

Rusçadan ödünç aldıklarımız arasında en ilginç olanlardan biri de hiç kuşkusuz “şıllık” kelimesi. Evliya Çelebi’nin Kırım dolaylarında gezdiği günlere ait, sıradan insan için çağın acımasızlığını da ortaya koyan şu cümlesine bakalım: 

“Şu şehre bir çapul civerüp şu şılga kızlardan ve devkelerden alup Kırımğa doyum varsak”.

Rusçaya aşina kulaklar “devke” kelimesini deşifre etmekte zorlanmayacaktır. Zira “devka” (kız) bugün de kullanılan bir kelime. “Şılga” ise Tatarcada “cariye, köle kız”, anlamına geliyor. Ancak kelimenin kökeni Rusça “sluga” ifadesi, yani hizmetkar ya da uşak.

Buna göre on yedinci yüzyıl sonunda Tatarcadan Türkçeye giren şılga kelimesi, sonraki yüzyıllarda anlam kaymasına uğrayarak bugünkü olumsuz anlamına ulaşmıştır.

Nemçe

Evliya Çelebi’nin sıkı bir takipçisi olan Ömer Seyfettin’in ve çağdaşlarının hikayeleriyle büyüyen kuşaklar “nemçe” kelimesini hatırlayacaktır. Akıncılık ve savaş temalı hikayelerde Alman, Avusturyalı manasında kullanılan bu kelime de Türkçenin Lehçeden ve Rusçadan aldıkları arasında.
 
Zira Rusların ataları da Almanlara, “dilsiz, Slav dilini bilmeyen” manasında “nemtsı” ifadesini yakıştırmıştır. Hatta Rusça konuşulan topraklarda bu kelimenin uzun süre bütün “yabancılar” için kullanıldığını belirtmekte yarar var.

12 Eylül 2019 Perşembe

"Bizim koyunlara dönelim!": Rusçada zor anlaşılan 10 ilginç deyim



  
Her dilde olduğu gibi, Rusçada da bazı deyimlerin manası "şıp diye" anlaşılırken, bazıları karşısında ne kadar kafa yorararsak yoralım işin içinden çıkmak hiç de kolay değil. İşte Russia Beyond'un derlediği 10 enteresan Rusça deyim ve atasözü.

1. Bir işte köpeği yemek. (syest sabaku v...) O konunun uzmanı olmak.

2. Burnundan tutup götürmek (vadit za nas) Kandırmak.

3. İncileri domuzların önüne atmak (brasat jemçugi pered svinyami) İncil kökenli bu deyimin manası: Kıymetli şeyleri değerini bilmeyen insanlarla paylaşmayın.

4. Kediyi torbada almak (kupit kata v meşke) Bir şeyi kalitesinden ve faydasından emin olmadan satın almak.

5. Tek okla iki tavşan vurmak (adnim vıstrelom ubit dvuf zaytsev) Bir taşla iki kuş vurmak.

6. Defne yapraklarının üstünde uyumak (paçivat na lavrah) kazanılan zafer ya da başarıdan memnun olarak mücadeleyi bırakmak.

7. Korkunun gözleri büyük olur (u straha glaza veliki) Tehlikeyi abartmaya gerek yok manasında kullanılır.

8. Kendi derisinden sıyrılıp çıkmak (iz kojı vılezat) Bir işi başarmak için olağanüstü çaba göstermek, "kıçını yırtmak".

9. Dağ gibi omuzdan düşmek (kak gara s pleç vıvalilas) Sırtından koca bir yük kalkmak.

10. Bizim koyunlara dönelim (vernyomsa k naşim baranam) Konuya dönelim, sadede gelelim.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Bu dünyadan ne götürebiliriz?



Samih Güven






İş çıkışı adımladığım Piyatnitskaya Caddesi akşam keyfine hazırlanıyor. Tadını çıkaracaklara mükemmel bir yaz gecesi müjdeliyor şimdiden. 

Yağmurlu günlerden sonra kalabalığın coşkusu hercai menekşeler gibi patlıyor. Kimi mekanların önünde başlayan müzik performansları halka halka çekiyor kalabalığı. Neşeli konuşmalar matematiği henüz kağıda dökülmemiş gizemli bir müzik gibi gökyüzüne yükseliyor. 

Şimdilik yürümeyi tercih ediyorum ve Balçuk Caddesinin solundan Büyük Moskova Nehri Köprüsüne çıkıyorum. Kalabalığın arasına karışmadan, GUM’un arka tarafından Nikolskaya Caddesine yöneliyorum.

Nikolskaya Caddesi hep farklı geliyor nedense. Işıklı bir renk cümbüşü içindeki asılı süsler mi sebebi bilmiyorum. 

Oturup bir kahve içmeye karar veriyorum. Seçtiğim kafede dışarıdaki masalar dolu olunca içeriye, cam kenarına oturuyorum. 

Henrich Böll’ün köprüden geçenleri saymakla görevlendirilen ama sevdiği kızı istatistiklerden sakınan kahramanı geliyor aklıma. Böyle bir kalabalıkta insanları saymak anlamsız tabi. Kimi saymazdım diye bakıyorum bir an. Hangi birini deyip, vazgeçiyorum.

İçeride, hemen yanımda iki yaşlı teyze oturuyor. Tatlılarla, çaylarla masayı donatmışlar deyim yerindeyse. Bir an için göz göze geldiğimiz teyze masadaki tatlı bolluğunun dikkatimi çektiğini fark etmiş olacak ki, “Biz artık bu dünyadan ne götürebiliriz, ona bakıyoruz” deyip gülümsüyor. Öbürüyse arkadaşının bir yabancıya yaptığı bu espriden memnun olmuşa benziyor.

Gülüyoruz. Onların bu güzel halleri hoşuma gidiyor aslında. Buna rağmen hikâye arayan biri gibi “Kimse bu dünyadan bir şey götüremez, her şey burada kalıyor”, deyip fitili ateşliyorum.

Şaka mı yapıyorum yoksa bir kafa tutma hali mi benimki anlamaya çalışıyorlar önce. Gün görmüş teyzeler bunlar. Birbirlerine bakıyorlar. Ak saçları bir savaş gazisinin göğsündeki madalyalar gibi duran ya da bir yaşam anıtının gösterişli süsleri gibi göz alan teyze söze giriyor:

“Beyefendi siz gelsenize bizim masaya.”

Birbirine kur yapan gençlerin ya da yetişkinlerin masa birleştirme anlarına şahitliğim olsa da Moskova’da, şaşırıyorum duruma. Yine de tereddüt etmiyorum. Garsona işaret edip geçiyorum masalarına. Teyze sataşıyor tatlılıkla:

“Demek bu dünyadan bir şey götürülmez diyorsun? Öyle mi?”

Bir an için susuyorum ve dışarıya bakıyorum.

Teyze “Daldınız?”, diyor.

“Birden kalabalığın içinde Tolstoy’u gördüm gibi geldi de.”

“Ne? Buralarda Stalin ve Lenin'i görürsün ama Tolstoy’u görmek mümkün değildir, nereden çıkardın bunu? Onlar da turistlerin fotoğraf merakı için böyle giyinenler, biliyorsun işte.”

“Peki ama neden Tolstoy yok örneğin, o daha önemsiz biri değil ki?”, deyip tartışmayı alevlendiriyorum yine. Ama teyzenin asıl sorusu aklımda.

“İnsanlar politikayı daha çok seviyor belki, liderleri herkes bilir sonuçta. Bir de Kızıl Meydan, Kremlin olunca, onların buralarda olması daha mantıklı.” 

Diğer teyze söze giriyor bu sırada. İnce yüzlü ak saçlı teyzenin tersine o daha tombulca. Kocaman gözlükleri var bir de.

“Bu liderler sıradan kimseler değil, bir de toplumu böylesine değiştiren ve dünya tarihine etki eden kimseler.”

“Evet bu doğru”, diyorum.

Gözlüklü teyze devam ediyor.

“Yalnız turistler böyle gelmeye devam ederse, Yasnaya Polyana’da ya da Park Kulturi metro istasyonunun arka tarafındaki evinin oralarda Tolstoy’u da görebiliriz yakında.”

“Benim kastettiğim onu fiziken görmek değildi ama”, diyorum.

Ak saçlı teyze söze giriyor yine. 

“Sen benim sorumu geçiştirdin,  cevap ver önce. Bu dünyadan hiçbir şey götürülemez diyordun. Sonra Tolstoy’u gördüğünü söyledin.”

“Yani sorunuzu düşünürken Tolstoy gelmişti aklıma da o yüzden öyle dedim. Bir söz vardır, dünya malı dünyada kalır, diye. Yani hayat boştur bir bakıma. Ne götürebiliriz ki?”

“Peki Tolstoy ne diyor bu konuda, onu düşündüğüne göre!”

“Tolstoy Hz. Süleyman’ın “boştur boş” sözünü çok gündeme getiriyordu.”

“Dünyadaki her şey bu kadar anlamsız mı yani?”

“Bilmem ki, siz benden daha büyüksünüz.”

“Eh, bizim de fikirlerimiz var ama Tolstoy ne diyor sen onu söyle önce.”

“Biliyorsunuz Tolstoy hayatın anlamına dair bir şey arıyor ama sonunda bir cevap bulamıyor. Hayatın anlamı yok, hayat bir derttir diyor, daha doğrusu bu akılla kavranacak bir şey değildir, o yüzden sonunda inanç kavramını gündeme getiriyor. Yani bizim hayatın büyük dert olduğunu bilip de buna katlanmamız ve yaşamaya devam etmemiz inançla ilgili Tolstoy’a göre.”

Bu sırada büyük gözlükleri olan teyze eliyle gözlüklerini ileriye doğru iterek dikkatle bakıyor.

 “Immanuel Kant da bu tür sorulara kesin bir yanıt getirilemez diyor ya zaten. Gerçi Hegel’e göre her şey öğrenilebilir ama insan bilgisi kuşaktan kuşağa değişim gösterir, mutlak bilgi diye bir şey yoktur.”

Teyzenin bu çıkışı şaşırtıyor beni. Hatta tekinsiz bir atmosfer doğuyor neredeyse. “Nereye düştük” diyorum kendi kendime.

Bu sırada “İnanç derken kastettiğiniz ne?”, diye soruyor ak saçlı teyze.

“Yani neye inanırsan inan bence, yeter ki bizi yaşatan bir şey olsun.”

“Bizi yaşatan bu tatlılar evladım, iyi geliyor, hem bu saatten sonra kilo milo fark etmez”, deyip gülüyor, gözlüklü teyze.

Fakat ak saçlı teyze ifadesine ciddiyet yükleyip söze giriyor yeniden.

“Beyefendi siz bizim Tolstoy’u bilmediğimizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Tolstoy’a göre hayatın boş olduğunu düşünüp bununla baş etmeye çalışanların yöntemlerinden biri de epikürcü yoldur. Yani insan hayatın anlamsızlığını bilse de sunduğu nimetleri tatmaya ve yaşamın zevkini sürmeye devam eder. Bu dünyadan ne götürürse götürmeye çalışır bir bakıma. Yine de şurada oturup bir tatlı yedik diye bu anlayışı benimsediğimizi söylemiyoruz tabi.”

Tartışmadan galip çıktıklarını ima edercesine “Garsonu çağıralım tatlıları beyefendi ödesin”, diyor gözlüklü teyze.

Hep beraber gülüyoruz. Teyzeler beni şaşırtıyor gerçekten. Misafir olduğumun ve önemli olmasa da hesabı bana ödetmeyeceklerinin farkındayım. 

“Evet devam et delikanlı, cevabın ne olacak?” diye soruyor aklı saçlı teyze.

“Ama siz zaten her şeyi biliyorsunuz ve beni konuşturuyorsunuz gibi geldi.”

Gözlüklü teyze söze giriyor.

“Yok evladım, sen olmasan biz bunları nerede konuşacaktık, hatırlamazdık bile, ben emekli felsefe öğretmeniyim, kuzenim de edebiyat öğretmeni idi. Sayende farklı bir gün yaşıyoruz işte. Bu tatlı düşkünü yaşlılardan her şey beklenir zaten.”

Ak saçlı teyze bir kez daha ciddileşerek “peki hep Tolstoy’dan bahsettin, sen ne diyorsun bu hayat ve ölüm konusuna.”

“Bunlar büyük düşünürlerin bile zorlandığı şeyler ben ne diyebilirim ki?”

“İşte ben de onu diyorum ya, ne diyebilirsin bir dene bakalım.”

“Tolstoy dert olduğunu söylese de hayat çok güçlü bir şey ve insanların ölüm ötesine dair bir bilgisi yok henüz. Ölümlülük kabul edilemiyor. Cennet fikri bile hayata bir övgü.”

Gözlüklü teyze eliyle gözlüklerini ileri iterek, “Eh biraz öyle tabi”, diyor.

Bu sırada “Lavaboya gidip geleceğiz” diyorlar. Kadınların bu beraber lavaboya gitme durumu oldum olası ilginç gelmiştir. Fakat dönmeleri uzun sürüyor nedense. Beklerken gelip geçeni seyrediyorum yine. 18. yüzyıldaki Rus prensesleri gibi giyinmiş kızlar fotoğraf çektirmeye çalışıyor turistlerle. “Bu kalabalığın bir matematiği var mı” diye bir soru geçiyor kafamdan.

Bunu düşünürken teyzeler dönüyor ve “Sen de tatlı ye” diye ısrar ediyorlar.

“Peki, o zaman mödevik olsun”, diyorum.

“Ne oldu şimdi?”, diyor gözlüklü teyze. “Tartışma bitti mi, nereye bağladınız?”

Ak saçlı teyze “bilmem ona sor” diyor, beni işaret ederek. “Belki Tolstoy’dan bir şeyler hatırlar.”

Bakışları bana yöneliyor. 

“Bizim Nazım Hikmet diye ünlü bir şairimiz yaşadı Moskova’da. Belki de bilirsiniz. Bir şiirinde şöyle diyor, ne acayip gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak, öleceğimizi bilip, öleceğimizi mutlak.”

“Evet tabi ki biliyoruz Nazım’ı diyor. Ee, devam et bakalım.”

“Yani yaşam sihirli bir güç, bu doğru. Ama bu dünyadan bir şey götürmek değil de ne bırakabiliriz diye bakmalıyız. Sizin de böyle düşündüğünüzü biliyorum tabi ki. Mesela Tolstoy çalıştı, kitaplar yazdı ve bu değerli düşünceleri bıraktı. Topraklarını bağışladı. Zenginliğinden, hırslarından arındı ve fakirlerin arasında vakit geçirmeye başladı. Sevgiyi, affetmeyi öne çıkardı.”

Ak saçlı teyze, “tamam evladım, söylev moduna geçme, doğrudur söylediklerin, hem bak Tolstoy bize bakıyor camdan”, diyor.

Başta yaptığım gibi onun düşüncelerini akla getirmek gibi bir ima olduğunu düşünerek cama bakmıyorum önce. Fakat herkesin aynı anda dışarıya yöneldiğini fark ediyorum. Tolstoy orada gerçekten. En yaşlı haliyle, kocaman sakalıyla orada. Ve elinde bir yazı tutuyor:

“İnsan yalnızca şimdinin içinde özgür.”

Tolstoy öyle duruyor. Kıpırdamadan, en ciddi haliyle orada.

“Peki tamam sadece bu nasıl oldu onu söyleyin”, diyorum.

“Biraz önce lavaboya gittiğimizde bir sürpriz planladık. Çok yakında bir tiyatro var. Ve müdürü yeğenimdir, böyle bir kostüm zor değil onlar için, ayrıca hazır kostümler oluyor”, diyor ak saçlı teyze.

“Şaşırdım gerçekten.”

“Bugünkü ilginçliklere biz de katkı yapalım istedik”, deyip gülüyorlar. “Sen misin Onu gördüğünü söyleyen” dercesine.

Tolstoy’a el sallamak istiyorum ama çoktan ayrılmış olduğunu fark ediyorum. Oraya gelip gelmediğini bir soru gibi imleyen tiyatrocu zamanı kısa tutuyor belli ki. 

Teyzelerden ayrıldıktan sonra kalabalığa karışıyorum. Kafamda şimdi ve özgürlük kelimeleri bir lamba gibi yanıp sönüyor. Hegel’in sözü geliyor aklıma: “İçinde olduğun şeyi onaylıyorsa nefsin, özgürsün!”

8 Eylül 2019 Pazar

SSCB'nin 27 milyonluk kaybı...






İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği 27 milyona yakın insanını kaybetti. Manzaranın gerçek ağırlığı bile ancak zamanla anlaşılabildi. Savaşın hemen ertesinde sadece 7 milyon olarak değerlendirilen insan kaybının büyüklüğü zamanla 26 milyon 600 bine kadar revize edildi.

Peki, Sovyetler Birliği bu kaybı nasıl telafi etti?

Uzmanların bu soruya cevabı basit ama acı: "Edemedi."

Muazzam kayıplar neticesinde bugün Sovyetlerin devamı olan ülkeler hala nüfus problemleriyle uğraşıyor.

Savaşın dünyadan kopardığı insanların büyük bir bölümünün 17-55 yaş arası, yani üreme çağındaki erkekler olması, Sovyetler Birliği nüfusunda kadınların ağırlıkta olmasını beraberinde getirdi. 1959 nüfus sayımında kadınların sayısı erkeklerden 18,4 milyon daha fazla çıktı. Cinsiyetler arası sayısal dengesizlik bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna'da hala devam ediyor.

Uzmanlar bu açığın savaş sonrası dönemde Almanya'nın yaptığı gibi göçle kapatılabileceğini, ancak Sovyet politikalarının böyle bir çözüme açık olmadığını belirtiyor. Sovyetler Birliği'ne göç etmek isteyecek insanların var olup olmadığı ise bir başka mesele.

Sovyetler Birliği'nde doğum oranları 1980'lere doğru dikkate değer bir artış yakaladı. Zira savaşın hemen ertesinde Stalin kürtajı yasakladı, halbuki SSCB dünyada kürtaja resmen izin veren ilk ülkeydi. Ardından her türlü doğum kontrol ürünü toplatıldı, doğum yapan kadınlara teşvikler çıkarıldı. Bu politikalar olumlu sonuç verse de nüfusta istikrarlı bir artış sağlamak için yeterli olmadı.

2010'a gelindiğinde Rusya'da kadınların sayısı erkeklerden hala 8 milyon daha fazla idi. 2017'de ise doğum oranları bir kere daha son 10 yılın en düşük seviyesine geriledi. Doğum yapacak anneleri teşvik için harcanan tüm paralara rağmen eğilimde ters yönde bir değişim henüz ufukta görünmüyor.

3 Eylül 2019 Salı

Dostoyevski’nin ilginç fikirleri



Samih Güven






Dostoyevski belki de ilk blog yazarıydı. Yani onun devrinde bilgisayar ve internet yoktu ama kendi dergisini çıkarıyor ve abonelerine dağıtımını sağlıyordu.

Başka bir dergideki yazıları dışarıda tutulursa, 1876’dan 1881'deki ölümüne kadar çıkardığı “Bir Yazarın Günlüğü” adlı dergisinde edebi konular yanı sıra, din, ahlak, adalet, dış politika, toplumsal konular, gündelik sorunlar gibi çeşitli konulara değiniyordu. Aynı zamanda öykülerine yer veriyordu.

Rus klasik yazarlarının genelde dönemlerinin toplumsal sorunlarına hayli duyarlı olduklarını biliyoruz. Zaten aksi mümkün de değildi. Çünkü normal zamanlar sayılmazdı. Fakat Çarlık sisteminin bu son yıllarında birbirinden oldukça farklı görüşlerin rahatça dile getirilebildiği de anlaşılıyor. 


Tolstoy büyük ses getiren romanlarından sonra doğu ve batı bilgeliğini birleştirmeye, insanlık için yeni bir ahlak yolu bulmaya çalışıyordu. İnsanları kötülüklerden, hırstan, bencillikten, sömürüden kurtaracak bir arayış içerisindeydi. Evrensel ölçüde düşünüyor, bütün insanlığı gözetiyordu.

Dostoyevski’de ise daha çok Slavcı görüşler hakimdi. Günlüklerinde öne çıkan temel konular aslında Türkiye gibi ülkelerin de tarihsel olarak hep tartıştığı sorunlarla ilgiliydi. Batılılaşma düşüncesi, aydınlar ve halk arasındaki mesafe, toplumda yabancı dil kullanımının yarattığı sorunlar, kültür ve eğitim sorunları, kadınlar, ulusal bilinç gibi konular öne çıkıyordu yazılarında. Fakat örneğin Ruslara, Avrupalılara, Türklere, Yahudilere ilişkin düşüncelerini de açık bir şekilde ve tepkileri göz alarak dile getirdiği oluyordu.

Bu çerçevede oldukça kapsamlı olan günlüklerinde ilginç bulduğum bazı noktalara değinmek istiyorum.

Dostoyevski Hristiyan erdemleri ve İsa’nın yalnızca Ortodokslukta korunduğunu söylüyordu. Ortodoksluğu Rus olmanın bir unsuru gibi görüyordu bir yerde. Rus ruhunu gündeme getiriyor, ideal bir halka yanıt arıyordu. Şu ifadelere yer veriyor günlüklerinde:

“Hayır, halkımızı nasıl olduğuyla değil, nasıl olmak istediğiyle yargılayın. Ülküleri güçlü ve kutsaldır, acılar ve zorluklar döneminde onu kurtaran bu ülküleri olmuştur…”

Dostoyevski batılılaşmaya karşı bir tutum içerisindeydi. Petro reformlarını iyi karşılamıyor, aydınlarla halk arasındaki mesafeye kızıyor, bunun nedeninin batılılaşma düşüncesi olduğunu ileri sürüyordu. Aslında Dostoyevski Petro reformlarının getirdiği dinamizmin de farkındaydı kanımca. Batılaşma düşüncesini eleştirse de Avrupa’nın birleşmesi ve evrensellik kavramlarından da söz ediyordu.

Zaman zaman edebi eleştiriler ve değerlendirmelere de yer veren Dostoyevski büyük bir Puşkin sevgisine sahipti. Lomonosov ve Gogol’a da büyük önem veriyordu. Şu ifadeler var günlüklerinde:

“Bir Rus yazarı ne ondan önce ne de sonra Puşkin gibi halkıyla böylesine içten ve kardeşçe yakınlaşmamıştır…Kesin olarak söyleyebiliriz, Puşkin olmasaydı ardından gelecek usta yazarlar da olmazdı…Petro reformlarından Puşkin’e gelene kadar hiç yüzüne bakılmayan halkımıza gerçek bilinçli dönüşümüz sadece Puşkin’le başlamıştır.”

Hep merak ettiğim şeylerden biri Tolstoy ve Dostoyevski’nin birbirlerine tutumu olmuştur. Stefan Zweig “Tolstoy her şeyi itiraf etti ama Dostoyevski’ye olan tutumu itiraf etmedi” der. 

Dostoyevski ise Tolstoy’dan hep ihtiyatla bahsediyor ama onun büyüklüğünü teslim etmek zorunda kalıyor sanırım. Anna Karenina’ya uzun uzun değiniyor. Şöyle diyor sonunda:

“Edebiyatımızda böylesine güçlü düşünceleri yansıtan yapıtlarımız varsa neden zamanla kendi bilimimiz, toplumsal ve ekonomik çözümlerimiz olmasın.”

Dostoyevski’nin en ilginç yanlarından biri de savaşla ilgili görüşleri. Tabii savaşı bir toprak elde edilmesi meselesi olarak görmüyor. Şu ifadelere yer veriyor:

“Savaş çürümüşlüğün batağında tinsel acılar içinde otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir.”

Aslında 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısı Rusya’da büyük sorunların yaşandığı bir dönem malum. Çarlık sisteminin çözemediği konular, özgürlük talepleri, sosyalist fikirler, ağır ekonomik koşullar, topraksız köylüler, komşularla yaşanan sorunlar damgasını vuruyor bu döneme. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve diğer komşular ile Rusya arasındaki sorunlar nedeniyle savaş konularına da fazlaca değiniyor Dostoyevski. “İstanbul bizim olmalıdır”, hatta “bizim olacak” gibi ifadeler kullanıyor. Genel olarak Türklerle ilgili de bazı görüşleri var. Ama bu tür düşüncelerine katılmak mümkün değil tabi. Bu konudaki fikirlerini o dönemin savaş ortamı psikolojisine bağlamak gerekir belki de. Ama Dostoyevski’ye şunu söylemek isteriz ki, biz Türkler yüce gönüllüyüzdür. Yazarların sanatlarını ve fikirlerini birbirinden ayırmasını biliriz. Fikirler zamanın ruhuna göre sivrileşebiliyor maalesef. Milletimizin bir ferdi olmaktan gurur duyuyoruz muhakkak. Sonuçta  bize düşen her şeye insani bakmak ve kardeşlikten yana olmak. 

Güzel eserlerini okumaya devam edeceğiz Dostoyevski’nin. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan yaklaşık 1200 sayfalık “Bir Yazarın Günlüğü” adlı kitap ilginç bir eser gerçekten. Çevirmen Kayhan Yükseler’in emeğine sağlık.

Moskova bölgesindeki binalar dev graffitilerle sanat eserlerine dönüştü



Rusya’nın Moskova bölgesindeki çok katlı binalar göz alıcı birer sanat eserlerine dönüştü. Moskova bölgesindeki Odintsovo kentinde açık hava graffiti müzesi kapılarını açtı.


Dünyanın 26 ülkesinden 80’den fazla ünlü graffiti sanatçısı, 52 çok katlı apartman, altyapı tesisi ve okulun duvarlarını göz alıcı resimlerle renklendirdi. Jorit isimli sanatçının imza attığı efsane Rus kozmonot Yuriy Gagarin’in 65 metrelik portresi, dünyanın en büyük duvar resmi olarak dikkat çekti. Kent sokaklarına renk katan duvar resmileri, Sputnik’in videosunda.