Moskova

Moskova

28 Ekim 2018 Pazar

St. Petersburg (Leningrad)



Aydın Boysan

90’lı yıllardan eski bir Gezi-Anı yazısı



St. Petersburg istasyonlarından birinde, trenden indik. Şehrin adı değişmiş de, istasyonda hala Leningrad yazısı duruyor.

Şehirlerin adını değiştirmek, tuhaf bir iş…

Önceki gelişlerimde Leningrad olan şehir, şimdi yine eski Hıristiyan adına dönmüş, İsa Havarisi Aziz Peter (Piyer) adıyla anılıyor. Bir zamanlar Petrograd da olmuştu.

Taksi, bir km yol için, beş dolar. istasyon taksileri, ruble kabul etmiyor.

Otelimiz Helen, Fontanka Kanalı kıyısında, Lermontovsky Bulvarı'nda ve oldukça merkezde.

Şikayetimiz yok.

Yerleştik ve hemen şehir gezilerine başladık. Mevsim yaz başı. Kış gezilerinde olduğu gibi, soğuk ısırmıyor ve şehrin bazı önemli bölümleri, yürüyerek kolayca gezilebiliyor.

Neva kıyılarını adımlıyoruz, Nevsky Bulvarı'nı arşınlıyoruz.

Ününü hak eden, güzel bir şehir burası… Deniz - nehirler - koylar - kanallar kucak kucağa... Çok sayıda güzel köprü, ulaşım ilişkilerini kolaylaştırıyor.

Öğle yemeğini, daha önce kaldığım Leningrad Oteli'nde yemek istedik. Elbet o da olmuş, Sankt Petersburg Oteli. Gezip eski günleri andım.

Öğlende hafif yemek konusunda, Melih'le anlaştık. Ekspres büfe denen yere girdik.

Açık zengin büfe. Borç ve balık çorbasından başlayan çeşitleme, salata ve yemeklerde de sürüp gidiyor. Hafif yiyelim derken, yine fazla kaçırdık. Ödediğimiz ruble, adam başı bir dolar karşılığı.

Dünyanın en büyük üç görsel sanat müzesinden biri olan Ermitage'ı, sabırla geziyoruz. Peter ve Paul Kalesi, St. lsaac katedrali, Aurora kruvazörü ve gezmeye değer başka yerleri ziyaret etmeyi savsaklamıyoruz.

Ayrıntılarını daha önce Dünyayı Severek ve Yollarda kitaplarımda yazdığım için, ayrıca burada anlatmıyorum.

Çar 1. Petro (Büyük Petro, ya da Deli Petro) , Sankt Petersburg şehrinin kurucusu. 1703 yılında birkaç günde inşa ettirdiği bir şantiye barakasında, yıllarca yaşamaktan vazgeçmemiş. Ta ki şehrin kurulmuş olduğuna, artık terkedilmeyeceğine, inanıncaya kadar.

Üç odalı bu ufacık ev, o zamanki gibi korunmuş. Yığma ağaç tomruklarla yapılan bu şantiye binası, yüzyılların hava etkilerinden korunması için bir başka kılıf binasının içine alınmış.

Şehrin eski gelişmelerini gösteren tarihi resimler ilginç.

Melih bir müzeye girerken, film makinesi için 500 ruble istenmesinden hoşlanmadı.

Ben karıştım: "Değmez sözünü etmeye. Dört dolar bile değil." Sonra 500 rubleyi verdik. Ama sorun parada değil. Kırtasiyecilikten kurtulamaz olmuşlar. Tanesi bir rublelik 500 tane makbuzu alıncaya kadar, geçen zamana sıkıldık. Başka makbuz yokmuş.

Neva'da nehir gezisine katıldık. Kapalı pazaryerini dolaştık. Hıyar turşusu alıp, geze geze yedik. Çok lezzetli geldi.

Hususi arabalara el sallıyoruz. Onlar da dolar verdikten sonra, istediğimiz yere götürüyorlar. Taksilerle pazarlık etmeye başladık. 10 isterlerse 5 verip, 7'de anlaşıyoruz. Kısa mesafelere 4 dolardan fazla vermiyoruz. Biz buralara fazla alıştık galiba.

Melih bir olaya parmak basıyor: "Burada dolarlı yaşayış başka, rubleli yaşayış başka.

Biz ikisini de yaşamakta olduğu­muz için, bunların bambaşka koşullar yarattığını görüyoruz." Aradaki anlaşılmaz farklar, bizi de şaşırtıyor, akordumuz bozuluyor.

Melih bu halimizi de özetliyor:

"Akordumuz, akortsuzluğumuzdur."

Her akşam, başka bir otelde yemeğe gidiyoruz. Bunlardan Pulkovskaya Oteli'nin binası, çok iyi ve güzel yapılmış.

Masaya oturduk. Dolarlı hayat kolay ya, havyarımızı ısmarladık. Beuf Strogonof çok iyi . Sosu da öyle.

Pistte dans edenler arasında, o gün evlenmiş bir çift dönüyor. Kız güzel mi güzel. Gelinliği de çok dekolte, sanki soyunmaya başlamış gibi.

Burada bir uluslararası büyük otel havası var. Yerel görünüşler de silinmiş. Barlardan birinin adı: Harry's Bar. Kocaman duvar fotoğraflarıyla dekore edilmiş. New York'un ünlü gökdelenleri olan Chrysler ile Empire State Building, duvarlar kaplıyor.

Bunlar da şaşırmış. Uluslararası sevişme piyasasında, standart duvar çiçeğini bir porsiyon koklamanın fiyatı, yaklaşık 100 dolar. Bu döviz karaborsada, çalışan bir kişinin buradaki 5-10 aylık ücreti ediyor. Bu dengesizlikler, beklenmedik yerlerden fışkırıyor. Dövizle sevişen kadın sayısı artmış. Gündüz uslu uslu çalışan kadınlar arasında, bu gece işini yapanlar bollaşmış. Her büyük otelin "duvar çiçeği" kadroları kendiliğinden oluşuvermiş. İkişer-üçer, masalarda oturuyorlar. Hem hiç de, "o meslekten" hanımlara benzemiyorlar. Hepsi hanım-hanımcık gibi sanki.

Puşkin - Dostoyevski

Aleksander Sergeyeviç Puşkin, Rus edebiyatının unutulmaz kişisi (1799-1837).

Moika kıyısındaki evi, müze olarak gezilebiliyor. Ev, yaşadığı çağda olduğu gibi korunmuş. Yazı masasındaki tüylü kalemine kadar bütün kişisel eşyaları, el yazıları, ölümüne neden olan düello tanıklarının anlaşma tutanakları, her şeyi... 13 dilden binlerce kitabı...

Puşkin olağanüstü güzellikteki bir kadınla, Natalya Gonçarova ile umutlu başlayan bir evlilik yapmış. Sonrası: Bir kadının, mostralık toplum yaşayışına kendini kaptırışı... Kocasını mutsuzluğa gömüşü... Puşkin'in, eşi yüzünden olduğu söylenen bir düelloya sürüklenmesi… Konuk Fransız subayı d'Anthes tarafından, sanki cinayet sayılabilecek bir düelloda, ölümcül yaralanması... Bu yüzden yaşama veda edişi ...

İşte bu müze ev, büyük şair-yazarın, dramatik yaşayışının sahnesi… Sanki her şey, yeni olmuş gibi. Saat bile, öldüğü dakikada duruyor.

Ömür boyu insan hakları, özgürlük ve insan onuru uğruna, despot çar yönetiminden çekinmeden savaşmış olan şairin cenazesi, halktan gizlenerek gömülüyor. Çarlık karşıtı bir gösteriye dönüşmesin diye ... Ölümü sonradan öğrenen binlerce kişi, soğuğu umursamadan evinin önünde bekleşiyor ancak.

Fyodor Dostoyevski'nin son oturduğu ev de, Edebiyat Müzesi yapılmış, geziyoruz.

Burası eski tip bir apartman dairesi. Biraz sıkıntılı bile.

Karamazof Kardeşler bu evde yazılmış. Geceleri ve mumla... Bu ev de, tıpkı yazarın yaşadığı zamandaki gibi korunmuş. Yazı masası, sanki dün bırakmış gibi. Kızının el yazısı : "Ocak 28, 1881. Baba bugün öldü."

Melih diyor ki : "Bu insanlar yazarları ve şairleri, bağırlarına basmışlar. Toplum kendilerine özel yer vermiş. Bizim devlet ve politika adamları, yazarları küçümsüyor. Halk da bundan etkileniyor."

Doğru elbet... Bu küçümseme huyu, düzeyi düşük insanların her şeyi, kendi küçüklüklerine indirme yeltenişidir. Huyumdur, gittiğim yerlerden ufak-tefek anı eşyası alırım.

Bizim otelin dükkanından bir tişört almak istedim.

Kız bir tane uzattı, üstünde kocaman Gorbaçov kafası basılıydı. İstemedim.

Bir tane Yeltsin kafalı uzattı, onu da istemedim.

Zaten müze gezdiğimiz gündü, sordum:

"Sizde Puşkin ya da Dostoyevski resmi olan tişört yok mu?"

Kız:

"Hayır, yok" dedi. –

"Pekiyi, öteki ler niye var?"

Kızcağız söyledi : "Onlar bizim umudumuz idi".

Bu "idi" eki beni, bir soru daha yöneltmeye götürdü; "Pekiyi , şimdi umudunuz kim?"

Kadın, B. Amerika Başkanı'nın adını söyledi : "Bush !" (o günlerde henüz ayrılmamıştı).

Acayip! ..

Evet, Sankt Petersburg muydu, Leningrad mıydı, yoksa bir zamanlar Petrograd mıydı, işte bu şehirde, hoş günler geçirmiştik.

Ayrılıyoruz artık. Akşamdan 15 dolara peylediğimiz bir taksiye bindik. Havaalanına vardık. iyi ki erken gitmişiz. Çıkış gümrüğünde uzun kuyruklar var. Bavullar röntgenden geçiyor. 

Aradıkları silah falan değil, havyar. Resmen 30 dolara alındığı kanıtlanmayan aynı 6 dolarlık havyarlara, el koyuyorlar.

Kadın orada: "Umudum ABD Başkanı" diyor, bunlar nelerle uğraşıyorlar?

Bizde hiç havyar yok. Ama bir saati aşan kuyruk işkencesine katlanmak zorundayız.

Uçağımız Sankt Petersburg Havalimanı'ndan kalktı, biraz sonra Helsinki'ye indik.


Zaten bu Finlandiya, hep sessizlik içindedir. Telaş gözükmez ama, her şey hızlı işler. Sorun fiyatlara katlanabilmekte. Otele yerleştik. Biraz dinlendikten sonra, şehir gezilerine başladık. Esplanat, liman, tertemiz. Bu güzel şehir, makine gibi işliyor. Her şey o denli düzenli ve h ızlı ki , bu parlak "işleyiş"ten, biz biz olarak rahatsız bi le oluyoruz. Nereliyiz ki , alışmamışız. Akşamüstü bir bara girip girip, "uvertür'' yaptık. Altı viskiye 40 dolar ödedik. Bu sefer bir Helsi nki büyük otelinde yediğimiz akşam yemeği iyiydi ama, ateş pahasıydı.

Sankt Petersburg'daki dolar sultanlığı sona erdi . Karşılaştırıp, bir durum saptaması yapıyoruz: "Sankt Petersburg'da günde 10 dolarl ık yemeği göçüren bir kişi , 10 gün sonra çok yemekten çatlar. Aynı kişi bu işi , aynı koşullarla Helsinki'de yaparsa, açlıktan geberir."

23 Ekim 2018 Salı

Rusya'da Adidas eşofman giyerken tekrar düşünün: "Gopnik" üniforması!







Rusya'da taşranın genelde eğitimsiz, suça bulaşmış, alt sosyal sınıflarının "gopnik" denen gençlerinin üzerinde Adidas eşofman, bir "üniforma" gibi her fotoğrafta selam çakar... 

Ünlü modacı Karl Lagerfeld bir keresinde "Eşofman yenilginin işaretidir. Hayatınızın kontrolü kaybedersiniz, sonra da gidip bir eşofman alırsınız" demişti. Adidas marka eşofmanların gündelik hayatta en popüler olduğu yerlerin başında Rusya geliyor ve bugün imajı pek de parlak değil.

Peki, ama Rusya'da "Adidas'ın hikayesi" ne zaman başlamış ve bugüne nasıl gelmiş?

Bu soruya verilen yanıtlar arasında 1980 Moskova Olimpiyatları ilk sırada gelir. Yani spor giyim markası Adidas'ın Sovyet hükümetiyle bir anlaşma imzalayıp tüm Sovyet takımını çizgili kıyafetlerle giydirdiği zamandan beri. 

Sovyet Rusya'da 1980'li yıllarda Adidas eşofman giymek "şıklık belirtisi" ve zenginlik göstergesi  sayılırdı. Adidas her yerdeydi. Bu eşofmanlardan edinmek için yeterli alım gücüne sahip olmayanların imdadına da taklit ürünler yetişti.

Rejimin bu durumdan duyduğu memnuniyetsizlik sözlü kültürde de kendine yer buldu: "Tot, kto nosit Adidas / zaftra rodinu prodast." Türkçesiyle "Adidas giyen, yarın vatanı satar." vecizesi bugün bile şaka yollu tekrarlana gelir!

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonraki dönemde Adidas tipi eşofmanlar "suç dünyasında" popüler hale geldi. Rusya'da "hapishane üniforması" diye bir kavram olmadığı için Adidas eşofmanlar tutuklu ve hükümlülerin doğal kıyafetine dönüştü. Bu giyim tarzı hapishane sonrası hayata da yansıdı.

Bugün Adidas, ya da taklitleri ile "Adidos", ya da "Abibas" eşofman + iskarpin kombini Rusya'nın Gopniklerinin alameti farikalarının başında gelmektedir.

Bir Twitter kullanıcısı, "Gopnik" denen alt tabaka Rusya gençliğinin eşofman sevgisini "Çünkü Rusya'da hayat sonsuz bir engelli koşudur" esprisiyle açıklıyor- ki kimi durumlarda bu görüşe katılmamak neredeyse imkansız.

17 Ekim 2018 Çarşamba

Rus atasözleri



Fuad Seferov, Moskova




Her dilde olduğu gibi Rusçada da kökleri uzak geçmişe uzanan ilginç atasözleri ve deyimler var. Türkçe de benzerleri bulunan bazı Rus atasözlerini sizin için derledik:

"Komu voyna, a komu mat rodnaya" (Кому война, а кому мать родная). Kimine göre savaş, kimine göre ise öz anne...Yani birileri savaştan para kazanırken, birileri de bu savaştan çok zarar görür.

"Na vore i şapka gorit" (На воре и шапка горит). Hırsızın şapkası da yanıyor. Yani hırsızın hırsız olduğu halinden, dış görünüşünden de bellidir.

"Horoşo tam, gde nas net" (Хорошо там, где нас нет). Bizim olmadığımız, bulunmadığımız yerde durumlar iyi. Yani bizim durumumuz iyi değil. Hayal kırıklığı, umutsuzluk gibi de yorumlanabilir.

"S volkami jit, po volçyi vit" (С волками жить — по-волчьи выть), Kurtlarla yaşıyorsan kurt gibi olman lazım. Tercümeden de anlamı anlaşılmakta: Bulunduğun ortamın ve şahısların durum ve koşullarına göre hareket etmen lazım.

"Slovo-serebro, molçanie -zoloto" (Слово — серебро, молчание — золото) "Söz gümüşse sükut altındır"  

"Starıy drug, luçşe novıh dvuh" (Старый друг лучше новых двух)  Eski dost, iki yeni dosttan daha iyi.

"Ugovor doroje deneg" (Уговор дороже денег). Anlaşma, paradan da değerli. Yani verdiğin sözü tutman lazım, bu paradan da değerlidir.

"Bıstro tolko koşki rodyatsya" (Быстро только кошки родятся)..Ancak kediler hızlı şekilde doğar. Bir şeyin hızlı şekilde elde etmenin mümkün olmadığını anlatmak için kullanılıyor. 

"Luçşe pozdno, çem nikogda" (Лучше поздно, чем никогда), Geç olsun güç olmasın. 

"Gde rodilsya-tam i prigodilsya" (Где родился там и пригодился), Nerede doğduysam, orada da işe yaradım. İnsan doğduğu yerde çalışmalı, orada görev yapmalı ve oraya fayda vermeli anlamına geliyor.

"Muj-golova, jena-şeya" (Муж — голова, а жена — шея), koca kafaysa, eşi boynudur. Eşlerin birbirini tamamladığını anlatan bir söz.

"İz gryazi da v knyazi" (Из грязи да в князи), Çamurdan beyliğe. Geçmişte yoksul olan ve aniden zenginleşen birisinin geçmişini unutarak burnu havada olanlar için kullanılır.

"Drujba drujboy, a slujba slujboy" (Дружба дружбой, а служба службой), Dostluk dostluktur, görevi hizmet ise görevi hizmettir. Dostluk, özel ilişkileri görevle karıştırmamak lazım. Her şeyin bir yeri vardır.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Rusya’nın kadın postacıları






9 Ekim’de Dünya Posta Günü kutlandı.  

Posta, insanlığın göçebe yaşayıştan yerleşik topluma geçmesinde olduğu kadar medeniyetlerin gelişmesinde de önemli bir rol oynamıştır.

İnsanlık tarihinde dumanla başlayan haberleşme zamanla değişim ve gelişim göstererek yerini güvercinlere, ulaklara, postacılara günümüzde ise e-postalara bırakmıştır. Ama yine de hala önemini kaybetmeyen bir meslek postacılık:

Genellikle erkeklerin yaptığı bir meslek olarak bilinen posta dağıtıcılığı, günümüzde kadınlar tarafından da başarıyla yapılıyor.

Sputnik, çeşitli ülkelerde postacı görevini yerine getiren kadın fotoğraflarından oluşan bir seçki hazırladı.

Biz de bu seçkiden Rusya’nın kadın postacılarıyla ilgili birkaç resmi paylaşıyoruz.






Böyle bir meslek sadece Rusya'da var: 'Kedi şefi' (kotoşef)...





Rusya'da yer alan bir kasabadaki sokak kedilerini besleyip gerekmesi halinde bakımlarını yapacak bir personel için verilen iş ilanına onlarca başvuru yapıldı. İşin kime verileceğinin yerleşim yerinin sakinleri tarafından en başından beri bilindiği meslek içinse, kasaba yönetimi 'kedi şefi' diye bir titr buldu.

Kaliningrad bölgesinde yer alan küçük bir kasaba olan Zelyonogradsk'ta her yerde rastlanmayacak bir iş için ilan verildi. Kasaba yönetimi, yerleşim yerindeki onlarca kedinin karnını düzenli olarak doyuracak bir 'kedi şefi' (kotoşef) bulmak için ilanlar bastı.

İlan için 80'e yakın kişi başvuru yapsa da kasabalılar, iş için en uygun kişinin kim olduğunu başından beri bildiklerini söylüyor. Nitekim iş, kasaba sakinlerinin tahmin ettiği gibi, doğduğundan beri Zelyonogradsk'ta yaşayan Svetlana Logunova'ya verildi.

Zelyonogradsk kasabasının sakinleri, emekli bir eğitimci olan Logunova'nın, resmi olarak 'kedi şefi' görevine getirilmesinden önce de, yıllardır bisikletiyle kasabayı dolaşıp gördüğü sokak kedilerini beslediğini söylüyor. Bu nedenle kasaba sakinleri, bu iş için Logunova'dan daha iyisinin bulunamayacağını düşünmüş.

ÜNİFORMASI HAZIR

Kasaba yönetimine göre, görevinde yardımcı olması ve tanınması için, 'kedi şefi' Logunova'ya bir bisiklet ve yeşil bir ceket ile siyah bir şapkadan oluşan bir üniforma bile verildi. Ayrıca, Zelyonogradsk'taki tüm sokak kedilerinin karnının doyması için kasaba bütçesinden 5.700 ruble (500 lira) ayrıldığı belirtiliyor.

Kasaba yetkilileri, Logunova'ya verilen 'kedi şefi' titrini düşünürken, bu küçük yerleşim yerinin meydanında kedilerin barındırıldığı bir kafe açılmasından ilham almış.

KEDİLERİN BESLENMESİNE SPONSOR YARDIMI

Yetkililer, kasaba sakinlerinin buradaki sokak kedileri için meydana yiyecek bıraktığını fakat bunların hepsinin kedilerin hoşuna giden yiyecekler olmaması nedeniyle pek çoğunun bırakıldığı yerde çürüdüğünü söylüyor. Yetkililere göre, Logunova'nın göreve gelmesinden sonraysa böyle sorunlar yaşanmayacak. Zira Logunova, bir kedi maması üreticisinin sponsor olarak kendisine gönderdiği mamalarla kedileri besleyecek.

'HER BİRİYLE TEK BAŞIMA İLGİLENEMEM'

Logunova ise işin kendisine verilmesinin kendisini mutlu ettiğini söylüyor. Fakat Logunova, "Kedilerin her biriyle tek başıma ayrı ayrı ilgilenemem, o yüzden bir yardımcı iyi olurdu" diye de ekliyor.

'Kedi şefi', çok sık rastlanacak türden bir meslek olmasa da kedi sevgisi Rusya'nın sadece bu kasabasına özgü değil. Zira Rusların yaşantısında kedilerin önemli bir yeri var. Rusya'da pek çok kişi, uğur getirdiğini inandıkları için evlerinde kedi besliyor.

(Sputnik)

'Mutluluk sadelikte'



Kaynak: http://www.turkrus.com/



Ruslar, büyük yazarların bilgece söylenmiş sözlerini gündelik hayatın içinde de sık sık hatırlar. Bu "bilgelik öğütleri" insanların yoluna her daim ışık tutar. İşte Tolstoy, Dostoyevski ve Çehov'un hayata derinlemesine bir bakışı yansıtan ve güncelliğini hiç yitirmeyen sözleri.

Anton Çehov: Hayat hayattır.

Ünlü oyun yazarı Çehov, karısı Olga Knipper-Çehova'ya yazdığı son mektuplardan birinde şöyle diyor: "Bana hayatın ne olduğunu soruyorsun. Bu havuçun ne olduğunu sormaya benziyor. Havuç havuçtur, bilinen başka bir şey yok." Çehov için insanın varoluşunu anlamlı kılan yüce bir sebep olmaması hiç de olasılık dışı değildir.

Fyodor Dostoyevski: İnsanlar her zaman yüksek sesle olduklarını söyledikleri kimse değildir.

Ecinniler'de bir insanın içinde farklı, hatta birbiriyle çelişkili düşüncelerin nasıl barınabildiğine dair pek çok örnek bulunur. Hakikatin Mesih'in dışında bir yerde bulunduğunun ispat edilmesi durumunda hakikati terk edip Mesih'in yanında duracağını söyleyen Stavrogin'in bundan iki yıl sonra ateistliğini ilan etmesi gibi.

Tolstoy: Her şey boş, mutluluk sadeliktedir.

Medeniyet-ahlak ayrımında tercihini ahlaktan ve erdemlerden yana kullanan Lev Tolstoy basitlik ve sadeliğin peygamberidir.

Savaş ve Barış'ta yaralı vaziyette sırt üstü yatarken Andrey Bolkonski'nin daha önce gökyüzünün maviliğini fark etmemiş olmasına şaşırması ve her şeyin ne kadar boş olduğunu anlaması buna iyi bir örnek.

Platonov’un “Dönüş”ü








Andrey Platonov (1899-1951) İç Savaş sırasında Bolşeviklerin safında savaşmasına ve kendisi de bir komünist olmasına rağmen bazı açılardan kolektivizm ve Stalin politikalarına duyduğu tepki nedeniyle yasaklı kalmış yazarlardan. Mühendislik eğitimi alıyor, bir süre bu mesleği yapıyor, sonra tamamen yazarlığa veriyor zamanını. 

Bir çok eseri ancak 1990’lı yıllardan sonra eksiksiz yayımlanabilen Platonov, Isaak Babel, Mihail Bulgakov, Yuri Oleşa, Boris Pasternak, Yevgeni Zamyatin, Mihail Zoşçenko gibi  20. yüzyıl Rus edebiyatının en önemli yazarları arasında yer alıyor.

Öykü, şiir, oyun, roman gibi bir çok dalda eser veren yazar ilk eserlerini erken yaşlarda yayımlıyor ve Maksim Gorki’nin dikkatini çekmeyi başarıyor. Bununla birlikte farklı bakış açısı ve eleştirel tavrı nedeniyle yasaklı kalıyor. Stalin’in bazı öykülerini okuduğu ve yazarın talihinin bundan sonra ciddi şekilde değiştiği anlaşılıyor. Bununla birlikte yazmayı bırakmıyor Platonov ve çok sayıda önemli eser bırakıyor geriye.

Platonov’un hayatındaki ilginç ve talihsiz anlardan birisi de zorunlu çalışma kampından dönen oğlundan bulaşan tüberküloz nedeniyle hayata veda etmesi.

Türkçede yayımlanan Can, Çevengur, Mutlu Moskova, Çukur, Birbirimiz İçin Yaşayacağız adlı kitapları yanı sıra bir öykü derlemesi olan “Dönüş” adlı kitabı da önem taşıyor. Kitaba adını veren “Dönüş” adlı öykü diğer bazı öyküler gibi oldukça etkileyici.

Aslında iyi öyküler çoğunlukla daha ilk paragraftan kendini belli eder. Bambaşka bir ruhla, farklı bir sihirle yazılır böyle öyküler. Tanrı elinin insanın omuzuna dokunduğu anlardır bunlar.

Dönüş adlı öykü savaş sonrası evine dönen bir adamın tanınamaz ölçüde değişmiş çocukları ve karısı ile olan hikayesini anlatmaktadır. Petruşka adlı oğlunun aşırı sorumluluk duygusu ile yokluk ve hayat mücadelesi sonrası bir yetişkin hatta babanın deyimiyle bir dede haline geldiğini, savaş boyunca özlemle onu bekleyen karısının sanki başka biri olduğunu, küçücük, kırılgan kızının ise ne kadar şefkate muhtaç olduğunu şaşkınlık içinde fark eder Aleksey İvanov adlı kahraman.

Yine de asıl sürpriz karısındadır. Karısı onu savaş boyunca özlemle beklemiştir ama ara sıra eve gelip çocuklarla ilgilenen bir adam olduğu ortaya çıkar. Adamın ziyaretleri ne kadar masumane olsa da İvanov kuşkulanır ve karısını sorgulayıp durur. Bu arada eve dönerken tren garında bir süre sohbet ettiği Maşa aklının bir ucunda takılı kalmıştır.

Bir gece çocuklar uyuyunca karısıyla derin bir tartışmaya girerler. Fakat oğlu Petruşka uyuma numarası ile dinler onları. Babasının annesine haksızlık etiğini düşünür.

İvanov’un karısını bir tür sorguya çekmesi sırasında başka bir adamla savaş koşullarında masum bir yakınlaşma yaşadığını anlar. Bu anda Maşa düşüncesi bir kez daha aklını kurcalar. Bir ara tartışmaya oğul Petruşka da katılır ve “Annem senin için ağladı. Seni bekledi” diye kızar babasına. Petruşka yorgunluktan uyuya kalır. Uyandığında ise babası gitmiştir.

Baba İvanov bir trendedir. Bir yandan geride bıraktığı evini, ailesini bir yandan da Maşa’yı düşünmektedir. 

Yazar öyle bir son yazmıştır ki öyküye, çok etkileyicidir. Tren vagonundan bir yola doğru bakarken oğlunun küçük kız kardeşini sürüklercesine trenin peşinden koştuklarını görür. Bu sahne çok güzel anlatılmıştır. Bu koşan çocukların kendi çocukları olduğunu, belki de o zaman bu kadar güçlü şekilde hisseder.

Yazar bu öykü ile; savaşın bitmesi sonrasında evine dönen bir adamın özlemini, bir yandan da yaşadığı yabancılık duygusunu, yıllar sonra evine dönen bir babanın  çocuklarının nasıl büyümüş ve değişmiş olduğunu fark etmesini, karısının bunca yıl nasıl zaman geçirdiğini gereksizce sorgulayışını, ailenin savaş koşullarında nasıl bir mücadele verdiğini ve karne ile nasıl zor bir hayat sürdüklerini, akılda kalan bir başka kadının yol açtığı ikilemi ve sonunda o başka kadına doğru yola çıkmış bir babanın çocuklarının trenin peşinden koştuğunu görünce neler hissettiğini çok güçlü şekilde vermekte, her şeye rağmen azmin ve ailenin gücünü ve mutlu olma isteğini insana işleyen bir tarzda anlatmaktadır.

Çağdaş Rus yazarları






Özellikle 19. yüzyılda altın çağını yaşayan Rus edebiyatı dünya çapında bir etki yarattı ve Rus kültürünün başta gelen unsurlarından biri oldu. Bu dönemde yazılan Savaş ve Barış, Anna Karenina ve Suç ve Ceza gibi romanlar dünyada bugüne kadar yazılmış en iyi romanlar arasında gösteriliyor.

Devrim sonrasında ve özellikle de 1930'lardan itibaren Rus yazarlarının kimi engellerle karşılaştığı ve özgür bir yaratma ortamı bulamadığı anlaşılıyor. Buna rağmen dünya çapında bilinen ve eserleri Türkçe’ye de çevrilmiş olan Mihail Bulgakov, Andrey Platonov, Isaak Babel, Yuri Oleşa, Boris Pasternak, Yevgeni Zamyatin, Mihail Zoşçenko gibi önemli yazarlar bulunuyor.

Peki böylesine güçlü bir geleneği bulunan Rus edebiyatının bugün dünyaca tanınan hangi önemli çağdaş yazarları var? Edebiyatın uğraştığı konu ve temalar nasıl bir değişime uğradı?

Bu açıdan bakıldığında uluslararası tanınırlığı olan ve bazılarının eserlerini Türkçe’de de gördüğümüz önemli çağdaş Rus yazarları var. Bunlar arasında Viktor Pelevin, Boris Akünin, Viktor Erofeyev, Tatyana Tolstaya, Lyudmila Ulitskaya, Mikhail Şişkin, Dmitry Glukhovski gibi yazarlar bulunuyor.

Komünizmin dağılması sonrasındaki 1990’lı yıllar, büyük ekonomik sorunlar, çözülme, belirsizlik, kaos, kapitalizme geçiş sancıları, yeni katmanlar, sınıflar, kuralsızlık gibi birçok konuyu ve sorunu gündeme getiriyor. Bu sorunlar çok açık şekilde Rus toplumu üzerinde önemli etkiler meydana getiriyor. 2000’li yıllardan itibaren şartlar değişmeye başlasa da doğal olarak günümüz Rus edebi eserlerinde yaşanan bu sorun ve sancıların etkisini görebiliyoruz. 

Yukarıda sözü edilen yazarlar ise her şeye rağmen Rus edebiyatındaki canlılığı, özgünlüğü ve kültürel atmosferi ön plana çıkarmayı başarıyor.

Geleneksel Rus edebiyatında yer alan toplumcu gerçekçilik, hümanizm, umut, ilerleme fikri gibi yaklaşımlar bugün yerini daha farklı eğilimlere bırakıyor. Eleştirmen Viktor Erofeyev’e göre bu yeni dönemde postmodern şüphe, ironi, zaman zaman belirsizlik, zaman zaman da umutsuzluk ve umursamazlık arasında gidip gelen bir atmosfer söz konusu oldu. Belli başlı temalar arasında ölüm, aşk, cinsellik, yaşlılık gibi evrensel temalar yanı sıra, başarısızlık duygusu, günlük hayatın korku ve endişeleri, hayat mücadelesi gibi temaların da yer aldığı görülüyor. Yine Erofeyev’e göre geleneksel Rus ve Sovyet edebiyatındaki “yabani çiçek ve saman” kokusu yerini günlük hayatın kokularına bırakıyor.

Bu yeni dönemin özelliklerinden bir diğeri de polisiye ve bilimkurgu yapıtlara olan ilgi yanında çağdaş yazarların ironik, şüpheci, fantastik ve gerçeküstü unsulara da sıklıkla başvuruyor olması.

Viktor Pelevin en önemli çağdaş Rus yazarlarından biri. Mavi Fener, 3 Zuckerbrin İçin Aşk, P Kuşağı gibi kitapları Türkçe’de de yer alan yazar ironik, gerçeküstü ve fantastik unsurlara da başvuruyor. Özellikle P Kuşağı adlı kitapta Sovyet sonrası kapitalist sisteme geçiş sürecindeki yeni kuşak ve yeni gerçekler ilginç bir dille anlatılıyor.

Boris Akünin çağdaş Rus edebiyatında en önemli polisiye yazarlarından biri. Eserleri birçok dile çevrilmiş durumda. Dört kitabı ise filme uyarlanmış. Eleştirmen Ömer Türkeş Türkçe’ye de çevrilen Azazel ve Türk Gambiti adlı romanların suç örgüsünün macera, dram ve tarihle süslendiği ve araya mizahın da katıldığı keyifli romanlar olduğunu söylüyor.

Mikhail Şişkin önemli çağdaş yazarlardan bir diğeri. Rusya’da Ulusal Çok Satanlar, Büyük Kitap ve Rus Booker gibi edebiyat ödüllerinin üçünü birden almayı başarmış. Aşk, ölüm, diriliş gibi evrensel konuları farklı bir bakış açısıyla ele alan yazarın özlü dilinin Puşkin’in yolunda olduğu söyleniyor. Mektupların Romanı adlı kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş durumda.

Tatyana Tolstoya dikkat çeken bir diğer çağdaş yazar. Dili farklı ve uyarıcı şekilde kullanması ve gerçeküstü unsurlardaki başarısı ile dikkat çekiyor. Aynı zamanda deneme yazarı ve TV programları yapıyor. 

Dmitry Glukhovski ise en iyi çağdaş bilim kurgu yazarlarından. Özellikle Metro 2033 ve devamındaki kitapları ile dünya çapında dikkat çekmeyi başarıyor. Metro 2033 adlı kitapta nükleer savaş sonrası her şeyin altüst olduğu ve hayatta kalan az sayıdaki insanın yer altındaki (metro) hikayesi anlatılıyor. Söz konusu kitap Türkçe’ye de çevrilmiş durumda.

Özetle, uluslararası ölçüde dikkat çeken önemli sayıdaki çağdaş Rus yazarı Rusya’daki güçlü edebiyat geleneğinin sürmesi için elinden geleni yapıyor anlaşılan.

Kurtarıcı İsa Katedrali’nin Hikayesi





Moskova'nın en önemli turistik mekanlarından birisi olan Kurtarıcı İsa Katedrali’nin hikayesi hem Rusya tarihinin ana dönemleri ile olan etkileşimi hem de ilginç bir yıkılış ve yeniden varoluş öyküsü olarak dikkate alındığında ilginç görünüyor.

Rusya tarihini imparatorluk öncesi dönem, imparatorluk Rusyası, Sovyet Rusya ve günümüz Rusyası olarak dönemlendirmek mümkündür. Bu dönemlerin her birinde çok farklı sosyal, kültürel, idari ve ekonomik koşullar söz konusu olmuştur.

Ayrıca dönemlerin her birinde dinin günlük yaşamdaki önemi ve politik olarak konumlandırılışı da birbirinden farklılık arz etmektedir. Tahmin edileceği üzere Sovyet Rusya döneminde yönetimin dine ve kiliselere bakışı mesafeli olmuştur. 

Komünizmin çökmesi sonrasında ise Ortodoksluğun tarihsel ve kültürel öneminin yeniden konumlandırılması çabaları söz konusudur. Ortodoks kilisenin aile kurumu, sosyal sorunlar, dinler arası iletişim gibi konularda önemli işlevleri olacağına inanılmaktadır.

Bu genel açıklamalardan sonra katedralin hikâyesine gelirsek, Napolyon'un 1812 yılında Moskova'dan kovulması sonrasında Çar I.Aleksandr tarafından Kurtarıcı İsa adında bir katedral yapılması emrediliyor. İnşaat çok uzun yıllar sürüyor ve açılışı 1883 yılında III.Aleksandr tarafından yapılabiliyor.

Ancak 1931 yılında Stalin tarafından bu önemli ve sembol katedralin yıkılarak yerine büyük bir Sovyet Sarayı yapılması emrediliyor.

1930’lu yıllarda ulusal endüstrileşmenin güçlendirilmesi amacıyla yoğun çabalara girildiği ve kaynak arayışının söz konusu olduğu anlaşılıyor. Bu kapsamda da özellikle bazı dini yapıların içerdikleri zenginlik ve altın nedeniyle dikkat çektiği görülüyor.

1930 yılında ilgili ekonomi birimi tarafından Merkez Yürütme Komitesine bir mektup yazıldığı ve bu mektupta kurtarıcı İsa Katedralinde yaklaşık 20 ton çok iyi kalitede altın bulunduğunun ifade edildiği, böyle bir lüksün ise Sovyetler Birliği için gerekli olmadığının belirtildiği söyleniyor.

Neticede Sovyet Sarayının yapımına başlanıyor ancak inşaat gerçekleşemiyor. Bunun nedenleri arasında kaynak yetersizliği, Moskova Nehri yakınlarındaki bölgenin zaman zaman taşkına uğraması, inşaat zeminindeki istikrarsızlık ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması yer alıyor.

Bazı inançlı insanlar ise inşaatın gerçekleşmemesini ilahi bir müdahale olarak görüyor.

Daha sonra Stalin tarafından saray inşasından vazgeçilerek alana halka açık büyük bir yüzme havuzu yapılması emrediliyor.

Ancak talih bir kez daha katedralin yüzüne gülüyor ve komünizmin 1991 yılında dağılması sonrasında katedralin orijinal planlara göre yeniden canlandırılması gündeme geliyor. Katedral 2000 yılında yeniden ibadete açılıyor. 1990’lı yıllardaki inşaat sırasında o dönem yaşanan büyük ekonomik sorunlar nedeniyle bu denli fazla para harcanması eleştiri konusu da oluyor.

Kurtarıcı İsa Katedrali Rusya tarihi açısından önemli çağrışımlar yapan, gerçekten etkileyici bir mimari ve yerleşke bütünlüğüne sahip bir katedral. Hemen arkada bulunan kanal üzerindeki köprü ve buradan görülen manzara Moskova’nın en güzel mekanlarından bana kalırsa. Kilisenin mimarisinde görev alan mimar ise Moskova'da aralarında Büyük Petro Anıtının da olduğu çok sayıda çağdaş yapıya imza atan Zurab Tseretelli.

Bugün söz konusu katedral önemli dini ve politik törenlere de ev sahipliği yapan çok önemli bir tarihi, turistik ve kültürel yapı niteliğinde. Burada yapılan Paskalya ya da Noel gibi törenlere zaman zaman Devlet Başkanı Sn. Vladimir Putin’in katılması da söz konusu oluyor. Bu kilise aynı zamanda 103 metre uzunluğu ile dünyanın en yüksek Ortodoks Hristiyan kilisesi.

Trofim Lısenko



Vikipedi, özgür ansiklopedi


Trofim Denisoviç Lısenko (Трофи́м Дени́сович Лысе́нко,  (29 Eylül 1898 – 20 Kasım 1976) Sovyet tarım biyoloğu.

Öğrenci iken tarımla alakalı birkaç farklı projede çalıştı; bunlardan biri sıcaklık değişimlerinin bitkilerin biyolojik yaşam döngüsü üzerindeki etkilerini içeriyordu. Bu çalışma daha sonra Lısenko'yu, kış buğdayını bahar buğdayına dönüştürmek için bu özellikleri nasıl kullanabileceğini düşünmeye itti. Bu sürece Rusça "jarovization" adını verdi ki, sonrasında "vernalizasyon" olarak anılacaktı.

Lısenko edinilmiş özelliklerin kalıtımı teorisini güçlü bir şekilde destekledi ve sözdebilim lehine Mendel genetiğine karşı çıktı. Lısenkoizm olarak adlandılan fikirleri savunurdu.

Geliştirilmiş ürün verimleri üzerindeki deneysel araştırması, özellikle 1921-1922 Sovyet Kıtlığı sonrasında Sovyet liderinin Joseph Stalin desteğini ve Kolektivizasyon (SSCB) direnişinden kaynaklanan verimliliğin 1930'ların başında Sovyetler Birliği'nin çeşitli bölgelerinde kaybolmasını sağladı. 1940'da Lısenko, Sovyetler Birliği'nin Rus Bilim Akademisi'nde Genetik Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve siyasi nüfuz ve iktidarın uygulanması, Mendel karşıtı öğretilerinin Sovyet bilim ve eğitiminde kullanılmasını daha da güvence altına aldı. Bilimsel muhalefet, Lısenko'nun 1921-1922 Sovyet Kıtlığı teorileri 1948'de Sovyetler Birliği'nde resmi olarak yasaklandı.

Lısenko 1965 yılına kadar Genetik Enstitüsünde görevine devam etmesine rağmen, Sovyet tarımsal uygulamaları üzerindeki etkisi 1950'lerde azaldı.

Çalışmaları

Kalıtım ve Değişkenliği (1945)
Bugünkü Biyoloji Bilimi (1948)

Kaynakça

Graham, Lo-ren R. (2006). Moscow Stories. Bloomington, IN: Indiana University Press. ss. 120–125, 290. ISBN 978-0-25-30007-43.
Sterling, Bruce (June 2004). "Suicide by pseudoscience". Wired(12.06).
Gordin, Michael D. (2012). "How Lysenkoism became pseudoscience: Dobzhansky to Velikovsky". Journal of the History of Biology. 45 (3), s. 443–68. doi:10. 1007/s10739-011-9287-3. PMID 21698424.
Lysenko, Trofim Denisovich. Encyclopædia Britannica Online. 16 August 2013. Erişim tarihi: 26 January 2014.



Lısenko Vakası, "İdeolojik Bilim" ve "Özgürlükçü" Sol

KIVILCIM ÇAĞLA




Garip bir solcu türü var ülkemizde. Kendilerine genellikle özgürlükçü veya liberter sol diyen bu kişilerin bir kısmının özgürlükçülükten anladığı şey öncelikle ve özellikle SSCB'ye ve Stalin'e saldırmak. Kafalarında yarattıkları SSCB ve Stalin şeması üzerinden onlara birtakım aptalca sözleri ya da gerçek olmayan eylemleri yakıştırıyorlar sonra da bakın bunlar ne kadar akıl dışı, totaliter, vb diye akıllarınca alay ediyorlar ve diktatörlüğe karşı özgürlüğün savunucuları postuna bürünüyorlar. Bunların çoğunun George Orwell, Aleksandr Soljenitsin, Milan Kundera gibi antikomünist edebiyatçı müsveddelerini övmesi de rastlantı değil tabii.

Yankı Yazgan'ın 9 Kasım 2008 Pazar günkü Birgün'de yer alan "İdeolojik bilimin sonu ve Lisenkoculuk" başlıklı yazısı bu türden liberal solculuğa bir örnek. Yazgan yazısında esas olarak Dominique Lecourt'a dayanarak Lısenko'nun "günümüzde bilimi çarpıtmanın simgesi" olduğunu iddia ediyor. Bu sadece Lecourt'un ve Yazgan'ın iddiası olsaydı belki de üzerinde durmaya değmezdi. Ancak Lısenko vakası gerçekten de Batı'da ve şimdiki kapitalist Rusya'da Sovyet bilimine, Lısenko'ya ve Stalin'e karşı yıllardır yürütülen yaygın bir yalan kampanyasının ve yaygın bir yanlış kanının adı. Bu yanlış kanıya göre Stalin'in bilime müdahalesinin bir sonucu olarak, Lısenko adında bir "şarlatan" SSCB'de biyoloji biliminde ideolojik tekelini kurmuş ve bilimsel rakiplerini idari yöntemlerle susturmuş, kendi "proleter bilimini" yaymak için genetik bilimini neredeyse yasaklamış, bu arada başta Nikolay Vavilov olmak üzere ülkenin en yetenekli genetikçi-biyologlarını öldürtmüş veya hapse attırmış. Stalin'in ölümünün hemen ardından ise Lısenko'ya karşı kıpırdanmalar başlamış ve kısa sürede Lısenko gözden düşmüş. Sonuç olarak Lısenko'dan geriye hiçbir bilimsel katkı kalmamış, sadece doğrulanmamış hipotezler kalmış. Burjuva ideologları ve onların "solcu" destekçileri işte bu yalanı yaymak ve Lısenko'nun adını sahte-bilimle özdeşleştirebilmek için onlarca kitap ve makale yazmışlardır. Bize de bir gazete yazısının boyutlarının elverdiği ölçüde bu çarpıtmaları teşhir etmek düşüyor.

Nereden başlamalı? Adından başlayalım. Büyük Sovyet agrobiyologu Trofim Denisoviç'in soyadı Lisenko değil, Lısenko'dur. Batı dillerinde ı harfi olmadığı için Lysenko biçiminde yazılıyor, ancak Rusça'da ve bizim dilimizde ı harfi var ve doğrusu Lısenko. Tek başına bu ayrıntının bir önemi yok, ancak şunu gösteriyor: Bu "solcu"larımızın beslendiği tek kaynak İngilizcedir, dünyaya oradan bakarlar.

Yazgan'ın yazdığına göre 1948 yılında SBKP bütün aydınları sınıf mücadelesine en etkin biçimde katılmaya davet eder. (Sanki daha önce davet etmiyormuş gibi, niyeyse birden aşka mı gelmiş ne!) Yine Yazgan'a göre, kültür ve bilimin her alanında proleter görüşlerin zaferi için açılan bu savaşta biyoloji alanında da "pek duyulmamış bir isim" ortaya çıkmış: Trofim Lısenko. İşte yalan ve çarpıtma da hemen bu noktada başlıyor. Onun için gelin Lısenko'nun biyografisine kısaca bir göz atalım.

Ukraynalı yoksul bir köylünün oğlu olan Trofim Denisoviç Lısenko (1898-1976) Ekim devrimi sayesinde yüksek öğrenim yapma olanağını bulur. 1925 yılında Kiev tarım enstitüsünü bitirir ve seleksiyoner olarak çalışmaya başlar. 1927'de daha 29 yaşında iken Azerbaycan'ın Gence (Kirovabad) kentindeki seleksiyon istasyonundaki çalışmaları ile dikkati çeker ve Pravda'da hakkında bir haber çıkar. Lısenko burada Azerbaycan koşullarında bakliyegiller yetiştirmeyi başarmıştır, böylece hem baharda otlak yetersizliği sorununu çözmüş hem de gübre kullanmaksızın bu bitkilerle tarlaları gübreleme (sideration) tekniklerini geliştirmiştir. Lısenko Gence'de çeşitli bitkilerle yaptığı deneylerle ayrıca bitki gelişiminde evreler teorisini geliştirir ve sıcaklığın bitki gelişimindeki etkilerini ve çeşitli bitkilerin gelişimlerinin her aşamasında gereksindikleri belli derecede sıcaklık/gün sayılarını matematiksel tablolar haline getirir. Daha sonra geliştirdiği ve teorize ettiği soğuklandırma (yarovizatsiya, vernalization) tekniği ile buğday üretimini artırır. Yeni buğday ve pamuk türleri geliştirir. 1934'te 36 yaşında iken Ukrayna Bilimler Akademisi, 1935'te SSCB Tarımsal Bilimler Akademisi, 1939'da ise SSCB Bilimler Akademisi üyeliğine seçilmiş idi. 1938'den itibaren SSCB Tarımsal Bilimler Akademisi'nin başkanı idi. Lısenko bu akademilere kara kaşı kara gözü için değil, tam da eserleri, deneyleri ve teorileri sayesinde seçilmişti. Nitekim o yıllarda ülkenin en tanınmış botanikçisi ve genetikçisi olan Nikolay Vavilov da Lısenko'yu takdir ediyordu ve bu akademilere seçilmesinde önemli rol oynamıştı. 1948 yılına gelindiğinde ise Lısenko üç adet Lenin ödülü, iki de Stalin ödülünün sahibi idi. Bu mudur "pek duyulmamış isim"?

Öte yandan Lısenko'nun bilimsel rakiplerinden en önemlisi olan Nikolay Vavilov 1940'ta sabotaj suçuyla tutuklanır ve 1942'de hapiste iken akciğer hastalığından ölür. Lısenko'nun düşmanları Vavilov'un tutuklanmasının suçunu da Lısenko'ya atmaya çalışırlar. Ancak Vavilov davasında Lısenko'nun adı geçmez, Lısenko kesinlikle Vavilov aleyhinde bir ihbarda bulunmuş değildir. Kuşkusuz Vavilov da önemli bir bilim insanı idi. Ancak o ve Lısenko tamamen farklı dünyaların insanlarıydılar. Devrim öncesi kuşağın temsilcisi olan Vavilov birçok benzerleri gibi 1917 Şubat devrimini heyecanla karşılamış ancak Ekim devrimine ve Bolşeviklere bir türlü ısınamamıştı. Bolşevikler iktidara gelince kendi hazır uzmanları olmadığı için işte böyle içten içe aslında Bolşevizmden nefret eden unsurlarla çalışmak zorunda kalmışlardı. Lısenko ise tam anlamıyla devrimin ürünü idi. Sovyet devletinin açtığı okulda okumuştu ve Sovyet devrimine inanıyordu. Dolayısıyla Lısenko'nun bilimsel gündemi Sovyet devletinin acil gereksinimlerine yönelik iken Vavilov için saf bilim, deyim yerindeyse bilim için bilim daha önemliydi. Lısenko buğday üretimini ve verimini artırmak, yeni tahıl ve başka bitki kültürleri geliştirmek vb daha pratik işlerle ilgilenirken Vavilov Sovyet devletinin parasıyla tüm dünyada bitki türlerini incelemek üzere bilimsel geziler yapıyordu. Vavilov biyolojide Mendel-Morgan okulunun izleyicisi iken, Lısenko kalıtım özelliklerinin aktarılmasında genlerden çok çevre koşullarına önem veren Miçurin okulunun bir temsilcisi idi.

Burada bu iki biyoloji okulunun farklarının ayrıntılarına girmeyi gereksiz buluyorum. Sonuç olarak her ikisinde de doğru hipotezlerin yanında yanlışlar da vardır. Çağdaş bilim bu konuda son sözünü söylememiştir. Ancak günümüzde biyolojide öylesine güçlü bir anti-Lısenkocu ideolojik terör estirilmektedir ki bulguları Lısenko'yu doğrulayan bilim insanları "aman bana Lısenkocu demesinler" diye Lısenko'nun adını anmaktan çekiniyorlar ve onunla aynı terminolojiyi kullanmamaya özen gösteriyorlar.

Ben biyolog olmadığım için Lısenko'nun genetikçilerle olan bilimsel polemiği üzerinde kesin bir hüküm verecek değilim. Psikiyatrist Yankı Yazgan ise Lecourt'un sözlerine bakarak kesin hükmünü vermiş. İdeolojik olmayan bilim böyle bir şey herhalde! Peki o zaman bizim için Lısenko'nun mirası nedir? Bizim için tartışmalı olmayan bir nokta var: Teoride bazı konulardaki yanlışları ne olursa olsun, Lısenko geliştirdiği teknikler ve yeni buğday kültürleri ile Sovyet tarımına çok büyük hizmetler vermiştir. Onun teknikleri Sovyet ekonomisine milyonlarca ruble kazandırmıştır. Onun muhalifleri olan genetikçilerin ise pratik yararları pek azdır ve olanları da son zamanlardaki gelişmelerdir. 1920'lerin sonlarına doğru Sovyet devleti için en hayati sorunlardan biri buğday üretiminin ve ihracatının artırılması idi. İki nedenle: Birincisi artan kentli nüfusu ve işçi sınıfını beslemek gerekiyordu. Bunun için üretimi ve verimliliği artırmak gerekiyordu. İkincisi sanayileşme için kaynak yaratmak gerekiyordu ve buğday önemli bir ihraç maddesi idi. Fakat 1928'de devrim öncesi üretim oranları yakalandığı halde küçük ve orta köylülük ve özellikle zengin toprak sahipleri ("kulak"lar) fazla buğdaylarını Sovyet devletine ucuza satmaya yanaşmıyorlardı. Yani üretim artmakla birlikte devletin satın alıp depoladığı tahılın miktarı aynı oranda artmıyordu. İşte Lısenko böyle bir dönemde bütün dikkatini Sovyet devletinin acil sorunlarına vermiştir. Bu konuda Stalin ve Hruşçov zamanında tarım bakanlığı yapmış olan İvan Benediktov 1980'de şöyle diyor:

"Lısenko'nun çalışmaları temelinde "Lyutentses-1173" ve "Odesskaya-13" yazlık buğday türleri, "Odesskiy-14" arpası, "Odesskiy-1" pamuğu gibi tarımsal kültürler yaratıldı, soğuklandırma ve pamuk kakması gibi agroteknik yöntemler geliştirildi. Lısenko'nun sadık öğrencisi, hayatının sonuna dek ona saygı duymuş olan Pavel Panteleymonoviç Lukyanenko, muhtemelen en yetenekli seleksiyonerimiz idi. Lukyanenko'nun aktifinde 15 kışlık buğday türü vardır, bunlar arasında dünya çapında tanınmış olan "Bezostaya-1", "Avrora" ve "Kavkaz" türleri de bulunur. Lısenko'nun "eleştirmenleri" ne derlerse desinler, ülkenin tahıl tarlalarında bugün de onun yandaşları ve öğrencilerinin yetiştirdiği tarım kültürleri egemendir. Keşke böyle "şarlatanlardan" daha fazla olsaydı! O zaman herhalde rekolteyi artırma sorununu çoktan çözmüş olurduk, ülkenin tahıl gereksinimi sorunu gündemden düşerdi. Genetikçilerin başarıları ise henüz çok daha mütevazı ve bu zayıf konumlarından dolayı değil mi ki, düşük pratik yararlarından dolayı değil mi ki rakiplerini çığırtkanca suçluyorlar?" (Bkz. Stalin ve Hruşçov hakkında İvan A. Benediktov ile Söyleşi, Yazılama Yay., 2008, sf. 53).

Yazgan ve benzerleri Lısenko üzerinden esas olarak Stalin'e saldırıyorlar. Bunlar Stalin'in özgür bilimsel tartışma ortamını boğduğunu sanıyorlar. Oysa tam tersine Stalin bilimsel tartışmalara müdahale ettiği nadir zamanlarda daima bilimsel ifade özgürlüğünü savunmuştur. Örneğin Sovyet dilbiliminde tekel kurup karşıtlarını idari yöntemlerle susturmuş olan Nikolay Marr ve yandaşlarına karşı 1950'lerin başında eleştiri özgürlüğünü savunmuştur. Stalin aynı şekilde Lısenko'nun da marksist terminolojiyi biyolojiye uygulama yolundaki aşırı gayretkeşliğini eleştirmiştir. Bu konuda yine Benediktov'a kulak verelim:

"Evet, Lısenko'nun kusurlarını Stalin oldukça net görüyordu. Stalin benim yanımda birkaç kez, doğrusu nazikçe, Trofim Denisoviç'i "Marksist altyapıyı cekete uydurma" çabasından dolayı tekdir etti. Yani Marksist ideoloji ve terminolojiyi kendisiyle doğrudan ilişkisi olmayan alanlara yayma çabasından dolayı. Lısenko'nun 1948 yılındaki VASHNİL oturumunda okuduğu ve Stalin'in bütünününde onayladığı raporuna da Stalin aynı ruhta eleştirel notlar düşmüştü." (agy, sf. 58).

Stalin'in düşmanları çoğu zaman onun "oğul babanın suçunu çeker" dediği yalanını da yaymışlardır. (Yazgan böyle bir şey demiyor, bunu ben örnek veriyorum). Oysa Vavilov örneğinde de gördüğümüz gibi Stalin kimseyi başkalarının suçundan sorumlu tutmamıştır: Nikolay Vavilov hapiste ölmüş ancak öz kardeşi Sergey Vavilov 1945 yılında SSCB Bilimler Akademisi'nin başkanı olmuş, 1946 ve 1951 yıllarında da Stalin ödülünü almıştır.


Yazgan'a göre Stalin'in ölümünün "hemen ardından" akademi içinde anti-Lısenko kıpırdanmalar başlamış. Güya onun teorilerinin iflas ettiği görülmüş ve tarım planları, ders kitapları vb yeni baştan yapılmış. Yazgan'ın gerçekten dersini iyi çalışmadığı belli oluyor. Çünkü bunlar doğru değil. Lısenko Stalin'den sonra Hruşçov zamanında da uzun süre yüksek makamları işgal etti. Hatta Hruşçov Lısenko'ya Stalin'den daha az eleştirel yaklaştı! SSCB Tarım Bilimleri Akademisi başkanlığından bir ara ayrıldı ise de 1961-62'de yeniden başkanlık yaptı, aynı zamanda Yüksek Sovyet üyesi idi. Lısenko çeşitli bilimsel kurumlardaki yönetici görevlerinden ancak 1965'te Hruşçov iktidardan düştükten sonra ayrıldı. Son olarak, bozacının şahidi şıracı örneği Lecourt ve Yazgan'ın şahidi de Althusser olmuş. Hani şu Gelecek Uzun Sürer adlı son kitabında tam okumadığı kitaplar ve yazarlar hakkında hüküm verdiğini itiraf etmiş olan Althusser! Ama onlar ne derlerse desinler, Lısenko'nun ve "Lısenkoculuğun" türküsü ve tarihi bitmedi, daha yazılmayı bekliyor.

11 Ekim 2018 Perşembe

Bir Soğuk Savaş Fıkrası




Uluslararası bir toplantıda bir Alman, bir Fransız ve bir Rus meslektaş bir araya gelmişler. 

Hepsi de arabalara meraklıymış ve arabalarıyla övünüyorlarmış. Toplantı arasında çaylarını yudumlayıp, havadan sudan konuşurlarken Alman’a sormuşlar:

“Günlük yaşamında hangi marka arabanı kullanıyorsun?”

“BMW’mi kullanıyorum.”

“Peki, yurtdışına arabanla seyahat etmen gerekirse?”

“O zaman Mersedes'imi kullanıyorum,” demiş nispet yaparcasına.

Rus da, Fransız da “Hımmm” deyip kaşlarını kaldırmışlar.

Bu defa Fransız’a sormuşlar:

“Senin günlük hayatında kullandığın araba hangisi?”

“Benim her gün keyifle kullandığım bir Renault’um var.”

“Peki, yurtdışında da mı aynı arabayı kullanıyorsun?”

“Hayır, yurtdışına giderken Peugot’mu kullanırım.”

Alman ile Fransız, Rus’un hangi marka kullandığını sormuşlar. Sorarken de biraz ukalaca tavır varmış üstlerinde:

“Peki tavariş İvan, ya sen?”

“Ben, işe Metro ile gidiyorum.”

“Araban yok mu?”

“Benim bir Lada’m var. Ama her gün kullanmıyorum. Metro ile gitmek kolayıma geliyor. Hem gideceğim her yere metro hattı varsa niye arabayla gidip probki’ye ( trafik sıkışıklığı) takılayım.”

Alman’la, Fransız belki haklı diye birbirlerine bakmışlar.

“Peki ya, yurtdışına çıkman gerekirse?”

“Biz pek yurtdışına gitmeyiz.”

Üstelemişler:

“İyi de, ya gitmen gerekirse?”

“Bazen buna benzer uluslararası toplantılara gidiyorum. O kadar.”

Alman ve Fransız, Rus’u sıkıştırmakta kararlı imişler.

“Hadi, diyelim lazım oldu; nasıl gidersin?”

Rus, biraz kızmış olarak:

“Çok gerektiği durumlarda biz yurtdışına tankla gideriz,” diye cevap vermiş.