Moskova

Moskova

31 Ocak 2017 Salı

ONUN DA SANATINA TÜKÜRÜLDÜ


Ahmet Yıldız
Odatv.com

1898 yılının yağmurlu bir gününde Münih’te, Anton Azbe’nin ünlü sanat okulu tıklım tıklımdı.

Üç dört çıplak kadın, apış aralarından yayılan ağır kokuyla uzanmış modellik yapıyor, çevresinde okul öğrencisi ressamlar tuval ve kağıtlarına kalemlerinin hafif hışırtılarıyla modellerin apış arası tüylerini, kasların bağlantılarını çaprazlama çizgilerle çizmeye, burun kanatlarını, dudaklarını özenli bir işleyişle biçimlendirmeye çalışıyorlardı.

Onların içinde, pek isteksiz görünen Rus ressam Vasily Kandinsky, “Bu ressamlar bu işi yaparken sanatı bir an bile düşünmüyorlar!” diye söyleniyordu içinden.

**

Birkaç yıl önce Moskova’da gördüğü çok etkilendiği ve şaşırdığı Monet’nin “Saman Yığını” adlı tablosunu anımsamıştı.

Söz konusu resim bir şeye benzemiyordu!

Bir saman yığını olduğunu ancak katalogdaki adından anlayabilmişti!

Daha sonra yayınlayacağı “Sanatta Zihinsellik Üstüne” adlı kitabının ilk notunu düştü defterine:

“Ruhun derinliklerinden kopan, gereksinmeden kaynaklanan güzeldir!
Nesneler ve doğa resmi boğar, öldürür!”

**

Önce düşüncesi doğan “Soyut resim”lerinin ilkini 1910’da yaptı.

**

Sanatçının yalnızca dış dünyadan değil, iç dünyadan topladıklarını, iç dünyanın deneyimlerini de resme yansıtması gerekiyordu.

Bu toplamaları kaynaştırabilmenin sanatsal üslubunu arıyordu!

1901'de bu düşüncelerle “Yarının sanatı”na uzanmak için “Münih Grubu”nu kurdu.

**

Ama ne yazık ki açtıkları ilk sergide resimlere halk ağzına geleni söyledi!
1-15 Aralık 1909'de Münih'in en güzel sergi salonu Heinrich Thannhauser'in galerisinde tabloların üzerine tükürüldü!

Sergide, şimdi bize klasik gelen ve her biri milyonlarca para eden resimlerin ressamlarıydı bunlar: Wasily Denisov, Aleksandr Mogilevsky, Georges Braque, Pablo Picasso, Daniel Kardeşler vs!

**

İnsanlığın sanatta kat ettiği yolun en hızlı koşulduğu, sanatta en devrimci olunduğu yıllardı bu yıllar!

Daha sonra Franz Marc’la “Mavi Süvari” adıyla birliktelik: İkisi de maviyi ve atları seviyordu!

Mavinin mutlaka bir yerinde olduğu resimlerden oluşan ilk sergiyi açtılar.

Mavi, "Olağanüstü belirgin bir renk" olarak bir “içsel gereklilik”ti Kandinsky'e göre.

Daha sonra, 1931 yılında, mavi tutkusu yüzünden, eşi Nina Kandinsky’le birlikte Marsilya’dan vapura binip (Vapur’da Lunaçarsky’le karşılaşırlar üstelik!) İstanbul’a ulaştılar.

Sultan Ahmet Camii’ne girdikleri zaman Nina Kandinsky: “Gözümün önünde Kandinsky’nin resimleri var sandım!” diye yazdı, anı kitabı “Kandinsky ve Ben”de.

“Tamamen mavi olan muhteşem bir yapı; Kandinsky’nin en sevdiği maviden! Mavi cami, bizim için birbirine ekleyeceğimiz en değerli incilerimizden oldu. Aya Sofya ve Topkapı Sarayı da gözümün önünde!..” (Kandinsky ve Ben, İletişim Yayınları, s. 247)

**

Vasily Kandinsky 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla zorunlu olarak Moskova’ya döndü.

1917’de Sovyet Devrimi patlak verdi. “Devrim, Rusya’da Lenin’in ölümüne dek, kültür ve sanat ortamına bir ilkbahar havası getirmişti.” (s.96)

Yanında arkadaşlarıyla her akşam Tverskoi Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı dolaşan Mayakovski, uzun boyunu daha uzun gösteren paltosuyla, sanat, edebiyat ve sosyalizmi tartışıyordu!

Kandinsky 1919-21 arası modern Sovyet müzelerinin temelini attı. Akademiyi yönetti. Yirmi iki müze kurdu.

**

Almanya’daki Bauhaus Okulu’nun davetine uyarak Radek’in izniyle ülkeden ayrıldı.

Almanya’da 1933’e dek iki yüz elli dokuz tablo yaptı! (Ünlü “Daire dönemi!” bu yıllardadır.)

1933’de iyi ki Paris’e geçmişti. Çünkü Naziler’e göre komünistti!

Daha da kötüsü bir gazetede ortaya çıktı. 18 Ağustos 1936’da Essen’deki Folkwang müzesinin yöneticisi SS komutanı Kont Klaus Von Bandissin gazeteye Kandinsky’nin “Folkwang Müzesi Yabancı Bir Cisimden Kurtuluyor!” başlıklı yazı yazdı.

Bu Nazi’ye göre Kandinsky’nin İmprovisation adlı tablosu, “…karmakarışık plazmalar, spermler ve bakterilerle dolu bir belde!..”ydi!

**

Kandinsky ise özellikle günümüz Türk sanatçılarının kulaklarına küpe olması gereken şu saptamaları yapıyordu:

“Sanatçı her şeyde, baştan başarıyı kovalayan acemi bir çocuk değildir.
Ödevleri olmaksızın yaşamaya hakkı yoktur.

Ona verilen görev ağırdır; bu çoğu kez sırtında taşıdığı ağır bir çarmıhtır.

Bütün davranışları, duyguları ve düşüncelerinin yapıtlarını ortaya çıkaran belirsiz öğeler olduğuna inanmalıdır.

Bir sanatçının özgür ve mutlu olabilmesi için diğer tüm işleri bırakması gerekir.

Yaşamında olduğu gibi davranışlarında da özgür olmadığını bilmelidir; sonuç olarak yalnızca sanatında özgürdür!.." (Vasily Kandinsky, Sanatta Zihinsellik Üstüne)

**

İnsanlık, insana yakışmayan günümüz vahşi dünyasında, “İnsan!” yanını ancak sanat ve edebiyatla ayakta tutabilir!

Bu yol, gerçek sanatçıların, sanattan taviz vermeden kanla ateşle yürüdükleri çetin bir yoldur!

(Bu yazı, ülkeye getirildiklerinde onca aşağılanmalarına karşın, boyunlarını uzatacak bir “Kurban!” olmadıklarını, yaşamayı sevdiklerini, direnmeyi çoktan unutmuş tüm Türkiye’nin gündemine oturarak kanıtlayan soylu “Angus”lara adanmıştır! - A.Y.-)



23 Ocak 2017 Pazartesi

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza Eskizleri

Özge Kepenek 

Rus edebiyatının dehası Fyodor Dostoyevski de çoğumuz gibi dikkatini toparlayamadığında bir şeyler karalamaktan hoşlanırdı. Yüz ifadelerinin ve detaylandırılmış mimari içeriklerin incelikle gölgelendirilmiş çizimleri, yazarın birçok roman taslağında görülebilir. Fakat Dostoyevski’nin karalamaları, aklını ve elini meşgul etmeye yarayan bir araçtan daha fazlasıydı. Bunlar, onun edebi yönteminin bütünleyici bir parçasıydı. Tüm muazzam aşırılıklarıyla romana özgü hayal gücü son derece görsel ve mimariydi.

Dostoyevski üstüne çalışan akademisyen Konstantin Barcht, “Gerçekten de Dostoyevski, yaratıcı düşünme sürecinde yazma ve not almayla yetinen bir yazar değildi,” diyor. “Kelimelerin anlam ve önemi, görsel imgeler aracılığıyla ifade edilen diğer anlamlarla karşılıklı etkileşim içindeydi.” Barcht bunu “yazara özgü bir çalışma yöntemi” olarak tanımlıyor.

Suç ve Ceza’nın taslaklarında yazarın çaresiz öğrenci Raskolnikov’u ve pespaye sosyopat Svidrigaylov’u nasıl hayal ettiğini görebiliyoruz. Öteki çizimlerse, kimin kim olduğu kesin olarak belli olmasa da Sonya’ya, dedektif polis Porfiriy Petroviç’e, sabıkalı alkolik baba Semyon Marmeladov’a ve romandaki öteki karakterlere ait olabilir.

Dostoyevski 1865’te romanı yazmaya başladığında başkarakterle arasında çok fazla ortak nokta vardı. Kumarda neredeyse servetinin tamamını kaybeden yazar çaresiz durumdaydı. Hikâye aslında, eleştirmen Joseph Frank’in yazdığına göre, “Bir novella olarak tasarlanmıştı.” Dostoyevski’nin defterlerinde orijinal eserin detaylı parçaları bulunabiliyor. 

Frank, 1967’de defterlerin bir çevirisini yayımlayan Edward Wasiolek’ten alıntı yapıyor: 

“Defterlerde çizimler, pratik meselelere dair notlar, her türden karalama, yayın masraflarıyla ilgili hesaplar, eskizler ve rasgele düşünceler yer alıyor.”


Suç ve Ceza’nın taslakları, yazarın öteki romanlarının taslaklarıyla benzerlik taşıyor. Rus internet sitesi Culture.ru’da yazarın Budala, Ecinniler ve Delikanlı gibi birçok romanının çeşitli eskizlerine ulaşmak mümkün.

AÇGÖZLÜLÜK ÜZERİNE BİR RUS MASALI


AÇGÖZLÜLÜK ÜZERİNE BİR RUS MASALI


Rusça başlığın esas çevirisi Balıkçı ile Balığın Masalı (Rusçasıyla “Сказка о рыбаке и рыбке – Skazka o rybake i rybke) olan bu masal Александр Пушкин (Aleksandr Puşkin) tarafından 14 Ekim 1833 tarihinde şiir formatında kaleme alınmış ve ilk defa 1835 yılının Mayıs ayında Библиотека для чтения (Okuma için kütüphane) adlı edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.

Rusça aslından çeviren: Kaan Akoba

*  *  *


Balıkçı ile Balığın Masalı

Aleksandr Puşkin


Bir zamanlar, kendisi gibi yaşlı mı yaşlı eşiyle bir adam,
Yaşarlarmış denizin kıyısında, altına sığındıkları köhne bir dam.

Artık harabeye dönmüş kulübeleri, sanki bir ağıl,
Neredeyse orada geçmiş ömürleri, dile kolay tam otuz üç yıl.

Yaşlı adam ağı elinde, günboyu dalgaların üstünde,
Kadıncağız da sürekli iplik eğirir durur çıkrığı önünde.

Her zamanki gibi bir gün yine ağını denize attığında,
Çalı çırpı ve biraz da balçık vardı adamın bahtında.

Ağı tekrardan attı, görmek istedi kısmetini,
Bu sefer de yosun almıştı, balçığın yerini.

Artık ne çıkarsa şansıma deyip son bir defa  baktığında,
Nihayet bir balık başını eğip duruyordu ağın kuytusunda.

Sıradan bir balık değildi: Altından!
İhtiyara, bırak beni diye yalvaran.

Ey yaşlı balıkçı, eğer bırakırsan beni denize,
Hep şans ve mutluluk getiririm tüm ailenize.

Ne hayalin varsa gönlünde, bir de ne dilersen dile,
Hemen bulacaksın elinde, daha ulaşmadan evine.

Yaşlı adam şaşırdı, sarardı soldu korkudan beti benzi attı,
Otuz üç yıl görmemişti böylesini, peki şimdi ne olacaktı?

Olacak şey miydi konuşan balık, 
Bakmak uygun olmazdı alık alık.

Bırakırken suya altın balığı yavaşça,
Birkaç da tatlı söz söyledi arkadaşça.

Tanrı sizinle olsun altın balık,
Yoktur şimdi aklımda bir dilek.

Atlayıp gidiniz hemen denize,
Ülkenizde iyi bakın kendinize.

Yaşlı adam dönünce karısının yanına,
Büyük mucizeyi anlatıverdi bir çırpıda.

Bilsen sana neler anlatacağım gel bir eğil,
Bir balık yakaladım altından, sıradan değil.

Bizim dilimizi güzelce konuşarak,
Dönmeyi istedi denize, ağlayarak.

Dedi ne istersen dileyebilirsin benden,
Olması için yalnızca yeter düşünmen.

Hiç inanamadım ettiği sözlere, bilmem acaba neden,
Fakat yine de bıraktım suya, aslında pek istemeden.

Olur mu öyle suya bırakmak,
Seni gidi yaşlı ahmak bunak.

Nasıl düşünemezsin, düşmüşken böyle bir balık eline,
İhtiyacımızın olduğunu, yepyeni bir çamaşır leğenine,

İşte, o balık ne zaman maviliğe atladı,
Gördün mü, deniz de hafiften kabardı.

Karısı istedi, ihtiyar balıkçı diretemedi, kıyıya gidip seslendi,
Altın balık da yaşlı adamı duyunca hemen orada bitiverdi.

Dileğin nedir söyle bana,
Yerine getireyim anında.

Selamlar balıkçı yerlere kadar eğilerek, 
''Ne olur merhamet saygıdeğer altın balık'' diyerek.

Beni fena azarladı yaşlı huysuz karım
Kalmadı ne huzurum, ne de rahatım.

Meğer ihtiyacı varmış yeni bir leğene,
Ah alabilsem öylesini ki karım beğene.

Hiç üzülme, Tanrı daima seninle,
Leğen bekliyor şimdi seni evinde.

Yaşlı balıkçı koşup eve varınca bir de ne görsün,
Karısı elinde yeni leğen, bekliyor ki kocası dönsün.

Huysuz değil mi işte, yine bulur bir şey kızar,
Açınca ağzını, balıkçı ne yapsın sadece susar.

Bulmuşken altın balığı, seni saf budala,
Bir tek bunu mu diledin gül gibi karına?

Dizginleri sana bırakınca ne olacağını gördük,
Sence bir leğen istemek çok mu açgözlülük?

Hadi  şimdi git bakalım  koşarak altın balığın yanına,
Ona bize güzel bir kulübe vermesi için yalvarmaya.

Balıkçı gittiğinde denizin kıyısına, altın balığı bulmaya,
Sular daha o zamandan başlamıştı karışıp bulanmaya.

Mecburen yine seslendi bakarak uzaklara,
O an kıyıya geldi altın balık sordu bir daha.

Dileğin nedir söyle bana,
Yerine getireyim anında.

Selamlar balıkçı yerlere kadar eğilerek,
'Ne olur merhamet saygıdeğer altın balık'' diyerek.

Beni yine çok fena azarladı yaşlı huysuz karım
Artık hiç kalmadı ne huzurum, ne de rahatım.

Şimdi de güzel bir kulübe istiyor,
Bunun için başımın etini yiyor.

Hiç üzülme, Tanrı daima seninle,
Mutlu olun karınla yeni kulübede.

Yaşlı balıkçı koşup eve varınca bir de ne görsün,
Güzel bir kulübe, eh artık karısının da yüzü gülsün.

Parlıyor haşmetiyle önünde,
Dilediği kulübe, hele bir de,

Meşeden büyük bahçe kapısı,
Ama yine de mutsuzdu karısı.

Yaşlı kadın tam da camın önünde oturmuş,
Kafasında kocasını azarlamayı kuruyormuş.

Huysuz değil mi işte, yine bulur bir şey kızar,
Açınca ağzını, balıkçı ne yapsın sadece susar.

Bulmuşken altın balığı, seni saf budala,
Bir tek bunu mu diledin gül gibi karına?

Hadi  şimdi git bakalım  koşarak altın balığın yanına,
De ki karım ölür, bir toprak köylüsü olarak yaşamaktansa,
Yapmayacağı şey yok, sonunda bir asilzade olmak varsa.

Balıkçı gittiğinde kıyıya, altın balığı bulmaya,
Kabardığı için deniz, çekindi eğilip bakmaya.

Gözleriyle suyu tarayarak seslendi uzaklara,
Hemen kıyıya geldi altın balık sordu bir daha.

Dileğin nedir söyle bana,
Yerine getireyim anında.

Selamlar balıkçı yerlere kadar eğilerek,
Ne olur merhamet saygıdeğer altın balık diyerek.

Beni yine çok fena azarladı yaşlı huysuz karım
Artık hiç kalmadı ne huzurum, ne de rahatım.

İstemiyor toprak köylüsü gibi yaşamayı,
Arzuluyor zengin bir asilzade olmayı.

Hiç üzülme, Tanrı daima seninle,
Karın ise artık zengin bir asilzade.

Yaşlı balıkçı soluk almadan koşarak evine gelir,
Daha çok uzaklardan gördüğü, yüksek bir kuledir.

Sundurmada karısı bütün ihtişamı ile durur,
Sırtındaki kürkü en pahalısından samurdur.

Gümüş işlemeli ipekli bir kumaştan dikilmiş elbisesi,
İnci kolyeler boynunda oynuyor, alıp verdikçe nefesi.

Altın yüzüklerle dolu parmakları, ayaklarında kırmızı pabuçlar,
Kafasına takmış süslü başlığı, etrafında pervane, hizmetkarlar.

Yaşlı kadın zavallı hizmetkarlarını dövüyor,
Perçemlerinden tutup yerlerde sürüklüyor.

Önünüzde eğilir sizi saygıyla selamlarım,
Eşsiz güzelliğinizle asil ve değerli karım.

Der yaşlı balıkçı, en sonunda ruhunuz huzura kavuştu mu,
Sarayınızda asilzade unvanınızla mutluluğu buldunuz mu?

Huysuz kadın, bir kez daha bağırdı, zavallı balıkçıya,
Gidip atlarla ilgilensin diye, seyis yapıp yolladı ahıra.

İşte bir hafta gene göz açıp kapayana kadar geçip gitti,
Ve yaşlı kadın bağıra çağıra balıkçının yanına seyirtti.

İhtiyar adamı yine altın balığın yanına kıyıya gönderirken,
Dedi ki aman unutma önünde eğilmeyi, isteğimi söylemeden.

Heyecanlandırıyor beni aklıma düşünce, 
Ne güzel şey, olabilmek ülkeme kraliçe.

Korkan yaşlı balıkçı duaya başladı
Hayır dese karısı onu gene haşlardı.

Neler oluyor sana kadınım, iyi misin yoksa şarabı fazla mı içtin,
Ne durmayı biliyorsun ne de şükretmeyi, sen kendinden geçtin.

Krallığındaki herkes önünde eğilsin,
Ama arkandan gülsün mü istersin?

Bu sözleri duyunca çok öfkelendi yaşlı kadın,
Uzaktan duyuldu sesi, adama attığı tokadın.

Seni gidi ihtiyar seni, hangi cüretle benimle tartışırsın,
Benim gibi asilzadeyi, kendinle bir tutup karıştırırsın?

Hadi hemen git denizin kıyısına, emrimdir sana,
Kölem olmak istemiyorsan eğer oyalanmasana.

Yaşlı balıkçı korktu karısından, yine düştü yola,
Deniz taşmış köpürmüş, kara dalgalar kol kola.

Mecburen yine seslendi bakarak uzaklara,
O an kıyıya geldi altın balık sordu bir daha.

Dileğin nedir söyle bana,
Yerine getireyim anında.

Selamlar balıkçı yerlere kadar eğilerek,
'Ne olur merhamet saygıdeğer altın balık'' diyerek.

Karım; gözü yokmuş asilzadelikte,
Ayak direr, olacağım diye kraliçe.

Hiç üzülme, Tanrı daima seninle,
Karını oldu bil artık, ülkeye kraliçe.

Yaşlı balıkçı müjdeyi vermek için karısının yanına döndü,
Muhafızlar onu görünce, kraliçenin çevresinde duvar ördü.

Sarayında tahtına kurulmuş oturuyor kraliçe,
Toprak ağaları, soylular önünde el pençe.

Ona çok uzak ülkelerden gelen şaraplardan sunuyorlar,
Bir şey isterse diye her an etrafında pervane oluyorlar.

Kraliçenin çevresinde korkunç muhafızlar,
Omuzlarında da keskin mi keskin baltalar.

Bunu gören yaşlı balıkçı çok korktu,
Hemen öne eğildi, kraliçeye doğru.

Saygılar sunarım size korkunç kraliçe,
Umarım ruhunuz eskisine göre hallice?

Kraliçe kafasını çevirip de bakmadı bile,
Kovuldu saraydan balıkçı, bir tek emirle.

Kraliçenin emri duyuldu, hemen toprak ağaları ve soylular koşturdu,
Yaşlı balıkçı kovuldu, sarayda şimdi artık herkes rahat ve mutluydu.

Bir de muhafızlar, koruyan sarayın kapısını,
Balta ile uçuracaklardı balıkçının kafasını.

İhtiyar kovuldu saraydan alaya alınarak,
Uzaklaştı o da, arkasına bile bakmayarak.

Halk bağırıyordu ''Seni kendini bilmez ukala, seni kara cahil,
Artık adam yerine konmayacaksın balıkçı, işte bunu bil.''

Tüm bunlardan sonra, sadece bir hafta geçmişti,
Ama herkes kraliçenin öfkesinden bezmişti.

Yaşlı adam için saraydakiler seferber oldu,
Ülke didik didik arandı, sonunda balıkçı bulundu.

''İstediğim senin elinde'' diye gürledi mutsuz kraliçe, 
Saygıyla eğil önünde, diz çök altın balığı görünce.

Ona de, saray ve kraliçe olmak aslında güzelmiş
Ancak asıl istediği, denizlere hükmetmekmiş.

Okyanusta yaşamak ve altın balığın hizmeti,
İşte ondan beklediğim bu, versin bana nimeti.

Balıkçı daha önce almıştı ağzının payını,
Tek kelime etmedi, sustu bundan dolayı.

Kıyıya doğru yine yol göründü ihtiyara,
O da ne, artık deniz kömürden de kara.

Kabarmış kızgın dalgalar, durmaksızın sahili dövüyor,
Uğultuların arasında o sanki kendi kendine söyleniyor.

Yine altın balığa seslendi,
Bu kez de fazla beklemedi.

Dileğin nedir söyle bana,
Yerine getireyim anında. 

''O'' dedi eğilip selamlarken ihtiyar balıkçı,
Hep bir şeyler istiyor bilmem bu kaçıncı.

Merhamet sana haşmetli efendim,
İşte yine ne yapacağımı bilemedim.

Bu lanetli kadın bilmiyor mutlu olmasını,
Şimdi de istemiyor ne sarayını ne tahtını.

Meğer hükümdarı olmak istermiş bütün denizlerin,
Bir de okyanusta yaşarken, senin şahsi hizmetin.

Altın balık hiçbir şey söylemedi,
Suya kuyruğunu vurdu ve gitti.

Ardından bakakaldı ihtiyar balıkçı,
Uzun süre bekledi gelecek yanıtı.

Beklemekten sıkılıp karısının yanına dönünce,
Şaşırdı kaldı saray yerine eski ağılını görünce.

İhtiyar karısı eşikte oturur,
Önünde kırık leğen durur.


Rusça aslından çeviren: Kaan Akoba
Bu çeviriyi TürkRus.Com yazarlarından Kaan Akoba, bundan tam dört yıl önce, Rusya’da yaşadığı dönemde yapmıştı. Ve bu güzel çeviri ilk kez 2013 ilkbaharında, Moskova’da yayınlanan -son krizde maalesef baskısına ara vermek zorunda kalınan- Türkçe-Rusça dergi Pusula-Kompas’ta yayınlanmıştı.

MASAL HAKKINDA DİĞER BİLGİLER; Halk bilimcisi Vladimir Propp, masalın Açgözlü yaşlı kadın adlı Rus masalına benzediğini belirtmiştir. Grimm Kardeşler'in Vom Fischer und seiner Frau (Balıkçı ile Karısı) masalından esinlendiği söyleniyor.

Bu masalın farklı uyarlamaları da var. 1866'da kareografisini Arthur Saint-Léon'un, müziğini Ludwig Minkus'un yaptığı Le Poisson doré (Altın Balık) adlı bir bale var. 1937'de ise Aleksandr Ptuşenko aynı adlı masalın animasyon filmini yapmıştır. 1950'de Mihail Tsehanovski tarafından çizgi filmi 2002'de ise Nataliya Dabija Balıkçı ve Altın Balık Hakkında adlı bir stop motion animasyon filmi yapmışlardır.

19 Ocak 2017 Perşembe

Rus sporcular başarılarıyla olduğu kadar güzellikleriyle de büyülüyor


Kaynak: https://tr.sputniknews.com/ 

Rus Komsomolskaya Pravda’nın hazırladığı anket doğrultusunda Rusya’nın en çekici kadın sporcuları belirlendi. Sadece şampiyon olanlar ve ödül sahiplerinin yer aldığı listede Rus sporunun önemli isimleri yer aldı.

Bunlardan biri de resimdeki Rus yüzücü Yuliya Yefimova.

50 m kurbağalama dünya rekorunun ve 100 m & 200 m kurbağalama Avrupa rekorlarının sahibi.

2016 Yaz Olimpiyatları’nda da gümüş madalya kazanan 24 yaşındaki Yefimova 1.78 boyunda.

18 Ocak 2017 Çarşamba

Sibirya kaplanları İHA 'düşmanı' oldu


Kaynak: https://tr.sputniknews.com/     

Fuad Safarov

Kanada’da bir doğal yaşam parkında Sibirya kaplanlarının bir İHA’ya saldırma çabaları kameraya yansıdı. Sibirya kaplanları önce kendilerini görüntüleyen İHA'ları ilgiyle izleyerek saldırmaya çalışıyor.

Rusya’nın Uzakdoğu bölgesinde yaşayan Sibirya kaplanları Dünya Vahşi Hayatı Koruma Birliği tarafından koruma altına alınmış durumda. Nesli tükenmekte olan Sibirya kaplanları dünyadaki en büyük ve güçlü kedi türü olarak biliniyor. Rus basınına göre, bugün bölgede yaklaşık 400 Sibirya kaplanı yaşıyor.


Rus avcı, yaban domuzlarını buzlu sudan böyle çıkardı

Kaynak: https://tr.sputniknews.com/     

Fuad Safarov

Rusya'nın Sibirya bölgesinde bir avcının elleriyle buzlu sudan yaban domuzlarını çıkarması kameraya yansıdı. 


Sibirya'nın İrkutsk bölgesinde ormanlık alanda arkadaşıyla dolaşan avcı, 3 yaban domuzunun suda boğulmak üzere olduğunu fark etti. Hemen yardıma koşan avcı, korkmadan elleriyle hayvanları buz gibi sudan tek tek çıkardı.


Sibirya’nın ‘tilkilere fısıldayan kadını’


Kaynak: https://tr.sputniknews.com/

Dünyanın önde gelen tilki eğitim uzmanlarından İrina Muhamedşina, ‘tilkilere fısıldayan kadın’ olarak anılıyor.

Sibirya’da yaşayan 24 yaşındaki Muhamedşina, birçok insanın cesaret edemeyeceği ilginç bir meslekle uğraşıyor, tilki eğitiyor.

Tilkisi Vilya ve Alman çoban köpeği Kiva ile yaptığı yürüyüşlerle her gün komşularını şaşırtan Muhamedşina, pek çok insanınkinden farklı olan yaşamı Siberian Times’a anlattı.

‘TİLKİLER, ÖZGÜRLÜK SEVEN HAYVANLAR’

Vilya’yı bir buçuk aylıkken aldığını, her gün birlikte yürüyüş yaptığı ve eğittiği tilkisini ‘sıradan’ bir evcil hayvana dönüştüğünü söyleyen Muhamedşina, daha önce Nyuta ve Elma isimli iki tilkiyi eğittiğini belirterek şöyle devam etti:

“Onları da iki aylıkken eğitmeye başlamıştım, eğitimler sırasında aç oluyorlardı. Uğraşlarım sonucu bana dikkatlerini vermelerini sağladım. Tilki eğitimi konusunda büyük bilgi eksikliği var. Bu nedenle yaptığım şeyin işe yarayıp yaramadığını görmek adına tekrar tekrar denemem gerekiyordu. Bir başka zorluk da eğitime ne zaman başlayacağımdı. Onlara bir köpek gibi davranıyorum. Tilkiler özgürlük seven hayvanlar, onların özgür olduklarını hissetmeleri gerekiyor, benim de böyle ortamlar yaratmam gerekti.”

Muhamedşina, ayrıca tilkilerin basit komutlardan daha fazlasını uygulayabileceğini umması nedeniyle bu işe yöneldiğini de aktardı.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Çehov İle Barıştım Ama Toplumla Değil

Tunç Kurt

Öykü ile tanıştıktan sonra okumaya en baştan başlamaya karar vermiştim. Ahmet Mithat Efendi’den, Maupassant’tan ve elbette ki Çehov’dan. Çehov’un Engin Yayınları’ndan çıkan dört ciltlik toplu öykülerini okuyarak başladım. İlk öykülerini mizahı beni çok etkilemişti. Sonrasında da birbirinden güzel durum öyküleri okudum. Ta ki Anüta öyküsüne kadar. O öykü ile başladı Çehov’a olan nefretim.

Şimdi düşünüyorum da bundan yıllar sonra neden onca öykü arasında aklımda sadece Anüta kalmış? Oysa öykünün unutulur bir şey olduğunu tecrübelerimden biliyorum. Daha geçen sene okuduğum öykülerin neredeyse hiçbirini hatırlayamıyorken neden Anüta?

Çehov, Anüta’yı neden bu kadar sessiz yarattı, neden isyan ettirmedi, diye kızdığımı hatırlıyorum. İtaatkâr ve sessiz bir kadın, değer görmediğini bile bile, aşağılanan ve kullanıp atılan pasif bir karakter. Allah’ın yok mu Çehov? Dişlerimi sıka sıka okuduğumu hatırlıyorum, ara ara Çehov’a bela okuyarak. Küstüm sonra, bu kadarı fazlaydı. Yazar öyle bir şey yapmalıydı ki Anüta kazanmalıydı ama yapmadı. Anüta’nın sessiz gözyaşları yüreğime aktı. Zehirlendim ben, akıtamadım yıllarca. Bir daha okumamak üzere kaldırdım Çehov’u gözlerimin önünden.

Yanılmışım, bunu da geç öğrendim. Edebi bir metnin değeri aslında tam olarak bu: Can yakar, kalp kırar, utandırır, sorgulatır… Anüta bu yüzden kalbimde bir yara olarak kalmış. Geç anladım bunu. Bir daha okudum öyküyü.

Tıp öğrencisi Kloçkov ile birlikte yaşayan(öyküde metres olarak geçiyor) Anüta, pencere kenarında Kloçkov’un gömleğini dikmekle meşguldür. Kloçkov ise gireceği sınava hazırlanmakta ve kaburga kemiklerini saymaktadır. Gözünde canlandıramaz. Anüta’dan soyunmasını ister, Anüta hiçbir şey demeden sessizce soyunur. Elleriyle saymaya çalışır yine gözünde canlanmaz. Bu kez kömürle Anüta’nın çıplak bedeninde çizgilerle işaretler. Kendini o kadar kaptırır ki Anüta’nın soğuktan moraran ve titreyen dudaklarını görmez bile. Bu da yetmezmiş gibi zavallı Anüta titremesini bastırmaya çalışır, sırf Kloçkov’un dikkatini dağıtmamak için.

Çehov, Anüta’yı üzerinde kömürle çizilmiş zebra çizgileriyle sandalyeye oturturken Anüta’nın geçmişini anlatmaya koyulur. 25 yaşındaki kadının otel odalarında Kloçkov’dan önce beş kişi ile yaşadığını söyler. Hepsinin artık tahsilli bireyler olduğundan söz eder. O tahsilli beyler için Anüta bir ihtiyaçtır. Ev işi yapan, itaat eden ve koyna giren bir kadındır sadece. Çehov, bu sen olamazsın, olmamalısın! Böyle okumaya devam ettim.

Daha ne kadar sinirlenebilirim derken öyküye ressam Fetisov girmiş bulundu. Fetisov, Anüta’yı ödünç istemektedir. Bir model gerektiğini söyler Kloçkov’a. Anüta’nın ilk defa itiraz ettiğini görürüz. “Orada işim ne benim?” der ve karşılığında Kloçkov tarafından paylanır. Fetisov, Kloçkov’un yaşadığı hayata bakıp onu eleştirir. Kültürlü bir insanın daha iyi yaşaması gerektiğini söyler. Bu arada sessizce giyinen Anüta Fetisov ile odadan çıkar.

Kloçkov, Fetisov’un dediklerini düşünür. Evin içler acısı hali artık Kloçkov’a da rahatsız edici gelmiştir. Hatta Anüta bile onun için artık gereksizdir. Standartların yükseltmek ister. Çünkü Anüta onun için öğrencilikten kurtuluncaya kadar hizmet gören bir araçtır.

Anüta döndüğünde ondan ayrılmak istediğini söyler. Anüta, gözyaşlarını gizleyerek çıkmak için hazırlanırken. Kloçkov’un sinir bozucu laflarını duyarız.

“Neden ağlıyorsun? Tuhaf kadınsın vesselam. Kendin de biliyorsun ki ayrılmamız lazım. Ölene kadar bir arada kalacak değiliz ya.”

Bu noktada Anüta’nın Kloçkov’a bir tokat atmasını ya da yüzüne tükürüp gitmesini istedim. Ama yine Kloçkov’un iğrenç düşünceleri ile karşılaştım. “Bir hafta daha kalsa mı acaba? Bir hafta sonra git derim.” Sonrasında Anüta’ya söyledikleri ile çileden çıktım. “Ne duruyorsun öyle? Gidersen git, istemezsen paltonu çıkar kal. Kal diyorum.”

Ben de “Git Anüta, bekleme bu adamla.” Diyorum. Bakıyorum Çehov’a bir şey yap, bana ve Anüta’ya bir güzellik yap. Üzme bizi. Ama yapmıyor zalim Anton!

Anüta, sessizce paltosunu çıkarıp gözyaşlarını siliyor ve dikiş diktiği taburesine oturuyor. Kloçkov ise hiçbir şey olmamış gibi tıp sınavı için ezber yapmaya başlıyor.

O zaman demiştim ki: “Bu hikâye böyle bitmemeliydi.” Çehov’a küsmüştüm. Bir kadına nasıl böyle bir kader çizebilir? Ondan sonraki öyküleri okumadım.

Elbette ki o zamanlar iyi bir okur değilmişim. Zamanla anladım. Edebiyat can yakar ve kalp kırarmış ve edebiyatın işlevi tam da buymuş. İyi ki de öyle yazmış, yazmış ki Anüta içimde bir yara olarak kalmış. Şimdi düşünüyorum da MEB kitaplarındaki çöplük okuma metinleri yerine Çehov’un Anüta öyküsü olsaydı günümüzde ne cinsel ayrımcılık ne de kadın cinayetleri olurdu. Çehov’la barıştım ama toplumla değil. Toplum edebiyat okuru olsa düzelir diyeceğim yok ama en azından Anüta’yı okusalar bile ne büyük bir değişim olurdu toplumda. İşte belki o zaman barışırım toplumla.



Edebiyatist Dergisi 3. Sayı 2016