Moskova

Moskova

30 Haziran 2018 Cumartesi

"Futbol Topu": Futbol heyecanına renk katan Rusça şarkı






Rusya'da Dünya Kupası, bütün hızıyla; coşkusu, farklı milletlerden insanların yarattığı renklerle ve kuşkusuz sürprizleriyle devam ediyor.

Futbol heyecanı her yeri sarmış durumda.

Rusya’da Rusça şarkılar da şampiyonaya ayrı bir renk katıyor. İşte Rus şarkıcıların seslendirdiği en popüler Dünya Kupası şarkılarından biri ve klibi:

Antoha MC – Футбольный мяч (Soccer Ball)-"Futbol topu"





Şarkının sözleri:

Футбольный мяч


Куплет:

Где растут бананы, тама - тама - нет меня.
Я с подъезда номер 3,
Здоровенько друзья. 
Много в мире действий,
Что нам до фонаря.
Без огромной лестницы не дотянешься.
Песни запеваю,
Чтоб на душе цвело.
Настроение хорошее , светлое дело.
Я по жизни молодой,
Бегаю - стараюсь.
По началу Ё - ма - Ё,
В результате заряжаюсь.
Требует усилия новая строка,
Год один, а может два.
Опыта по жизни,
Отчета для себя.
Дождь по лужам,
В кроссах не тип - топ.
Много места вносит в хату гардероб.
Солнце жарит,
Жарит и народ.
Шашлыковый - массив,
На прудах - дымовой улёт.
Тоха не Жан Клод,
Он обычный парень,
Запевает то что от души идёт.


Припев:

Туча прошла, скоро выйдет солнца,
И снова нам с собою принесёт тепла.
Кипа задач,
Я лечу в ворота как футбольный мяч.
Чтоб был гол. 

Куплет:

Други по мобилам,
Вот такой расклад.
Чуть какой вопрос,
Я Youtube, What's Up.
Летают самолеты,
Летает интернет,
А мне бы приземлиться,
Руками бы трудиться,
Да мастерить семейный лад.
Мила любит дело,
Когда по полкам, а не абы как.
На двоих верстак,
В кулинарном деле,
И папка мастак.
Палец о палец бить,
Веселее жить.
Тучам в небе быть,
Чтоб если кто то сделал плохо,
Чтоб тот мог по заслугам получить.
Я футбольный мяч,
Доставляю радость игрокам,
Сам приобретаю кач.
Есть давление,
Есть и мира ощущение.
Сила притяжения,
Нам поможет выиграть матч.
Для прощения,
Нужно переосмысление.
Для чего всё это надо,
Дождь по лужам,
Кипа задач.


Şarık Tara ve Petrovskiy Pasaj


Cenk Başlamış






Kaybettiğimiz iş adamı Şarık Tara'nın ve uzun yıllar önderlik ettiği Enka Holding'in bugünlere gelmesinde Rusya pazarının kuşkusuz çok önemli katkısı var.

Pazara daha Sovyet zamanında giren Enka, aradan geçen 30 yılda çok sayıda proje almakla kalmadı, diğer Türk inşat şirketlerinin de önünü açtı.

Tara, Enka ve Moskova denilince akıllara öncelikle Petrovskiy Pasaj geliyor.

1900'lerin başında yapılan tarihi pasajın onarımı 1988 yılının sonlarında, yani daha Sovyetler Birliği zamanında, Enka'ya verilince kamuoyunda ilginç bir tartışma başlamıştı. Kremlin Sarayı, Kızıl Meydan ve Bolşoy Tiyatrosu'na yürüme mesafesinde, yani Moskova'nın tam kalbindeki bir inşaat işinin Türklere verilmesi önceleri tepki çekmişti. O dönemde Sovyet basınında çıkan yazılarda, tarihi bir binanın onarım işini Türklerin üstlenmesine dudak bükülmüş ve işi layıkıyla yapacakları konusunda kuşkular dile getirilmişti.

Bu eleştiriler Tara'yı zor duruma düşürmüştü; eğer başarılı olursa bunu kuşkusuz yeni işler takip edecek ama başarısız olursa Sovyet pazarı belki de sonsuza kadar kapanacak, üstelik Türkiye'nin hanesine kocaman bir eksi yazılacaktı.

1989 yılının Ocak ayında Moskova'ya ayak bastığımda ilk ziyaret ettiğim yerlerden biri Petrovskiy Pasaj'ın şantiyesi olmuştu. Yüzlerce Türk işçi ve mühendis binayı aslına uygun restore edebilmek için geceli gündüzlü çalışıyor, projenin müdürü Ömer Göktürk, gözden kaçan köşede kalmış bir seramiği bile hemen söktürüyor, yenisini yaptırıyordu.

Pasaj aslına uygun olarak yapıldı ve açılış törenine dönemin Sovyet lideri Mihail Gorbaçov'un eşi Raisa Gorbaçova da katıldı. Petrovskiy Pasaj'da elde edilen başarı Enka'ya yeni projeler olarak döndü, aynı zamanda diğer Türk inşaat şirketlerinin de önünü açtı. Kısacası, Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya'da yaşanan inşaat patlamasında pastanın payını Türklerin almasında pasajın çok önemli bir rolü bulunuyor.

O günlere ilişkin ilginç anekdotlar da var...

Pasajın inşaatında çalışan Türk işçiler mesai bitiminde en güzel giysilerini giyiyor ve Rus kız arkadaşlarıyla buluşmak için Bolşoy Tiyatrosu'nun önüne koşuyordu, ellerinde bir demet çiçekle...

1990 yılıydı, Enka'daki bir şantiyede çalışan Türk işçiler greve gitmişti. Bir şirket yöneticisi, grevle ilgili olarak gazetem Milliyet'te haber yazmama kızınca aramızda tartışma yaşanmıştı. Daha sonra karşılaştığımızda Şarık Bey görevimi yaptığımı bildiği için bu konuda tek bir kelime bile etmemişti. 

Enka'nın Moskova'sı, Moskova'nın Enka'sı





Aydın Sezer




ENKA'sız Rusya anlatılamaz. Enka'yı ve büyük sempati duyduğum Sayın Şarık Tara'yı yeterince objektif olamayacağımı düşündüğüm için ben anlatmayacağım. Size daha objektif bir gözlem sunmak istiyorum. İşte bu nedenle, Forbes dergisinden, Nilgün Balcı Çavdar ve Özer Turan'ın kalemlerine bırakıyorum. Sadece başlık bana ait.

"Japon İmparatoru'ndan aldığı nişan... Hemen altında Hırvatistan'dan verilen bir başkası, Abdi İpekçi Barış Ödülü... Oldukça geniş ama sade ofisinin duvarları devlet başkanları tarafından verilmiş nişanlar, üniversitelerin verdiği fahri doktoralarla kaplı. Hiçbiri olmasa da ofisinin penceresinden atacağı bir bakış, gurur hissini yaşaması için yeterli. Otomobiller, Boğaziçi Köprüsü'ne bağlanan Ortaköy Kavşağı'nın üzerinden durmaksızın akıp gidiyor. ENKA burayı inşa ederken sene 1973'tü. Kurduğu şirket bugün dünyanın her yerinde milyarlarca dolarlık projeler yürütüyor. Ama o sade biri. Sade ve babacan. Şarık Tara yaptığı işlere paralel olarak egosu da büyüyenlerden biri değil. 'Benim yanımda rahat olun çocuklar. Benim yanımda herkes rahattır' diyor. Karşısındakini kolayca etkileyen samimi biri. Ne yalan söyleyelim, üzmeyi istemeyeceğiniz türden... Ve hakkındaki bu izlenimleri paylaşacak çok kişi var.

'Şarık Ağabey öl dese, düşünmeden ölecek yüzlerce mühendis ve yönetici vardır.' Bu sözlerin sahibi Rönesans İnşaat'ın patronu Erman Ilıcak, Şarık Tara'nın 'Bizim şirkette çalıştı. İyi bir çocuk. Çok memnun oluyorum başarılarından' dediği isim. Az buz bir başarı değil sözü edilen. ENKA Okulu'ndan yetişme Ilıcak bu yıl 'Forbes'un En Zengin 100 Türk' listesinin milyarderlerinden biri. Ama boynuzun kulağı geçmesine daha çok var. 

Erman Ilıcak'ın 'Hepimiz için ağabey gibidir' dediği ve ENKA çalışanlarının da böyle çağırdığı Şarık Tara listenin tahtında oturan isimlerden.

ENKA'nın 15 milyar dolarlık piyasa değeri, onunla birlikte oğlu, ENKA Yönetim Kurulu Başkanı Sinan Tara'nın da listenin zirvelerinde yer bulmasına rahat rahat yetiyor. 

Performansları sadece Rusya'da etkileyici değil. Nepal, Mali, Sierra Leone, Kamerun ve Cezayir'de ortağı Amerikalı Cadell ile Amerikan büyükelçilikleri inşa etti. Bosna Hersek, Sarajevo'da bedeli 100 milyon dolar olan yeni bir elçilik binası işi daha alındı. Hırvatistan'da otoyolu projesi tamamlandı ama Romanya ve Arnavutluk'ta otoyol inşaatları devam ediyor. Bunlar dışında sekiz ülkede daha devam eden projeler var. Cezayir, Kazakistan, Libya, Romanya, Rusya, Tacikistan, Ukrayna, Umman... Şirket bugüne kadar dünyanın 30 ülkesinde 26 milyar dolarlık 384 proje yürüttü. Tara da soruyor haklı olarak, 'Bir emsal daha gösterebilir misiniz ülkemizden?'

Örneğin zamanın Rusya Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Oleg Davidov, Türkiye'ye müteahhit firmaları tanımak üzere geldiğinde Tara'nın ona ENKA'yı anlatmasına gerek kalmamış. 'Ben kendimizi anlatmaya başladım. ENKA'yı biliyorum, dedi. Çok şaşırdım. Meğer daha önce Libya'da bulunmuş. Bizim şantiyenin yakınlarında arabası bozulunca mühendislerimiz ilgilenmiş, ikramda bulunmuş. Bir araba tahsis etmişler.' Davidov'un Tara'nın sözünü ettiği ziyareti Rusya ile Türkiye arasındaki doğal gaz anlaşmasının ardından yapılmıştı. İki ülke arasında, 1987'de yürürlüğe girmek üzere 1984'te imzalanan anlaşmaya göre Türkiye 25 yıl boyunca Rusya'dan gaz satın alacak, buna karşılık verilen paranın yüzde 70'i Rusya tarafından Türk şirketlerinin mal ve hizmetlerine ödenecekti. ENKA, Türkiye ile Rusya arasındaki bu anlaşmadan en çok fayda sağlayan şirketlerden biri oldu. 

Şirket, 1988 yılında adım attığı ülkede bugüne kadar yüzlerce projeyi tamamladı. Rusya'da halen inşası devam eden 27 projeleri daha bulunuyor. Sahalin Adası'nda petrokimya tesisi, Moskova ve St. Petersburg'da alışveriş merkezleri, oteller, fabrikalar, 364 milyon dolar değerindeki Şeremetyevo Havaalanı'nın üçüncü terminali...  

Doğal olarak Şarık Tara Rusya'yı avucunun içi gibi biliyor. Bu ülkede sanatçısından işadamına tanımadığı kimse de, açamayacağı kapı da pek yok.

Yolda trafik polisinin çevirdiği mühendislerinin bile ENKA ismini vermeleri sadece bir uyarıyla yollarına devam etmelerini sağlıyor. Bu ülkede başka kimsenin kolay kolay elde edemeyeceği bir itibarı var Tara ve ENKA'nın. Rusya'daki dostlarını saymakla bitmez ama içlerinde en ünlüsü ve bilineni Moskova Belediye Başkanı Yuriy Lujkov. Lujkov, tam 15 yıldır görevini sürdürüyor ancak Tara'yla dostluğunun temelleri bundan da öncesine dayanıyor. 

ENKA'nın Rusya'da yaptığı ilk proje Kızıl Meydan'ın tam karşısındaki tarihi Petrovskiy Pasajı'nın ve bin yataklı İkinci Dünya Savaşı Muharipleri Hastanesi'nin restorasyonu işiydi. ENKA'nın Rusya serüvenindeki en kritik dönemeç de bu proje oldu. Bu soğuk coğrafyada yapılacak daha çok iş olduğuna inanan Tara ilk işinde kendini göstermesi gerektiğini biliyordu. 

Projeyi zamanında teslim etmekle yetinmedi, daha iyisini yapmak, işi daha önce bitirmek istedi. Bu amaçla inşaat için gerekli malzemeleri sağlayan Moskova Belediyesi'nin kapısını çaldı. Çimento ve demir gibi malzemelerin belirlenen takvimden önce verilmesini talep etti. Dönemin Belediye Başkanı Valeriy Saykin'den aldığı ilk yanıt 'Hayır' oldu. 

Şansını denemiş ancak hedefine ulaşmamıştı. Tam kapıdan çıkmak üzereyken o zaman belediye başkan yardımcısı olan Yuriy Lujkov'un  'Emin misiniz 23 ayda bitirebileceğinize?' sorusunu duydu. 'Emin olmasam böyle bir teklifte bulunmazdım' dediği anı anlatırken gözleri parlıyor. Sonrası ise ENKA için şaşırtıcı olmayan bir öykü. Proje 30 aylık sözleşme süresinden tam yedi ay önce bitirildi. 

İnşaatın hızı ve kalitesi televizyon ve basında geniş yer buldu ve şöhret Rusya'daki işlerin gerisini de getirdi. Bugün Rusya Federasyonu'nun yönetildiği binalarda ENKA'nın imzası var. Rus Parlamentosu Duma ve Beyaz Saray'ın yenilenmesi projelerini de ENKA gerçekleştirdi. Rusya'nın kalbinden, Kızıl Meydan'dan başlayan yolculuk bugün dünyanın en ücra yerlerinden birine Kamçatka ile Japonya arasında yer alan Sahalin'e kadar uzanıyor. 

Tüm bunları bilenler ENKA'nın Rusya'da ihaleye girmeden iş almasına şaşırmaz belki. Rusya'da işler ENKA'ya teklif ediliyor. Ya da talip olduğu işi almakta zorlanmıyor. 'Türkiye'de böyle bir şey olsa başımız ağrır' diyor Şarık Tara. Kendi ülkesinde ihalesiz iş teklif edilse 'Kopartılacak yaygaraya değer mi?' diye düşünecek gibi konuşuyor. 

ENKA'nın gelirlerinin önemli bir bölümünü gayrimenkul yatırımlarından elde etmesine rağmen Şarık Tara Türkiye'de gayrimenkul yatırımlarına da pek sıcak bakmadı bugüne kadar. Yaptıkları göz kamaştırıcı binaları masasındaki kalın mavi ciltli ENKA'nın 50 Yılı isimli kitaptan bulup gösteriyor.

'Bu Moskova'da yaptığımız Swissotel. Şehrin en yüksek binalarından biri. Yüzde 56'sı bize ait. Bakın Moskova Uluslararası Müzikevi. İçinde biri 1 800 kişilik üç büyük salon var.' Hepsi gerçekten heybetli ve göz kamaştırıcı yapılar. Sayıları da çok fazla. ENKA, restore ettiği yapılar ve üstlendiği projeler bir yana, Rusya'da emlak milyarderi. Moskova'da ENKA'ya ait 320.000 metrekare kiralanabilir ofis alanı var. Buna ek olarak da kiralanabilir net alanı 220.000 metrekare olan, 460.000 metrekare brüt alana sahip alışveriş merkezleri..."  

* "Büyük Ruh Şarık Tara", Türkiye Forbes, Şubat 2008. Dergide yer alan söyleşinin kısa bir özetidir. Bu yazıyı özetleyerek kullanmama izin verdikleri için Forbes dergisine teşekkür ederim.

Mavi gözler, beyaz geceler -2



Cenk Başlamış


...Bir şafak, diğerini kovalıyor
Oyalansın diye geceye yarım saat veriyor
Aleksandr Puşkin

Moskova mavisini keşfedenlerin mutlaka St. Petersburg beyazı ile de tanışması gerekiyor. St. Petersburg da biraz hırçın ve öfkeli, çünkü 206 yıl süren başkent unvanını 1918 yılında, yani devrimden hemen sonra en büyük rakibi Moskova'ya kaptırmış. Ama bazıları için hala başkent; kimilerine göre 'kuzey başkenti', kimilerine göre 'kültür başkenti'; kanallarla süslendiği için de kimilerine göre ise 'kuzeyin Venedik'i. Kentin bir adı daha var: Açık hava müzesi.

St. Petersburg'un en önemli özelliği, Rusya'nın "Batı'ya açılan penceresi" olarak kabul edilmesi; bu nedenle, en modern, en Batılı Rus kenti olduğunu kimse yadsımıyor, Moskova bile... 1703 yılında bugünkü adıyla kurulan St. Petersburg 1914'te Petrograd, 1924'te Leningrad adını almış, 1991 yılındaki halk oylamasıyla ilk ismine dönmüş. Sanılanın tersine, adı Büyük Petro'dan değil, Aziz Peter'den geliyor. Uzun süre imparatorluk ailesini ağırlayan kent, 860 yaşındaki Moskova'nın tersine, sadece 300 yıllık tarihi birikimiyle Rusya'nın en önemli kültür, bilim ve sanayi merkezine dönüşmüş. 2. Dünya Savaşı sırasında 900 gün süren ablukaya teslim olmamış.

Bütün bunlar, St. Petersburg'un gururunu okşayan, ona Moskova'dan üstün olduğu duygusu veren özellikleri. Ama kentin Moskova'yı asıl kıskandıran güzelliği, 'beyaz'ı. Bu öyle bir 'beyaz'ki, ışıkta değil, karanlıkta ortaya çıkıyor, geceleri aydınlatıyor. Ama St. Petersburg, bu güzelliğini göstermekte o kadar da cömert değil; topu topu iki ay kendisini teslim ediyor. Kentte yaz 12 Haziran'da başlıyor, 22 Ağustos'ta son buluyor. İşte, yazın başlangıcından temmuz ortasına kadar, tam olarak 50 gün, St. Petersburg'da biraz sarı, biraz gümüş mavisi, biraz mor, çokça beyaz, biraz romantik, biraz mistik, çokça heyecan verici bir doğa harikası yaşanıyor: Beyaz geceler (beliye noçi). İşte bu, Puşkin'in de şiirinde söz ettiği, sürekli yer değiştiren şafakların, sadece varlığını sürdürebilsin diye karanlığa yarım saat olsun veren beyaz geceler. Uzun günlerde kimi zaman 19 saat gökyüzünü terk etmeyen güneş gece karanlığını yokediyor ve kenti sarımsı bir beyaza boyuyor. Bu beyaz o kadar güçlü ki, en parlak yıldızları saklıyor, kentte geceleri sokak ışıklarını yaktırmıyor, alışık olmayanların uykusunu çalıyor, kendisini hayran hayran seyredenlere dilerlerse gazete okuyabilecekleri ya da kenti dolaşmaya devam edebilecekleri ikinci bir gündüz hediye ediyor. St. Petersburg'un deltasına kurulduğu Neva nehrindeki bütün köprüler de, sanki uyumadıklarını, bu çarpıcı görüntünün tadını çıkardıklarını kanıtlamak için gece yarısından hemen sonra kapaklarını kaldırıyor. Üç saat süren bu saygı duruşuna, kapakların arasından süzülen gemiler eşlik ediyor. Belki de doğanın, St. Petersburg konuklarına 24 saati dolu dolu yaşatmak istemesinin sırrı, kentin güzelliklerini göstermek için sabırsızlanmasında. Haksız da sayılmaz, çünkü adına layık bir açık hava müzesi görünümündeki kentin tadını çıkarmak turistler için hiç de kolay değil.

Dünyanın en önemli, en saygın ve en büyük müzelerinden Hermitaj'da sergilenen 2,7 milyon eserin her birinin önünde sadece 60 saniye geçirmek isteyenlerin bile yaşamlarından 11 yılı ayırmaları gerekiyor. (Tabii, böyle bir zorunluluk yok!) Leonardo da Vinci'den Michelangelo'ya, Rembrandt'tan Cezanne'a, Van Gogh'tan Matisse'e ünlü sanatçıların tablolarıyla eski Mısır'a ait eserlerin de sergilendiği müze, yüzyıllarca Rus çarlarını ağırlayan Kışlık Saray içinde yer alıyor. 1762 yılında tamamlanan barok stili saray 1057 odası, 1786 kapısı ve 1945 penceresi ile belki de St. Petersburg'un en güzel yapısı. Büyük Petro'nun bronz anıtından Kirov balesine ev sahipliği yapan Mariinskiy tiyatrosuna, Kazan katedralinden Mavi köprüye, değişik saraylardan Aleksandr Puşkin, Anna Ahmatova ve Fyodor Dostoyevski'nin müze evlerine, hatta dış bölgelerine, St. Petersburg'da görülmesi gereken çok yer var. Kent, Puşkin gibi Dostoyevski'nin yaşamında da iz bırakmış: Ünlü yazar Moskova'da 16 yıl yaşamasının karşılığında 28 yıl geçirerek St. Petersburg'a kendisini bağışlatmış ve kitaplarının çoğunda kentten söz etmiş. Suç ve Ceza'yı yeniden yaşamak için Sennaya meydanına gitmek yeterli. Bazıları, St. Petersburg'u "Dünyanın en güzel kenti," diye tanımlıyor. Bu, tabii, tartışmaya açık bir değerlendirme ama güzel olup olmadığını sorgulamak, St. Petersburg'a haksızlık...

2003

Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.

29 Haziran 2018 Cuma

Nazım’ın son şiiri



Samih Güven




Bir Haziran günü. Sokol metrosundan sonra yaklaşık yirmi dakika yürüyorum. Nazım’ın “2.Pesçanaya Caddesi No:6 Giriş 3” adresindeki evinin karşısındayım artık.  O küçük parkta oturup soluklanıyorum bir süre. 

Ne acıdır ki, şiirlerindeki gücün, yalınlığın, metaforların, imgelerin, sıcaklığın, duygunun, matematiğin ve müziğin çekimine yoğun olarak girdiğim yıllarda Onun hayatının ayrıntılarından haberim yokmuş yeterince. Oysa şimdi hayatını bütün olarak göz önüne alıp, bazı şiirlerini arkasındaki ayrıntılarla düşünmek sarsıcı oluyor gerçekten. 

Herkesin korkuyu sevgiyle karıştırdığı Stalin yıllarında “Hayır onu güneşe benzetemeyeceğim, kusura bakmasınlar”  dediği andan, Vera için Galina ile yaşadığı evden pijama ve terlikle kaçmasına; Varna kıyısında acıyla elini Türkiye tarafına uzatıp Memet!.. diye inlediği andan, Mısır’da Asya Afrika Yazarlar Birliği seçimlerinde “Türk pasaportu yok, oy kullanamaz” diyen delegeye karşı “Halkının dilinde yazan şair elbette temsil hakkına sahiptir” dediği ana kadar, Onu bir insan olarak kalbimizde yücelten yüzlerce önemli detay söz konusu. Hakkı verilmiş, acı çekilmiş, ama kendi deyimiyle  ciddiye alınmış bir yaşam Onun ki.

Şimdi evinin karşısındaki parkta otururken Vera’yla olan yıllar, her ikisinin bu ilişki için verdiği mücadele, yaşadıkları zorluklar ve “o son şiir” kafama takılıyor en çok.

Novodemiçiy’de 3 Haziran 2018 tarihinde yapılan törende konuşmasını zorlukla tamamlayan Vera’nın kızı Anna Stepanova’nın “Onlar…” ifadesi öylesine dokunaklı gelmişti ki, aşk için her şeyi göze alan, herkesin kolaylıkla anlamayacağı zorlukları yaşayan ve şimdi Novodemiçiy’de birlikte uyuyan “Onlar” iki özgür ve masum kuş gibi canlanmıştı kafamda.

Nazım ve Vera aşkı kolay bir aşk değildi. Büyük seçimler olmuştu. Nazım daha fazla yaşamak yerine doktorların uyarılarına rağmen aşkı seçmişti. Vera ise evli ve çocuklu bir kadın olarak zorlansa da Nazım’a gitmeye cesaret etmiş ve sonrasında çok sevmişti Onu.

Ve evinin avlusuna doğru yürürken son şiiri diye adlandırılan o şiiri düşünüyorum artık. Gerçekten tarih olarak en son yazdığı şiir mi emin değilim. Örneğin ölümü iyice düşündüğü günlerde yazdığı “Cenaze Merasimim” adlı şiir Nisan 1963’te kaleme alınmış. 

Ama o son şiir ölümünü hızlandıran, karşı konulamaz bir aşkı ve kendi sonunun kısa hikayesini anlatması, ayrıca ortaya çıkışı bakımından bir son söz, son bir şiir gibi gerçekten.

Nazım o sabah altı buçuk sularında gazeteleri almak için kapıya yönelir, o sırada fenalaşır ve duvara tutunur, ayakta direnir ölüme bir süre, yavaşça yere oturur ve hayata veda eder. 

O sabah ölüm raporu tutulacakken kimliği istenir Nazım’ın. Vera üzgün ve sapsarı olmuş yüzüyle ceketinin cebine elini atar ve cüzdanının arasından kimliğini çıkarır. İşte o sırada 1957 yılında değiştirdikleri kendi fotoğrafını görür. Ve arkasındaki şiiri tabi:

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm.

28 Haziran 2018 Perşembe

“Zaryadye parkı”, WAF mimari ödülü adayları arasına girdi






Moskova’da bulunan “Zaryadye” parkı Dünya Mimarlık Festivali’nin (WAF) ödülünü almak istiyor.

Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin Twitter sayfasında, parkın önde gelen adaylar listesinde yer aldığını bildirdi.

Moskova Belediye Başkanı, “Zaryadye parkımız mimarlık ödülüne aday ve daha önce en iyi peyzaj projelerinden biri olarak kabul edildi. Bu park şimdi WAF mimarlık ödülünün en büyük adayları listesine dahil edildi” diye konuştu.

Park “Zaryadye”, Eylül 2017 yılında yıkılan “Rusya” otelinin yerinde inşa edildi, 10,2 hektarlık park ilk ziyaretçilerini Eylül 2017’de kabul etti.

Moskova'nın nüfusu kaç milyon?







Moskova'da 2018 yılının ilk dört ayına ilişkin demografik veriler paylaşıldı. Moskova Devlet İstatistik Servisi Mosgorstat'ın verilerine göre, Ocak-Nisan döneminde başkentte hayatını kaybedenlerin sayısı yeni doğanların sayısından yaklaşık 2 bin kişi fazla kaydedildi.

Moskovski Komsomolets gazetesinin aktardığı verilere göre, Moskova'da sürekli ikamet eden kişilerin sayısı bu dönemde 12,5 milyon kişi olarak hesaplandı.


Resmi verilere göre Moskova'da bu yılın ilk dört ayında 41 bin 294 bebek dünyaya geldi. Bu rakam geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 3 düşük.


Moskova'da bu dönemde ölüm nedenlerinin başında dolaşım sistemi hastalıkları (24 bin 717 kişi) geliyor.


Rusya başkentine yurt içinden ve yurt dışından göç eden kişilerin sayısı ilk dört ayda geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık 25 bin kişi artarak 101 bin kişiye yükseldi.


Ocak-Nisan döneminde Moskova'da 20 bin 621 nikah kıyılırken, 14 bin 422 çift ise boşandı.

Rusya'da kuşak çatışması araştırması: "Çocuğum benim yolumdan gitmesin..."







Rusya halkının çoğunluğu ülkelerinde "babalar ve çocuklar" problemi, yani kuşak çatışması olmadığını düşünüyor. Kamuoyu yoklama kuruluşu VTSİOM'un gerçekleştirdiği anketin sonuçları bu yönde.

Çocukların anne-babalarının yolundan gitmemesi gerektiğini düşünenlerin oranı son dört yılda yüzde 70'ten 75'e çıktı.

Aksini düşünenlerin oranı ise yüzde 24'ten 12'ye düşmüş durumda.

Katılımcıların yüzde 28'i ülkede kuşak çatışmasının olmadığını söylerken buna sebep olarak "aynı ülkede yaşıyor" olmayı gösterdi.

Yüzde 17 ise kuşaklar arasında çatışma gerektirecek bir sebep olmadığı kanısında. Yüzde 9'luk bir kesim ise böyle bir problemin varlığını tamamen reddediyor.

Bununla birlikte katılımcıların yüzde 36'sı kuşaklar arasında her şeye rağmen bazı güçlükler yaşandığı, bunun da "farklı hayat tecrübelerinden" kaynaklandığı yönünde görüş belirtiyor.

Rusya halkının gözünde en popüler tarihi liderler






Rusya vatandaşları, imparatorluğu yıkılıp sosyalizme geçildiği, ülkenin tarihinin yeniden yazıldığı 20'nci yüzyıl başlarındaki liderleri arasında en çok kime sempati duyuyor? Bu sorunun yöneltildiği ankette yüzde 54 ile Son Çar 2. Nikola ilk sırada yer aldı. Daha sonra yüzde 51 ile Stalin, yüzde 49 ile Lenin sıralandı. Bu üç lidere antipati besleyenlerin oranları da sırasıyla yüzde 23, 28 ve 29.

Rusyalılar dönemin pek çok önemli figürü hakkında ise görüş belirtmekte zorlanıyor.

Geçici hükümetin ünlü dış işleri bakanı Pavel Milyukov hakkında görüş bildiremeyenlerin oranı yüzde 70, önde gelen Bolşevik lider Nikolay Buharin içinse yüzde 56. İç savaşın beyaz generali Anton Denikin ve geçici hükümetin başbakanı Aleksandr Kerenski hakkında da Rusya halkı  görüş bildirmekte zorlanıyor (yüzde 47 ve 43).

İç savaşın meşhur anarşist lideri Mahno ve Kızıl Ordu'nun kurucusu Lev Troçki hakkında ise Ruslar genelde olumsuz düşünüyor. Bu iki isme sempati besleyenlerin oranı sadece yüzde 12 ve 20 iken antipati duyanların oranı yüzde 58 ve 46.

Dünyanın en tehlikelisi Türkiye'de: Rus askerler yapmış



DHA



BAYBURT- Trabzon sınırında yer alan ve ’dünyanın en tehlikeli yolu’ seçilen, Soğanlı Dağındaki 29 keskin virajlı D- 915 yolunun turizme kazandırılması için harekete geçildi. Dünyanın en tehlikeli yolu olduğunu duyan adrenalin tutkunları, bölgeye akın ediyor.

Dünyanın en tehlikeli yollarını araştıran ’www.dangerousroads.org’ sitesinin yetkilileri, Bayburt- Trabzon sınırında yer alan, Soğanlı Dağındaki 29 keskin virajlı D- 915 yolunu ’dünyanın en tehlikeli yolu’ seçti. Rus askerleri tarafından 1916 yılında yapıldığı ve o dönem ’ölüm yolu’ olarak adlandırıldığı bilinen güzergahta virajlar, tek seferde dönülemiyor.

’Derebaşı virajları’ diye bilinen yol, Trabzon ile Bayburt’u, en yakın yer olan 3 bin metre yükseklikteki Soğanlı Dağı üzerinden birbirine bağlıyor. Yol, zorlu arazi koşulları nedeniyle yılın 5- 6 ayı kar yüzünden kapalı kalıyor.

TURİZME KAZANDIRILACAK

’Derebaşı virajları’, düzenlenecek off-road ve kaya tırmanışı faaliyetleriyle tanıtılacak. Yolda güvenlik önlemlerinin alınmasıyla özellikle safari tutkunlarının davet edileceği yol güzergahı, turizme kazandırılarak, adrenalin tutkunu yerli- yabancı turistlerin ziyaretine sunulacak. ’Dünyanın en tehlikeli yolu’ seçildiğini duyan off-road ve safari meraklılarıÿise bölgeye akın etmeye başladı.

Gezgin Özgür Kaya, hikayesini duyduklarıÿyolu gelip, görmek istediklerini belirterek, "Bu yolu görmek için geldik. Çok merak ediyorduk. Bu manzarayı gördük. Adrenalin dolu bir yol. Herkesin görmesini tavsiye ederim" dedi.

Metin Çakır iseÿAlanyadan Karadenize geldiklerini dile getirerek, "Bu yolu merak ettiğimiz için geldik. Bu yoldan geçmek istedik. Yolun manzarası çok güzel. Zorlu bir yol ama doğası harika" diye konuştu.

24 Haziran 2018 Pazar

Lenin Tepeleri-Lujniki teleferiği





Moskova'da iki önemli nokta olan Lenin (Serçe) Tepeleri ile Lujniki Spor Kompleksi'ni havadan birbirine bağlayacak teleferik projesinde sona geliniyor. Teleferiğin açılmasının ardından, 700 metrelik mesafe yaklaşık beş dakikada katedilebilecek. Bugün ise iki nokta arasında otomobil ile 6,5 kilometre yol alınması gerekiyor.

Rossiyskya Gazeta'nın haberine göre, teleferik hattında "Kostına", "Novaya Liniya" ve "Lujniki" adlı üç durak olacak.

Moskova Nehri'nin manzarasının tadının çıkarılabileceği teleferiğin turistler arasında da çok popüler olması bekleniyor.

Teleferik ile gidiş-dönüş bilet fiyatının 500 ruble civarında belirlenmesi planlanıyor.

Yetkililer, teleferiğin Moskova'da birkaç yıl sonra önemli bir toplu taşıma aracı haline gelebileceğini, bu süre içinde "Shodnenskaya" ve "Reçnoy Vokzal" metro istasyonlarını birbirine bağlayacak ikinci bir teleferik hattının daha inşa edilmesinin planlandığını söylüyor.

23 Haziran 2018 Cumartesi

Mavi gözler, beyaz geceler



Cenk Başlamış





...Yumuşak sesin, mavi şafağın
Baharın gelişi
Buluşmalarımız, güneşli bayram günleri gibi
Canlandırıyor duygularımızı, fikirlerimizi...
Anna Ahmatova


Moskova ve St. Petersburg. Biri Rusya'nın başkenti, diğeri Batı'ya açılan kapısı. Birinin 'mavi'si ünlü, diğerinin 'beyaz'ı.

İkisi de kıskanç, ikisi de hırçın, ikisi de kaprisli, ikisi de alımlı; aralarında yüzyıllardır süren büyük bir rekabet var. Aslında birbirlerini çok seviyorlar ama belli etmemeye çalışıyorlar, hele yabancılara. Belki de bu, hiçbir zaman birbirlerine kavuşamayacak olmanın getirdiği bir hırçınlık ve çekişme.

Biri 'siyasi başkent' olmakla övünüyor, diğeri 'kültür başkenti' olmakla. Biri Sovyet liderlerine de evsahipliği yapan Kremlin'le övünüyor, diğeri çarları ağırlayan saraylarıyla. Biri 'mavi'siyle övünüyor, diğeri 'beyaz'ıyla. Kısaca, biri Moskova olmakla övünüyor, diğeri St. Petersburg olmakla...

Galiba Moskova biraz daha hırçın, biraz daha kaprisli. Hemen yabancıları çok etkiliyor etkilemesine ama ilk adımı hep karşısındakinden bekliyor, Anna Ahmatova'nın sözünü ettiği yönlerini göstermek için pek de can atmıyor. Bir bebek gibi ilgi ve sevgi istiyor. Aslında oyun oynamak için can atıyor ama bunu hemen belli etmiyor. Gerçekte bu bir çeşit saklambaç: O, insanların kendisini aramasını, bulmasını, yani keşfetmesini istediği için saklanıyor.

Sovyetler Birliği'nin 1991 yılında yıkılması ardından Rusya gibi başkenti Moskova da büyük bir dönüşüm geçiriyor. Ekonomik zenginliğin yoğunlaştığı kent daha da alımlı hale gelirken, soğuk savaş döneminin önyargısıyla yabancılarda oluşan 'gri Moskova' görüntüsü hızla geçmişte kalıyor. Artık ne yiyecek kuyrukları var, ne mal yokluğu, ne de her yabancının peşine takılan KGB ajanları. İlk bakışta, yükselen yeni binaları, açılan yeni mağazaları ve hareketli gece yaşamıyla Moskova hızla Batılı başkentlere benzemeye başlıyor. Ama bu, aldatıcı bir görüntü; Moskova'nın kendisiyle tanışmak için elini uzatmayanlara hazırladığı bir çeşit tuzak ya da muzip bir şaka. Tuzağa düşen, şakayı ciddiye alan yabancılar, güzel ama sıradan bir Batı başkentini daha görmenin mutluluğuyla evlerine dönüyor, gerçek Moskova ile tanışamadıklarını hiç bilmeden.

Tuzağa düşmeyen, şakaya inanmayanlar ise, Moskova'nın renklerine son yıllarda kavuşmadığını, geçmişin 'gri'sinin aslında aldatıcı olduğunu, en güzel renklerin, en güzel 'mavi'lerden birinin burada olduğunu keşfediyor. Bu öyle bir mavi ki, her yerde insanın karşısına çıkıyor: Metroda, otobüste, parkta, sinemada, pazar yerinde; hatta aylarca güneşi unutan gökyüzünü bile değiştiriyor. Bu mavi, insanların gözlerinde. Ama erkeklerin değil, kadınların gözlerinde. Ama genç kızların, orta yaşlıların değil, 'babuşka'ların, yani yaşlı kadınların hafif çekik gözlerinde. Yaşlılara özgü dingin yüzlerdeki mavi gözlerin sahipleri, artık zor da yürüseler, yoksulluk da çekseler o kadar sevgi dolu ki. Savaşı görmüş, açlık yaşamış, heyecanla yeni bir ülke kurmaya çalışmış, yaşamları boyunca mücadele ettiği idealleri yıkılınca düş kırıklığına uğramış, yorgun, yine de sevgiyle bakabilen gözler.

Bu gözleri keşfedenler gerçek Moskova ile de tanışmış oluyor. Rusçadan başka dil bilmeyen mavi gözlerin yabancıları sürüklediği o kadar çok yer var ki: Truva hazinesinin de sergilendiği Puşkin müzesi. Onunla yarışan Tretyakov Galerisi. Rusya'da iktidarın sembolü Kremlin Sarayı. Hemen önünde yer alan ünlü Kızıl Meydan. Yine buradaki Lenin Mozelesi ve insanda bir an önce yeme isteği uyandıran lezzetli bir pastaya benzeyen St. Basili Kilisesi. Yakınlarındaki Bolşoy Tiyatrosu. Yeni Kızlar Manastırı'ndaki Nazım Hikmet'in Mezarı. Moskova'yı kuşbakışı seyreden Lenin Tepeleri.

Ondan çok daha yükseğe çıkan Ostankino Kulesi.

Yükseklik korkusu çekiyorsanız, o zaman birer müzeye benzeyen metro istasyonları var. Cıvıl cıvıl Tverskaya Caddesi. Her zaman turistleri bekleyen Arbat Sokağı. Gidilen uzaklığa değen İzmailovo Pazarı. Hiç sesini çıkarmadan ilerleyen bir mavi gölge buraları gezenlere hep yolu gösteriyor...

(Devam edecek)
Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.

Çaykovski’nin müdavimleri



Samih Güven




Pyotr İlyiç Çaykovski (1840-1893) aralarında Kuğu Gölü’nün de bulunduğu birçok ünlü eserin yaratıcısı olan Rus besteci. Zaman zaman eserlerinde de hissedilen hüzünlü bir hayat hikayesi var. Yaşadığı dönemde, özel yaşamı, tercihleri, müzik anlayışı gibi konularda hayli tartışmalar olmuş. Ama bugünden bakan bizler için geriye şu kalıyor sadece: eserlerinin gücü ve evrensel kültür birikimine yaptığı katkı. 

Bazı istatistiklere göre Çaykovski örneğin 2017 yılında dünya genelinde eserleri en çok icra edilen altı büyük besteciden biri. Diğer besteciler, Mozart, Beethoven, Bach, Schubert ve Brahms.

İşte böylesine önemli bir besteci olan Çaykovski’nin adına Moskova’da Tverskaya Caddesinde ünlü bir konser salonu var. 1921 yılında yapılmış olan Çaykovski Konser Salonu, Moskova'nın önde gelen senfoni orkestraları, solistleri, korolarının performans sergilediği önemli bir mekan. Dünyaca ünlü piyanistler, şefler, kemancılar, şarkıcılar, senfoni ve oda orkestraları da burada sahne alıyor.

Salonun son derece etkili akustiği yanında iç mimarisi de ilginç. İçerideki boşluğun şeffaflığı ve ferahlık veren tavan dikkat çekici. Antik Yunan tiyatrolarındaki gibi sahneye eşit ve adil bir bakış sağlayan mütevazı koltuklar söz konusu. Oval sahne ise gösterişsiz ama hakim bir ışıkla aydınlanıyor. Salon 1500’ün üzerinde seyirci kapasitesine sahip ve genelde koltukları boş kalmıyor.

Geçenlerde salonun girişinde arkadaşımı bekliyorum. Moskova Devlet Akademi Senfoni Orkestrası Çaykovski’nin bazı eserlerini icra edecek. Biletler bende olduğu için girişte duruyorum ve gelenleri gözlemliyorum ister istemez. Yine aynı şeyi düşünüyorum: müdavimleri. Yaklaşık yüzde yetmişi kadın ve büyük bölümü de 40-70 yaş aralığında. Yani Moskova’da klasik müzik gösterilerinin en önemli mekanına orta yaşın üzerindeki kadınlar rağbet gösteriyor. Bu ölçebildiğim bir şey değil ama bir gözlem sadece.

Çaykovski Salonunda tek tük yabancılar da oluyor. Moskovalılar gördükleri yabancıları biraz ilgi ve biraz da memnuniyetle süzüyor. Bir konserde olmanın, kendilerine böyle bir vakit ayırmanın tatlı huzuru içindeler. Hepsi özenle giyinmiş. Son derece dikkatle ve sessizce izliyorlar konseri. Öksürüklerini bile araya saklıyorlar. Aralarında konuşanını göremezsiniz. Nerede ne kadar alkışlanması gerektiğini biliyorlar. Ama asıl ilginç olan son bölüm. Konser bittiğinde alkışlama seansı neredeyse yarım saat sürüyor. Orkestra şefi sahneyi birkaç defa terk edip yeniden geliyor. Alkışlar dinmiyor. Bundan oldukça mutlu olan şef programda yer almayan kısa performanslar armağan ediyor seyircilere. Çiçeklere boğuluyor sanatçılar.

Müdavimler mutlu. Yavaşça, acele etmeden yöneliyorlar çıkışa. Merdivenlerden giyim kuşamına özenmiş, yeni konserleri düşünen kadınlar iniyor ve şehrin kalabalığına karışıyor sessizce.

Moskova'nın başka bir yüzü



Samih Güven





Yılbaşı ertesi, gece yağan karla süslenmiş, o sessiz halini seyretmek istiyordum Moskova'nın. Trafiğin olmadığı, mekanların kapalı olduğu, caddelerden tek tük araçların geçtiği, sabah mahmuru, gece yorgunu halini.

Sabaha kadar havai fişekler patlamıştı. Meydanlar, restoranlar,  barlar dolup taşmıştı dün gece. Öpüşenler öpüşmüştü yeterince. Eş dost hasret giderip güzel saatler geçirmişti. Belki de daha yeni uyumuştu çoğu.

Evin hemen yakınındaki park karla örtülmüştü. Banklar bomboştu. Köpeklerini gezdiren bir kaç yaşlı vardı görünürde.

Moskova Nehri bütünüyle donmamıştı henüz. Suyun kıpırtısını duyabiliyordum. Yaprak yaprak kabaran, parıldayan ve ağır ağır ilerleyen haliyle şehrin susmuş haline aldırmıyordu. İyice yanaşmıştım. O sesi biliyordum. Yine de sesten çok sessizliği güçlendiren bir özellik gibiydi bu.

Parktaki serçelerin hareketliliği, kanat çırpışları da her zamankinden daha dikkat çekiciydi. Onlar da sessizliği büyütüyordu varlıklarıyla.

Moskova’da ileri yaşına rağmen yalnız yaşayan çok yaşlı vardı. Nerdeyse doksan derecelik açıyla pazar arabalarını sürükleyen yaşlı kadınlarla karşılaşıyordum çokça. Parktaki o yaşlıları düşündüm biran. Neden erken kalkıyorlardı? Erken yattıkları için mi? Geceden umutları kalmadığı için mi artık? Kalan zamanı daha mı iyi değerlendirmek istiyorlardı? Ya da sabahı mı seviyorlardı? Sabahın sevilecek nesi var? Bilmiyorum. Biliyorum belki de. Ben de sabahın güzel olduğunu düşünmüyor muyum?

Çünkü umuttur sabah. Ferahlıktır serin esintiler. Karanlığın son bulmasıdır. Hele bir sabah olsun denir ya. Bu gece sabah olur mu denir ya hani. Sanki sabah olunca her şey değişecektir ve ellerimizde şekillenecek yeni bir dünya başlayacaktır. Ya da bir mucize doğacaktır.

Zaman mı veriyor hükmü? Her şey kendi dinamikleri içinde döngüsünü tamamlıyor, zaman bütün bunların tanığı yalnızca. Bir şeye karışmaz, bir şeyin şöyle ya da böyle olmasını istemez o. Her şey onu çevreleyen koşullar içinde bir yere evrilir veya evrilemez. Zaman bir yerden bir yere varmaktır sadece. A noktasından B noktasına. Yaşlılık ta böyle mi?

Yürümeye devam ediyorum nehrin kenarında. Yanlarından geçerken göz göze geldiğim ve diğerlerinden daha duyarlı olduklarını bildiğim o yaşlı insanları düşünmeye devam ediyorum bir yandan.

Ne anlatıyor yüzlerindeki ifade. Çaresizlik mi, yorgunluk mu, geldikleri noktanın dehşeti mi, hayal kırıklığı mı, baş edememek mi, güçsüzleşen bedenin, ağrıların, sönmüş arzuların belirtisi mi?

Bir yılbaşı ertesi neden bunları düşünüyorum bilmiyorum. Ama o sessiz şehirde karşıma çıkan durum buydu. Yüzleştiğim bu insanlardı. Eğlence yorgunu, uyuyan, sıcak sarılmaların sarhoşu olmuş insanlardan değillerdi.

Otobüs durağında da birkaç yaşlı insanla karşılaşıyorum yalnızca. 9b numaralı otobüs. Şehrin merkezinde çember bir hattın (kaltso) üzerinde dolaşan, bir saat sonra bindiğiniz noktada inebileceğiniz bir güzergah. Metroya inip çıkmanın sıkıntısını yaşayan yaşlıların tercih ettiği ve genelde tenha olan bir otobüs bu.

Bu yüzden bedavaya şehir turu atabileceğiniz, otobüste kitap okuma gibi bir alışkanlığınız varsa bunu kolaylıkla gerçekleştirebileceğiniz bir imkan. Yürüyüş sonrası işte bu otobüse binip dolaşmaya başlıyorum yaşlıların arasında. Sonrasında kahve içecek bir yer bulabilir miyim, emin değilim.

Karahindibaların Arsızlığı




MUSTAFA ÖZTÜRK





Novodeviçiye Manastırı’nın ayakucundaki mezarlığında, görkemli bir açık hava müzesinde bulunduğunuz hissine yakalanabilir ve herbiri kendine özgü düzenlenmiş bir sanat eseri görününmündeki“anıt mezarların” , sizi sohbete davet ettiği duygusuna kapılabilirsiniz. Bu engin çiçek tarlasındaki her bir gömüt yeri, yüksek insanlık seçkinleri arasına girmiş, tarihsel kişiliklere aittir. Bu huzur bahçesinde, gönlünüzü okşayan bir şaşkınlıkla tüm ünlü sakinleri buluşturan ortak bir gıpta duygusunu sezerken, kendi serüvenlerine dönüştürdükleri yaşamlarının kahramanı olmuş yüzlerce esin ve yetenek doruğu kişiliğin bütünlediği huzur ve mutluluk veren bir büyük halenin, büyük bir enerji bulutunun merkezinde Nazım Hikmet’ in dinlenceye çekildiği adanın yeraldığını farkedersiniz. Büyük şairin sonsuz huzur ocağının bulunduğu yer, Novodeviçiye mezarlığında, devlet resmi defin törenlerinin yapıldığı alanın merkezinde, adeta “şeref locası” konumundadır. Buraya getirilen her yeni sakin, ilk olarak, sanki, engin mapusluk deneyimine sahip, hapishanelerde onlarca sanatçıya öğretmenlik yapmış Nazım Hikmet’in önüne getirilir, tanıştırılır, ondan öğütler alır, sonra ebedi huzur ocağına gömülür. Buradaki bir defin yeri, parayla ya da dünya varlıklarıyla satınalınamayacağından dolayı paha biçilemezdir.Yıllardır defin işlemi durdurulmuştur, bu durdurma işleminin son istisnaları, SSCB son devlet Başkanı Mihail Gorbaçev’in bir fenomene dönüşen karısı Raisa Gorbaçev ile Sovyet sinema ve sirk artisti sosyalist emek kahramanlık madalyası sahibi Yury Nikulin ve devamen Rusya tarihinde yer bulmuş sayılı sanatçılardan ibarettir. Her defin yeri için, Devlet Başkanının bir kararnamesinin düzenlenmesi gereklidir. Rusya kalbini, öz bir oğluna açar gibi açmıştır Nazım’a. Rejim değişse de, yöneticiler degişse de, Nazım Hikmet bu ülkede, vatansız iken bulduğu yurt parçasında hala huzurla yatmakta. Ziyaretçileri, komşuları, Gorbaçev’den, Ho Si Min den, Anton Çehov’dan, Mayakovski ’den, besteci Sostokoviç ’den, Gogol ’den, hemen herkesden daha çoktur. Ziyaretçileri arasında yıllarca, Türkler azınlıkta kalmıştı. SSCB’nin dağılmasından sonra, yeni Rusya’da, tamamen korunaksız kalan yüzlerce Türkiyeli komünist de, çok yeni bir sürgün yaşamına başlamışlardı. Bilal Şen, o yıllarda mezarlığa gelen Türkiyeli komünistlerin en yaşlısı ve kıdemlisi idi.1920 doğumlu Bilal amca artık aramızdan ayrıldı, Onyıllari beraber yaşadıkları sevgili eşi Svetlena hanım, TKP'nin kurucularından ve Mustafa Suphi'nin yoldaşlarından Süleyman Nuri'nin kızıdır. Nazım Hikmet’in ölümünün otuz yedinci yıldönümünde, 3 Haziran 2000 günü Vera Tukyukova ile anma töreninde Novodeviciye Manastır mezarlığında beraberiz. Vera yıllar sonra bir tufan gibi patlayan binlerce Türkiye vatandaşının akınını memnuniyetle ve heyecanla ve de hayretle izliyordu. Yorgun ve rahatsızlığının izlerinin zaman zaman perdelediği yüzüne bir mutluluk halesi gelmiş, on yıllardır eksikliğini hissettiği bir sıcaklığın kendisini sardığını düşünüyor olmalıydı. Rusyalı TKP grubunun tören alanına geldiğini görünce, Vera ve gazeteci Hakan Aksay’ın yanından ayrılarak, Bilal amca ile Mehmet Toğacar’ın yanına vardım. Bizim sohbetimiz sürerken, yanımıza, ay yüzlü bir ninenin yaklaştığını fark ettim:
“oğul, merhaba” “merhaba, ana’’ “Ben sizinle görüşmek isterem, benim adım Adile, Adila Guseynovna, görüşmemiz olur mu” “Ana tabii ki, tören bitsin ben seni arabama alırım, yalnız mısın” “Yok, Sonya da var, Sonya İhmalyan, Jak İhmalyan’ in eşi “ Gümüş gibi saten saçlarla, bir teyze daha yaklaştı. Tanıştık. her ikisi ile de tören sonu buluşmak üzere sözleştik… Bu arada, Adile’den duyduğum “Vera nin ne isi var burada” sozleri beni çarpmıştı. “Vera nin bugün burada olmasından mutluluk duyulmaz mı Adile anam”, “sonra oğul anlatiram sana, günlüklerimi getirmişem: sana vermek istirem…” Bu son dialog usuma egemen olmuş ve tüm düşüncelerin ortasına bağdaş kurup oturmuştu… Bir gizem beni bir yere çağırıyordu Her yılbaşından sonra, geleneksel Nazim takvimim baslar. Yılın ilk ziyaretini bu günlerde yaparım. Mezarlığın 48 nolu parseli üzerindeki gömütlerin bakımından ve düzeninden sorumlu yaşlı Zinaida teyze yaşama gözlerini yumduktan sonra, yerini alan Varvara teyze ile de dostlugumuz ilerlemişti. Karlar eridiğinde, Novodeviçiye Mezarlığı nda bahar hazırlığı başlar. Nazım Hikmet’in huzur bulduğu mekanının toprağı üzerine şubatın sonlarına doğru ilk cemre düşer. Karlar eridikten sonra, gömütlerin üzerindeki toprak kabartılır ve üst katmanındaki bitki toprağı eşelenir ve ayrık otları ve yabancı bitkilerin çıkmaması için, küçük bir “nadas” yapılırdı. Nisan ayının sonunda, Rusya da geleneksel, çevre temizliği başlar. Bu etkinlik, çoğu yerde, nisan ayının son Cumartesi ne denk getirilirdi, adı da buradan gelmekteydi “Subbotnik”, yani “Cumartesilik” … “Cumartesilik” Sovyet ülkelerinde komünist kültürün gelenekselleştirdiği bir imece paylaşmasıydı, daha çok, Lenin in doğum günü olan 22 Nisandan önceki gün bir seferberlik ruhuyla yapılırdı. Benim subbotnik gelenegim de, 22 Nisandan önce şair babayı ziyaret etmek, gömütün çevresine bir kolaçan etmekti. Bu gelenek, onunla birlikte Lenin in doğum gününü kutlamak ve şair babanın koynuna bir kaç yeni çiçek ekmekten ibaretti… Bunları yaparken, Zianida teyze, onun vefatından sonra da, Varvara teyzenin, emeğiyle, benim de katılımla, bu isleri yapardık.

Ama Nazım babanın ölüm yıldönümü törenlerinden önceki günlerde, bir kaçınılmaz temizlik evresi daha vardır. Bu sefer, rüzgara karşı tüm mezarlık alanında bir seferberlik başlatılır. Gevrek kavaklardan ve selvilerden uçusan aşaklar, toprak ve yer yüzeyini topaçlı tüylerle kaplayınca her yerde temizlik atağı başlar, mezarlığın her parselindeki bakıcıları bu mücadeleyi yürütürler. Hele Mayıs başında, ilk çiçeklerini veren karahindibaların hikayesi bizim için ayrı bir anlam taşır. Karahindibalar, papatyagillerden, arsız bir vahşi yazı çiçeğidir. Nazım Hikmet in gömütünün bulunduğu parselin hizmetlileri teyzelerden bu çiçeğin hikayesini kısaca aktarayım: Karahindiba çiçekler aleminde mutluluk ve sadakat simgesi olarak bilinirlermiş. Arıların en uzun seviştiği çiçeklermiş nisan başından eylüle dek balyapıcı polenlerin ve tozanların en büyük kaynağı karahindibalar imiş. Rusya’da bu kadar çok adı ve lakabı olan bir çiçek olmasa gerek ; gün ışığı, kürklü, kabarık, yağlı çiçek, mart çalısı, üfürük topacı.. Geleneksel tedavilerde ninelerin vazgeçemediği karahindiba nın bir adı da ömür balzamı... Karahindibalar çiçek verdikten, sonra tohuma durur. İşte o zaman kavakların tüylü aşakları gibi, tüylü topaçlar alır çiçeklerin yerini. Rüzgar yine sahne alır, tohumları her bir köşeye dağıtır. Bu dönemler, mezarlık bahçesinin bakımına çok yoğun emek harcar bakıcı teyzeler. Bu dönemler, mezarlığa uğramasam, rahat edemem. Bakarım ki, şair baba da ayakta, bize destek verir: O rüzgara karşı durmayı hep sevmiştir... Ama bir de söylemek istediği var gibidir... Karahindibaların arsızlığından o mutludur... Arsızlıkları olmasa onlar dağılıp, çiftleşip, çoğalamazlar ve her yıl, milyonlarca tüylü topaçla, şair babanın yanından, milyonların devrim ruhuyla ayağa kalktığı, bir 1 Mayıs korteji gibi geçiş yapmazlardı... Yaz sonunda, güz temizliği takvimi gelir,bu sefer ki gayret ise kar düşmeden, toprak donmadan, yaprak temizliğinin yapılmasıdır. Toplanan yapraklar, yakılmak üzere, kamyonlarla, mezarlıktan toplanma noktalarına taşınır. Benim şair baba ziyaretlerim, ayrılık öncesi, bakıcı teyzenin kulübesi yanında bana ikram ettiği çay ile sonlanırdı. Bazan benim götürdüğüm keki veya pastayı yerdik. O kulübe de, bazan, şair babayı Rus geleneklerine göre anardık. Bu anma, “ruhu şad olsun” denilerek doldurulan vodka kadehсikleri, kutlama ve şerefe duygu halinden uzak, birbirine tokuşturulmadan içilerek yerine getirilirdi. Bu anmaya Rusya da “ paminka” denir. Bir tür “yas alma” gelenegi… Eski pagan alışkanlıklarına uzanan, merhumun ardından, defin günü, 3 cü,9 cu ve 40 cı günlerde verilen yas yemekleri de böyle adlandırılıyor. Genellikle, 3 Haziran’ın bir gün öncesi hazırlık çalışması sonrası , çoğunlukla iki kişiden olusan, ayaküstü yas alma törenlerimizin, anlamı, ”sair babanın ” ertesi günkü törene hazır olduğu anlamına gelir. Bu emekçi yaslı teyzelerin Nazım Hikmet in dinlence evine daha özenli bakmaları, ve ilgilenmeleri için onlara küçük armağanlar verme gelenegini sürdürüyorum. Türkiye’den onlara eşarp, çorap, annemin ordüğü eldivenler armağan ettigimde, beni bağırlarına basıp, gözyaşı dökmelerini unutamam:

“ne volnuysa sınok, mesta pokoya u papa poeta budet samjy sikarniy” “sen merak etme, şair baba nın yeri, buranın en bakımlısı olacak” Vera Tulyukova bizim bu mezarlık rituellerimizi, ışıklar içinde yatası Zinaida teyzeden duyduktan sonra, bana minnet duygularını ifade etmisti; “Mustafa, moi pecali zdes rashodyatsia, spasibo za vso” Mustafa, benim hüzünlerim burada dağılıyor, her sey için sağol” Vera ya yanıtım onu düşündürmüstü, sevindirmişti “Uvajaemaya Vera, biz Nazim ın size aşkını örnek alıp, aşık olurduk, ilk gençligimizde, hepimiz bir saman sarısı kadına aşıktık. Siz hepimizin gözünde idol ve ideal gelindiniz. Ben Nazımı sevdiğim ve ona bir öğrencisinin gönül borcunu hissettiğim için buradayım. Lütfen böyle anlayın, size yardım etmek için yapmıyorum, kendim istediğim için bunlar...” Vera, duygulanmış, mutlanmış, gözleri nemlenmişti. Nazım konuklarını kabule hazırdı.

Mustafa Öztürk, Moskova, Haziran 2018