Moskova

Moskova

26 Nisan 2017 Çarşamba

Moskova’da mutlu olmak



M. Hakkı Yazıcı


Kaynak:
http://www.turkrus.com/ 
http://www.medyagunlugu.com/ 



Vladimir İvanoviç’le bu defa derin felsefi konulara daldık.

Almanların Puşkin’i şair Goethe’ye, mutlu bir hayat yaşadı mı diye sormuşlar.-Ki o sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda çok bilge bir insandı.

“Evet, çok mutlu bir hayat yaşadım,” diye cevap vermiş; “Ama” diye eklemiş ardından:

“Tek bir mutlu hafta hatırlamıyorum.”

Genellikle mutlu olmak tabii ki iyi, ancak kesintisiz mutluluk olmuyor; kaldı ki iyi bir şey de değildir demeye getiriyor herhalde.

Zaten çok alışılırsa kıymeti de anlaşılmaz; elde etmek için çabalamak gerek. Ben şahsen hayatta hiçbir gayesi, beklentisi olmayan insanların gerçekten mutlu olabileceklerine inanmayanlardanım.

Yani şu ki mutluluk, bir anlamda, üzüntülerin, sıkıntıların üstesinden gelebilmektir.

Mutluluk, iniş çıkışlı zamanların ardından iyi şeyler yaşamak ve bundan hoşnut olmaktır.

Yani bir öyle, bir böyle…

Şimdi ben bunları niye hatırladım ve anlatıyorum?

Moskova’da biraz geciken bahar birkaç güne yüzünü göstermeye başlayacak da ondan.

Vladimir İvanoviç’e, “Baharın bu kadar gecikmesi çok yanlış,” diyorum.

O, buraların çocuğu; alışkın ne de olsa, “Sabret biraz daha,” diyor.

Uzun karlı, buzlu günlerden sonra güneşle muhabbetimizin doyumsuz olacağı bir mevsime giriyoruz.

Sonra gelsin park, bahçe gezmeleri; bir hafta sonu Gorki Parkı, Park Muzeon, sonraki haftalarda Kolomenskoye, VDNH,  Botaniçeski Sad, Sokolniki, Ermitraj Bahçesi, Tsaritsino 
Parkı, İzmaylovskiy, Fili Park,..

Gez, gezebildiğin kadar. Kendini Moskova’nın yeşiline bırakma zamanı.

Daçada şaşlık günleri de cabası…

Genellikle Moskova’da havuzların fıskiyelerinin açıldığı Nisan sonundan, kapandığı Ekim sonuna kadar. Güzel, güneşli günlerin gayrı resmi takvimi bu… Pek şaşmaz.

Tadını çıkarmak lazım… Sonrası malum, üç beş ay sonra yine soğuk günler başlayacak zira. Yeşil kış bitecek, beyaz kış yeniden kapıyı çalacak.

Hayat böyle bir şey işte…

Goethe şiirlerinden birinde şöyle demiş, “Asıl kabus, ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.”

Tersi mutluluk değil, can sıkıntısıdır. Heyecansız, mücadelesiz, uğruna çalışmadığınız ve hatta kavga gürültü çıkarmadığınız amaçsız, tekdüze bir hayat...

Kendi hayatınızı bir düşünün. Muhtemelen uzun mücadelelerle dolu bir serüven yaşamışsınızdır. Bir sorunu çözmüş, mutlu olmuş; ancak daha nefes bile alamadan bir diğeri bütün haşmetiyle karşınıza dikilmiştir. Her defasında, haliyle karamsarlaşırsınız. Ama hemen kendinizi toparlıyorsanız; kısa dönemde karamsar, ama uzun dönemde iyimserseniz mesele yoktur.

Goethe’nin söyledikleri özellikle genç insanların kulağına küpe olmalı.

Bu hayatı sıcak bir serüven haline getirmek bizim elimizde. Avuçlarımızın içinde…

Ne istiyoruz? Ne hayaller kuruyoruz, ne elde ettiğimizde mutlu oluyoruz diye şöyle bir düşünelim.

Sağlıklı olmak?

Aşk, evlilik, çoluk çocuğa karışmak?

Başımızı sokabileceğimiz bir ev, lüks bir araba, MKAD’dan çok uzak olmayan bir daça, pahalısından ultra teknolojik bir akıllı telefon?

Yüksek maaşlı, itibarlı bir iş?

Karlı bir proje, ya da bir alışveriş?

Herkesin önceliği farklı…

Babamın anlattığı bir hikaye vardı: Fukaranın birine sormuşlar; “Zengin olsan ne yapardın?” diye. “Hep soğanın cücüğünü yerdim,” demiş.

Bizim Serkan’ı geçen gün payladım.

Yeni aldığı arabasıyla Moskova sokaklarında bütün gün fink atıyor, direksiyonda bile o pahalı telefonu elinden düşmüyor, yetmiyormuş gibi bir de oturmuş saçma sapan hayallerini ciddi ciddi anlatıyor, “Abi, düşünsene çok param olsa şunu alırım, bunu alırım,” diye.

Ağabey nasihatı veriyorum; “Bak,” diyorum, “Mesela Çin’den demir almış bir yük gemisinin kaptanıymışsın, gemi batıyor, mürettebattan bir tek sen sağ kalıyorsun. Gözlerini açtığında ıssız bir adanın sahilinde buluyorsun kendini.”

“Robinson Crusoe gibi mi?”

“Eh, öyle gibi diyelim. Kaptanı olduğun gemi de koyda karaya oturmuş. Ambarları taşıdığı yük olan en son teknolojik cihazlarla dolu… Akıllı telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar, daha ne istersen…”

Tuzağıma düşüp, “Offff, deme be abi!” diyor.

Kızıyorum:

“Ah be oğlum, ne işine yarayacak bunca şey? Etrafında konuşacak bir tek insan olmayınca? 
Bence pahalı bir akıllı telefonun olacağına, birazcık akıllı olsan daha iyi!”

“…”

İgor, araya girip “Ben, mutluluğumu her sabah işe gelirken evde bırakıyorum, akşam dönünce yine kavuşuyorum,” diyor.

Kastettiği karısı, oğlu Maksim ve kedileri Barsık. İyi bir aile yaşamı… O da kendisine göre haklı.

***
Bizim gibi Rusya’da yaşayanlar için mutluluk nedir?

Çoğunlukla başarılı olmak; iyi bir iş sahibi olmak, karlı bir iş yaratmak… Pek çoğumuz gibi iyi bir eş sahibi olmak, çoluk çocuğa karışmak.

Bir de kuşkusuz iki ülke arasındaki ilişkilerin en azından eskisi kadar iyi olması.

Ancak az üzülmedik son iki senede olanlardan.

Uçak olayından sonra olumsuzlaşan devlet ilişkileri ve alınan önlemler nedeniyle yirmi senelik emeğinin karşılığında edindiği her şeyi bir anda yitirenleri mi; Rus karısından, çocuklarından ayrı düşenleri mi ararsın, hepsi var. 

Bu süreç, mutsuz olmak için yeterli bir durumdu.

Sonra birden ilişkiler düzelir gibi oldu. Mutlu olduk.

Elçiye yapılan suikastle yine çok üzüldük, tedirgin olduk. Bunun bir provokasyon olduğunun anlaşılması ve ilişkilerin olumsuz etkilenmemesiyle sevindik.

Nasrettin Hoca’nın eşeğini kaybedip, sonra bulup sevinmesi gibi oldu.

Ancak olmuyor, niyeyse tam olmuyor.

Suriye meselesinde bir öyle oldu, bir böyle.

Yaş sebze, meyve, domates, buğday ticaretindeki gariplikler hala devam ediyor.

Dağ fare doğurmuştu…

Vizelerdeki, çalışma izinlerindeki, kotalardaki sorunların henüz aşılamaması…

Turizmde tam eski günlere hızla yeniden dönülüyor derken, “charter seferleri”ne sınırlamalar getirileceği söylentileri.

Bir de buğday ticareti gerginliği çıktı ya başımıza, Serkan, yine diline bir türkü dolamış takılmış plak gibi mırıldanıp duruyor. İşle güçle uğraşırken türkünün sözlerinden sadece bazı dizeler kafama balyoz gibi dong dong iniyor:

“Arpa, buğday daneler.
(Aman) arpa, buğday daneler
(Aman) Dar geliyor düğmeler
Meyil verme güzele
(Aman) Ayrılması güç olur.”

Yani, her gün hop oturup, hop kalkıyoruz.

Bir gün ümitli, ertesi günü karamsarız.

Bir gün mutlu, bir gün mutsuzuz.

Bu kadarı da fazla, bizimkisi de can, diye isyan edesimiz var!

Bilirsiniz bu fıkrayı; Nasrettin Hoca, yine eşeğini kaybetmiş, dağ bayır aranıyormuş. Bir yandan da türkü söylüyormuş.

Görenler, “Hayrola hoca, hem eşeğini kaybetmişsin, hem de neşeyle türkü söylüyorsun, ne iş?” diye sormuşlar.

Hoca, “Bakmadığım bir şu tepenin ardı kaldı, eğer orada da bulamazsam siz seyreyleyin o zaman bendeki feryadı figanı,” diye cevap vermiş.

Biz de en kısa zamanda, belki de hemen şu tepenin arkasında her şeyin düzeleceğini umuyoruz. Gücümüzü de bu umuttan alıyoruz.

Yeniden mutlu olmak en doğal hakkımız.

Vladimir İvanoviç, “Halbuki bana sorsalar mutluluk nedir, yaşadıklarının üstüne ne istersin diye, huzurlu, savaşsız, gürültüsüz bir dünyada kalan ömrümü sağlıklı bir şekilde tamamlamak derim,” diyor.

Ben de ona Nasrettin Hoca’nın bir başka fıkrasındaki cevabında olduğu gibi, “Sen de haklısın,” diyorum.

***
Vladimir İvanoviç, benim pencereden bize doğru dallarını uzatmış ağaca gözümü diktiğimi görüp durumu anlıyor.

Moskova’nın havası senelerdir hep aynı tarihte beni vuruyor.

Alerjik bir durum benimkisi… En sonunda sanırım suçluyu yakaladım: Avludaki akağaçlar.

Benim yakın vadedeki mutluluğum da bu sene alerjik dönemimi kazasız belasız, hasarsız atlatmak olacak.

Bu yıl Moskova’nın kışı bir tuhaftı.

Senelerdir böyle tuhaf, alışılmışın dışında bir Moskova kışını yaşamadım.

Aldatıcı bahar neredeyse iki ay önce geldi.

Nisan başında artı 19 dereceyi görerek “erken bahar” yaşayan Moskova’da şemsiye sonra tersine döndü. Kış, kar, fırtına, ayaz ve yağmurla birlikte geri döndü. Ara ara soğuk yaptı; kar yağdı, eridi; sonra bir daha yağdı. Bu, bildiğimiz Moskova havası değil. Ancak bazı seneler böyle oluyor.

Şu sıra yaşanan hava daha çok nisan sonunun değil, mart ayının normallerine benziyor.

Bahara “merhaba” demek Mayıs tatillerine kadar mümkün olamayacak mı nedir?

Vladimir İvanoviç’le pencereden dışarı bakarken bir saatin içinde önce yağmur yağdı, sonra doluya döndü, arkasından lapa lapa kar yağmaya başladı. O da bitti güneş çıktı.

Birbirinden farklı bu kadar çok doğa olayını arkası arkasına, bir arada yaşayınca şaşırdık kaldık.

Ah, bir de binaların arasından gökkuşağı kendisini gösterseydi?

Ağaçlar da şaşırdı. Yapraklarını açmak ya da açmamak konusunda kararsızlıkları var.

Günlerdir benim hem dostum, hem de düşmanım olan penceremizin önündeki akağacı (Клён - Lat. Ácer, İng. Hard Maple, Rusça американский клён) gözlüyorum.

Dostum diyorum, zira çok güzel bir ağaç, bütün bir yaz gölgesiyle bizi serinletiyor. 

Düşmanım diyorum,- aslında demek istemiyorum; ancak baharda benim üzerimde korkunç bir alerjik etkisi var: Burnum, ağzım, gözlerim, kulağım, her yanım kapanıyor.

Hemen her sene Nisan ortasından Mayıs Bayramları sonuna kadar, neredeyse bir ay sümüklü sümüklü, aksırıp tıksırarak dolaşıyorum.

Dün Moskova yine yağışlıydı; bütün gece sabaha kadar uykumun arasında yağmur damlalarının tıpır tıpır seslerini dinledim.

Yarın sabah belki pencereden baktığımda beni bir sürpriz bekliyor olacak: Akağaç, artık karar verip yapraklarını açmaya başlayacak.

Evet, bir gecede… İşte, doğanın hoş sürprizleri… Bir gecede çok şey değişebiliyor.

İzlemeye devam. Akağacın yaprakları önümüzdeki günlerde iyice kendisini gösterecek; o hayranı olduğum yemyeşil kılığına bürünecek.

Ben de deneyimli ve hazırlıklıyım. Anti-alerjik ve bağışıklık güçlendirici ilaçlarım yedeğimde.

Aman Akağaç, n’olur,.. Yalvarırım sana bu sene beni çok hırpalama!


Mayıs Bayramlarının sonuna kadar hasarsız atlatırsam bu da benim mutluluğum olacak.

24 Nisan 2017 Pazartesi

Artık 'seçmen' yok, 'müşteri' var...






"Dünya siyaset sahnesinde ABD'den Fransa'ya ve Hollanda'ya uzanan popülizm dalgası Rusya’yı da vuracak mı?" Bu sorunun yanıtını, Kremlin destekli bir analistler grubu yine Kremlin için aradı.

İzvestiya gazetesinin ulaştığı rapor göre sonuç: "ABD ve Avrupa'da gözlenen popülist siyaset dalgası 2021-2024 parlamento ve başkanlık seçimi döneminde Rusya'ya ulaşabilir."

Bu yıl kurulan ve doğrudan Kremlin için çalışan Sosyal Araştırmalar Ekspertiz Enstitüsü (EİSİ) analistlerinin vardığı sonuç Rusya'da yankı yarattı.

EİSİ'nin başkanlığa sunduğu raporun kamuya açıklanan kısmında, çağdaş popülist akımların toplumsal gelişmenin güncel aşaması olduğu düşüncesine yer veriliyor.

Buna göre, seçmen sağ ve sol arasında seçim yapmaktansa kendini "müşteri" gibi görerek "sunulan fayda paketleri arasında" bir tercih yapıyor.

Sosyal adalet talebinin taşıyıcı olan demografik dilimleri 20-24 ve 25-29 yaş grupları. Bunun sebebi de söz konusu grupların gelirlerinin on beş yıldır sürekli geriliyor oluşu. Başka bir deyişle, 20 yaşında bir genç sıkı bir çalışmayla 35 yıl sonraki hayatını garanti altına alabileceğinden eskisi kadar emin değil.

Gelirlerdeki gerilemenin 20'li yaşlardan 45-50 yaş dilimine uzandığı ülkelerde popülizm gelişme imkanı buluyor. Raporda buna örnek verilen ülkeler İtalya, Fransa ve ABD.

Neticede oy verirken adayların programlarını inceleyip bir karar vermek yerine son anda duygusal seçimler yapılıyor. Bu da seçim sonuçlarını her türlü "anormal sonuca" açık hale getiriyor.


EİSİ raporunun Rusya iç politikasını ilgilendiren bölümlerinin ise kamuoyuyla paylaşılmasının planlanmadığı vurgulanıyor.

22 Nisan 2017 Cumartesi

Rusya'da akademisyenler "kimlik" arıyor: "Rusya ulusu etnik değil, politik bir topluluktur"





Rusya Bilimler Akademisi (RAN) üyesi bilim insanları, Kremlin'in çağrısıyla hazırladıkları kavramlar sözlüğünde "Rusyalıların etnik değil, politik bir topluluk olduğunu" vurguladı. Başkan Putin'in de üzerinde çalışılması talimatı verdiği "Rusya ulusunu tanımlama projesi" olarak bilinen kanunun hazırlayıcıları ilk günden karşılaştığı engel, herkesi memnun edecek bir "Rusya ulusu" tanımının olmayışı idi. "RAN'dan bilim insanlarının hazırladığı yeni sözlük sayesinde problemin çözümünün yakın olabileceği" yorumu yapılıyor.

Bilimler akademisinde Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin'in isteği üzerine kurulan yeni bilim kurulu, yasa yapıcıların ihtiyacı olan tanımlamaları meydana getirmek için çalışıyor.

Söz konusu sözlükte üzerinde mutabık kalınan bazı terimler şöyle:

Rusya Federasyonu'nun çok uluslu halkı: Rusya Federasyonu'nun, ortak çıkarlar ve tarihsel kültürel değerler etrafında devlet birliği ile birleşmiş, farklı uluslara mensup olmakla birlikte kendini Rusya ulusunun parçası olarak gören yurttaşlar toplamı. 

Rusya ulusu: Tarihsel Rusya devlet geleneği temelinde konsolide olmuş, üyeleri etnik, ırksal ve dini aidiyetlerden bağımsız olarak eşit haklara, ortak tarihsel-kültürel değerlere, tek bir halka aidiyet duygusuna, yurttaş sorumluluğu ve dayanışmasına sahip sivil-politik toplam.


Halk: 1. Aynı ülkenin vatandaşı olarak (Rusya halkı, Rusyalılar), 2. Rusya Federasyonu'nun az nüfuslu otokton (yerli, yerleşik) halkları dahil olmak üzere etnik toplam olarak (ulus), 3. İnsanların her türden toplanma biçimi olarak.

Anayasasında "çok uluslu devlet" olarak tanımlanan Rusya Federasyonu'nda 190'dan fazla farklı etnik kökende halk yaşıyor. Nüfusun yüzde 80'e yakını Ruslardan oluşurken, vatandaşlık esasında "Rusya halkı" terimi kullanılıyor.  

Rusya’da Lenin'e saygı ve sevgide artış var




Rusya'da Lenin'e olan "saygı ve sevgide" son yıllarda artış olduğu belirlendi. Levada Center anketinde sadece yüzde 14'lük kitle Lenin'in heykellerinin kaldırılmasına destek verdi. Diğer yandan mozolesinin kapatılıp naaşının gömülmesini isteyenler hala net olarak çoğunlukta.

1917 devriminin 100. yılı nedeniyle yapılan ankette, Lenin'in tarihteki rolünü olumlu bulanların oranı da yüzde 57 olarak belirlendi. Olumlu düşünenler son 11 yılda yüzde 17 artmış oldu. Lenin'e tarihi perspektfte "daha çok olumsuz" bakanlar yüzde 17, "tümüyle olumsuz" bakanlar ise yüzde 5 olarak saptandı. Yüzde 23'lük kitle bu rol konusunda hala kararsız...

Kızıl Meydan'daki mozole konusuna gelince:

Anket katılımcılarının sadece yüzde 31'i "korunması" düşüncesinde.  2006'da bu oran yüzde 38 idi. Yüzde 58'lik kitle "Gömelim" diyor. Bunların yüzde 32'si Kremlin Sarayı'nın duvarının dibine, Stalin'in mezarının yanına gömülmesini isterken yüzde 26'sı St. Petersburg'a gömülmesinden yana.

20 Nisan 2017 Perşembe

Afiyet olsun Sovyetler Birliği


Anya von Bremzen’in Sovyetler Birliği tarihiyle kendi ailesinin hikâyesini mutfak kültürü üzerinden anlattığı Sovyet Mutfak Sanatı kitabında lezzet, hasret ve tarih bir arada...


Yemek yazarı Anya von Bremzen’in Sovyetler Birliği tarihiyle kendi aile hikâyesini yemekler üzerinden anlattığı Sovyet Mutfak Sanatı, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yarın raflarda. “Yemek ve Hasret Anıları” altbaşlığını taşıyan ve Türkçeye Özlem Yüksel tarafından çevrilen kitaptan tadımlık bir bölüm sunuyoruz.

Yemek ve Hasret Anıları

Bütün mutlu yemek anıları birbirine benzer; her mutsuz yemek anısının ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

Annem de, ben de o muzafferane, parlak kızıl bir sosyalist bolluk ve görkemli hasatlar masalıyla büyüdük. Ancak, yaşadıklarımızda, hoş bir vanilya buğusunun sarmaladığı mesut mutfaklar, sofraya nar gibi kızarmış bayram kuşları koyan anneler yoktu. Burjuva tereyağı bol çay kurabiyesi mi dediniz? Öyle bir anım var... Kruşçev dönemine özgü yoksul semtimizde annem yüksek sesle Proust okuyor; bense Fransız yazarın o duyusal hayallerinden son derece sıkılmışım, fakat gerçekten yenebilir bir kurabiye fikriyle de sarhoş olmuşum. O egzotik kapitalist madlenin tadı nasıldı? Müthiş bir merak içindeydim.

Sovyet yemeklerine dair bir öykü, özlemle ve karşılıksız bir arzuyla dolu bir tarihçe oluyor kaçınılmaz olarak. En yoğun mutfak anılarınız aslında hiç tatmadığınız yiyeceklerden oluşuyorsa ne olur peki? Hayalde canlandırılmış, dinlenmiş öykülerden alınmış anılar; yetmiş yıllık jeopolitik bir tecridin ve kıtlığın ürünü olan hararetli bir kolektif hasret.

Yakın zamana kadar bu tür anılardan pek fazla söz etmezdim. Neden yemek hakkında yazdığımı sordukları zaman, hazırda tuttuğum o hikâyemi bir çırpıda tekrarlardım. 1974’te annemle Moskova’dan sırtlarında kışlık paltoları ve dönüş hakları olmayan vatansız mülteciler olarak göç ettik, babam bizimle değildi. Juilliard’dan mezun oldum, seksenlerin sonlarında bileğimdeki bir sakatlanma yüzünden piyano kariyerim kısa sürdü. Ve yeni bir başlangıç arayışı içindeyken, neredeyse rastlantı eseri yemek işinin içine düştüm. Ve hiç arkama bakmadım. Eski SSCB mutfakları üzerine yazdığım ilk yemek kitabımın, Please to the Table’ın (Buyurun Sofraya) ardından güzel şeyler olmaya devam etti: Heyecan verici dergi yazıları, başka yemek kitapları, ödüller, neredeyse yirmi yıllık seyahatler ve unutulmaz yemekler.

Hemen hiç bahsetmediğim şeylerse, büyükannemin, yoldaş komşuların birbirlerinin çorbasından et aşırdığı komün apartmanının mutfağında duran kap kacağa yapıştırılmış kurukafalı ölüm tehlikesi işaretleri. Merkez Komite’nin çocuklarının gittiği kreşimde yedirdikleri havyarı can havliyle öğürdüğüm öğleden sonraları; öğürürdüm çünkü o elit Parti havyarıyla birlikte Sovyet karşıtı annemin hazmedemediği ideolojiyi de yuttuğumu hissederdim. İnsanın derisini dalayan kahverengi okul üniformalı dokuz yaşında çaylak bir karaborsacı kızken, 110. No’lu okulun kızlar tuvaletinde Sovyet sınıf arkadaşlarıma 5 kopek karşılığında, eşin dostun bize efsanevi zarganitsa’dan (yurtdışından) getirdiği Coca-Cola şişesini dokundurttuğumdan da bahsetmezdim. İş icabı sıkça kaldığım güzel otellerin o mükellef ve bedava kahvaltı büfelerinde, servis tabağında kalan son kruvasanı çalma dürtüsünden hâlâ kurtulamadığımdan da.

Bir tarafta Per Se veya Noma gibi yerlerde degüstasyon menülerinin âdetten olduğu, diğerindeyse –SSCB’de yılda bir defa gördüğümüz bir ziyafet olan– alelade bir muzun ruhumda hâlâ sihirli bir etki yaptığı iki ayrı yemek evreninde birden yaşadığımı itiraf etmenin ne faydası var?

İşte bu kitabın malzemesi, kendime sakladığım hatıralar. Nihayetinde bu anılar yemek üzerine yazıyor olmamın asıl sebebi. 300 milyon nüfuslu Soyvet süper-gücünün her sabık yurttaşı için yemek hiçbir zaman şahsi bir mesele olmamıştır. 1917’de çarın devrilmesini tetikleyen ekmek ayaklanmalarıydı; bundan yetmiş dört yıl sonra Gorbaçov’un bocalayan imparatorluğunun yerle bir olmasında o feci gıda kıtlığının payı vardı. Bu arada, Stalin’in kolektifleştirme hareketi boyunca 7 milyon insan, Hitler’in savaşı sırasında da 4 milyon insan açlıktan can verdi. Daha sakin dönemlerde, Kruşçev ve Brejnev’in iktidarlarında sofraya günlük bir kap yemek koyma dramı diğer bütün gaileleri gölgede bırakırdı. On bir saat dilimine hâkim kolektif sosyalist kader, yani gıda maddesi kuyrukları, on beş etnik cumhuriyette yaşayan yoldaşları birleştirirdi. Gıda, Sovyet siyasi tarihinde, kolektif bilinçsizliğimizin her köşe bucağına işlemiş değişmez bir meseleydi. Yemek bizi, saplantılı Sovyet misafirperverliği ritüellerinde –biraz daha ringa, biraz daha Doktor Kolbasası– ve daha kaliteli kolbasa (sucuk) bulabilen ayrıcalıklı azınlığa, tokatçılara, Parti yiyicilerine duyduğumuz ortak hasette birleştirdi. Yemek çoğunlukla donuk, zaman zaman saçmalık derecesinde gülünç, kimi zaman da dayanılmaz derecede trajik ama sıklıkla saflık derecesinde iyimser ve şen, titrek bir yaşam arzusu duymamızı sağlayarak totaliter devletimizin ülke içindeki gerçeklerinin dayanak noktası oldu. Bir akademisyenin de belirttiği üzere, yemek, içinde yaşadıkları zamana Rusların nasıl dayandıklarını, geleceği nasıl hayal ettiklerini ve geçmişleriyle olan bağlarını nasıl sürdürdüklerini açıklıyordu.

Geçmiş geçmişte kaldı artık. Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından silindi. “Sosyalist Vatan”ımızın yerinde kültür harabeleri, Sovyet Atlantis’inin engin arkeolojik alanı var şimdi. 

Fakat bu enkazı bırakmaya hazır değiliz. Başsız devrik lider heykelleri, şarkı kitapları ve şekerleme kâğıtları, bir zamanlar kızıl olan Genç Önder fularları, kirden kararmış üçgen Sovyet süt kutuları; bu parçalara sarılmışız. Romantiklerin idealize edilen bir geçmişe duyduğu özlemi tetikleyen melankolinin aksine, bizimkiler evlerimizin, bir zamanlar yaşadığımız hayatların kırıntıları. Bunlar bizim için hâlâ anlam yüklü; siyasi, tarihi ve şahsi anlamlar. Ve hemen her zaman müphem.

Kendi sosyalist kırıntılarımı toplamaya 1974 yılında, Philadelphia’daki hayatımızın ilk haftalarında başladım. Annem Amerika’ya anında vurulmuştu. Ben mi? Süngerleri erimiş mülteci kanepemizde büzülüp Çehov’un Üç Kız Kardeş’ini okuyor, karakterlerle birlikte sızlanıyordum: “Moskova’ya... Moskova’ya.” Kapitalist lezzetlere dair çocukluk fantezilerim Robin Hood Lokantası’nda yediğimiz ilk yemekle paramparça oldu. İğrenç Amerikan lahana salatası topağı genzime kaçtı. Fosforluymuş gibi parlayan Velveeta peynirine şoke olmuş halde bakakaldım. Evde annem Oscar Mayer sucuğunu neşe içinde yabancı Wonder Bread ekmeğinin üstüne koyuverirken, tuğlaya benzeyen ekşi mayalı Moskova çavdarlısıyla bayat Krakovskaya kolbasasının o pis kokusu burnumda tüterdi. Philadelphia’daki o ilk aylarımızda damak tadımı kaybetmiştim herhalde. Siyasi acıların, konukseverliğin, kıtlığın o kahramanca ortamının bitişiyle, yemek artık bana pek bir şey ifade etmez olmuştu.

Bakımsız bir yetim gibi, oturduğumuz daireyi arşınlar, kendi kendime iğneli Sovyet defitsit (kıtlık) esprilerini tekrarlardım. Bir dükkânda adamın biri sormuş, “Yüz gram kolbasa dilimler misiniz?” Tezgâhtar kız da “Kolbasayı getirin dilimleriz” demiş. Veya sormuşlar, “Neden göç ediyorsunuz?” Yahudi, “Çünkü kutlamalardan gına geldi” demiş. 

“Tuvalet kâğıdı aldık; kutlayalım; kolbasa aldık; daha çok kutlayalım.”

Philadelphia’da kimse Oscar Mayer sucuğu için kutlama yapmıyordu.

Damak tadımı canlandırmak için kafamın içinde bir oyun oynamaya başladım. Kendimi etrafı dikenli Bektaşi üzümü çalılarıyla çevrili bir daça’da (kır evi) hayal ederek, Sovyet sosyalist geçmişimin tatları ile kokularını zihnimde üç litrelik hayali bir kavanozda konserveleyip saklıyordum. Ambalajında neşeli bir çocuk resminin yer aldığı, Lenin Nişanı almış Kızıl Ekim çikolataları da o kavanoza girdi. Kırmızı ambalajlı, fillerle bezenmiş sarı paketinden çıkarıp çaya batırdığınız anda dağılan Bolşevik Fabrikası Jübile Bisküvileri de. Zihnimde, üçgen şeklindeki yumuşak Dostluk Peyniri’nin alüminyum folyosunu açtığımı canlandırırdım. Hayali alüminyum çatalımı Stalin’in gıda bakanının adını taşıyan, 6 kopeke satılan sanayi tipi köfteye batırırdım.

Ne var ki nostalji egzersizimi karartan ideolojik bir bulut vardı. Dostluk Peyniri, kolbasa, çikolatalar, hepsi de kaçtığımız o sövülen Parti-devletin mamulleriydi. Annemin Proust okumalarını hatırlayıp bunları tanımlayacak bir ifade buldum. Zehirli Madlenler.


Bu kitap benim “zehirli madlenler” anılarım. Bu epik ayrışıma, bu kolektif mitler ile kişisel anti-mitlerin kuralsız çarpışmasına götürecek yolları öneren kişi, mutfaktaki daimi suç ortağım ve geçmişimle aramdaki kanal olan annemdi. Sovyet tarihini –1910’ları tanıtmaktan günümüzün notlarına ulaşana dek– on yıllık dönemler halinde yemek prizmasından geçirerek, yeni baştan yansıtacaktık. Kimseninkine benzemeyen, yıl boyu süren bir yolculuğa çıkacaktık birlikte: Sovyet yaşamının on yıllık dönemlerinden oluşan yolumuzda yiyip pişirerek, onun mutfağıyla yemek odasını bir zaman makinesi ve bir anı kuvözü olarak kullanarak... Savaş zamanı gıda karnelerinin ve komün apartmanlardaki ortak mutfakların anıları. Lenin’in kanlı tahıl müsadereleri ve Stalin’in sofra adabı anıları. Kruşçev’in mutfak görüşmelerine ve Gorbaçov’un talihsiz içki karşıtı politikalarına dair anılar. Gündelik yaşantılarımızın odak noktası olan yemek anıları ve –bütün yoksunluklara ve darlıklara rağmen– vazgeçilmez konukseverliklerin ve dokunaklı, imkânsız ziyafetlerin anıları.

16 Nisan 2017 Pazar

Lara: Kayıp bir sevgilinin hikâyesi


Lara: Kayıp bir  sevgilinin hikâyesi


Ertuğrul Özkök

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/


1946 yılının Ekim ayında bir akşamüzeri... Olga işyerinden ayrılmak üzere paltosunu giyiyordu. O sırada Moskova’da ince bir kar başlamıştı. Genç kadın tam kapıdan çıkarken bir başka kadın arkadaşı ile karşılaştı.

Kadın arkadaşı yanındaki erkeğe dönerek, “Boris Leonidoviç sana en büyük hayranlarından birini tanıştırayım” diyerek Olga’yı işaret etti.

Olga İvinskaya dönemin Novy Mir dergisinde editör olarak çalışan bir yazardı. 

Dergi, Stalin döneminde rejimin emrindeki Sovyet Yazarlar Birliği’nin resmi edebiyat dergisiydi ve onlarca milyon basılıyordu.

Arkadaşının tanıştırdığı kişi Boris Pasternak’tı... Dönemin, milyonlarca insanı kendine âşık eden en büyük şairiydi. Ona âşık kadınlardan biri de Olga’ydı.

Büyük bir hayranlık ve şaşkınlıkla elini uzattı. Boris elini nazikçe öptü ve sordu:

“Sizde hangi kitaplarım var?”

Genç kadın “Sadece biri var” dedi. Boris, “Öyleyse ötekileri de gönderirim” diye karşılık verdi.

Bütün dünyada milyonlarca insanı hayran bırakacak Doktor Jivago romanının efsane kadın kahramanı Lara işte o an doğmuştu.

O gün 56 yaşındaydı ve genç kadınla arasında 20 yaş fark vardı.

Peredelkino’daki evde yazılacak olan Doktor Jivago romanı ikinci kahramanını bulmuştu. Birincisi, yani Yuri, kendisi olacak, Lara’ya ruhunu ise Olga verecekti.

KIZMA ANNE BU GECE TANRI’YLA BERABERİM

ROMANDA Doktor Jivago, Lara ile ikinci bölümde tanışıyordu. O unutulmaz sahnede Yuri onun için “Sanki başka dünyadan gelmiş bir kız” diyordu.

Olga ise ilk bakışta o kadar cazip bir kadın değildi. Daha önce evlenip ayrıldığı kocasından olan kızı İrina annesinin görünüşü için “Yorgun bir güzellik” diyordu. “Romandaki Lara gibi kendinden emin, muzaffer bir kadından çok hezimete uğramış bir hüznü anlatıyordu yüzü... ”

Onun “Yorgun güzellik” dediği şey, Boris için ise alıp götüren bir cazibeydi. O yıllarda Shekaspeare’in “Hamlet”ini Rusçaya çevirmişti ve bu kadın kafasındaki dünyaya tam oturuyordu.

Aslında Olga onu ilk defa aynı yılın nisan ayında Moskova Müze Kütüphanesi’nde Hamlet şiirini okurken görmüştü. O gece öylesine kendinden geçmişti ki, eve döndüğünde anahtarı unuttuğunun farkına varıp annesini uyandırmıştı.

Annesi ona kızgın bir ifadeyle bağırdığında ise ona şöyle demişti:

“Beni rahat bırak, bu gece Tanrı’yla beraberim.”

O ekim ayında tanışmalarından sonra Boris onu her gün aramaya başladı.

SAKIN BANA BAKMA İKİ ŞEY SÖYLEYECEĞİM

OLGA’yla ilk defa İzvestia gazetesinin tam karşısındaki Puşkin heykelinin altında buluştular. İkisi de utangaç, ikisi de mesafeliydi. Sonra bir gün o telefon geldi.

Boris, “Seni hemen görmeliyim, çünkü söylemem gereken çok önemli iki şey var” demişti.

Olga büyük bin heyecanla geldiğinde Boris şunu söyleyecekti:

“Şimdi lütfen bir an için gözlerime bakma, sana bir şey söyleyeceğim.”

Olga gözlerini indirmeye başladığında şunu söylemişti:

“Bundan böyle size artık ‘Sen’ diyeceğim. Çünkü ‘Siz’ demek bana büyük bir yalan gibi geliyor.”

Olga, “Korkarım size sen diye hitap edemeyeceğim” deyince o ısrar etmişti: “Lütfen alış buna... ”

Olga o gün heyecanla evine dönmüştü. İlişkileri artık dostluktan çıkıp daha ileri bir yere gidiyordu. O akşam saat 21.00 sıralarında alt kattaki komşusu kalorifer borusunu tıklatmıştı. Komşusunun evinde telefon vardı ve bu “Sana telefon var” demekti.

Komşusuna geçti, telefonu kaldırdı.

Boris Pasternak’tı...

“Bu gün sana iki şey söyleyeceğim demiştim ama ikincisini sormadın... ”

Olga “Neydi” deyince karşıdan şu cevap gelmişti:

“Seni seviyorum... ”

SABAH SAAT 06.00’DA KAPIDA KİM VAR

3 Nisan 1947 akşamı Olga, Boris’i Potapov sokağındaki evinde annesi ve kızıyla tanıştırdı.
Sakladığı tek şişe konyağı ve küçük çikolata kutusunu masanın üzerine koydu. Dokuz yaşındaki kızı İrina’yı sevgilisi ile tanıştırdı.

O gece Boris gittikten sonra uyuyamadı. Genç limon ağaçları ile dolu sokağa bakan balkona çıktı. Pasternak’ın en sevdiği şiirlerini okudu okudu...

Ve sabah oldu...

Saat tam 06.00’da kapısı çalındı. Karşısında Boris Pasternak duruyordu.

O gece trenle Peredelkino’ya dönmüş, ama o da uyuyamamıştı. Sabah ilk trenle yine Moskova’ya gelmiş ve hava aydınlanıncaya kadar dolaşıp sevgilisinin kapısını çalmıştı.

Yıllar sonra biten romanda Yuri Jivago da bir sabaha karşı Lara’ya koşacaktı... Ama o trenle değil, atının sırtında dörtnala gidecekti...

Ne de olsa o bir romandı ve atla gitmek daha romantikti.

BORİS’E DOKUNAMIYORUZ KADINI İÇERİ ALALIM

BORİS Pasternak büyük, çok büyük bir âşıktı.

Ama o günlerde Moskova’da onunla gizli bir aşk yaşamak çok zor bir şeydi.

Bu aşk çok kısa sürede Rus Yazarlar Birliği’nin en konuşulan konularından biri haline gelmişti.

Ve aynı sıralarda Stalin rejiminin, dolayısıyla KGB’nin acımasız gözleri de bu genç kadına çevrilmişti. Son 10 yılda meydana gelen bazı olaylar Pasternak’ı da rejim muhaliflerin tarafına çekmişti.

1932 yılında yaşanan o olay hâlâ hafızalardaydı. Stalin’in karısı hastaydı ve bir gece verilen davette kocası sarhoş olmuş, eşinin gözü önünde genç bir kadınla flört etmişti. O gece Stalin’in sevgilisiyle baş başa olduğunu öğrenen karısı intihar etmişti.

Ertesi gün Kremlin’in resmi açıklamasında Stalin’in karısının apandisitten öldüğü belirtilmişti. Yazarlar Birliği’ne mensup yazarlar ortak bir mektupla karısının ölümü için Stalin’e başsağlığı mesajı yayınlamıştı.

İşin aslını bilen Pasternak bu ortak mektubu imzalamayı reddetmişti.

Ondan 5 yıl sonra aynı Yazarlar Birliği bu defa üst düzey bürokratlara hain oldukları gerekçesiyle verilen idam cezalarını destekleyen bir ortak bildiri çıkarmak istemiş, Pasternak bunu da imzalamayı reddetmişti.

İşte öyle günlerdi ve KGB, büyük aşkların şairinden intikam alma saati geldiğine inanmıştı.

O Rus halkının gönlüne taht kurmuş büyük bir yazardı. Ona dokunamıyorlardı, öyleyse acısını bu delice âşık genç kadından çıkaracaklardı.

Onu Gulag’a ve hapse gönderecekler, ona işkence yapacaklardı.

O GÜN OLGA MORGDA CESETLERLE BAŞ BAŞA

6 Ekim 1949 akşamı Sovyet Gizli Polisi, Olga’nın Potapov sokağındaki evinin kapısını çaldı ve bir düzine resmi üniformalı polis evin içine hoyratça daldı.

Çocuğunun önünde onu hırpaladılar. Bütün mahrem eşyalarını didik didik ettiler ve alıp götürdüler.

Olga için büyük bir aşkın bedelini ödeme günleri gelmişti. Onu günlerce sorguya çektiler. İngilizçe öğretmenini bile onun aleyhine tanıklık etmeye zorladılar.

Sonra “Boris Pasternak’la buluşturacağız” diyerek hücresinden alıp Moskova morgunda cesetlerin arasına bıraktılar. Oradan da 2 yıl sürecek olan Gulag sürgününe gönderdiler.

Lara karakterine esin kaynağı olan Olga İvinskaya iki ayrı dönemde olmak üzere 6 yılını Sovyet zindanlarında geçirdi.

Bu süre içinde Boris onu çıkarmak için çok uğraştı. Ailesine baktı.

Ama Sovyet barbarlığının gücü, onun aşkından bile büyüktü.

ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ DOKTOR JİVAGO’NUN SON SÖZÜ

DOKTOR Jivago romanının yazarı Boris Pasternak 1960 yılının mayıs ayında yatağa düştü. 

Kremlin ve Yazarlar Birliği ona çok tecrübeli bir hastabakıcı olan Marfa Kuzminiça’yı gönderdi.

30 Mayıs günü akşam saatlerinde Pasternak’ın nefes alıp verişi iyice zorlaştı.

O sırada sevgilisi Olga da Peredelkino’da biraz ileride küçük bir daçada onu görmek için bekliyordu.

Bir iddiadaya göre karısı Zinadia o gece Pasternak’a sevgilisi Olga’ı çağırıp vedalaşmak isteyip istemediğini sordu.

Pasternak istemedi.

Saat akşam 23.00 olmuştu.

Hemşire Marfa’ya baktı ve “Yarın sabah sakın pencereyi açmayı unutma” dedi.

Bu, onun son sözüydü.

Doktor Jivago romanının yazarı, büyük şair Boris Pasternak o gece saat 23.20’de öldü.

YUROŞKA’NIN LARA’YLA VEDALAŞMA SAHNESİ 

OLGA İvinskaya, ertesi sabah yolda yürürken hemşire Marfa’ya rastladı. Hemşire “Her şey bitti” dedi.

Olga kendinden geçti ve Boris’in evine koştu, kapıdan hızla içeri girdi. Giriş katındaki küçük odaya girdi.

Boris Pasternak tek kişilik yatakta yatıyordu.

Pencere açıktı.

Olga sevgilisinin yüzünü öptü.

Bir buçuk saat onun başında kaldı. Ne karısı Zinadia ne de çocukları ona mani olmadı.

“Yuroşka”sı son sözünü, ölürken romanda Lara’ya söylemişti:

“Elveda aşkım... Yeni bir dünyada buluşmak üzere...”

CENAZEDEN ÜÇ GÜN SONRA GELEN KGB

CENAZE günü Boris Pasternak’ın açık naaşının başındaki insanlardan biri Olga’ydı. Boris’i bir çiçekle uğurladı.

Pasternak’ın cenazesinden üç gün sonra Sovyet gizli polisi yeniden Olga’nın evine geldi. Ondan Pasternak’ın yeni kitabının elyazmalarını istediler. Bu defa kızıyla birlikte alıp götürdüler.

Devlete ihanet suçuyla yargılandılar. Kendisi 8, kızı 3 yıl hapse mahkûm oldu.

Olga İvinskaya 8 Eylül 1995 günü Moskova’da öldü.

Ölüm haberi New York Times ve Washington Post başta olmak üzere dünyanın bütün önemli gazetelerinde haber oldu.

Bugün Peredelkino’da Boris Pasternak’ın mezarının biraz ilerisinde bir parselde yatıyor.

5 Nisan 2017 günü onun mezarını görmek için Peredelkino’ya gittim.

Pasternak’ın mezarının yerini herkes biliyordu...

Ama Olga’nın mezarının nerede olduğunu mezarlık görevlileri bile bilmiyordu.

Sadece “Şuralarda bir yerde” dediler...

Aradık bulamadık...

Yazının tanıtım videosu:

NOT: Bu yazıdaki bilgilerin bir bölümünü Anna Pasternak’ın geçen yıl çıkan “Lara: The Untold Love Story That Inspired Doctor Zhivago” HarperCollins, 2016 kitabından aldım.