Moskova

Moskova

29 Mart 2014 Cumartesi

Trans Sibirya Demiryolunun yapılmaya başlanmasının 123. yıldönümü






















29 Mart 1891 tarihinde, yani 123 yıl önce bugün, Rus Çarı 3. Aleksandır, eskiden Büyük Sibirya Demiryolu olarak da bilinen Trans Sibirya Demiryolu inşaatını başlatan bir belgeyi imzaladı.

Bugün bu demiryolu, Avrupa Rusya'sını Sibirya ve Uzak Doğu illerine bağlayan, 9882 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun demiryolu ünvanına sahip önemli bir ulaşım güzergahıdır.

İnşaat çalışmaların başlangıcını coşkuyla öven 3. Aleksandır, daha başından beri özellikle Uzak Doğu'daki Vladivostok gibi önemli bir liman kenti ile Rusya'nın merkezini bağlayan bu demiryolunun önemini kavramıştı.

 Demiryolunun yerel tarım üretiminin dağıtımında, altın madenciliğinin gelişiminde ve tabii ki arkasından gelecek yeni ticaret anlaşmalarının yapılmasında rolü olacağı biliniyordu.

Üç yıl sonra ardından tahtı devralan oğlu Nikola,  babasının çalışmalarını kaldığı yerden sürdürdü.
  
Kuşkusuz sık ormanlar, sert Sibirya iklimi inşaat sürecini zorlaştırdı.  Demiryolu inşaatında çalışanların  çoğunluğunu hükümlüler, askerler ve köylüler oluşturuyordu. İnşaatta  89.000 ‘den fazla işçinin çalıştığı tahmin ediliyor. . O zamanlar ve modern inşaat teknolojisi, gelişmiş aletler, hassas ölçüm teknikleri mevcut değildi; kulanılan aletler genellikle çekiç, balta ve kürekti. Demiryolu, elle inşa edilmiştir bile denilebilir.

Ama ilkel araçlara rağmen, hızlı denilebilecek zamanda yapıldı. Yolun 413 kilometrelik bölümü 1893’te yapıldı. 1894 yılında  kilometre sayısı 891’e yükseldi ve bir yıl sonra bu 1340 km. oldu.

En zor bölüm Baykal Gölü’ne ulaşıldığında yapıldı. Bu efsanevi gölün kıyısı boyunca, dağ yamacında ilerleyen muhteşem manzaralı bu bölüm, güzergahın daha sonra yolcuları en fazla cezbeden kısım olacaktı.

Rota, 1905 yılında tamamlandı.

Kremlin'deki VIP mutfağın sırları…


Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Kremlin’in başaşçısının ağzından Rus liderlerinin yemek tercihleri

Anatoliy Galkin, dünyada çok az insanın bildiği sırlara sahip. Hayır, Galkin casus değil. Onun sırları mutfakla, ama çok özel bir mutfakla ilgili. Kremlin’in başaşçısı Galkin liderlere yemek hazırlayan “1 numaralı” kişi.

Üstelik, sadece babası değil, babaannesi de Kremlin’in mutfağında çalıştığı için “sırları” 1950’lere kadar  uzanıyor. Galkin, babaannesinin anlattıklarına dayanarak dönemin Sovyet lideri Jozef Stalin’in hem Rus, hem de Gürcü mutfağını sevdiğini, ancak genel olarak fazla yemediğini, buna karşılık masasındaki kişilere sık sık “Nasıl, yemeği sevdiniz mi” diye sorduğunu söylüyor.

Diğer bir lider, Leonid Brejnev de ava meraklı olmasının sonucu eti çok seviyormuş. Galkin, “ Yeltsin’in de tercihi et olurdu. En çok da ‘pelmeni’ (bir çeşit mantı) severdi”diyor. 

Peki ya Gorbaçov? ..”O ‘kaşa’ya ( lapa) meraklıydı. Kahvaltı sofrasında beş ayrı çeşit olmasını isterdi. Hangisini seçeceğini kimse bilmezdi.” 

Dmitriy Medvedev’in gelmesiyle Kremlin mutfağında hazırlanan yemekler değişmiş. Galkin,“ Şimdi sofrada daha çok sebze ve meyve oluyor. Balık ve çorba da çok popüler. Ama hiç değişmeyen bir şey var: Hazırladığımız yemekler kaliteli, güvenli olmalı ve sevgiyle hazırlanmalı”diyor.

28 Mart 2014 Cuma

Kuznetskiy Most




Kuznetskiy Most (Köprü), Moskova’nın en eski sokaklarından biri. Bundan 500 yıl önce burada demirciler yaşardı. Yakınında Neglinnaya Nehri akardı, nehrin üzerinden ahşaptan yapılma Kuznetskiy Köprüsü geçerdi.

Kuznetskiy Most (Köprü), Moskova’nın en eski sokaklarından biri. Bundan 500 yıl önce burada demirciler yaşardı. Yakınında Neglinnaya Nehri akardı, nehrin üzerinden ahşaptan yapılma Kuznetskiy Köprüsü geçerdi. Sokak da bu köprüye göre adlandırıldı. Zamanla demirci dükkanlarının yerini asillerin köşkleri aldı, kirli nehir kolektör içine alındı, gereksiz kalan köprünün üzeri toprakla örtüldü. Ne demirci ne de köprü, geriye sadece eski adı kaldı.

18. yüzyılda Kuznetskiy Most Sokağı’nda, burada çok sayıda dükkan ve mağaza açan Fransız tüccarlarının kolonisi yerleşmişti. Modanın belirlendiği Paris ile sürekli temas halinde olan Fransızlar, Moskovalılara pahalı olsa da en iyi kıyafetler sağlıyordu. Canlı ticarete Fransa ile savaş yüzünden ara verilmişti. 1812’de İmparator Napolyon, Rusya’ya saldırarak Moskova’yı ele geçirmişti. Rusya başkentinin büyük bir kısmı yangınlarda yok olmuştu. Fakat Kuznetskiy Most neredeyse hiç zarar görmemişti. Fransız askerler, yangını söndürmeye yardım ederek yurttaşlarının evleri ile mülklerini korumayı başarmıştı. İşgalciler Rusya’dan kovulduktan sonra Fransız tüccarların işi yeniden canlanmıştı.

1826 tarihli Moskova rehberinde Kuznetskiy Most Sokağı için “çeşitli malların satıldığı aralıksız mağazalar satırı… Her şey kat kat pahalı, fakat moda severlerimiz için “Kuznetskiy Most’tan alındı” sözü, her eşyaya özel bir cazibe kazandırıyor” ifadesi yer alıyor. Fransız mağazalardaki mal çeşitliliği, insanı hayretler içinde bırakıyordu. Burada giyimden mobilyaya kadar her şeyi bulmak mümkündü. İlgi çekici bir husus: Kuznetskiy Most Sokağı’ndaki 18 moda salonundan yalnızca birinin sahibi Rus’tu.

Modaya ayak uyduran Moskova’nın en “moda” sokağı, tek bir teknik yeniliği bile kaçırmazdı. 1865 yılında Kuznetski Most Sokağı’nda Moskova’nın ilk gaz lambaları, 1886’da elektrik aydınlatma yapılmıştı. 1882’de burada kentin ilk telefon istasyonu kurulmuştu. İstasyonda çalışmak çok prestijliydi, iyi maaşlar veriliyordu, personel çok sıkı bir şekilde seçiliyordu. Yüksek eğitim sahibi ve yabancı dillerde konuşan genç kızlar telefoncu oluyordu.

1917 Devrimi’nin ardından Kuznetskiy Most Sokağı’ndaki mağazaların çoğu kapanmıştı. Fransız tüccarlar Sovyet Rusya’sını terk etmişti. Ülkeyi iç savaş sarmıştı. Moda artık Moskovalıların umurunda değildi. 1920’li yılların başlarında, Vladimir Lenin hükümetinin ilan ettiği Yeni Ekonomik Politika (NEP) ile özel ticarete izin verince bir nevi canlanma yaşanmıştı. Kuznetskiy Most Sokağı’nda yeniden mağazalar açılmıştı. Moskovalıların çoğu, “eski güzel zamanların” geri döndüğünü düşünmüştü. Fakat yanılmışlardı. 1931’de Sovyet hükümeti özel ticareti yasaklar. Kuznetskiy Most Sokağı’nda bulunan dükkanlar kamulaştırılır, moda salonların ve dükkanların yerini devlet tesisleri alır.

Ancak Kuznetskiy Most Sokağı, Sovyet döneminde bile Moskova’nın en “moda” sokağı unvanını kaybetmemişti. 1940’lı yılların sonlarında 14 No’lu evde Rusya Moda Evi açılmıştı. Burada defileler düzenler, moda koleksiyonları yapılırdı. Sovyetler Birliği’ni uluslararası defilelerde 50’den fazla kez temsil eden Aleksandr İgmand, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev için şık takım elbiseler dikiyordu. Kasım 1982’de Sovyet liderinin ölümünden önce dikilen son takım elbisesi bugün bile prova odasında sergileniyor. Günümüzde, Moda Evi’nin bulunduğu binada Premium sınıfı giyim mağazası bulunuyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kuznetskiy Most Sokağı’nda çok sayıda lüks butik, restoran ve mağaza açılmıştı. Aralık 2012’de sokağın büyük bir kısmı arabalar için kapatılmıştı, sokak yaya bölgeye dönüştürülmüştü. Moskovalılar, tarihi binaların korunduğu bu sokakta gezmeyi seviyor. Yılbaşı süslerinin parıltısı, göz kamaştırıcı ışıklar, bayram müziğinin duyulduğu sokak kışın özellikle güzel olur ve binlerce kişiyi cezbeder. Burada eylenmek ve eski binaları doya doya seyretmek dışında son moda marka şeyleri satın almak mümkün.

Bugün de, yıllar önce olduğu gibi, Moskovalılar yine büyük bir gururla “Kuznetskiy Most’tan alındı” ifadesini kullanıyor.

İstanbul Dostoyevski ile tanışıyor

İstanbul Dostoyevski ile tanışıyor

Heykeltıraş ve ressam Çağdaş Erçelik’in heykel ve resim çalışmalarından oluşan “Dostoyevski” adlı sergisi 28 Mart -13 Nisan tarihleri arasında İstanbul’daki Galeri Eksen’de görülebilecek. 

Sergide, sanatçının, ünlü Rus romancı Fyodor Dostoyevski’nin romanlarındaki karakterlerden ve mekânlardan yola çıkarak yaptığı 15 resim ve 15 heykel yer alıyor.
Ben zaten uzun yıllardır hep edebiyatla ilgili çalışmalar yapıyorum, edebiyatla heykel sanatını birleştirmek gibi bir hayalim var. Daha önce Türk edebiyatıyla ilgili iki sergi açmıştım. Şimdi ise Dostoyevski’yi düşündüm çünkü Dostoyevski’nin bizim Türk edebiyatını çok etkilediğini farkettim.
Çağdaş Erçelik Rusya’ya hiç gelmedi. Sanatçı sergiyle ilgili olarak romanlardan, izleyicilerin hayal gücüyle doldurabileceği sahneler seçip, onlar üzerine çalışmalar yaptığını belirtiyor. Okuduğu kitapların, sevdiği edebiyatçıların en büyük esin kaynağı olduğunu söyleyen Erçelik, Karamazov kardeşler, Marmeladov, Razumihin ve diğer roman kahramanlarının heykellerini yaparak  hayal gücünü özgürce ifade edebildiğini ifade etti.
Ben Dostoyevski ile ilgili araştırmalar yaptım, onun ile ilgili belgeseller izledim kitaplar okudum, bir de kendi hayal gücümü kattım. Böyle bir karma yaptım.
Tabii ki çok etkilendiğim Rus sanatçılar var ama şu anda açıkçası güncel Rus sanatı hakkında detaylı bilgim yok. Günümüz Rus sanatçılarını çok yakından takip edemiyorum. Edebiyat olarak çok merakım var ama heykeltıraşların, resamların günümüzde Rusya’da ne gibi işler yaptıklarını çok takip edemiyorum. Ama zamanında yaşamış önemli Rus sanatçılardan çok etkilendim tabii ki heykellerimde özellikle. Konstruktivist sanatçılardan çok etkilendim zamanında, özellikle Tatlin’den. Ben Tatlin’in büyük bir hayranıyım.
 "Karamazov Kardeşler","Budala", "Suç ve Ceza", "Yeraltından Notlar" gibi edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden sayılan bu romanlar, birçok sanatçıya esin kaynağı olmuştur. İnsan doğasının incelikle çözümlendiği bu eserler, önemli felsefi meseleleri tartışmaktadır. Sanatçıya göre bu meseleler günümüz Türkiye’si için de güncel.
Sanki günümüz Türkiye’sinde yaşanıyor gibi hikayeler. Çünkü, bana göre, Dostoyevski’nin içinde bulunduğu toplumsal yapı şu andaki Türk toplumuna çok benzer bir yapıymış. Tam böyle Batılılaşma dönemine denk geliyor, Ruslar da o zamanlarda bir Batı hayranlığı içerisindeymişler. Yani şu andaki İstanbul’daki toplumsal yapıyla çok benzeşiyor, o yüzden şu anda özellikle çok güncel olduğunu düşünüyorum.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_03_27/Istanbul-Dostoevskiy-ile-tanishiyor/

27 Mart 2014 Perşembe

Rus rock'çıdan İstanbul şarkısı

Rus rock'çı Maks Pokrovskiy "İstanbul" şarkısının klibini İstanbul'da çekti. Haliç, Eminönü, Beyoğlu ve Sultanahmet gibi farklı semtlerde çekilen klip, İstanbul'un farklı manzaralarını yansıtıyor. "İstanbul" şarkısının sözleri Mihail Gutseriyev, bestesi ise Maks Pokrovskiy'e ait.

RUS ROCKÇI MAKS POKROVSKİY'İN "İSTANBUL" ŞARKISINI DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 

Kvas


Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/kvass/Blog/?BlogNo=137638


"Oblomov"u okudunuz mu? İvan Gançarov'un yazdığı ve çarlığın son yıllarında yaşayan bir kulak olan Oblomov'un "tembel" hayatını anlatan romanını. Öylesine güçlü bir romandır ki Oblomov; Sovyet devriminden sonra, tembelliği bir sosyal hastalık olarak gören sosyalistlerin "oblomovizm" adında ürettikleri terimin dayanağı bile olmuştur. Neyse... Romanı ben 18 yaşımda iken Sabahattih Eyüboğlu çevirisi ile okumuştum. Romanda en az Oblomov kadar tembel olan bir de uşağı vardır: Zahar... Zahar sürekli efendisinden kaçar ve mutfaktaki kuzinenin arkasına kıvrılıp yatarken "kvas" içer. 

Evet bugün size tanıtacağım içecek "kvas"... Rusya'da votkadan sonra en fazla tüketilen "bir tür bira"dır kvas. Çok düşük alkol oranlı bu bira büyük tanklarla sokaklarda taze olarak da satılır. Kışın enerji veren yazın serinleten bir içkidir ve geçen yıl Antalya'da bir girişimci kendisine Rus ortak bularak kvas üretmeye de başladı. 



Slavlar tarafından 10. yüzyıldan beri yapılan kvas, 16. yüzyıldan sonra Ukrayna dilinden Rusçaya geçmiştir ve dilimize "ekşi içecek" olarak çevrilebilir. 

Kvas, Sovyetler Birliği döneminde batının, "komünist kola" adını taktığı çok düşük alkollü ve tahıldan yapılan bir içecektir. Alkol oranı yaklaşık % 0, 5-1, 5 arasında olan kvas, taze ya da uzun dayanımlı olarak satılır. Ev yapımı kvas, genellikle çavdar ekmeğinin su içinde bekletilerek mayalanması ile üretilir ve hemen tüketilir. Sanayi üretimi olan kvass ise; arpa, mısır ve çavdar unu, çavdar ve arpa maltı, şeker, bira mayası ve su ile yapılır, karbonik asit eklenerek şişelenir. Ama en çok tercih edileni taze olanıdır. 

İçerdiği enerji nedeniyle soğuk algınlığı ve yüksek ateşe çok iyi gelmektedir. Ayrıca afrodizyaktır. Arkadaşlarımdam öğrendiğim kadarıyla Rusya'da hastanelerde, hastalara çıkartılan günlük yemek mönülerinde hala kvas bulunmaktaymış.



Bu yazılarıma başlarken, Antalya'daki kvas üreticisi firmaya bir e-posta atmıştım. Bu iletimde, Türkiye'deki dağıtım noktalarını ve eğer dağıtımları yoksa fabrikadan satış yapıp yapamayacaklarını sormuştum. Sayın Hasan TÜRKER hemen yanıt yolladı. Bu yanıtı "resmi bir açıklama" olması nedeniyle aynen yayınlamaya karar verdim:

" ... E-mailiniz için teşekkür ediyoruz. Firmamız Türkiye'nin ilk ve tek "kvas" üreticisi durumundadır. Üretimimiz bölgesel olarak sadece Antalya ve civarındaki Rus Turistlere hizmet veren otellere yöneliktir. Kvası 19 litrelik damacanalarda ve sunum noktalarında özel kvas soğutucuları ile piyasaya vermekteyiz. 
Dünyada 2 tür kvas üretiminden söz edilebilir. Birincisi şu an bizim ürettiğimiz; kullanım ömrü kısa olan (7 gün) taze kvas; ikincisi gaz basılarak şişelenen 6 ay ömürlü kvas. En çok tercih edilen ve sevilen taze kvasdır. Ayrıca taze kvas soğuk zincirde üretilmesi, depolanması, sevkedilmesi ve sunulması gereken bir üründür. Ürünün + 4 C ile +12 C derede muhafaza edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle iç piyasaya ürün dağıtımında zorlukları bulunmaktadır. Soğuk zincir gereksiniminden dolayı kargo ile gönderme şansımız da bulunmamaktadır.

Kvas ile ilgili diğer her tür sorunuzda yardımcı olmaya hazırız. Çalışmanızda başarılar dileriz.
Saygılarımızla
Hasan Türker 

Kvas Gıda Ltd.Şti."

Rus mutfağının en popüler örneği: Borş Çorbası

Kaynakhttp://blog.milliyet.com.tr/borscht--bors--corbasi/Blog/?BlogNo=135785

Ülke mutfağı demek, o ülkenin coğrafyasının ve iklim koşullarının verdiği olanaklara göre yetişen besinlerin mutfağı demektir aslında. Dolayısıyla benzer coğrafyalarda benzer yemeklerin olması da bundandır. Yazmak istediğimi biraz daha açarak yazar isem; "ulusa" ve o ulusun "kültürüne" bağlı bir mutfaktan söz etmek ciddi bir yanlıştır kanımca. Bugün "Rus Mutfağı" desem de bu terimin doğru olmadığını vurgulamaya çalışıyorum. 


Birazdan kuracağımız masadaki örneğin "borş çorbası" sadece Rusya'yı değil Ukraynayı da, Romanyayı da tanımlamaktadır. Bu nedenle sanırım, bu 19. yüzyıl mutfak sınıflandırmasını çağdaş veriler ile yeniden yapmak gerekiyor. 

Bir ulus mutfağı sınıflandırması yerine bölge mutfağı sınıflandırması daha doğru olacak. Tabi bu işe kafa yoran değerli araştırmacılar var ve benim de bilgi ve araştırma düzeyim onlar kadar olmadığı için bu tartışmayı burada bırakmak gerekir. Ama sorumu saklı tutmak koşulu ile.

Rus Mutfağı; çetin iklim koşullarına direnebilen köklü ve kısa yaz koşullarında da hızlı üreyebilen tüm yeşil sebzeleri, eti, balığı, hububat ve bakliyat ile baharatı birlikte kullanabilen çok zengin ve güçlü bir mutfaktır. Slav pişirme kültürü ile yerel ulusların saklama kültürünün muazzam bir bileşimidir Rus mutfağı. Aynen Anadolu mutfağı gibi. 19. yüzyıldan itibaren geleneksel Rus mutfağı ile saray mutfağı ciddi bir ayrım yaşamıştır. Bugün Rus mutfağı adı ile tattığımız bir çok yiyecek aslında "Fransa-Rus mutfağı" denilebilecek saray mutfağıdır. "Cuisines of Soviet Ethnicities" (Sovyet(!) Milliyetleri Mutfağı) kitabının yazarı William Pokhlyobkin'e göre bu kopuş 18. yüzyılın başlarında olmuştur. 

"Borscht (Borş) Çorbası" aslında çok kaba bir benzetme ile üzerine krema eklenmiş bir pancar çorbasıdır. Yazın soğuk kışın ise sıcak olarak içilir. Çok eski geleneksel bir bölge çorbasıdır. Aslında bu çorbayı Doğu Avrupa mutfağı adıyla anmak daha doğrudur. Rusya dışında, Ukryana, Litvanya, Polonya ve Romanya'da da hemen hemen aynı tarifle yapılmaktadır. Sebzeler değişebildiği gibi "etsiz" olarak ya da domuz veya tavuk etiyle de yapılmaktadır. Pancar ve domates salçası konulmadığı zaman yeşil borş çorbası (zelioni) adını alır. Ama çorbanın geleneksel tarifi pancar ile olanıdır. Limon katıldığında strik asitin koruyucu özelliğinden kaynaklı bir haftaya kadar saklanabilir ve o zaman soğuk da içilir. 

Beef Stroganov: Rus mutfağından bir yemeğin serüveni

Beef Stroganoff veya Beef Stroganov (Бефстроганов -Befstróganov) 19. yüzyıldan bir yemek. 

Yemeğin adı, dönemin büyük ve önemli bir ailesi olan Stroganov ailesi üyelerinden Odyessalı Alexander G. Stroganov ya da diplomatlık yapan Pavel Stroganov'dan gelmekte. Yemeğin yazılı ilk tarifi, 1861 yılında Elena Ivanovna Molokhovetstarafından yazılan "A Gift to Young Housewives" (Genç Ev Hanımlarına bir Armağan. Bu kitap 1992 yılında Joyce Toomretarafından Classic Russian Cooking: Elena Molokhovets' A Gift to Young Housewives, adıyla İngilizce olarak yeniden basıldı.) adlı yemek kitabında "Govjadina po-strogonovski, s gorchitseju" (Hardallı Stroganov Bifteği) adıyla yayınlandı. Bu tarifte, etler şerit olarak değil bir tür "kuşbaşı" biçiminde küp olarak kesiliyordu ayrıca içinde, hardal ve çok az ekşi krema bulunsa da soğan ve mantar yoktu. Yemeğin içine domates ve soğan 1912'den sonra girdi. 1938 yılında yayınlanan Larousse Gastronomique'de (Fransız mutfağı ağırlıklı tariflerden oluşan Gastronomi Ansiklopedisi'nin, 2003 yılında 3. baskısı yapıldı.) ise, şerit halinde kesilmiş etler ve soğan ile yemek tariflenmekte, hardal ya da domates seçenekli olarak yapılması önerilmekte idi.

Çarlığın yıkılmasından sonra yemek, devrime kadar Çin'deki lokantalarda pişirildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD'ye göç eden Rus ve Çinliler sayesinde yemek Amerika kıtasına taşındı. Ve tabak altlığı olarak döşenen pirinç ile şehriye de tarife girdi. Brezilya'da ise orta-sınıfın gittiği alış veriş merkezlerinde "fast-food" olarak servis edildi ve tarife "ketçap" eklendi. Norveç ve İsveç'de ise, biftek yerine "falukorv" adı verilen yerel bir sosis ile yapılıyor Stroganov.

23 Mart 2014 Pazar

Osmanlı İmparatorluğu'ndan Fatih Tekke'ye: Üç asırlık "Türk Petersburg" tarihi

Kaynak: http://www.turkrus.com/

"'Kuzeyin başkenti" St. Petersburg’da, Türk-Rus ilişkileri dünden bugüne yaşanan ilginç kilometre taşlarıyla masaya yatırıldı. 

Rusya'nın Sesi Radyosu'nun haberine göre, St. Petersburg'da yayın yapan Zenit radyosunda Türkolog Apollinariya Avrutina’nın katılımıyla gerçekleştirilen "Türk Petersburg" konulu program ilgi gördü:

Programda, Osmanlı Türklerinin Sn. Petersburg ile kuruluşundan itibaren ilgisi olduğu anlatıldı. 

Bir zamanlar kentte aralarında Türkler de dahil Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir mahalle varmış. Kentin içinde ve yakınlarında, Rus çarlarının elde edilen zaferler onuruna inşa ettirmeyi sevdiği çok sayıda anıt bulunuyor. Bunların arasında Osmanlı silahlarından inşa edilen Moskova Caddesi’ndeki Zafer Takı ve Kutsal Üçleme Katedrali yanındaki anıt var. 

Tsarskoye Selo’da (Çar Köyü) adını Çeşme Deniz Savaşı’ndan alan Çeşme sütunu ile Türk Hamamı pavyonuna rastlamak mümkün. Petergof’ta Çeşme Salonu, Gatçina’da ise Çeşme Galerisi var. 

Geçmişte iki ülke arasında karmaşık olan politik ilişkilerin buna benzer çok sayıda örneğine, anıtsal izlerine Sn. Petersburg’da rastlamak olası.   

Sn. Petersburg’daki Osmanlı büyükelçilikleri   

Rus-Türk ilişkilerinin tüm karmaşıklığına rağmen bu ilişkiler sadece muharebelerden ibaret değildi. Türk diplomatlar Rusya başkentini sıkça ziyaret ederdi. 18. yüzyıl ortalarında iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kendine özgü bir şekilde gelişiyordu. Rus büyükelçiler İstanbul’da uzun süre geçiriyorken Türk diplomatlar Sn. Petersburg’u kısa süreliğine sadece önemli nedenler için ziyaret ediyordu. Bu tür nedenlerden biri Sultan Birinci Mahmut’un vefat ettiği 1754 sonlarında ortaya çıktı. Tahtaya Üçüncü Osman oturdu ve Sn. Petersburg’a olağanüstü elçilerin gönderilmesi ve varılan anlaşmalara kesinlikle sadık kalınacağı konusunda teminat iletilmesi kararı alındı. Misyona defterdar Derviş Mehmed Efendi başkanlık etti. 

Ziyaretin ayrıntıları,  Dmitriy Şereh’in 2012 yılında yayımlanan “Türk Petersburg” kitabında anlatıldı:

“Kervan, 12 Nisan 1755 tarihinde Kuzey Başkent’in kenarlarına ulaşır ve kent dışındaki Aleksandr Nevskiy Manastırı yanı başında kendileri için hazırlanan yolcu apartmanına yerleşir. Büyükelçi’nin Sankt-Petersburg’a girişi ertesi gün gerçekleşir ve kentlilerin büyük ilgisini görür. Sayesinde tüm ayrıntılarıyla gelecek kuşaklar için kayda geçirilir. Törenin resmi anlatımını Petersburg’un “Yarar ve Şenlik İçin Hizmet Eden Aylık Kompozisyonlar” adlı dergisi sunar. Ayrıntılı anlatım, tam 15 basılı sayfa alır.”   

Modern Sn. Petersburg’un Türk konukları için olanakları   

Anlatılan olayların üzerinden iki asırdan fazla bir süre geçti ve günümüzde Petersburg’a sadece devlet adamları, üst düzey yetkililer, işadamları ve girişimciler değil kültür adamları, mühendisler, tasarımcılar ve üniversite öğrencileri de geliyor. 

Boğaziçi'nin elçilerini Neva nehrine nelerin çektiğini Türkolog, Sankt-Petersburg Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Apollinariya Avrutina şöyle anlattı: 

“Birçok Türkü kentimizin güzelliği cezbediyor. Kentimizin merkezi bir dereceye kadar İstanbul ve Boğaz’ı andırıyor: köprüler ve kenti ikiye bölen uçsuz bucaksız su. Ayrıca Petersburg’un Büyük Petro tarafından üçüncü Roma olarak tasarlandığını unutmayalım. Konstantinopolis ise Hristiyanlığın ikinci başkenti olarak düşünülmüştü. Petersburg, kısmen hem Aziz Petro’nun kenti Roma, hem de ikinci Roma olan Konstantinopolis modeline göre inşa edilmişti. Bu nedenle ortak yanları çok. Türkleri buraya ayrıca halihazırda ülkemizde mevcut sonsuz iş olanakları çekiyor. Türk şirketleri sürekli ihalelere katılıyor. Faaliyet alanları çok geniş. Aralarında iletişim, kozmetik, tekstil, inşaat ve oto sanayi şirketleri var. Türk işadamlarının son yıllarda yer almadığı hiçbir alan yok. Türk üniversite öğrencilerini Rusya’ya çeken Rusya eğitiminin kalitesidir, akademik gelenekleridir. Ayrıca Türkiye’de Rusça bilen uzmanlar büyük rağbet görmeye başladı. Türkiye’de şu anda Rusça ve Rus edebiyatı yoğun ilgi görüyor. Üniversitelerinde, 10-15 değil, 80-120-150 kişinin okuduğu çok sayıda Rusça ve Rus Edebiyatı bölümleri var. Çok sayıda Türk, staj için Moskova ve Petersburg’a geliyor.”   

Apollinariya Avrutina, Türk konuklarının kuzey başkentindeki hayata alışma sürecinin genel olarak sancısız geçtiğini söyledi: “Önemli sorunlar yaşanmıyor, zira Rus ve Türklerin mantalitesi çok benziyor ve insanlar, dil bilmeseler ve İngilizceleri kötü olsa dahi çok hızlı bir şekilde anlaşıyor ve arkadaşlık yapmaya başlıyor. Şu veya bu tarafta karışıklığa yol açan anlar yaşansa da onlara mizah ile yaklaşılıyor.”   

Kuzey başkentindeki Rus-Türk Kültür Merkezi   

Sankt-Petersburg’da faaliyet gösteren çok sayıda yabancı örgüt arasında Rus-Türk Kültür Merkezi’nin kazandığı şöhret ve saygınlık giderek artıyor. Kentin tam kalbinde bulunan merkez üç yıldır faaliyet gösteriyor. Her iki taraftan insanlara, insan iletişiminin üniversal dili olan sanat üzerinden birbirini derinlemesine tanıma fırsatını sunan Merkez, eğitim, kültür ve sanat alanlarında ortak projeleri hayata geçiriyor. Merkez, sadece insanlar arasında değil örgütler arasında da arkadaşlık köprüleri kuruyor. Apollinariya Avrutina merkez hakkında şunu anlattı: 

“Merkeze çok farklı kişiler geliyor. Sadece üniversiteliler veya potansiyel Türk eşleri değil farklı yaşlardan erkekler ve kadınlar, üniversite hocaları, ev kadınları ve menajerler geliyor. İnsanlar, Türkiye’yi ziyaret ettiklerinde kültürüne âşık oluyor ve memleketlerine döndükten sonra Türkiye ile ilgili etkinlikleri ziyaret etmeye başlıyor. Bu, beni şaşırtıyor. Bunu, edebiyat programlarımızın yapıldığı, Türk ve Rus yazarları anlattığım ve Rus arkadaşlarımı çağırdığım  Rus-Türk Kültür Merkezi’nde sıkça görüyorum.”   

Orhan Pamuk ve Fatih Tekke’nin Petersburg’a özel yaklaşımı   

Nobel Ödülü sahibi ünlü yazar Orhan Pamuk, Sankt-Petersburg’u 2006 ve 2009 yıllarında olmak üzere iki kez ziyaret etmişti. Yazar, resmi etkinlikler dışında burada geçirdiği zamanı kent ile tanışmak için değerlendiriyordu. Pamuk’un tercümanı Apollinariya Avrutina bu konuda şunu dile getirdi: “Aziz Isaac Katedrali’nin çatısına çıktık. Bu, 300 küsur basamak demek. Yol uzun diye önce kızmıştı, ancak sonra böyle bir güzelliği görebildiği için teşekkür etmişti. İkinci ziyaretinde Dostoyevskiy’nin evlerini gezdik. Tefeci kadının ve Soneçka Marmeladova’nın yaşadıkları evleri gördük. Raskolnikov’un oturduğu daireye çıktık. Orhan Bey hayran kalmıştı. Moskova’nın sistemsiz düzeniyle ona İstanbul’u hatırlattığı, Petersburg’u daha çok sevdiği ortaya çıktı. Söylediklerine göre Petersburg’u gezmek çok daha keyifli. Altı aydır bana sürekli nisanda, hava ısınınca, gelmek istediğini, Petersburg’a karşı özel duygular beslediğini söylüyor. Bu arada Masumiyet Müzesi’nde Ermitaj ve Dostoyevskiy müzelerine yaptığı gezileri de anlattı.”   

Türk Petersburg’u hakkında hikaye, Türk futbolcu Fatih Tekke anılmasa eksik olurdu. Tekke, 4 yıl boyunca Sankt-Petersburg’un futbol takımı Zenit’in formasını giydi ve bu sürede 29 gol kaydetti, Rusya Şampiyonu oldu ve Zenit ile birlikte UEFA kupasını kazandı. “Günden Güne” gazetesinin yazdığına göre Fatih Bey, halen rüyalarında Sankt-Petersburg’u gördüğünü itiraf ediyor. Türk futbolcu şunu söyledi: “Petersburg’da geçirdiğim günlerden zevk aldım. Benim için soğuk bir şehir değil, Avrupa’nın en iyi megapolü! Rus klasik edebiyatını daha öncesinde de biliyordum, ancak Petersburg’da Puşkin ve Tolstoy’u daha fazla okumaya başladım. Rus kültürü ve geleneklerini yaşamaya çalıştım ve Neva nehri üzerindeki bu harika kenti hiçbir zaman unutmayacağım.” 

Preçistinka sokağı

Preçistinka sokağı

Preçistinka, Moskova’nın merkezindeki benzersiz sokaklardan biri. Bu sokakta bulunan evlerin çoğu önemli mimari anıtlardan sayılıyor.

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

Bir zamanlar bu evlerde soylu aristokratlar ve tüccarlar oturuyorlardı. Her halde Moskova’da bu sayıda zarif köşkün bulunduğu başka bir sokak yoktur. 
Preçistinka sokağı,geçmişin anılarıyla yaşayan geçkin bir soylu bayana benzetilebilir.
16. yüzyılda burası sadece küçük bir yol idi. Rus çarları bu yoldan geçerek dua etmek için yakınındaki Novodeviçiye Manastırına giderlerdi. Zaman geçtikçe bu yol boyunca sokak oluştu. 1658’te bu sokağa Preçistinka adı verildi. 
Yeni sokak Moskovalı mimarların büyük ilgisini çekmişti. Bu sokakta birbiri ardından muhteşem köşkler kurulmaya başladı. Her aristokrat komşusuna taş çıkartmağa çalışarak en iyi mimarlara başvuruyordu. Mimarlar arasındaki rekabet kuşkusuz en çok Preçistinka sokağına yaradı. Preçistinka, Moskova’nın en güzel ve görkemli sokaklarından biri oldu.
Preçistinka sokağında yaşayanların huzur ve sükun içindeki yaşamı 1812 yılına kadar sürdü. O yıl Fransa imparatoru Napolyon’un komutası altındaki askeri birlikler Moskova’ya girmişti. Başlayan yangınlar kentin önemli kısmını yok etti. 
Çağdaşların anılarından anlaşıldığına göre Preçistinka sokağındaki muhteşem köşklerden topu topu 5 bina kalmıştı geriye. Mucize kabilinden 17. yüzyılın sonlarında inşa edilen Beyaz ve Kırmızı Saraylar yok olmadı. Bugün bunlar, Preçistinka sokağındaki 1 ve 2 numaralı evler en eski binalardır. 
Fransız birlikleri Rusya’dan kovulduktan hemen sonra Preçistinka sokağında yeni köşkler yaplıdı ve sokak yeniden aristokratik parlaklığına dönüş yaptı. 
19. yüzyılın ikinci yarısında muhteşem köşkler fakir düşmüş aristoklardan zengin sanayicilere ve tüccarlara geçmeye başladı. Köşklerin yeni sahipleri de güzel bir yaşam yaşamak istiyorlardı. Bunun için Preçistinka sokağındaki köşkler değişiklikler yapılarak daha görkemli binalara dönüştürülüyordu. Yakınlarında modern stilde çok katlı evler inşa ediliyordu.
Rus ve Avrupa resim kolleksiyonunu yapan meşhur tüccar, bilim ve sanat koruyucusu İvan Morozov Preçistinka sokağında eski bir köşkü, 21 numaralı evi satın alarak resim koleksiyonunun korunması için elverişli hale getirdi. Köşkün odaları geniş sergi salonlarına dönüştürdü. 
1914 yılına doğru Morozov’un koleksiyonunda 250'yi aşkın resim bulunuyordu. Bu hobisi için para esirgemiyordu. Fransızlar ona, pazarlık etmeyen Rus tüccarı adını vermişlerdi. Morozov koleksiyonunu Moskova’ya bağışlamak niyetinde idi. Fakat 1917 Devrimi planlarını “değiştirdi”. Devrimden sonra Morozov’un resim koleksiyonuna ve Preçistinka sokağındaki köşküne el konuldu. Köşkte devlet müzesi açıldı. 
Şaheserlerin eski sahibi ise koleksiyonun konservatörü yardımcılığına atandı. Morozov ailesine eski köşklerinde üç oda ayrılmıştı. 1919 İlkbaharında Morozov ülke dışına göç etti ve iki yıl sonra Paris’te öldü. 
Meşhur Rus tüccarının koleksiyonu Sn. Petersburg’daki Ermitaj müzesi ile Moskova’daki Plastik sanatlar müzesi arasında paylaştırıldı. Şimdi ise Morozov’un eski köşkünde Rusya güzel sanatlar Akademisi bulunuyor.
1921'de Preçistinka sokağının adı değiştirildi. Devrimci,anarşizmin teorisyeni, prens Pyotr Kropotkin anısına sokağa Kropotkin adı verildi. Sırası gelmişken es geçmemek gerekir ki Pyotr Kropotkin Rusya’daki en eski ve en ünlü soylardan birinin temsilcisiydi. 1994'te sokağa eski adı iade edildi. Kendisine özgü çehresi korunmuş olan Preçistinka sokağı herkese çoktan geçmişe karışan eski Moskova’yı anımsatır.

21 Mart 2014 Cuma

Çıplak dağda bir gece

Bugün, Rus besteci Modest Mussorgsky'nin (21 Mart 1839 - 28 Mart 1881) 175. doğum günü. 

Aşağıdaki video bestecinin "Çıplak dağda bir gece" adlı eserinin bir icrasından:



Her yılın 23-24 Haziran gecesinde karanlık güçler Kiev yakınındaki Triglav Dağı'nı ele geçirirler. Şeytan'a övgüler düzer ve davet ederler. Bu davetin üzerine, törensel bir geçit resminin ardından Şeytan ortaya çıkar. Şeytan'ın gelmesinden sonra Cadıların Kötülük Ayini başlar ve bütün gece sürer. Yeni günü haber veren kilise çanları ve günün ilk ışıkları ile birlikte, kötülük güçleri ortadan yok olurlar.

Tretyakov galerisi


Moskova’da gezi: Tretyakov galerisi

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

Moskova'daki Devlet Tretyakov Galerisi, Rus ressamlığının eşsiz koleksiyonuna sahip en önemli sanat müzelerinden biridir.
150 yıldır en çok ziyaret edilen Moskova müzelerinden biri olarak efsanevi bir popülerliği ulaşmıştır.

Galerideki ressamlık değerlerini görmek üzere her yıl yüzbinlerce  kişi Rusya başkentinin merkezinde bulunan yaya bölgesindeki Lavruşinskiy yan sokağına geliyor.

Galerinin “Kurucu Baba”sı, Rus ressamlarının eserlerinin en büyük koleksiyoncusu, tüccar Pavel Tretyakov (1832-1898)'dur. 

Tabloların kolleksiyoncusu ilk o değildi; ondan önce de Moskova'da tüccarlar ressamların seçkin tablolarını toplardı. Fakat çok ince bir sanat zevkine ve inanılmaz sezgiye sahip olan Tretyakov, Rus güzel sanat eserlerinin “altın fonunu” oluşturan en iyi eserlerin toplanmasında hepsini geçerek önemli bir yere sahip oldu.

Galerinin kuruluş tarihi olarak Tretyakov’un koleksiyonun başlangıcı olan iki tablonun alınış tarihi 1856 yılı kabul ediliyor. 

O zamandan sonra koleksiyon düzenli olarak gelişti. Tredyakov, resimleri yalnız kendisi için toplamıyordu: o, tüm istekliler için açık olan ulusal sanat galerisini meydana getirmeyi kafasına koymuştu. 

İlk başlarda koleksiyonunu kendi konağında muhafaza etti. Zamanla tablo sayısı çoğaldı, bu yüzden Lavruşinskiy  yan sokağındaki 10 numaralı evde bir sergi salonu inşa etmek zorunda kaldı. Bugün bile bu ev Tretyakov galerisinin ana binasıdır.
1881’de galeri ziyarete açıldı. Resmi açılış töreni Tretyakov olmadan yapıldı. Dikkatlerin merkezinde olmaktan hoşlanmayan koleksiyoncu yurt dışına çıkmıştı. 

İmparator kendisine asalet unvanı teklif etmişti. Tretyakov ise tüccar olarak dünyaya geldiğini, tüccar olarak dünyadan ayrılacağını bildirerek teklifi reddetti. 

Buna karşılık, Moskova’nın fahri vatandaşı ünvanını minnettarlıkla kabul etmişti. 1892’de kent Pavel Tretyakov’dan bağış olarak 2 bin civarında tablo, resim ve heykel olmak üzere tüm eşsiz koleksiyonunu aldı. 

6 yıl sonra ünlü koleksiyoncu ve sanat hamisi öldü. Son sözleri: “Galeriyi koruyun” oldu.
Tretyakov’un vasiyeti yerine getirildi, ekspozisyonu korundu ve daha da arttırıldı. Geçen yüzyılın başlarına doğru galeri, Avrupa’nın en büyük müzelerinden biri oldu.
Devrimden sonra Tretyakov galerisi kamulaştırıldı. Kültür mirasına özen gösteren bolşevikler, ulusal resim galerisinin önemine değer verdi. Müzenin ekspozisyonu hızla artıyordu: yeni tablolar galeri için devlet parasıyla alınıyordu. Tabloların yerleştirilmesi ve korunması için yeni sahalara ihtiyaç vardı. Bu bağlamda Lavruşinskiy yan sokağındaki konağa yeni yapılar eklendi. 1932’de galerinin bir kısmını Aziz Nicholas’ın Tolmaçi bölgesindeki kilisesi olan 16.yüzyıl mimari anıtı oluşturdu. Günümüzde kilise emsalsiz bir kilise-müzeye dönüştü. Burada ayinler düzenlenir ve müze numuneleri korunur.
1986’da Tretyakov Galerisi, “Krımskiy Val” sokağındaki Devlet Resim Galerisiyle birleştirildi. Bundan böyle Lavruşinskiy yan sokağının konağında eski ikonalar ve 18.-19.yüzyıllarına ait ressamların tabloları sergileniyor. Krımskiy Val sokağının geniş sergi enginliklerinde ise 20. yüzyıla ve günümüze ait sanata ayrılmış bulunuyor.
1986-1995 döneminde, yani 9 yıl boyunca Tretyakov galerisinin eski binasında esaslı rekonstrüksyon çalışmaları yürütüldü. Sahası genişletildi. Eşi olmayan eski Rus minyatürler ile kıymetli çerçeveleri olan ikonaların korunduğu “Hazine” meydana getirildi. Müzenin fonları sürekli olarak tamamlanıyor: Pavel Tretyakov gibi birçok başka koleksiyoncu galeriye kendi koleksiyonlarını bağışlıyor. Halihazırda müzenin koleksiyonu, 9.-21.yüzyıllarına ait 170 bin Rus sanatı eserinden oluşuyor.
Galerinin girişinde ziyaretçileri kurucusunun anıtı karşılıyor. Vasiyetinde Tretyakov, “başlıca isteği olan, birçoklarına fayda, herkese zevk getirecek güzel sanat eserlerinin hazinesini” insanlara bağışlamak niyetini açıklamıştı. 

Onun düşleri gerçekleşti, minnettar torunları ve bütün sanat severlerse hatırasına saygı duyuyor.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_03_15/Moskovada-gezi-Tretyakov-galerisi/