Moskova

Moskova

30 Haziran 2015 Salı

Arsenyev'in Yaşamı ve öyküler [Ivan Bunin]


Kaynak: http://shutterbug-iconium.blogspot.ru/

Gruşenko, Aksiyonov, Ribakov, Makanin ve Kurkov gibi birçok Rus yazar henüz Türkçe ’ye kazandırılmamışken, Bunin gibi Türkçe’ye sınırlı olarak çevrilmiş Rus yazarlarının kitaplarının ‘satış-dışı’ olup sadece seçkin sahaflarda bulunabiliyor olması ne acıdır.

Türk okurunun ilgisizliğinden midir yoksa yayınevlerinin işgüzarlığından mıdır bilmem, ama Bunin gibi kitaplarını aradığınızda rahatlıkla bulamayacağınız birçok yazar var.

Elimdeki kitap Cem Yayınevi tarafından 1991 yılında basılmış. (Emin değilim, kitap üzerinde kesin olarak belirtilmemiş, internetten edindiğim bilgi). Kitabın arka kapağındaki fiyat etiketinde ‘KDV dâhil 40000 lira’ yazıyor. Kitabı  Nadirkitap’ta Bitap Sahaf’ın dükkânından satın aldım.

Kitabın adı ‘Arsenyev’in Yaşamı’. Başlıkta ‘öyküler’ gibi ifade yok, ama kitabın içinde Bunin’in meşhur öykülerinden birkaçı yer alıyor: ‘Mitya’nın Aşkı, Sevgi ve Anılar, Sanfransiskolu Adam, Paris’te, Gençlik ve Yaşlılık, Üç Ruble ve Prensesler Presi’ adlı öyküler.

Arsenyev’in Yaşamı aslında bir roman. Yayınevinin daha fazla öyküye yer vererek, öyküleri neden ayrı bir kitapta toplamadığına bir anlam veremedim. Sözgelimi Bunin’in Güneş Çarpması, Köy ve Meçhul Dost gibi öyküleri de eklenip bir öykü seçkisi hazırlanabilirdi. Zira çevirmen Uğur Büke’nin önsözünde bahsettiği eserlerin daha fazlasını kitapta görmemek bir hayal kırıklığı oldu benim için. Düşünsenize siz bir yazarın kitabını okumadan onu az da olsa tanımak için bir önsöz okuyorsunuz ve eserin çevirmeni Türkçe’ye çevrilmemiş bir öyküden kesitler sunuyor size.

Bunin hakkında okuduklarımda onun zaman zaman ağdalı da olsa sağlam ve akıcı bir dile sahip Rusçadan çevrilmesi en zor yazarlardan biri olduğu söyleniyordu. Hatta İngilizce bir makalede öykülerinden yapılan çevrilerde en sık yapılan hatalardan kesitler okudum. Profesyonel bir çevirmen değilim. Yazar hiç değilim ama Bunin’in kullandığı varsıl dili, ilginç sentaksı ve şiirsel anlatımını İngilizce ’ye çevrilen hikâyelerinde daha iyi hissettim diyebilirim. Rusça bilmediğim için Uğur Büke’nin bu öyküleri ne ölçüde iyi çevirdiğini bilemem ve ama kitapta yer alan ‘Gençlik ve Yaşlılık’ öyküsünde bir yer dikkatimi çekti. Uğur Büke ‘Tam anlamıyla ciddi bir halk olan Kürtler sabahtan akşama kadar uyuyorlardı’ derken Mehmet Atay’ın seslendirdiği Engin Toprak çevirisinde ise “Kürtler oldukça yabani bir millet... Sabahtan akşama kadar tüm günlerini nerdeyse uyuyarak geçiriyorlardı…” diye geçiyor. O hikâyenin Rusça aslını internetten buldum ve Google çeviricide kabaca çevirttim ve Google o kısmı İngilizce’ye ‘very wild people’ diye çevirdi. Engin Toprak çevirisi daha doğru olduğu gibi, öykünün geri kalanında kullandığı dilde çok daha akıcı.
Kitaba gelince Arsenyev’in Yaşamı adlı roman kısmını iki defa denememe rağmen sonunu getiremedim. Konuları keskin çizgilerle belli olmayan yazarın tarzı romanda beni bir türlü açmadı. Yazarın kendi yaşamını yazdığı bu kesitte hiç de ilgimi çekmeyen şeylerden bahsetmesi, daldan dala atması, son derece basit şeyleri betimlemeye gark etmesi beni itti açıkçası.

Bunin, Bolşevikler iktidara gelince ülkesini terk etmek zorunda kalan, sürgündeyken yolu Türkiye’den de geçen bir yazar. Bolşevikleri desteklemese de sürgünde yazdığı öykülerinde ezilmişlerden yana olması, köylüleri anlatması, kendi ince üslubuyla kapitalist burjuvaziyle dalga geçmesi oldukça ilginç geldi bana.

Sanfransiskolu Adam, Gençlik ve Yaşlılık ve Mitya’nın Aşkı öykülerinden özellikle keyif aldığımı söylemeliyim. Hikâyelerindeki karakterlerin aşkı zaman zaman ölüme ve bayağılığa indirgemesi ve karakterlerinin kısa süreli fiziksel birlikteliklerin bile kendileri üzerinde daimi, derinden etkiler bırakmasını ise sıra dışı buldum.

Sanfransiskolu Adam öyküsündeki zengin yaşlı adamın yıllarca çalışıp didinip yeterince varsıl olduğunu inandıktan sonra kendini ödüllendirmek için çıktığı İtalya tatilinde gördüğü İtalya ve yaşam savaşımını sürdüren İtalyan köylüleri karşısında duyduğu hayal kırıklığını ve kendini aynada seyrederken parmaklarının ucundan pörsümüş gerdanına kadar kendini inceledikten sonra ‘Of, Korkunç bir şey’  deyişi ise bir okur olarak unutulmazlarım arasına girdi…

Üç Ruble, Paris’de ve Mitya’nın Aşkı öykülerinde ise karakterlerin ağzından dökülen enfes kadın bedeni betimlemeleri ve okurun düşlem gücüne bırakılmış cinsel birleşmelerden sonra aşk çatışmalarının aceleyle kotarılmış ölümlerle sonuçlanışı ise birer düşbozumuydu açıkçası. Fırsat bulduğumda Bunin’den daha fazla öykü okumak istiyorum.

İkaros Yayınları’ndan çıkan Çağdaş Rus Öyküsü Antolojisi (Çeviri: Engin Toprak) adlı kitapta beni mest eden  ‘Meçhul Dost’ adlı öyküsünü bulabilirsiniz.

Dilerseniz Mehmet Atay’ın olağanüstü sesinden aşağıdaki bağlantıdan da dinleyebilirsiniz

Bir diğer Bunin öyküsü ‘Güneş Çarpması’nın ise İngilizce ve Türkçe çevirilerini aşağıdaki sayfalarda bulabilirsiniz.

Bunin ile ilgili pek bilinmeyen ve bir yerde ısrarla önerildiğini okuduğum bir film ise

“Bahçenizdeki kulübe var ya...İşte oraya gelirim.Yalnız beni aldatmaya kalkmayın bedavaya olmaz. Alyonka gülümseyen gözleriyle Mitya'ya bakarak: Burası Moskova değil, diye ekledi.Orda kadınlar üste para veriyorlarmış... (Mitya'nın Aşkı öyküsünden)”

“Yalınayaktı,eteğinin içine soktuğu yarım kollu gömleğini giymişti.Gömleğin altından dipdiri memeleri belli oluyordu.Geniş kesilmiş yakasından omuzları ve boynu görünüyordu.Sarı eşarpla bağlı başından, hem çocuksu hem de kadınsı çıplak ayaklarına kadar herşeyi öyle güzeldi ki onu şimdiye kadar hep süslenmiş gören Mitya bu yalın güzellik karşısında hayranlık duymaktan kendini alamadı.(Mitya'nın Aşkı Öyküsünden)”

“Kürtler oldukça yabani bir millet...Sabahtan akşama kadar tüm günlerini nerdeyse uyuyarak geçiriyorlardı. Gürcüler ise ya türkü söylüyor ya da arkaya doğru kolayca savrulan geniş kollu elbiseleriyle hoplayarak zıplayarak dans ediyor elleriyle tempo tutarak kalabalığın içinde süzülüyor,birbirlerine kur yapıyorlardı.( Gençlik ve Yaşlılık öyküsünden)” 
“Ve yine her zamanki gibi,ince,çevik kiralık sevgililer alevlerin parıltısı,ipekler,elmaslar ve açık kadın omuzları arasında kıvrılıyor ve dans ediyordu.(San Fransiskolu Adam adlı öyküden)”

Of! Korkunç bir şey,diye söylendi kel kafasını eğerek. Korkunç olanın ne olduğunu ne anlamaya çalıştı ne de üstünde düşündü.Sonra alışkanlıkla ve dikkatle eklem yerleri damla hastalığından bozulmuş kısa parmaklarına ve badem pembesi iri,çıkıntılı turnaklarına baktı ve emin olarak "korkunç" diye yineledi. (Sanfransiskolu Adam adlı öyküsünden)

“Kadınlarda bulunan güzellik,zerafet,anlaşılmazlık,olağanüsütülük, her şey herşey bu fotoğrafta vardı.Ve saf,kışkırırtıcı bakışlar...Bu yakın olduğu kadar uzak,yaşamın sonsuz mutluluğunu tattırdıktan ssonra kendini çeken ve belki de kendini şimdi utanmazsa aldatan varlığın bakışı bitmek bilmez bir gülümseyişle parlıyordu. (Mitya'nın Aşkı Öyküsünden)” 

Moskova Tarihinden 10 İlginç Gerçek

Kaynak: http://www.rusyam.com/


1. 16. yüzyılda Moskova şimdiki Sadovoe Koltso içine sığabiliyordu. Ve yine de, zamanın turistleri Moskova’yı Avrupa’nın en büyük şehirlerinden sayıyorlardı.

2. Kızıl meydan 15. yüzyılın sonunda 3. İvan tarafından çıkartılan kanunun sonucunda oluşturulmuştur. Kanuna göre Kremlin sarayının yanına çevresine yangın çıkmasını engellemek için bina dikilmesi yasaktı. Kremlin’in doğu duvarınını dibinde oluşan meydan ilk başta “yangın” adını taşıyordu, ancak 17. yüzyılda meydan tamamiyle oluştu ve tüm 4 duvarın çevresini kapladı.

3. Moskova kurulurken kenar şehirlerden alınan vergi %40 arttırılmıştı.

4. “Chistye Prudy” eskiden “Poganye Prudy” (Kirli su) olarak adlandırılıyordu, çünkü tüm atıklar burada toplanıyordu.18. yüzyılda bu isim değiştirildi.

5. Moskova’nın ilk 10 elektrik lambası Kremlin’de 1856 yılında 2. Aleksandr tahta çıkarken yakılmıştır.

6. 1804 yılında ilk su boruları ortaya çıkmıştır, ve kanalizasyon sitemi ise 1898 yılında. 1872 yılında ilk telegraf ve tam 10 yıl sonra 1882 yılında telefonlar aktif olmuştur. İlk asansör ise 1901 yılında çalışmıştır.

7. 1910 yılında 6 odalı bir ev için ortalama kira 97.1 rubleydi, 4-5 odalı bir ev  için 33.7 ruble ve 4 odaya kadar olan bir ev için ortalama kira ise 19.8 rubleydi.

8. 1902 yılında 1 kilo ekmek 1 kopeyk değerindeydi, havyar 1 rubleydi, dana eti 12-13 kopeykti, tereyağ 12 kopeykti. Ve işçinin günlük maaşı ise ortalama 1-2 rubleydi. Devlet görevlisi 50 rubleye kadar maaş alabiliyordu.

9. Metro kurulum projeleri 1890 yıllarında başlamıştır. Metroların birleştiği yer tam olarak Lenin movzalesinin olduğu yerde kurulacaktı, ancak din adamları ve “prensipler” buna izin vermedi.

10. Sovyet zamanında Moskova 17.000 hektarlık bir alandan 87.500 hektarlık bir alana kadar genişledi, yaklaşık 5 kat bir büyüme yaşadı.

25 Haziran 2015 Perşembe

Moskova'da 'kitap kurtları' için kütüphane bahçeleri


© Sputnik/ Vladimir Fedorenko

Rusya'nın başkenti Moskova'da 'kitap kurtları' için kütüphane bahçeleri ve parklarında 100'ün üzerinde özel okuma odası açılacak. Projenin amacının, kütüphaneleri kent yaşamının içine taşıyarak okuma oranını artırmak olduğu belirtiliyor.

Dünyanın en çok kitap okunan ülkelerinden biri olan Rusya'da, başkent Moskova sakinleri için okuma keyfini yaz boyu daha konforlu kılacak bir hizmet hayata geçirilecek. Moskova'nın birçok noktasındaki kütüphane bahçeleri ile park ve meydanlarda, kitapseverler için 100'den fazla özel okuma odası açılacak. Okuma odalarının ziyaretçileri, burada kütüphaneye kaydolabilecek, kitap okuyabilecek ya da kitap alışverişinde bulunabilecekler.

AMAÇ KÜTÜPHANELERİ KENTİN İÇİNE TAŞIMAK

Moskova Belediyesi Kültür Departmanı, projenin amacının kütüphaneleri kent yaşamının içine, sokağa ve parklara taşımak olduğunu açıkladı. Okuma odalarının bazıları kütüphanelerin bahçelerine inşa edilecekken, bazıları da 'mobil' şekilde tasarlanarak kentin farklı noktalarına taşınabilecek. Proje çerçevesinde okuma alışkanlığının artırılması için atölye programları, tartışma, yarışma gibi birçok kültürel etkinlik de düzenlenecek.
Moskovalı kitapseverler, VDNH Parkı, Gonçarov Parkı ve Arbat'ta bulunan Losev Evi'ndeki okuma odalarını ziyaret edebilir.


Rusya, NOP Dünya Kültür Skoru tarafından geçen yıl hazırlanan 'en çok kitap okuyan ülkeler' listesinde 7. sırada gösterilmişti. Rusya'da, vatandaşlar haftada ortalama 7 saat 6 dakika kitap okuyor.

Petersburg, Andrey Belıy “Gogol’le Kafka arasında bir roman”


Kaynak: http://www.insanokur.org/

‘Petersburg’, alışılmış olanın üstündeki örtüyü, hastalanmış bir deriyi acımasızca koparır gibi çekip çıkarıyor ve altta gizlenen ‘insanî’liği gösteriyor.

Simgeci Rus şairi ve yazarı Andrey Belıy’in ünlü romanı Petersburg yayımlanışından yaklaşık yüz yıl sonra dilimize kazandırıldı. Kitap, Rusya’da ilk kez 1913-14 yıllarında yayımlanmış. Bunu 1922’de gözden geçirilmiş yeni basım izlemiş. 19. yüzyıl Rus edebiyatı, Lev Tolstoy’la zirveye ulaştıktan sonra 20. yüzyıla doğru yeni arayışlar başlıyor.

Bu alanda öncü, simgecilerdir. Onları fütüristler, akmeistler, imgeciler izleyecektir. Ancak, hem bütün bu akımlar kendi aralarında farklı dallara (ve kuşaklara) ayrılmakta, hem de tümü yer yer ortak çizgilerde buluşmaktadırlar.

Belki fazlaca mistik ilk kuşak simgecileri dışta tutarak, bu ortak çizginin buluştuğu odak noktasını da ‘modernizm’ sözcüğüyle karşılayabiliriz. 1880 doğumlu Andrey Belıy, aynı yıl dünyaya geldikleri Aleksandr Blok’la, simgecilerin ikinci kuşağında yer alıyor.

1987’de yayımladığım (ikinci basımı Adam Yayınları, 2000) Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi adlı çalışmamda Andrey Belıy’den tek bir şiir var. Daha sonra, henüz yayımlamadığım birkaç şiirini daha çevirdiğim Belıy’in, kendi döneminde ve genel olarak Rus edebiyatında (sözgelimi Blok, ya da Ahmatova, Hlebnikov, vb. ölçüsünde) etkili olmuş bir yenilikçi şair olduğu söylenemez.

Buna karşılık Petersburg’un (Rusçada ‘Peterburg’) romanının etkisi, 20. yüzyıl Rus debiyatında muazzam olmuştur. (Söz gelimi, Bulgakov’un Usta ile Margarita’sını Petersburg’suz düşünemem.)

Yoksulluk, dram ve ‘grotesk’

1970 başlarında aslından okuduğum ve gizemli atmosferinin, imgesel dilinin tadını hep anımsadığım bu kitap konusunda özel bir araştırma yapmış değilim. Fakat onun Gogol’le bağlantısına, sözünü ettiğim antolojinin Belıy’e ilişkin bölümünde de değinmiştim.

Dostoyevski’ye yakıştırılan (fakat hiçbir kaynakta izine rastlamadığım) “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” sözü, sadece Dostoyevski için değil, Rus edebiyatının birçok yazarını anlamak bakımından da bir anahtar özdeyiş niteliğindedir.

Petersburg yoksulluğu, küçük insanın dramı ve ‘grotesk’…

Bir sabah uyandığında burnunun yerinde yeller estiğini gören, ya da ‘palto’suyla birlikte aklını da yitiren Gogol kahramanlarıyla Dostoyevski ya da Çehov’un kahramanları arasındaki bağıntılar açık seçiktir. Fakat sadece Rus edebiyatının sınırları içinde bir benzeşim değildir bu.

Burnunu ya da paltosunu aramaya çıkan Gogol kahramanıyla, bir sabah uyandığında kendini böcek olarak gören ya da Şato’ya doğru yola çıkan Kafka kahramanları arasında da benzerlikler bulunabilir.

Petersburg’u 1970 başlarındaki Moskova günlerinde aslından okurken değil, fakat şimdi Türkçe çevirisinden okurken, aklımdan tam olarak şöyle bir cümle geçti;
Gogol’le Kafka arasında bir roman…

Klasik yöntem

Şimdi, ‘karşılaştırmalı edebiyat’a ilişkin çağrışımları fazla uzağa götürmeksizin Petersburg’un kendisine dönelim.

Kitabı okurken, tıpkı Kandinski’nin ilk modernist resimlerinin arka planlarında klasik resim çizimlerini görmek gibi, Petersburg’un arka planlarında (ev içlerinin, yüksek bürokrat ya da soylu çevre yaşamlarının ve tiplerinin betimlerinde) Savaş ve Barış’tan özellikle de Anna Karenina’dan sahneler duyumsadım…

Fakat Belıy, tıpkı Kandinski’nin (ya da bir ‘kübist’in) ‘klasik’i ‘modern’e dönüştürmesi gibi, gerçek nesneleri kırarak yeniden birleştiriyor. Ya da onları kırık bir ‘ayna’dan yansıtıyor. Oranlar, görüngeler (perspektif) değişiyor. Bu arada kamera-göz işe karışıyor. Diyelim ki, odadan önce içindeki eşyaların her hangi birinin herhangi bir ayrıntısıyla başlıyor anlatı (ya da görüntüleme)… Kamera-göz sonra, odaya girmek üzere olan kişinin betimine onun bedenindeki bir ayrıntıyı öne çıkarmakla başlıyor. Bu oran değişikliği, klasik anlatı yönteminin ters yüz edilişi, yine tıpkı modern resim (ya da müzik) sanatlarında olduğu gibi, kanıksanmış gerçekliğin yeniden ve gerçeklik olarak algılanmasına yol açıyor.

Tıpkı Anna Karenina ya da Savaş ve Barış’ta (aynı zamanda da Durgun Don’da) olduğu gibi, Petersburg’da da bölümler kimi kez bir çevre betimiyle başlıyor. Yazıyı alıntılara boğmak istemediğim için örnek vermeyeceğim… Fakat, söz gelimi, ‘Sokaklarda Tartışmalar Sıklaştı’ başlıklı bölümün girişindeki betimle (s. 138) ‘Kaçış’ başlıklı bölümün ortalarındaki bir başka betimi (s. 181) okuyanlar, herhangi bir olayın anlatımını bir çevre betimiyle başlatmada ‘klasik yöntem’e bağlı kalan yazarın, ilkinde ‘mecaz’ örgüsünü nasıl değiştirdiğini, ikincisinde sözünü ettiğim kamera-göz’ün nasıl devreye girdiğini göreceklerdir…

Örtüyü çekiyor…

Öyküsü, Ekim Devrimi öncesi Rusya’nın, 1900 başlarındaki Petersburg’unda geçen roman, bir bakıma her şeyle, devrimle de karşı-devrimle de, devrimciyle de karşı-devrimciyle de, ‘katil’le de ‘maktul’le de dalga geçiyor.

Fakat hepsinden önce de, resmî, kanıksanmış, alışılmış, basmakalıp olanın üstündeki örtüyü, hastalanmış bir deriyi acımasızca koparır gibi çekip çıkarıyor… Ne kadar zavallı, ne kadar cılk bir yara gibi görünürse görünsün, altta gizlenen ‘insanî’liği gösteriyor.

Dilimize başarıyla çevrildiğini düşündüğüm Petersburg’u okumaya hazırlanan edebiyatseverleri, canlı, düşündürücü, öğretici ve yoğun bir okuma sürecinin beklediğinde kuşku yok…

Kara bıyıklı yabancı

Nikolay Apollonoviç Ableuhov merdiven sahanlığının orada alaca bulaca sabahlığıyla duruyor ve üzerinde kaymaktaşı gözlerini göğe kaldırmış beyaz bir Niobe’nin durduğu sütuna ve desteğe tam bir karşıtlık oluşturarak dört bir yana yanardöner ışınlar saçıyordu.

Nikolay Apollonoviç korkuluktan eğilerek giriş kapısı yönünde birilerine seslendi, ama seslenişine önce sessizlik, sonra oldukça belirgin bir biçimde beklenmedik, itiraz eden bir geçit yanıt verdi:

“Nikolay Apollonoviç, siz, sanırım, beni başkasıyla karıştırdınız..”
“Ben bu – ben…”

Aşağıda kara bıyıklı ve yakaları kalkık paltolu yabancı duruyordu.
Nikolay Apollonoviç o zaman sahanlıktan tatsız bir gülüşle sırıttı:

“Siz misiniz Aleksandr İvonoviç?.. Çok memnun oldum.”

Ve sonra ikiyüzlülükle ekledi:

“Gözlüksüz tanıyamadım…”

Yabancının vernikli evde bulunmasının verdiği tatsız izlenimi atlatan Nikolay Apollonoviç sahanlıktan başını sallamayı sürdürdü:

“Ben, doğrusu, yataktan yeni kalktım: sabahlık bu yüzden hâlâ üzerimde (sanki bu rasgele anıştırmayla Nikolay Apollonoviç, misafirine, ziyaretini uygunsuz bir vakitte yaptığını anlamat istiyordu; kendi adımıza biz de ekleyelim: son gecelerde Nikolay Apollonoviç ortadan kayboluyordu).

Kara bıyıklı yabancı kendi adına eski silahlardan oluşan süslemeler zemininde oldukça acıklı bir manzara oluşturuyordu; yine de yabancı, Nikolay Apollonoviç’i ateşle sakinleştirmeyi sürdürecek caka sattı – ne alay ediyor, ne de tam bir safdillik gösteriyordu:

“Hiç önemi yok Nikolay Apollonoviç, yataktan yeni kalkmanızın… Hiç önemi yok, sizi temin ederim ki: ne siz genç kızsınız, ne de ben… Zaten ben de yeni kalkmıştım…”

Kitaptan

Ataol Behramoğlu’nun yazısı 19/05/2006 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Roman Üzerine Yorumlar

“Petresburg zamanımızın en büyük üç ya da dört romanındab biridir.” – Vlademir Nabokov- “Belıy'ın yazdığı en iyi kitap olan bu romanda, Petersburg, Gogol ve Dostoyevski?den sonra ilk kez gerçek sanatçısını bulmuştur.” – Yevgeni Zamyatin-

“Andrey Belıy bir deha.” – İlya Ehrenburg-

“Bütün Rusya'yı özetleyen tek roman.” – Anthnoy Burgess-

Andrey Belıy’in Yaşam Öyküsü

(1880-1934, asıl adı Boris Nikolayeviç Bugayev). Şair, roman yazarı. Rus simgeciliğinin en önemli şairi ve kuramcısı olan Belıy, ilk olarak müzik ve dil arasında bir bileşim denemesi olan Simfoniya (1902) adlı eseriyle ünlendi. Zoloto v Lazuri (Gökyüzündeki Altın, 1904), Pepel (Küller, 1909), Urna (Kül Vazosu, 1909) adlı şiir kitaplarının ardından 1910 yılında ilk romanı Serebriyanniy Golub'u (Gümüş Güvercin) yazdı. İkinci romanı olan Petersburg (1913) anlatımındaki yenilikler ve zengin olay örgüsüyle büyük yankı uyandırdı. Nikolay Berdyayev'in "Rus kübizminin edebiyat alanındaki bir örneği" olarak nitelediği bu romanı, Vladimir Nabokov, bu romanı dünya edebiyatının en önemli dört romanı arasında saymaktadır.

Matematikten ezoterik bilimlere dek geniş bir ilgi alanına sahip olan Andrey Belıy, 1917 yılında devrimi coşkuyla karşılayan yazarlar arasında yer aldı. Diğer önemli eserleri arasında şunlar anılabilir: Simvolizm (Simgecilik, 1910), Rudolf Şteyner i Göte v Mirovozzrenii Sovremennosti (Çağdaş Dünya Görüşünde Rudolf Steiner ve Goethe, 1915), Kotik Letayev (1917), Hristos Voskres (Dirilen İsa, 1918) Kreşçonıy kitayets (Vaftiz Edilmiş Çinli, 1921), Glossolaliya (Glossolalia, 1922), Moskva (Moskova, 1926), Maski (Maskeler, 1932), Masterstvo Gogolya (Gogol'ün Ustalığı, 1934).


Andrey BELIY Petersburg / Sekiz Bölümlü, Önsöz ve Sonsözlü Roman
Yayınevi Everest Yayınları ( Çağdaş Dünya Edebiyatı )
Çevirmen Sabri GÜRSES
Kapak Resim Utku LOMLU
Baskı 1 – İstanbul, Şubat 2006 Karton Kapak, Kitap Kağıdı, 765 Sayfa

I. Nikolas devrinde Petersburg: Saraya karşı bulvar – Marshall Berman


Aralıkçıların ezilmesiyle başlayıp Sivastopol’daki askeri fiyaskoyla son bulan l. Nikolas’ın saltanatı (1825-1855) modern Rusya tarihinin en karanlık devirlerinden biridir. Nikolas’ın Rus tarihine yaptığı en kalıcı katkı, gizli Üçüncü Bölüm tarafından kontrol edilen ve Rusya’da hayatın her alanına sızabilen, Rusya’yı Avrupalıların muhayyilesinde bir “polis devletinin” en tipik örneği haline getiren bir siyasi polis örgütünü geliştirmek olmuştur. Ama Nikolas yönetiminin acımasız baskısı değildi tek sorun.

Serfleri (nüfusun yaklaşık beşte dördü) inim inim inletmesi, her türlü kurtuluş umutlarını yok etmesiydi; onları korkunç bir zorbalıkla eziyordu (Nikolas’ın saltanatı sırasında altı yüzden fazla köylü ayaklanması oldu, en büyük başarılarından biri hemen hemen hepsini ve nasıl bastırıldıklarını ülkeden tamamen gizli tutabilmesiydi). Binlerce insanı gizli duruşmalarla, göstermelik bir yargılamaya bile gerek duymadan idama gönderiyordu (bunun en iyi örneklerinden biri, Dostoyevski’nin infaza otuz saniye kala bağışlanmasıydı); kat kat sansür düzenleri kurmuş, okulları ve üniversiteleri muhbirlerle doldurmuş, tüm eğitim sistemini fiilen felç etmiş, sonuçta tüm düşünce ve kültürü hapse, yeraltına ya da ülkenin dışına sürmüştü.

Burada ayırdedici olan baskı ya da bunun ölçeği değil Rus devleti tebâsına her zaman acımasızca davranmıştı- fakat amacıdır. Büyük Petro, Avrupa’ya bir pencere açmak, Rusya’nın ilerlemesine ve gelişmesine giden yolu açmak için öldürüyor ve korku salıyordu; Nikolas ve polisiyse bu pencereyi kapatmak için baskı ve zorbalık uyguluyordu. Puşkin’in şiirine konu olan Çar ile şiiri yasaklayan Çar arasındaki fark, «mucizeler yaratan kurucu” ile bir polis arasındaki farktı. “Bronz Süvari” vatandaşlarını ileriye götürmek için didinirken, şimdiki yöneticiyse yalnızca onları ezmekle ilgilenir gibiydi. Nikolas’ın Petersburg’unda Puşkin’in Süvarisi de, memuru kadar yabancılaşmıştı.

Sürgünden yazan Aleksander Herzen, Nikolas rejiminin klasik tasvirlerini yapar. İşte tipik bir pasaj:

Avrupalı olmayı bıraktı, ama Rus da olamadı… Sisteminde bir motor yoktu… her özgürlük çığlığını, her ilerleme düşüncesini kovuşturmak dışında hiçbir şey yapmadı… Saltanatı esnasında tek tek her kurumu etkiledi; her yere felç, ölüm unsurları yaydı.

Herzen’in kullandığı motorsuz bir sistem imgesi, modem teknoloji ve sanayiden ödünç alınma bu imge, duruma çok uygundur. Petro’dan Büyük Katerina’ya kadar Çarların politikasının temel dayanaklarından biri devletin yüce menfaatleri uğruna, yani sisteme bir motor sağlamak amacıyla ekonomik ve endüstriyel büyümeyi gerçekleştirmek için sürdürülen merkantilist girişimler olmuştu. Nikolas yönetiminde bu politika bilinçli ve kesin olarak terkedildi. (1890’larda Kont Witte tarafından gerçekleştirilen gösterişli başarılara dek canlandırılmadı.) Nikolas ve nazırları hükümetin gerçekten de ekonomik gelişmeyi kösteklemesi gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü ekonomik ilerleme siyasal reform talepleri ve inisiyatifi kendi ellerine alabilecek yeni sınıflar -bir burjuvazi, bir sanayi proletaryası- doğurabilirdi. Aleksander’ın umut vaadeden ilk yıllarından beri yönetici çevreler fark etmişlerdi ki, serflik -nüfusun büyük çoğunluğunu toprağa ve efendilerine bağlı tuttuğu, toprak sahiplerinin mülklerini modernleştirmeye teşvik etmediği (hatta modernleştirmedikleri için ödüllendirdiği) ve özgür, dolaşan bir sanayi işgücünün oluşmasını engellediği için- ülkenin ekonomik gelişmesini köstekleyen başlıca güçtü. Nikolas’ın serfliğin kutsallığı üzerinde ısrar etmesi Rusya’nın ekonomik gelişmesinin, tam da Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri ekonomileri kalkışa geçip ilen fırlarken, yerinde saymasına yol açıyordu. Böylece ülkenin görece geri kalmışlığı Nikolas devrinde dikkate değer ölçüde arttı. Hükümetin anıtsal kendiyle barışıklığını sarsmak için büyük bir askeri felaket gerekti. Ancak Sivastopol’daki felaketten, askeri olduğu kadar siyasal ve ekonomik olan bu felaketten sonradır ki, Rusya’nın geri kalmışlığının resmi kutsanışı bir son buldu.

-Azgelişmişliğin siyasi ve İnsanî bedelleri, Moskovalı aristokrat Çadayefden Petersburg avamından Belinski’ye kadar birbirinden çok farklı düşünürlerce malumdu. Her ikisi de Rusya ya en gerekli olan şeyin Batı penceresini yeniden açacak yeni bir Büyük Petro olduğunu söylüyorlardı. Ama Çadayef deli olduğu resmen ilan edildi ve yıllarca evinde gözetim altında tutuldu. Belinski’ye gelince, “onu kalede çürümeye bırakmalıydık,” diyordu gizli polis şeflerinden biri pişmanlıkla, genç adamın 1848’de veremden ölmesinin ardından. Dahası, Belinski’nin gelişme üzerine görüşleri -“orta sınıfı olmayan ülkeler ebediyen sıradanlığa mahkumdurlar”; “Rusya’da iç medenileşme süreci Rus zadegânlan kendilerini burjuvaziye dönüştürmedikçe başlayamaz”- radikal muhalefet içinde bile azınlıktaydı. Nikolas zamanının radikal, sosyalist eğilimli ve Batı yanlısı düşünürleri bile hükümetin önyargılarının çoğunu paylaşıyorlardı: tarımcılık, köy komünal geleneklerinin yüceltilmesi, burjuvazi ve sanayiye karşı nefret Herzen, “Tanrı, Rusya’yı burjuvaziden korusun!” derken Çarkında olmadan sistemin bir motora kavuşmaması için dua ediyordu.

Nikolas rejiminde Petersburg garip, tuhaf, hayali bir mekân olarak bir daha asla kaybetmeyeceği bir ün kazandı. Bu nitelikler, bu dönemde en akılda kalıcı biçimde Gogol ve Dostoyevski tarafından hikâye edildi. Örneğin 1848’de, “Zayıf Bir Kalp” başlığını taşıyan kısa bir öyküde Dostoyevski şöyle diyordu:

Viborg yakasından evime koştuğum bir kışı, bir Ocak akşamını hatırlıyorum. O zamanlar daha çok gençtim. Neva’ya vardığımda bir an durdum ve nehir boyunca uzanan, dumanlı ufukta ölmekte olan güneşin batışından kalma son morluğun da birden sise dönüştüğü, puslu, donuk solgun manzaraya bir göz attım. Gece şehrin üzerine çökmüştü. … Yorgun atlardan, koşuşan insanlardan donmuş buhar çıkıyordu Gergin hava en küçük seste bile titreşiyor ve her iki vakadaki çatılardan dev gibi duman sütunu yükseliyor; soğuk göğü dolduruyor, yolda bükülüyor, sarılıyor ve dağılıyordu. Sanki eski binaların üstünde yeni binalar yükseliyor, havada yeni bir şehir oluşuyordu….Güçİüsü, zayıfıyla bütün sakinleri, konutları, yoksulların barınakları, şaşaalı konaklarıyla tüm bu dünya bu alacakaranlık anında fantastik, büyülü bir görünüme, biraz sonra apansızın yok olup koyu mavi gökyüzüne doğru bir buhar halinde uçuverecek bir rüyaya benziyordu.

Petersburg’un bir yüzyıl boyu süregiden, görkem ve yüceliği puslu havasında buharlaşıp uçan bir serap, bir hayalet şehir kimliğinin evrimini inceleyeceğiz. Burada belirtmek istediğim, Nikolas rejiminin siyasal ve kültürel atmosferinde hayalci simgeselliğinin efsunlu anlam taşıyor oluşudur. Bizatihi varlığıyla Rusya’nın dinamizmi ve modern olma kararının simgesi olan bu şehir, şimdi motorsuz bir sistem olmakla gururlanan bir sistemin tepesinde buluyordu kendini. Bronz Süvarinin halefleri eğerin üstünde uyuya kalmışlardı. Dizginlere sımsıkı asılmıyor, ama yerinden bile kıpırdamıyordu. Atlı binici büyük, ölü bir ağırlığın durağan dengesindeydi. Nikolas’ın Petersburg’unda, Petro’nun tehlikeli fakat dinamik ruhu şehri tekinsiz kılmaya yetse de onu canlandıracak gücü olmayan bir heyulaya, bir hayalete dönüşmüştü. Bu durumda Petersburg’un da, modern hayalet şehrin bir arketipi halini almasında şaşılacak bir yan yoktu, İronik biçimde, Nikolas’ın siyasetinden -dayatılmış modernleşmenin biçim ve simgeleri ortasında dayatılmış bir gerilik siyaseti- doğan taşlıklar Petersburg’u, “azgelişmişliğin modernizmi” olarak adlandıracağımız ayırdedici biçimde tuhaf bir modernizm biçiminin kaynağı ve ilhamı yaptı.

Nikolas devrinde devlet uyuklarken, modernliğin koordinatın ve sahnesi Neva boyunca uzanan şehir merkezinin muazzam meydanlarından, hükümet binaları ve anıtların oluşturduğu görkemli yığından Nevski Bulvarına kaydı. Nevski, şehre biçim veren Amirallik Meydanından açılıp dışa doğru uzanan üç büyük caddeden biriydi. Her zaman Petersburg’un ana yollarından biri olmuştu. 19. yüzyılın başlarında, Aleksander’m saltanatı sırasındaysa Nevski, önde gelen bazı neo-klasik mimarlar tarafından adeta baştan aşağı yeniden inşa edildi. 1820’lerin sonunda, yeni biçimi belirdikçe diğer rakip caddelerden (Vöznesenski Bulvarı ve Gorohovaya Sokağı) kesin biçimde ayırdedilir ve kendi başına bir kentsel ortam addedilir oldu. Şehrin en uzun, en geniş, en iyi aydınlanmış ve en düzgün sokağıydı. Amirallik Meydanından çıkıp düz bir hat oluşturarak, iki-üç çeyrek mil boyunca güneybatıya uzanıyordu. (Oradan da kıvrılıyor, daralıyor ve Aleksander Nevski Manastırına ulaşıyordu; ama bu kısım genellikle “Nevski”nin bir parçası olarak algılanmıştır ve bu bölümde incelenmeyecektir.) 1851’den sonra Rusya’nın başlıca modern enerji ve hareketlilik simgelerinden biri olan (ve Ebette Tolstoy’un Anna Karenina’sında temel bir kişilik olarak yer alan) Moskova-Petersburg ekspresi garına varıyordu. Moika Nehri, Katerina ve Fontanka kanalları ile kesişiyordu; ona şehrin akıcı yaşamını sunarak uzun, hoş perspektifler kazandıran zarif köprülerle donatılmıştı.

Sokağın iki yanında, çoğunlukla kendi başlarına meydanlar ve kamusal alan olarak inşa edilen görkemli binalar uzanıyordu: neo barok Kazanlı Meryem Ana katedrali; 1801’de deli Çar l Paul’un kendi muhafızlarınca, oğlu Aleksander tahta geçmesi için boğazlandığı rokoko tarzı Mihaiovski sarayı; neo-klasik Aleksander Tiyatrosu; kendilerine ait bit kitaplık kuramayacak kadar yoksul entelektüelle kuşaklar boyu çok sevilen Kamu Kütüphanesi; Gostini- Dvor (ya da tabelasında yazdığı şekliyle Les Grands Bouh ques), Ruc de Rivoli ve Regent Street tarzında inşa edilmiş, ama Ruslarca uyarlanan çoğu Batılı prototipte olduğum ölçek olarak orijinallerini kat be kat aşmış, vitrinli alışveriş yapılarından oluşan blok. Sokağın her mevkiinden (1806-10 arasında yeniden inşa edilen) Amirallik Kulesinin altın kubbe iğnesi görülebiliyor, göz kamaştırıyor, bakanların görüş açısını yönlendiriyor, şehre bir bütünlük hissi veriyor yükselen güneş altın ibreyi aydınlattıkça imgelemi kışkırtıyor, gerçek kentsel mekânı büyülü bir düş manzarasına dönüştürüyordu.

Nevski Bulvarı birçok bakımdan ayırdedici ölçüde modem bir ortamdı. Birincisi sokağın düzlüğü, ferahlığı, uzunluğu, kaldırımların ve yolların iyi döşenişi hareket halindeki insanlar ve eşyalar için onu ideal bir araç, yeni yeni beliren hızlı ve ağır trafik için mükemmel bir geçit haline getiriyordu. 1860’larda Haussmann’ın Paris’e açtığı bulvarlar gibi yem birikmekte olan maddi ve insanî güçler için bir odak işlevi görüyordu: makadam ve asfalt, gaz ve elektrik ışığı, demiryolu, troleybüsler ve otomobiller, sinemalar ve kille gösterilen Ama, Petersburg çok daha iyi planlanıp tasarlandığından. Nevski Parisli muadillerinden tam bir kuşak evvel harekete geçmişti ve çok daha usulca, hiçbir eski mahalle ya da yaşamı sarmaksızın işliyordu.

İkincisi, Nevski modem kütlesel üretimin henüz ortaya çıkarmakta olduğu yeni tüketim ekonomisinin harikalarını sergilemeye yarıyordu. Mobilya ve gümüş donanımlar, dokumalar ve giysiler, çizmeler ve kitaplar; her biri sokaktaki sayısız mağazada cazip bir şekilde sergileniyordu. Yabancı mallar Fransız modası ve mobilyaları, İngiliz tekstili ve eyerler, Alman porselenleri ve saatleri- yanında yabancı stiller, yabancı insanlar, dışardaki dünyanın tüm o yasak çekiciliği de ortalığa dökülüyordu. 1830’lardan kalma, geçtiğimiz günlerde yeniden basılan bir dizi litograf Nevski’deki dükkân tabelalarının yarıdan fazlasının ya iki dilde ya da sırf İngilizce veya Fransızca olduğunu göstermektedir; pek azı sadece Rusçadır. Petersburg gibi uluslararası bir şehirde bile Nevski alışılmadık ölçüde kozmopolitti. Dahası- ki bu Nikolas’ınki gibi baskıcı bir yönetimde önemlidir- Nevski, Petersburg’da devletin hakimiyetinde olmayan tek kamusal mekândı. Hükümet onu gözetim altında tutabiliyor, ama orada gerçekleşen etki ve etkileşimleri yaratamıyordu. Böylece Nevski toplumsal ve psişik güçlerin kendiliklerinden kaynaşabildiği bir tür özgür alan olmuştu.


Son olarak Nevski, Petersburg’da (hatta belki de tüm Rusya’da), köşkleri ve malikâneleri Amiralliğin ve Kışlık Sarayın yakınında sokakları süsleyen soylulardan, bulvarın son bulduğu, gar yakınındaki Znaniemski Meydanındaki salaş tavernalara takılan yoksul zanaaatkarlar, orospular, başıboş serseriler ve bohemlere kadar varolan her sınıfın bir araya geldiği tek yerdi. Nevski onları bir araya getiriyor, bir girdapta karıştırıyor, elde edebildikleri deneyim ve temaslarla öylece bırakıyordu onları. Petersburglular aşıktı Nevski’ye ve bıkmaksızın efsaneleştirdiler, çünkü onlar için azgelişmiş bir ülkenin yüreğinde modern dünyanın tüm göz kamaştırıcı vaatlerini sunuyordu.

24 Haziran 2015 Çarşamba

"Ruslar, Leningrad Kuşatması'nda DNA'ları sayesinde hayatta kaldı..."

Kaynak : Sputnik News

2. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 2.5 yıl süren Leningrad Kuşatması'ndan sağ çıkan kişilerin gen yapısını inceleyen bilim insanları, bu kişilerde kuşatma nedeniyle yıllar süren açlık koşullarında bile sağ kalmalarına imkan veren özel bir DNA mutasyonu olduğunu saptadı. St. Petersburg'dan bir grup bilim adamı, Leningrad Kuşatması'nda sağ kalan yaklaşık 200 kişiden kan örnekleri alarak bu kişilerin en ağır açlık koşullarındaki hücre faaliyetlerini ve metabolizmalarında rol oynayan genlerinin yapısını analiz etti.  Elde ettikleri bulguları, benzer açlık felaketini tecrübe etmeyen daha yaşlı Rusların gen örnekleri ile kıyaslayan araştırmacılar, kuşatmadan sağ çıkan Rusların tamamen farklı bir gene sahip olduğunu tespit etti. 

‘GEN YAPILARI VÜCUDUN ENERJİ KAYBINI AZALTIYOR'

Araştırmanın sonuçlarına göre, Leningrad Kuşatması'ndan sağ kurtulanların DNA'larındaki, metabolizmanın gelişimi ve vücudun ısı üretiminde rol oynayan PPAR (peroksizom proliferatör aktive edici reseptör) ile ve UCP (ayırıcı protein) gen aileleri, özel bir yapıya sahip. Bu genler, hücrelerin çalışma etkinliğinin artmasını ve vücut ısısının korunması sırasında enerji kaybının azalmasını sağlıyor.

İlginç sonuçlar veren araştırma, bundan 15 yıl önce, St. Petersburg'daki Ott Jinekoloji Araştırmaları Enstitüsü'nden Prof. Dr. Oleg Glotov liderliğinde, uzun yaşam ve yaşlanmayı durdurma konulu çalışmalar kapsamında başladı.

RT'ye konuşan Glotov, "Kuşatmaya maruz kalanlar, genetik yatkınlığın yanı sıra başka birçok faktörden oluşan bir nevi ‘elek'ten geçti. Tespit ettiğimiz genler, kuşatma sırasında şans eseri oluşmadı, bu insanlar kendilerine sağ kalmalarında yardım eden genlere daha önceden sahipti. Söz konusu genetik mutasyon, bölge halkının yüzde 20-30'unda var. Bu gene sahip olanlar kıtlık ve açlık gibi zorlu koşullarda avantaja sahipler, ama aşırı yemeleri halinde ise daha dezavantajlı bir gen yapısındalar" dedi.

Leningrad kenti (St. Petersburg) 2. Dünya Savaşı'nda Hitler Almanya’sının Moskova'yı ele geçirme planlarının bir aşaması olarak Nazi ordusu tarafından kuşatılmıştı. 8 Eylül 1941-27 Ocak 1944 tarihleri arasında yaklaşık 900 gün kuşatma altında kalan kentin dış dünya ile bağlantısı kesilmiş, insanlar su ve yiyecek kıtlığı çekmişti. Leningrad Kuşatma’ sında 1.5 milyon civarında kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 

“Bomj” Jenya, "Moskova tavsiyeleri" ile Youtube'ta


Kaynak: http://www.turkrus.com/ 

Rusya’da “bomj” olarak adlandırılan evsizlerden biri, Yakutistan’lı Gennadi’nin (Jenya), hem Moskova’da sokaklarda yaşayan insanların hayatını yansıtmak, hem de reklamlardan gelir elde edip hayatını yoluna koymak için Youtube’da açtığı “video blog” sosyal medyada büyük ilgi gördü. 250 binden fazla tıklanan ilk klipte evsizliğinin “geçici” olduğunu söyleyen Jenya, tıklamalarla birlikte elde edeceği reklam gelirine bel bağlıyor. Moscow Times'ın aktardığına göre, Jenya, Moskova’da nerede bedavaya yemek yenebileceği, banyo yapılabileceği, polisten nasıl kaçılacağı gibi yararlı bilgileri yeni videolarda anlatacağını söylüyor. Ayrıca kendisi gibi evsiz arkadaşlarının bulması için Moskova'da bir sokaktaki yağmur borusunun içinde bir şişe içinde 10 dolar saklıyor.

İşte ilk video:






24.6.2015

BAVUL: BELLEĞİN DERİNLERİNE YOLCULUK


Zulfiya ŞAHİN

Sergey Dovlatov/ Çev. Faruk Ünlütürk: “Bavul”, Cem Yayınevi, İstanbul, 2004, 156 s.

Gazeteci kimliğinin yanı sıra üçüncü Rus göçmen dalgasının kuşkusuz en parlak temsilcilerinden ve çağdaş Rus edebiyatının en çok okunan yazarlarından birisidir.
Dovlatov, 1978 yılında hiçbir eserinin yayınlanmadığı Sovyetler Birliğinden Amerika’ya göç ettikten sonra dünya çapında üne kavuşmuş ve Vladimir Nabokov’dan sonra The New-Yorker Dergisine kabul gören ikinci Rus yazarı olmuştur. Dovlatov’un Rusya’daki ilk kitabı ise, 1990 yılında ölümünden beş gün sonra yayınlanmıştır.

Dovlatov’un hikayeleri biyografik ve yaşanmış olaylardan esinlenerek yazılmıştır, ancak yazarın hedefi belgesellik değil, gerçekçilik duygusudur. Yazar altmış kuşağının dünyaya bakışının ve yaşam felsefesinin, dönemin yasak bohem toplantılarının, Sovyetlerin absürt yaşamının tüm ayrıntılarını büyük bir ustalıkla eserlerinde aktarabilmiştir. Dovlatov: “Anlatıcı, insanların nasıl yaşadıklarını, romancı nasıl yaşamaları gerektiğini, yazar ise ne için yaşadıklarını anlatır” diyerek edebiyattaki misyonunu “anlatıcı” olarak belirlemiştir. Dovlatov “anlatıcı” konuma sadık kalarak kahramanlarına hüküm vermekten ve insan ilişkilerinin ve davranışlarının ahlaki boyutlarını değerlendirmekten kaçınmıştır.

Dovlatov eserlerinde, Rus edebiyat geleneğinde zorunlu olan ahlaki sorunlardan adeta kopmuş gibidir. “Rus Edebiyatı, hep bir felsefe gibi insanın kendisinin ve çevresinin yorumunu ve din gibi insanın manevi ve ahlaki terbiyesini verme görevi üstlenmiştir. Halbuki edebiyatın bana cazip gelmesinin nedeni edebiyat oluşudur, yani bir metnin sizi ya hüzne ya da mutluluğa sürükleyebilmesidir.” Dovlatov’a göre kelimeye ideolojik bir işlevi dayatma, kelimeleri duygusuzlaştırmaktadır. Yazar için öyküleme öyküden daha önemlidir. Bir başka deyişle, öyküyü anlatma süreci öyküdeki sorundan daha değerlidir. Dovlatov’un eserlerinin ahlaki değeri, toplumun davranış kurallarını yansıtmasındadır. “Okurlarımda kaidelerin hissiyatını uyandırmak istiyorum. Günümüzde delilik artık normal olarak kabul edildiğinden, absürdün yaklaştığını hissedebiliyorum.”

Kuralları yansıtma arzusu yazarın tarzını ve dilini belirlemiştir. Dovlatov - anlatı, skeç, fıkra, özlü söz gibi ultra-kısa form ustasıdır. Tarzında lakonizm, sanatsal ayrıntılara dikkat ve canlı konuşmanın tonlamaları hakimdir. Dovlatov’un nesrinde ustaca tasarlanmış diyaloglar, dramatik çarpışmalardan üstündür. Eserlerindeki netlik ve ifadelerin basitliği muazzam becerinin ve titiz kelime seçiminin göstergesidir. Dovlatov’un tarzında absürt ve mantık, trajedi ve komedi, hüzün ve mutluluk, ironi ve mizah iç içe geçmiştir. Dovlatov eserlerinde insanların nasıl “gülerek üzüldüklerini ve üzülerek güldüklerini” gösterebilen nadir yazarlardan biridir.

İlk defa 1986 yılında Amerika’da yayınlanan “Bavul”, 2004 yılında Faruk Ünlütürk’ün çevirisiyle Türk kitapseverlerle buluşmuştur. Cem Yayınevinden çıkan ve Dovlatov’un bugüne dek Türkçeye çevrilmiş tek eseri olan “Bavul” kısa öyküler kitabıdır. Öykülerin kurgularının temelinde, gerçekleştirilmiş metafor prensibi yatmaktadır: yazar Amerika’ya göç ettikten sonra tesadüfen Rusya’dan yanında getirdiği ve o güne kadar hiç ihtiyaç duymadığı eşyalarla dolu bavulu yıllar sonra açar. Bavuldan çıkan her eşya Dovlatov’un Rusya’ya ilişkin anılarını canlandırır. Eşyaların bağlı olduğu öykü zinciri Dovlatov’un Sovyetler Birliği'ndeki günlük yaşamının absürtlüğünü ve dramatizmi okurların gözü önüne sermektedir. Bu eşyalar, yazarın Rusya’daki hayatta kendini bulmasının ve başarısız girişimlerinin hem komik hem hüzünlü birer simgeleridir. Kitapta, Dovlatov’un otuz altı yıllık hayat birikiminin küçücük bir bavula sığabilmesinin ve bunun aslında sadece anılarından oluşmuş olduğunun hüznü esprili bir dille anlatılmaktadır.

Bavuldan çıkan sekiz eşya, hafızanın sekiz farklı köşesine yapılan birer yolculuk, sekiz trajikomik olaydır. İlk satırlardan itibaren yazar kendi derin anılarına okurlarını da beraberinde sürüklemektedir. Anıların kapısını aralayan “Fin Çorapları” öyküsünde yazar, on sekiz yıl önce üniversite öğrencisiyken yaşadığı ticaret deneyimlerini buruk bir gülümsemeyle anlatmaktadır. Bu öykü, hayatın kısa olduğu anlayan ve bu kısa hayatın çoğunu maddi ve manevi kısıtlamalarla geçirmek zorunda bırakılan bir gencin trajikomik öyküsüdür. Bu öykü zincirini devam ettiren “Bir Çift Ayakkabı”, hayat şartlarının ve dış etkenlerin bir insanı nasıl değiştirdiğine ve anlık değişikliklerin neye bağlı olduğu sorusuna dikkat çekmektedir. “Bir Çift Ayakkabı”yı izleyen “İki Yırtmaçlı Kostüm” adlı öyküde Dovlatov Sovyetler Birliğindeki baskıcı izlenmenin altında yaşamak zorunda bırakılan insanların trajedisini kaleme almıştır. “Subay Palaskası”nda ise çağdaş yaşamın absürtlüğü gözler önüne serilmiştir; ruh sağlığı yerinde sanılan insanların birer ruh hastası, ruh hastası olarak görünenlerinse daha dengeli olduğunun anlatıldığı bir öyküdür “Subay Palaskası”. Bir diğer öykü “ Fernand Leger’in Ceketi”nda şöhretten unutulmaya, zenginlikten fakirliğe giden yolda, ihanete uğrayan üst düzey bir sosyalist ailenin yaşam hikayesine tanık oluyoruz. “Poplin Gömlek” adlı eşiyle tanışma öyküsünde de, Dovlatov yıllar sonra sahip olduğu ailenin farkına varmasının, bunca zaman veremediği sevginin ve yaşamadığı ve yaşatamadığı aşkın pişmanlığını anlatırken “Kışlık Şapka” öyküsünde yazarın kaderci düşüncelere kapıldığını görebiliyoruz. Bavuldaki son eşya ise “Şoför Eldivenleri”dir ve öyküdeki eldivenler Dovlatov’un hayatta yapabileceği şeyleri yapamamış olmasının bir simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nostaljik bir hüzünle dolu “Bavul”da Dovlatov’un komik ve hafif yazma yeteneği hayatın kederli olaylarında bile okurları güldürebilmektedir. Her ne kadar Dovlatov kendini yazar olarak kabul etmese de bu kitapta onun gerçek yazar yeteneği belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yazar kitabın kahramanı olarak çevredeki tüm dengesizliklere karşın, normal olanın, olması gerekenin duygusunu kaybetmemektedir. Kahraman kitabın her öyküsünde karmaşık, anlamsız ve çelişkili olaylardan, tek anlamlıya ve basitliğe doğru bir yolculuk yapmaktadır. Yazar da bu durumu, “Benim bilinçli hayatım, bayağılığın tepelerine yapılan bir yolculuktur” şeklinde ifade etmektedir.

Otobiyografik bir eser olan “Bavul”da Dovlatov’un Sovyetler Birliğindeki tatsız sürprizlerle dolu hayatından anılar, sınırsız iyimserlik ve tükenmeyen bir umutla anlatılmaktadır. Kitabın her satırında hissedilen bu iyimserlik sayesinde “Bavul”, okurlarda tekrar ve tekrar okuma isteği uyandırmaktadır.


·         Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Batı Dilleri ve Edebiyatları, Rus Dili ve Edebiyatı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014

23 Haziran 2015 Salı

Rus ve Türk kimlikleriyle ilgili sorunların benzerlikleri ve benzemezlikleri hakkında



Rusları pek tanımıyorum. Tanıdığım tek Rus, yabancı bir dostumun karısı. Çok iyi kahkaha atardı, uzun sohbetleri de severdi. İstanbul'da oturup da "tatile hadi Rusya'ya gidelim" diyeni hiç görmedim, duymadım. Yurt dışına gidilecekse ilk akla gelen Avrupa olur. Mürekkep yalamış herkes ille bir Londra'ya gitmiştir, ama Moskova'ya gitmezler, -açıkcası Rusya'nın benim de ilgimi çektiğini pek hatırlamıyorum. Ama Ekim Devrimi, Lenin, Bakunin, Kropotkin, Çaykovski, Dostoyevski, Tolstoy, Hotel Lux, Trotzki, hatta Stalin, Beriya, ilgimi çeker. Rusların aslında bir orman halkı olduğu ve dişleriyle tırnaklarıyla büyük bir imparatorluk kurdukları, onu kaybedip yeniden ve yeniden kurdukları, Rus adının anlamı... bütün bunlar ilginç elbette. Ama hikayelere meraklı Rusların ilginç masalları, kültürleri ve entelektüel hayatları daha da ilginçtir elbette -nihayetinde şimdiki zamanda yaşıyoruz, dünde değil. Gene de tarihlerine bakmadan edemem. Türklerin her nedense "Deli" dedikleri Büyük Petro'larından başlayarak modernleşme maceralarını ve en önemlisi, insanlığın en ilginç maceralarından birini, "Devrim ve Sosyalizm Macerası"nı başlattıklarını nasıl unutabiliriz?

"Rus" mu "Rusyalı" mı, "Türk" mü "Türkiyeli" mi?

Türklerin neoliberal dönemde tartışmaya doyamadıkları bu konunun bir muhatabı da Ruslar. "Rus kimdir?" sorusuna yanıt, Sovyetler Birliği sonrası Rusyası için tam dert olmuş. Sovyetler Birliği döneminde "Sovyet Yurtseverliği" adı altında yaşayan Rus milliyetçiliği, Sovyetler ortadan kalktıktan sonra "Rus" adına geri döner dönmez soruyu da gözüne yemiş: Başka ülkelerde kalan Ruslar da "Büyük Rus ailesi"nin bir parçası mıdır, Rus sayılacaklar mı, aynı dili konuşan Beyaz Ruslar tamam da, Ukraynalılar da mı Rus? Belki dil değil Ortodoks Hristiyanlık Rusluğun temelidir? Rusya'da yaşayan herkese Rus mu denmelidir? 19'uncu Yüzyılın ortasında Osmanlı'dan alınan Kuzey Kafkasyalılar (Çeçenler vd.) Rusya'nın doğal sınırlara sahip olmayan coğrafyasını Rusların mantalitesini de belirleyen bir faktör olduğunu savunan Petr Caadaev gibi filozoflar da yaşıyor Rusya'da. Doğudan Moğolların batıdan Avrupa'nın tehdidine açık Protoruslar, bu yüzden ormanları kendilerine bir tür doğal kale gibi kullanmışlar. Rusların ormanlardan geldiğini biliyoruz. Zaten Rusya'nın 20'inci yüzyıla kadar dünyaya sattığı ürünlerin başında orman ürünleri geliyor. Ormanlar ve orman cinlerine, Rus halk hikayelerinde de sık rastlanıyor. Türklerin demir dağları eritip düze çıktıkları gibi söylenceleri olmayan Ruslar, dümdüz bir alanda, gelen geçen tüm askeri güçlerin saldırısına açık olmuşlar. Genişleme arzusu ve dürtüsü de, asıl bu tehlikeden geliyor olmalı

"Rus", aslında Normanların bir koluna verilen ad. İlk doğu Slav devletinin kurulmasını sağladıklarından, adları çıkmış! Daha sonra "Büyük Rusya" anlamında, yani Asya'nın diğer yerlerindeki Rusları da kapsaması anlamında "Ruskiy" sözü kullanılmaya başlanmış. "Rusya" (Rosiya), 16 yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan ve 17 yüzyıl sonlarından itibaren resmi ad olan bir sözcük. Anadolu'nun adı olarak "Türkiye" sözcüğünün, bin yıldır kullanıldığını Vatikan ve diğer Avrupa kayıtlarından biliyoruz. Etnik anlamda "Rusiyskiy" diye kullanılan en son sözcük ise "Rusyalı" demek. Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya çıkan yeni milliyetçilik, Moskova şehir devleti etrafında oluşan halkı "Rus" sayıyor. Yeni İstanbul Türkçesi etrafında kurulan yeni Türk Ulusu anlayışıyla dil üzerinden benzerliğe sahip. İstanbul'un alınışından sonra bir milli kilise haline gelen Ortodoks Hristiyanlığı Rusluğun temel taşı sayanlar da var.

Türkiye'deki gibi daha homojen bir ulusun kurulması Rusya'da pek mümkün olamamış. Sovyetler yıkıldıktan sonra Rus tarihinin devamlılığı/kopukluğu bile konuşulmuş. Mesela ünlü Kiev merkezi, bir Rus mu yoksa Ukraynalı tarih midir? Bu tez fazla destekçi bulmasa da, tartışma konusu olmayı sürdürüyor.

Rusların ortaya çıkışında İstanbul'un rolü

Rus kimdir sorusu Rusya'da tartışıladursun, ilk Rus devletinin nasıl ortaya çıktığı, hangi bahaneyle ortaya çıktığı biliniyor. Nasıl Osmanlı Beyliği İstanbul'un etrafındaki Doğu Roma topraklarına saldıra saldıra "ün" yapıp ortaya çıkmışsa, Ruslar da İstanbul'a saldıra saldıra ortaya çıkmışlar, -hem de 10'uncu yüzyılın ilk yarısında. Dinyeper nehri, Karadeniz ve Kuzey Denizine uzanan alanda yaşayan Normanlar, 9'uncu yüzyıldan itibaren dadandıkları Doğu Roma topraklarına saldırıp talan ederken, kendi aralarında bir de slogan geliştirmişler: "Normanları boşver, Rumlara sığın" gibi bir laf olan bu slogan etrafında düşünen hisseden ve tabii yerleşik Doğu Roma Uygarlığından etkilenen eski Normanlar, Kiev'de ilk Rus devletini (Beyliğini) kurmuşlar. İlk önderleri Cermen isimlere sahip bu halkın ilk Beyleri Oleg (Helgi) ve Igor (Ingvar), tıpkı Yahudi isimleri taşıyan ilk Selçuklular gibiler, ya da adı sonradan "Osman" yapılan "Ottoman" Bey gibi. Anadolu'ya gelen Türklerin yaptığı gibi onlar da Rumlara benzemeye başlamışlar ve Doğu Roma Hristiyanlığını kutsal Vladimir döneminde 988 yılında kabul etmişler. Türkler zaten bir monoteist dine inandıklarından, Doğu Roma dinini almamışlar, ama onunla birlikte yaşayabilen, bağnaz olmayan mistik (dervişan) din anlayışlarını da Asya'dan getirdikleri gibi korumuşlar. Rus Beyi Hristiyan olunca Bizans İmparatoru'nun kızkardeşiyle evlenmiş ki o devirde pek benzeri olmayan, Bizans sarayının sadece krallara gelin verdiği, hem de seçici olduğu bir zaman. Türklerin daha sadece Adana ovasına tek tük küçük boylar halinde gelip arada sırada Bizans orduları tarafından Suriye'ye kovalandıkları zamanlar.

Ruslar ve Türkler Moğol hakimiyetinde

İşte bu konu Türkiye'de nedense hiç konuşulmayan konulardandır. Anadolu Selçuklu döneminde yaşanan Moğol hakimiyeti, bilindiğinden de acıdır. Selçuklu Sultanlarının İstanbul'a sığındığı, çocuklarını Bizans Ordusuna asker verdikleri dönemler. Türkler İlhanlı (İran) Moğollarının hükmü altında yaşarken, Ruslar da "Altınordu" Moğollarının hükmü altındadır ve bu iki Moğol Hükümdarlığı da birbiriyle kavgalıdır. 13'üncü Yüzyılın ortalarında Aşağı-Volga'da Hükümdar Otağını kurmuş olan Altınordu Hanı, Ruslardan sadece vergi beklemekle yetinmez, Rusların Hükümdarını da belirler/seçer, tıpkı İlhanlıların Selçuklu Sultanlarını belirlemesi gibi. Moğollar, hem Türkiye'de hem Rusya'da, ülkelerin kendi iç yönetim biçimleri ve aparatlarını değiştirmemişlerdir. Rus Beyleri, Altınordu Hanıyla birlikte Batı'dan Rusya'ya yönelen saldırılara birlikte karşı koymuşlardır. Mesela okullarda her Rus talebenin öğrendiği Aleksandr Nevski, 1240-1242 yılları arasında Batıdan gelip Rusya'ya saldıran İsveçlilere ve Alman Şovalye Tarikatlarına karşı savaşıp zafer kazanmıştır ve bu zaferi de Altınordu ile ittifak sayesinde kotarabilmiştir. Türkiye'de de böyle bir ünlü vezir yaşamış, Moğollarla hem ittifak yapar gibi görünüp hem de onların düşmanlarıyla gizli gizli yazışmış biridir Sadettin Köpek. Sultan Baybars'la gizli gizli haberleşen bu adamı İlhanlı Moğol Hanı, korkunç bir biçimde öldürtmüştür.

Rusların Moğol döneminde giderek güçlenmeleri ve kendilerini yeniden tarif etmeleri, Moskova Beyleri ile buraya taşınan Rus Metropolitin sayesinde olmuştur. Türkiye'de pek ilgi duyulmayan bu önemli konu, Osmanlı Beyliği'nin yükselmesini sağlayacak şekilde, Ruslarınkinden farklı gelişmiştir. Moğolların Anadolu'daki ajanı ve beşinci kolu Mevlevilere karşı, Ahiler ve Bektaşilerin Batı Anadolu'daki yeni/güçlü Osmanlı Beyliği ile ittifakı yükselirken, Moğolların önemsizleşmesiyle birlikte Orta Anadolu Selçuklusu ve Mevleviler önemini yitirmiştir. Yani Türkler, Moğol Hakimiyetinden (coğrafi ve siyasi) yeni bir güç merkezi ile çıkarken, Ruslar eski merkezlerinde bu kez Ortodoks Klise ile yeni bir tip güç oluşturmuş görünmektedirler. Burada Ruslar ile Altınordu Moğolları arasında önce küçük çaplı çatışmalar söz konusudur, ama 1380'de Dimitri Donskoy'un zaferi önemlidir. Anadolu'da ise Konya'dan Davul ve Tuğ alıp Türklerin yeni Hanı olan Ottoman (Osman) Bey'in İranlı Moğollarla savaştığı hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır.


Bu tarihten sonra Osman Bey ve esas olarak Orhan Bey zamanında başlayan devlet kuruluşunda Ahilerin sosyo-ekonomik alanda, Bektaşilerin de entelektüel ve askerlik alanında hızla yükselirken, Moskova Beyliğinin 1450'ye kadar yerinde saydığını, küçük bir Beylik olduğunu görüyoruz. Üstelik Rusların çoğunu değil küçük bir kısmını yönetiyor. O dönemde Doğu Slavları, yani Rusların çoğunluğunu, Litvanyalı ve Polonyalı Beyler yönetiyor. Türklerin "Moskof" dedikleri Ruslar, asıl İstanbul'un alınışından sonra coşuyorlar...

St Petersburg, Rusya


Kaynak: http://gumuspusula.com/

Finlandiya’nın Laaperanta şehrinden oldukça konforlu bir tren içerisinde iki saatlik bir yolculuk sonrasında St Petersburg’a geçtik. Finlandiya’nın pasaport kontrolünden geçtikten sonra iki ülke arasındaki fark hemen kendini belli etmeye başlamıştı. Ana kontrolden sonra yaklaşık 4 kez daha kontrol edip, ”Acaba Türkler gerçekten Rusya’ya vize almıyor muydu?” bakışlarından sonra ve bavulumuzu mıncıklama isteklerinden sonra seyahatin tadını çıkarma fırsatını elde edebilmiştik. Rus Kültürü, üniversite yıllarımda Ataol Behramoğlu gibi değerli hocalarımızdan tarihini, edebiyatını ve dilini bolca çalışıp, hatmettiğim bir kültür olduğundan bendeki heyecanı hep bir başka olmuştur. Latin alfabesini bir kenara atıp, Kiril alfabesini okuyabilmenin verdiği keyifle çayımı bir farklı yudumlayıp arkama yaslandım. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan puslu bir St. Petersburg akşamı bizi selamlayıverdi. Nasıl olsa saat mefhumu olmadığından beyaz geceleri gönlümüzce yaşayabileceğimiz dolu dolu 4 günümüz vardı.

St. Petersburg’da ”beyaz geceler” önce saat 23:00′e doğru hafif loş bir hal alıyor daha sonra saat 3:00 sularından tekrar doğuyor fakat kuzey bölgelerinde olduğu gibi 24 saat batmamazlık yapmıyor. Bu büyülü geceleri St. Petersburg gibi sanat ve tarih kokan bir şehirde geçirmek muhteşem olacaktır. Süslü dev binaların ve geniş ötesi yolların ortasında kendinizi karınca gibi hissedeceksiniz. Dünya’da sanatın en çok değer gördüğü ülkelerden biridir herhalde Rusya. Parkta veya deniz kenarında resim yapan bir sanatçı görmek şehirde olağan bir durum. Yağlıboyanın, edebiyatın ve birçok sanat dalının altın çağını yaşadığı topraklardaydık ne de olsa Sankt-Piterburg’u (Rusça telafuzuyla) altını üstüne getirmeseydik olmazdı herhalde. Gezilecek sayısız müze, bina ve saray olduğundan elimizi çabuk tutmalıydık. Dünyaca ünlü Hermitage Müzesi’nin tamamını gezmek bile bir hafta alıyorken gerisini siz düşünün. Neva Nehri’nin kıyısına konuşlanmış bu şehri, I. Peter başkent olarak kurmuştur. İsmi birçok kez değişmiş en son 1991 senesinde tekrar Leningrad’dan, St. Petersburg’a dönmüştür. Yazları kısa ılık ve nemli geçerken, kışlar bol yağışlı ve uzun geçer. St. Petersburg senenin ortalama 123 gününü karın ve buzun altında ciddi eksi rakamlar eşliğinde geçirir (-35 gibi).

Yapılacaklar, görülecekler listesi diğer şehirlere göre kesinlikle daha kabarık. Nevsky Prospekt, Petersburg’un en önemli caddesidir. II. Dünya Savaşından sonra şehirde göreceğiniz tüm yapılar gibi ciddi zararlar almış ve hepsi tekrardan restore edilerek eski hallerine döndürülmüşler. Barok ve neoklasik tarzda inşaa edilmiş olan Saviour and the Blood Kilisesi burada ilk görülmesi gereken yapıdır. Stroganov Sarayı, Kazan Kathedrali bu cadde üzerinde görülmeye değer yerler arasındadır. Hermitage Müze’si herkesin gezmesi gereken dünyanın en büyük koleksiyonlarından birine sahip ünlü bir müzedir. Burada Picasso’dan, Monet’ye, Cezanne’den, Da Vinci’ye tüm dönemlere ait tablolar ve yapıtlar bulabilmeniz mümkün. Bu müzeyi iyice gezmeden (ki 1 hafta sürebiliyor gezmek) başka müzeleri gezmeniz skor açısından size başarı sağlayacaktır ama çok değerli yapıtları görmeden ayrılmak katliam olacağından siz iyisi mi önce Hermitage’a zaman ayırın. Daha sonra Peter ve Paul Kalesi, Peterhof, Tsarkskoye Selo (Çarın Kasabası) görülmesi gereken önemli yerler arasındadır. Peterhof Sarayı ve Çarın Kasabası tartışmasız St.Peterburg’un en görülesi yerleri fakat şehirden biraz uzaktalar. Peterhof’a, Hermitage’ın hemen önünden kalkan Peterhof Express ile yarım saatte gittik. Çarın Kasabasına ise yağmurlu bir günde kendi çapımızda metro ve treni birleştirerek 1 saatte gittik. Belirli saatlerde içeri aldıklarından ve o sırada kovadan boşanırcasına yağmur yağdığından az kalsın geri dönüyorduk, neyseki kendimizi zor da olsa atacak bir mini bir krep dükkanı bulabildik (restoran bulana aşk olsun). 

Tüm bunları gördükten sonra daha zamanınız kaldıysa Gatchina, Pavlovsk ve Oranienbaum’u görebilirsiniz. Son olarak en süsü ile en bilindik metro istasyonu ”Avtova’yı” görmek isterseniz Nevsky Prospekt’teki metrolardan birine girip kırmızı hattı takip edebilirsiniz. Müzelere girişler 400-500 ruble arasında değişiyor ve bölümlere ayrı olarak bilet alınıyor. Örnek olarak Peterhof’a hızlı feribot kişi başı 500 Ruble+ içeri giriş 450 Ruble + sarayı gezmek bir 400 küsur Ruble daha geri hızlı feribot dönüş + 500 Ruble daha, bir de orada satılan fastfoodlardan yemek isterseniz ki tek şansınız bu 450 Ruble daha alın size neredeyse 2500 Ruble eder yani bir kişi Peterhof’u görmek 150 tl’ye denk gelir. Her şey para ve girişler çok pahalı. Oraya kadar gitmişken bu bahsettiğim yerlere hatırı sayılır para vermeyi gözden çıkarsanız iyi edersiniz.


Buraya uzun uzun yemekleri yazmak isterdim ama inanın o kadar zorlandık ki yemek konusunda anlatamam. Bir kere bildiğiniz tarzda restoranlar yok, onlara benzeyenler ya çok vasat ya da tamamen aristokrat Rus Restoranları. Her ne kadar denemek için uğraş verdiysek de Borş Çorbası, kestaneli yeşil mercimek çorbası, patatesli mantarlı ekmekleri ve pirogi (börek) denemenin ötesine geçemedik. Tabii ki damak tadı göreceli bir konu fakat yine de bir Türk’ün tavşan ciğerleri salata gibi bir karışımı kolay kolay sevemeyeceğini düşünüyorum. Merak edenler için denemediğim bir restoranın ismini vermek adetim olmadığından kaldığımız Puşka Inn Otelinin restoranını önerebilirim, onun haricinde yine Nevsky’de her köşede Rus Restoranları ile karşılaşabilirsiniz. Bunların haricinde krep çok tüketilen yiyeceklerden biri, muz ile veya et ile fark etmiyor Ruslar tarafından çok talep görüyor (Rusça krep=blin). Suşi restoranlarının sayısı tüm restoran sayılarını ikiye katlayacak kadar çok. Hayatımda ilk defa yurtdışında Türk restoranına gittiğimi itiraf edebilirim ve hiç pişman olmadım Galata Restoran kesinlikle lezzetli yemekleri ve memleketi hatırlatan dekoruyla başarılı bir mekan.

Kısa Kısa

Kaldığımız Puska Inn Otel hem merkeze yakınlığı, hem de dekorasyonu ile kesinlikle tavsiye edilesi bir otel.

Taksilerde mutlaka pazarlık yapın. Otelin ayarladığı 1 saatlik mesafedeki havalimanı için 1000 Ruble verdik, bu fiyata göre pazarlık yapabilirsiniz.

Rusya’nın toprakları o kadar büyük ki üzerinden 9 ayrı zaman dilimi geçiyor.

Sorduğunuzu duyar gibiyim; Evet Rusya’da neredeyse tüm kızlar düzgün hatlı ve güzel!

Sushi neredeyse Japonya’da olduğundan daha fazla Rusya’da popüler.

St.Petersburgdaki çok derinlere kazılmış olan metrolara binmeden dönmeyin.

Sarayları ve yapıları gezerken her şeyin gıcır gıcır olduğunu, Dolmabahçe sarayı ile karşılaştırdığınızda odaların o eski kokusunu ve gıcırdayan yerleri bulamadığınızı fark edeceksiniz. Bunun sebebi Nazilerin neredeyse tüm yapıları bilerek bombalamalarından kaynaklanıyor. 30-50 sene süren restorasyon çalışmaları sonucunda halka açılmış hatta çoğu yerde restorasyonlar halen devam etmektedir.

Müzelerde ve saraylarda İngilizce audio guide yok, ve ingilizce anlatan rehber de yok. 

Ziyaretçilerin büyük çoğunluğu yabancı turist yerine yerli Rus turist olduğundan onlar grup halinde dolaşırken siz tek başınıza dolaşmak zorunda kalabilirsiniz.