Ahmet Ümit
Cumhuriyet
30 yıl önce parti emriyle ve sahte pasaportla gelmiştim. Bu
kez Nâzım Hikmet’in doğum günü etkinliği için Moskova’dayım. Önce öğrenim
gördüğüm Marksizm Leninizm Enstitüsü’nün yolunu tuttum. Duvarlardaki orak
çekiçler olduğu gibi kalmıştı ama okulun adı artık “Finans Üniversitesi”ydi.
Rus-Türk İşadamları Birliği’nden Nâzım Hikmet’in 52. ölüm
yıldönümü için Moskova’ya gitme daveti alınca, önce duraksadım. Hani yıllar
önce ayrıldığınız sevgilinizle yeniden karşılaşınca şaşkınlıkla sevinç arası
bir heyecan duyarsınız ya, işte öyle bir duyguydu yaşadığım. Evet, Moskova bir
tür ilk aşktı benim için, büyük bir heyecan. Hayatımın en zor günlerinde
başımdan geçen gerilim yüklü bir serüven. Bana yazar olma kararı aldırtacak bir
kırılma anı. Otuz yıl önce sahte pasaportla yapılan tehlikeli bir yolculuğun
ardından ulaştığım o karlı şehir... Ama otuz yıl sonra hiç de tehlikeli
olmayan, son derece güven içerisinde gidiyordum Moskova’ya. Atatürk
Havalimanı’ndan. Türk Havayolları’nın tarifeli uçağıyla. Hatta pasaportuma
çıkış damgasını vuran genç polis, beni tanımış, iyi yolculuklar Başkomserim
bile demişti. Oysa 1985 yılında Moskova’ya giderken durum çok farklıydı.
İstanbul’un o güzelim eylül aylarından biri. Vakit akşam üzeriydi, elimde küçük
valizim, cebimde sahte pasaportumla Sirkeci’den kalkan Viyana trenine
biniyordum. Diktatörlükten bahsediyorum, faşizmin bir silindir gibi ülkenin
üzerinden geçtiği o zor günlerden.
Daha ilk günden katılmıştım darbeye karşı direnişe. O
zamanki Türkiye Komünist Partisi’nin üyesiydim. Gençlik arasında çalışıyordum.
O eylül ayının hemen başlarında parti sorumlusu olan yoldaş, “Hazırlan,”
demişti. “Moskova’ya gidiyorsun. Parti okuluna.” Büyük bir sevinç duymuştum,
büyük bir onur, büyük bir heyecan... “Nâzım gibi,” diye geçirmiştim içimden.
“Tıpkı Nâzım gibi...” Nerdeyse kurulduğu 1920 yılından o güne Türkiyeli
komünistler Sovyetler Birliği’nde eğitim görüyorlardı. Bunda yadırganacak bir
yan yoktu, çünkü komünizmin en önemli ilkelerinden biri enternasyonalizmdi.
Yani sınırlardan arınmış bir insanlık cumhuriyeti. En azından teoride
böyleydi...
Bulgarlar
trenden indirdi
Neyse biz hikâyemize dönelim. Sirkeci’den bindiğim trenin
son durağı Viyana’ydı ama ben biletimin üzerinde yazanın tersine Sofya’da
inecektim. Uzun bir gecenin ardından, trenimiz Kapıkule sınırından geçerek
Bulgaristan’a girdi. Elbette Türkiye’den çıkmak kurduğum bu cümledeki kadar
kolay olmadı. Çünkü polis pasaportumun sahte olduğunu anlasaydı, 90 gün işkence
görebilir, eğer ölmezsem 5 yıllık bir mahkûmiyet alabilirdim. Neysi ki
pasaportum iyi düzenlenmişti, polis sahte olduğunu fark etmedi. Böylece
Kapıkule’den rahatlıkla geçtim, ama Bulgaristan’da kötü bir sürpriz beni
bekliyordu. Cebimde sadece 100 Alman Markı olduğu gerekçesiyle Bulgarlar
trenden indirdi beni.
Çünkü Türkiye’den gelenlere hiç hoş bakmıyorlardı.
Türkiye’de nasıl bir faşist diktatörlük varsa, Bulgaristan’da da kendisine
sosyalist diyen ama Türk azınlığa karşı şovenist bir politika uygulayan
otoriter bir yapı vardı. Ve gümrük kapısındaki adamlar söylediklerime
inanmıyorlardı, “Eğer beni Türkiye’ye yollarsanız hapse atarlar, bunun
sorumlusu da siz olursunuz,” diye açıkça tehdit etmemin ardından, yolculuğuma
devam etmeme izin verdiler. Ama trenim gitmişti, karayolunda otostop çekerek,
Bulgaristan’da gitmem gereken otele ulaştım. Hiçbir sorun yaşamadan içeri
girdim. Benim gibi Moskova’ya gitmeyi bekleyen Türkiyeli dokuz yoldaşla orada
buluştuk. Bir haftalık beklemenin ardından, Aeroflot Havayolları’na ait bir
uçakla Moskova’ya uçtuk.
Trafik
burada da aynı
Bundan tam otuz yıl sonra, Türk Havayolları’nın tarifeli
uçağında kaptanımız Moskova’ya iniş anonsunu yaparken tuhaf duygular vardı
içimde. 1985’te gittiğim, ben ayrılırken hâlâ sosyalizmin yaşandığı ama birkaç
yıl sonra kapitalizme geçilen Rusya’da neler değişmişti acaba? Yirmi beş
yaşında bana ev sahipliği yapan o kadim şehir ne haldeydi acaba?
Uçaktan çıkıp
Vnukovo Havaalanı’na adım attığımda yaşadım ilk hayal kırıklığımı. Burası
Avrupa’daki o soğuk yüzlü havaalanlarından biriydi. Sadece yazılar farklıydı,
hepsi Kiril harfleriyle yazılmıştı. Yorgun ama daha beteri mutsuz adımlarla
çıktım Vnukovo Havaalanı’ndan.
Oysa Moskova’ya ilk gelişimde, uçağımızın inişini hiç
unutmuyorum. Sanki bir şehre değil de hayallerimizdeki cennete konuyorduk. Oysa
bulut aynı buluttu, kar aynı kar, ağaçlar aynı ağaç, yollar aynı yol, binalar
aynı bina. Ama bambaşka bir gözle görüyorduk idealimizin başkenti olan
Moskova’yı. Bütün hayallerin mucizevi bir şekilde gerçeğe dönüştüğü büyülü bir
diyar. Bizi karşılayan parti görevlileri, hepimizi bir minibüse bindirmişti.
Camları siyah perdelerle örtülü bir minibüs. Ne trafik vardı yollarda, ne de
bekleme, kısa sürede ulaşmıştık şehre...
Fakat bu gidişimde şehre ulaşmak nerdeyse İstanbul’dan
Moskova’ya uçuş saatimiz kadar sürdü. Adım adım ilerleyen bir trafik, arka
arkaya, yanyana, sıkış tepiş arabalar. Ama hepsi de lüks arabalar… Öyle böyle
değil, hiçbir şehirde bu kadar lüks arabayı birarada görmedim. En çok da
Mercedes... Hepsi son model… Ve yine reklam panoları. Bildiğimiz uluslararası
markalar, bildiğimiz reklam panoları, bildiğimiz mankenler… Her adım başı, göz
alıcı renklerle insanlara mal satmaya çalışan bilbordlar...
Moskova’ya ilk geldiğimde bu reklam panolarının yerinde
devrim afişleri yer alıyordu.. Çoğunlukla kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu
pankartlarda sosyalizm, barış, halk sözcüklerinin yer aldığı farklı sloganlar
çarpıyordu gözümüze. Bu panoları gördükçe heyecanımız kat be kat artıyordu.
Çünkü Gorbaçov, yozlaşmaya yüz tutmuş toplumu kurtarmak için yeniden
sosyalizmin köklerine dönmeyi öneriyordu. Bunun için de daha fazla açıklık,
demokrasi ve çoğulculuk gerekiyordu. Ama Marx’ın ve Lenin’in öğretilerinden
ayrılmadan. O zamanlar böylesi bir dönemde Moskova’ya geldiğim için şanslı
sayıyordum kendimi. Öyleydi de, tarihi bir döneme tanıklık ediyorduk.
Moskova’ya ilk geldiğimde bu reklam panolarının yerinde
devrim afişleri yer alıyordu.. Çoğunlukla kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu
pankartlarda sosyalizm, barış, halk sözcüklerinin yer aldığı farklı sloganlar
çarpıyordu gözümüze. Bu panoları gördükçe heyecanımız kat be kat artıyordu.
Çünkü Gorbaçov, yozlaşmaya yüz tutmuş toplumu kurtarmak için yeniden
sosyalizmin köklerine dönmeyi öneriyordu. Bunun için de daha fazla açıklık,
demokrasi ve çoğulculuk gerekiyordu. Ama Marx’ın ve Lenin’in öğretilerinden
ayrılmadan. O zamanlar böylesi bir dönemde Moskova’ya geldiğim için şanslı
sayıyordum kendimi. Öyleydi de, tarihi bir döneme tanıklık ediyorduk.
Aslında ne otuz yıl önceki, ne de bugünkü Moskova bizim
alışık olduğumuz şehirlerden değildi. İklimi, mimarisi, yaşamı bizim
şehirlerimize hiç mi hiç benzemiyordu. Anıt binalarla doluydu şehir. Otuz yıl
sonra onları yeniden görmek mutlu etti beni. Bunların içinde, Stalin döneminde,
esir Nazilere yaptırılan, bugün 7 Kızkardeş diye anılan 7 devasa binanın özel
bir anlamı vardı benim için. Otuz yıl önce, tepelerindeki kocaman kızıl
yıldızlara bakmak, askeri diktatörlüğün olduğu ülkeden gelen bir devrimci
olarak bana tuhaf bir gurur veriyor, güzel günlere olan inancımı artırıyordu.
Bugün ise buruk bir hatıraya bakar gibi kederle süzdüm o, 7 Kızkardeşi.
Otuz yıl önce eğitim gördüğüm Marksizm Leninizm Enstitüsü,
o zamanlar Moskova’nın dış mahallelerine yakın, Aeroport Metro İstasyonu’nun
çıkışındaki, küçük parkın karşısında dikilen görkemli taş bir binada eğitim
veriyordu. Yemen’den Nikaragua’ya, Kanada’dan Afganistan’a dünyanın her
yerinden gelen ilerici ve devrimciler bu okulda, devrim tarihi, ekonomi
politik, felsefe, sosyal psikoloji gibi dersler görüyordu. Okulda tam bir
enternasyonalizm rüzgarı esiyordu. Hepimiz, sınıfsız bir toplumu kurma
idealiyle yanıp tutuşuyor, savaşın ve sömürünün olmadığı bir dünya kuracağımıza
inanıyorduk. İdelojik birliği saymazsak, okulda rengârenk birçok kültürlülük
vardı. Elbette Moskova’ya iner inmez doğru eski okulumun yolunu tuttum.
İnanılmaz şey, okul binası bütün görkemiyle orada duruyordu. Hatta duvar
süslerindeki orak çekiçler bile olduğu gibi kalmıştı, ama biraz yaklaşıp
kapının üzerindeki altın sarısı metal harfleri görünce bir tuhaf oldum: “Finans
Üniversitesi” yazıyordu. Bir zamanlar uluslararası sermayeye karşı mücadele edenlerin
eğitim gördüğü bu bina, şimdi Rusya’daki finans kapitali yönetecek öğrencileri
yetiştiriyordu. İçeri girmek, sınıfları, koridorları dolaşmak istiyordum, tadım
kaçtı, yapamadım.
Okuldayken de hep yaptığım gibi şehrin merkezine gitmek
için metroya yürüdüm. Metro deyip geçmeyin, Moskova’nın simgelerinden biri de
şehrin altında adeta başka bir şehir gibi kıvrım kıvrım uzanan bu metroydu. O
zamanlar neredeyse bedavaydı, şimdi de ucuzdu. Ve öyle istasyonlar vardı ki
metroda, öyle güzel düzenlenmiş, öyle güzel dekore edilmişlerdi ki, sanat
galerilerinden hiçbir farkı yoktu. Bütün gün metroda istasyonlar arasında
gezinebilir yine de canınız sıkılmazdı. Metroda gezerken devrim heykellerini
görmek, Lenin’in resimleriyle karşılaşmak beni mutlu etti. Ruslar bizim
yaptığımız yanlışı yapmamışlar, geçmişlerini inkâra kalkışmamışlardı.
Melankoli
sebebi havalar
Otuz yıl önce Moskova’ya geldiğimde kış çoktan başlamıştı.
Günün büyük bölümü alacakaranlıktı, o karanlıkta güzel olan tek şey kardı.
Evet, eylül ortalarında şehri kaplayan kar, mayıs başına kadar kalkmıyordu
sokaklardan. Bu eski şehrin biricik süsü gibiydi o kadim beyazlık. Hele
sabahları uyandığınızda kristale dönüşmüş devasa ağaçlarla karşılaşmak çok
güzel duygular uyandırıyordu insanda. Bizim gibi güneşi görmeye alışkın
Akdenizliler için bu karanlık havalar melankoli sebebiydi. Bu beladan
kurtulmanın tek yolu sanattı. Sadece yazmaktan, okumaktan bahsetmiyorum.
Sokaklarda Tolstoy, Gorki, Puşkin, Çaykovski gibi büyük sanatçıların
heykellerini görüyorduk. Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’ni geziyorduk, Tretyakov
Devlet Galerisi’ndeki benzersiz sanat eserlerini izliyorduk. Ve elbette sık sık
Bolşoy Tiyatrosu’na gidiyor, Don Kişot, Yeni Çağ, Giselle, Kuğu Gölü gibi
baleleri izliyorduk. En önemli ayrıcalığımız, yer bulmanın her zaman sorun
olduğu bu muhteşem tiyatroya kolaylıkla bilet bulabilmekti. Bu temsillerden
birinde tuhaf bir olay gelmişti başımıza.
1986 yılbaşından birkaç gün önceydi. Kamelyalı Kadın’ı
izlemek için yine Bolşoy’a gitmiştik. Fuayede çay içerken, birden tanıdık
sözcükler geldi kulağımıza. Birileri Türkçe konuşuyordu, hayır Azeri Türkçesi
değil, bildiğimiz İstanbul Türkçesi. Biz Moskova’da illegal olarak bulunduğumuz
için hemen yoldaşlarımızı, “Aman tiyatroda birkaç Türk var,” diye uyarmaya
kalkıyorduk ki, birden fuayede onlarca Türk vatandaşı olduğunu fark ettik. O
yılbaşını geçirmek için Türkiye’den tam üç otobüs insan gelmişti. Hepimiz Rusça
konuşmaya başladık, böylece kendi vatandaşlarımız tarafından fark edilmemeyi
başardık ama Rusçamız o kadar kötüydü ki, bu kez de Moskovalılar tuhaf gözlerle
süzmeye başlamışlardı bizi.
Otuz yıl sonra yeniden çaldım Bolşoy Sanat Tiyatrosu’nun
kapısını. Yine Kuğu Gölü sahneleniyordu ama yer bulmak imkansızdı. Önünde bir
fotoğraf çektirmekle yetindim.
1985 yılında büyük bir değişime hazırlanıyordu Sovyetler
Birliği. Çünkü 1917’de yapılan sosyalist devrimde ciddi sıkıntılar başlamıştı.
Moskova’da yaşadıkça bunu biz de görüyorduk aslında, sosyalizm hakkında
kurduğumuz pembe hayaller birer birer yıkılıyordu. İnsanların yüzündeki
mutsuzluğu fark etmemiz de çok zaman almadı. Nüfusun büyük bölümünü saran
alkolizm toplumu tehdit ediyordu. Öyle ki, önlem olarak Komünist Partisi’nde
içki yasağı başlamıştı. Büyük kaynaklara sahip bu dev ülkenin, hantal bir
politik yapı yüzünden içten içe çürüdüğünü anlamıştık ama umudumuzu
yitirmiyorduk, çünkü Gorbaçov önderliğindeki Komünist Parti sorunu tespit etmiş
ve çözüm önerileriyle yeniden ülkeyi ve sosyalizmi ayağa kaldırmaya karar
vermişti. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 27. Kongresi’nin ana konusu bu
değişimdi. Çoğulcu, demokratik, şeffaf bir sosyalizm hedefleniyordu. Ama
olmadı, çünkü çok geç kalınmıştı. Ve ben Moskova’dan ayrıldıktan dört yıl sonra
sosyalizm çöktü. Daha doğrusu sosyalizmin Sovyet tipi çöktü. Adına sosyalizm
denilsin ya da denilmesin insanlığın daha özgür, daha mutlu bir yaşam
arayışının biteceğine inanmıyorum.
Şehir
renklenmişti
Günümüz Moskova’sında dolaşırken önemli bir değişikliği
fark ettim, şehir sanki renklenmişti. Benzetme yapmak için “renklenmişti”
sözcüğünü kullanmadım, evet Moskova gerçek anlamda renklenmişti. Güzel Rus
kadınları şimdi daha güzel görünüyorlardı.
Restoranlarda hizmet çok daha
iyiydi. Yiyecekler çeşitlenmiş ve zenginleşmişti. Ama sokaklarda, metro
istasyonlarının girişinde otuz yıl önce hiç göremeyeceğim trajik görüntüler
vardı: Dilenen, uyuyan, karnını doyuran evsizler.
Arabanızın camını silmek için koşuşturan genç insanlar...
Bunlar yıkımın gözle görünün yüzüydü. Bir de göremediklerim vardı. Moskova’da
bir kesim inanılmaz servetler edinirken bir kesim hızla fakirleşmiş, insanlar
adeta kendi kaderlerine terk edilmişti. Son dönem yaşanan ekonomik kriz Rus
halkını iyice fakirleştirmişti. Moskova’daki son geceme kadar hep aynı soru
dolandı durdu kafamda:
“Hangisi iyi acaba? Sadece toplumun ortalama ihtiyaçlarını
karşılayıp bireyi dikkate almayan sosyalizm mi, yoksa sadece girişimci bireyin
ihtiyacını temel alan kapitalizm mi?”
Son gece otelimin hemen yakınındaki Mayakovski heykelini
ziyarete gittiğimde aldım bu sorunun yanıtını. Vakit ilerlemişti, sokakta
kimsecikler yoktu. Bir bankta oturmuş, bu büyük şairinin heykeline bakarken bir
ses duydum. “Neden bu ikisine mahkûm olalım ki,” diyordu.
“Neden daha
özgürlükçü, daha çoğulcu, daha renkli, daha insancıl bir sosyalizm kurmuyoruz?”
Kendi vicdanımın sesi miydi yoksa Ekim Devrimi’nin bu yiğit
oğlunun sesi mi bilmiyorum, ama duyduğum yanıt hoşuma gitmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder