Moskova

Moskova

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Edebiyat okurunun baş ağrısı: Rus isimleri



Mustafa Kemal Yılmaz




Çevirdiğim kitaplara internette yapılan yorumları okumayı seviyorum. Usta ve Margarita için düşülen birkaç yorumda “çok karakterli romanda isimlerin zor akılda kaldığı” şeklinde özetlenebilecek bir şikayete rastladım. Sitemin muhatabı ben değilim elbette, ama fırsattan istifade Rus edebiyatında isimlerin kullanımı üzerine bazı gözlemlerimi paylaşmak isterim.

Hacimli edebiyat eserlerinde isim bolluğunu “bir baş ağrısı” gibi görmek mümkün. Ancak Rus edebiyatı söz konusu olduğunda, yazarın başvurduğu isimler, niyetinin anlaşılmasına yardımcı “bir anahtar” işlevi de görebilir.

Bu anahtarın nasıl işlediğine dair gözlemleri iki başlık altında toplamak istiyorum: 1. Kısa isimler ve 2. Konuşan soy isimler.

Kısa isimler

Rusçadaki bütün erkek ve kadın isimlerinin kısa biçimleri var. Rus filolojisinde bunlara “küçültme ve şefkat bildiren” biçimler deniyor (umenşitelno-laskatelnıye).

Gündelik hayattan bir örnek niyetine Aleksandr–Aleksandra isimlerine bakalım (vurgunun düştüğü sesliler italik).

Her iki ismin en sık başvurulan kısa hali Saşa. Adı Aleksandr ya da Aleksandra olan birine kimler Saşa diyebilir? Arkadaşı, anne-babası, sevdiği insan, duruma göre amiri, hatta uç bir örnek olarak hasmı.

Biri sesleniyor: “Saşa!” Cevap gelmedi ve bir kere daha seslendi: “Saşa!!” Yine cevap yok. İsmin bu kez daha yüksek sesle ve belki biraz da sinirle “Saş!!!” şeklinde kısaltılması kimseyi şaşırtmaz.

Gücendirdiği kız arkadaşıyla barışmaya çalışan bir delikanlıdan ise “Saşûl!!” hitabını duymak mümkün.

Bu bir kaide mi? Hayır. Aralarında fark var mı? Kişisel alışkanlığa, ya da duygusal tonlamaya dair bir farktan söz edilebilir.

Diğer bir kısa biçim Saşka. Peki kim kime Saşka diyebilir? Bir çocuk, arkadaşını oyuna çağırmak istediğinde kapılarını çalıp “Saşka evde mi?” diye sorabilir. Öte yandan, tam tersi bir ortamda, bir batakhanede de işitilebilir bu sesleniş: “Saşka’nın işi. Baksana herifi ne biçim doğramış.” Ya da kızgınlık ve küçümseme bildirmek amaçlı kullanılabilir: “Baş geri zekalı da embesil yeteneksiz Saşka!” (Usta ve Margarita).

Saşenka ve Saşeçka ise ihtimam ve şefkatin daha fazla hissedildiği biçimler. Bu bakımdan kutlamalar için idealler: “İyi ki doğdun, Saşenka!”, “Saşeçka, mazl tov!”

Gelmiş geçmiş en iyi Sovyet filmlerinden biri olan Askerin Türküsü‘nde karşımıza çıkan Şura ismi ise bende, muhtemelen filmin de etkisiyle, daha basit, daha saf çağrışımlar uyandırıyor. Şurik haline geldiğinde ise komikleşiyor, ki Sovyet komedi sinemasının en sevilen karakterlerinden birinin bu ismi taşıması tesadüf değil.

Şimdi Mihail Bulgakov’un “korkunç öyküsü” Köpek Kalbi‘nin ikincil karakterlerinden Zina, yani Profesör Preobrajenski’nin hizmetçisi için kullanılan isimlere bakalım.

Hikayenin belli bir noktasında ortaya çıkan bir ihbar mektubundan öğreniyoruz ki, hizmetçinin tam adı Zinaida Timofeyevna Bunina. Ama anlatı boyunca kendisine yönelik en sık kullanılan hitap şekli Zina.

Hizmetçi Zina diye çağırılırken aşçıya Darya Petrovna şeklinde baba adıyla birlikte hitap edilmesinden ne anlıyoruz? İlkinin genç bir kız, ikincisinin ise orta yaşlı ya da üzeri bir kadın olduğunu. Hatta belki de evli, ya da dul.
Emir verirken “Zina” şeklinde seslenen Profesör Preobrajenski rica ederken hangi biçimi kullanıyor peki?

“Zinuşa…”


Hikayenin yıldızı Köpek Şarik, ameliyat edildikten sonra iki ayaklı bir hödüğe dönüşür. İlerleyen günlerde Profesör tarafından sigaya çekildiği bir sırada hizmetçi ile ilgili ağzından şu cümleyi kaçırır:

“Zinka şikayet etti, değil mi?”

Profesörün buna tepkisi: “Zinka değil, Zina diyeceksiniz! Anlaşıldı mı?”

Nedir aradaki fark ve neden bu sert tepki? Nasıl Saşa gayet normal iken, Saşka sokak çağrışımlarına sahip ise, Zina yerine Zinka hitabını da ancak bir serseri kullanır. İstisnai durumlar hariç elbette.

Ama Şarikov tüm uyarılara rağmen akıllanmaz ve ilerleyen bölümlerde genç kıza iftira atarken yine “Belki de Zinka almıştır” der. Kızı sakinleştirmek isteyen profesör ise bir kere daha “Zinuşa” hitabına başvuracaktır.

Profesörün asistanlığını yapan Doktor Bormental ise Şarikov üzerinde güç kullanarak genç kızdan özür dilemesini istediğinde, ona “Zinaida Timofeyevna” şeklinde hitap etmeye zorlar. Yani haddini bilen ve saygıda kusur etmeyen birinin edeceği şekilde.

Özetle: Bulgakov, Köpek Kalbi hikayesinde, 1. karakterler arası hiyerarşiyi, 2. karakterlerin terbiye ve ahlak düzeylerini ve 3. hikaye boyunca ilişkilerinin seyrindeki dalgalanmaları okura iletmek amacıyla Zinaida isminin dört farklı biçimine başvurmakta. Hiçbiri rastgele değil, hepsinin bir işlevi var.

İkinci örnek Usta ve Margarita‘dan.

Roman her ne kadar Usta ve Margarita karakterlerinin adlarını taşısa da, bence asıl öne çıkan kahramanlar Yerşalaim bölümlerinde Pontius Pilatus ve Moskova bölümlerinde İvan Nikolayeviç Ponıryof, namı diğer Şair Bezdomnıy. Yahudiye’nin gaddar beşinci valisi, Pontiuslu süvari Pilatus’un paramparça vicdanı da, İvan Nikolayeviç’in içindeki yobazı öldürüp bambaşka bir kişilik halinde yeniden doğması da bana hep usta ile Margarita’nın hikayesinden ve aşklarından daha kuvvetli ve daha dikkate şayan gelmiştir.


Bir Romalı olması hasebiyle Pilatus’un adı ilgi alanımızın dışında. Biz anlatıcının, dolayısıyla yazarın İvan’ın ismiyle nasıl oynadığına bakalım.

Hikaye kalın bir edebiyat dergisinin yayın yönetmeni Mihail Aleksandroviç Berlioz ile Şair Bezdomnıy’nın, yani İvan Nikolayeviç Ponıryof‘un Moskova’da bir parktaki gezintileri ile başlıyor. Berlioz kültürlü bir edebiyat bürokratı görünümündeyken Bezdomnıy taş kafalı küstahın tekidir.

Bu kesitte yayın yönetmeninin, “akıl hocası” ve “yönetici” konumundan destekle şaire İvan diye hitap ettiğini görüyoruz. Vanya, ya da Vanyuşa değil, basitçe İvan. Dikkat çekici bir samimiyet yok, hafifçe kendini hissettiren bir hiyerarşi var.

Anlatıcının tercihi ise samimiyeti şüpheli de olsa saygı çerçevesinde: İvan Nikolayeviç. Bir süre sonra sohbete dahil olacak olan Woland, yani Şeytan da bu hitabı tercih ediyor. Dolayısıyla okur için de kahramanımızın adı İvan Nikolayeviç. Şimdilik.

Kahramanımız ilk kısımda Woland’ın çetesinin sillesini yiyip Berlioz’un trajik ölümüyle serseme döner. Elinde mum ve ikonayla don-gömlek Griboyedov Evi’ne vardığında ise aklını yitirmek üzeredir. Öyle ki, tüm taş kafalılığına rağmen insanda adeta acıma hissi uyandırır. Anlatıcı da bu değişime duyarsız kalamaz ve İvan Nikolayeviç‘ten İvan‘a geçer. Yalnız anlatıcının İvanının, Berlioz’un İvanından farklı olduğunu not etmek gerek. Daha anlayışlı, hatta belki daha sevecen.

İvan’ın daha sonra başına gelenler okuyanlara malum: Elem evi, iç sorgulama, bölünme, metamorfoz. Romanın birinci kısmı sona ererken Patriarşiye Prudı’da İmmanuel Kant’ı gulaga yollamayı teklif etme cüretini gösteren kendini bilmezden eser kalmamıştır.

Romanın ilk kısmı ne kadar acıyla, ithamla ve alayla doluysa, ikinci kısmı da o kadar sevgiye, merhamete ve bağışlanmaya kapı aralar. Anlatıcının ikinci kısmın hemen başında İvan için kullandığı yeni hitap artık kendisinden şefkatin esirgenmeyeceğinin habercisidir:
“İvanuşka“.



Woland ile maiyeti Moskova ziyaretini tamamlar. Usta ile Margarita’nın kaderi tayin edilir. İvanuşka Elem Evi’nden çıkar. Üstelik bambaşka biri olarak. Artık betonarme şiirler yazmayacak, başka işlerle ilgilenecektir. Mesela tarihle.

Son bölümde onu bir tarih profesörü kimliğiyle görürüz. Woland’ın ziyaretinden kalan yaraları büyük oranda sarmış olsa da bazıları hala ilk günkü gibi tazedir. Ama şimdi hiç değilse ihtiyaç duyduğu şefkati ve özeni ona gösterebilecek bir hayat arkadaşı vardır yanında. Anlatıcı bu noktada tekrar kendi koltuğuna geçer ve ilk kullandığı, ama bu kez hakiki bir saygı bildiren hitaba geri döner:

İvan Nikolayeviç.

Konuşan soy isimler

Rus yazarları, karakterlerinin soy isimlerini belirlerken bu isimlerin içerisine anlam ifade eden parçalar koymayı çok sever. Bu yöntem Rusçada “konuşan soy isimler” (govoryaşiye familii) olarak anılır. Özellikle de mizah ve hiciv yazarlarının kullanmaya bayıldığı bu yönteme birkaç örnek verelim.

Averçenko’nun henüz Türkçeye çevrilmemiş “Zapiski godovalava rebyonka” öyküsünden Mitya Sotsialov.

Bu isim – soy isim ikilisi, o denli harikulade ki, bunu hakkıyla aktaracak kabiliyette olmadığımı bilmek bana acı veriyor. Yine de denemek zorundayım.

Arkadi Averçenko, Rus göçmen edebiyatının en kızgın yazarlarından. Kızgınlığının hedefi ise özlediği, hayalini kurduğu Rusya’yı yok eden Bolşevikler. Lenin ve Troçki’yi hicveden bir karikatürü dergisinde bastığı için Çeka’nın peşine düşmesi ve canını kurtarmak için ülkesinden ayrılmak zorunda kalması öfkesini harlayan olaylar.

Devrimin hemen öncesinde, devrim günlerinde ve sonrasında yazdığı politik feyletonlarda bıkmadan usanmadan Bolşevik liderlerin yanı sıra belki işçileri değil ama “devrimcileri” de hedef tahtasına oturtur Averçenko.

Mitya Sotsialov da bu devirme meraklıların tipik bir örneğidir. Mitya Dmitri isminin kısa biçimi. Peki o halde neden Dmitri değil de Mitya Sotsialov?

Çünkü karakterin ciddiyetsizliğini, havailiğini, saygınlık eksiğini, hatta kriminal sınırlarda gezinen sokak geçmişini Dmitri’den çok daha başarılı ifade ediyor.

Soy ismi deşifre etmeye gerek yok sanırım. Zira içindeki “sosyalist” imasını yakalamak için Rusça bilmek şart değil.

Mitya Sotsialov, Averçenko’nun devrim dönemi hikayelerinin yıldızı olan “büyük iddiaların küçük taşıyıcısı” tiplemesini şaşmaz bir isabetle nitelediği için harikulade.

Köpek Kalbi‘nden iki isimle devam edelim.

Profesör Filip Filipoviç Preobrajenski ve genç asistanı İvan Arnoldoviç Bormental.

Ana dili Rusça olan bir okurun, Filip Filipoviç’in soy isminde preobrajat fiili ve bu fiilden türeyen preobrajeniye kelimesini görmemesi çok ama çok zor. Rusçada bu fiil “şeklini ya da suretini değiştirmek, başkalaştırmak” anlamına gelir. Preobrajat‘tan türeyen preobrajeniye ise değişimi, başkalaşımı ifade eder. Ortodoks inançta İsa Mesih’in dua ederken görünümünün değişmesi (metamorfosis) de Rusçada bu isimle anılır.

Bu bakımdan Preobrajenski, konuşan soy isimlere iyi bir örnek. Zira Köpek Şarik’i ameliyat ederek insan haline getiren kişidir Filip Filipoviç.

Profesörün asistanı İvan Arnoldoviç Bormental‘in soy ismi bize başka bir hikaye anlatmakta: genç hekimin etnik Rus olmadığını. Babasının ismi (Arnold) ve soy ismi (Bormental), onun birkaç yüzyıldan beri Rusya’nın çeşitli bölgelerine dağılmış halde yaşayan etnik Alman nüfusundan olduğunu gösteriyor. Zaten kendisi de hikayenin bir yerinde “Babam Wilno’da tahkikat hakimiydi” diyerek Ruslaşmış Baltık Almanlarından olduğunu dolaylı yoldan dile getirmiş oluyor.

Bulgakov’un isimler yardımıyla etnisite motifiyle oynadığı ikinci örneğimiz Usta ve Margarita‘dan.

Griboyedov Evi’nin restoran bölümünün müdürü Arçibald Arçibaldoviç‘in ismine bakalım. Gerçek hayatta bu ismi taşıyan ya da taşımış bir Rusyalı olmuş mu, gerçekten bilmiyorum. Zira Arçibald esasen bir İngiliz/İskoç ismi. Peki yazar neden bu isme başvuruyor? Restoran müdürü İngiliz değil çünkü. Ama yazarın Arçibald Arçibaldoviç’in egzotik karizması etrafında oynadığı korsan oyununu hatırlanırsa cevap yakınlaşır. Zira Arçibald adında bir Rus restoran müdürü olamaz belki, ama Karayiplerde brik yüzdürmüş bir filibuster pekala olabilir.

Usta ve Margarita‘dan ikinci örnek. Woland’ın altını üstüne getirdiği Varyete tiyatrosunun havai müdürü Styopa Lihodeyev.

Bu isim – soy isim ikilisinde de yukarıda andığım Mitya Sotsialov’da gözlemlediğimiz durum söz konusu: isim tam hali olan Stepan şeklinde değil, kısa biçimi olan Styopa ile ifade edilmiş. Peki ama neden?

Çünkü Bulgakov da tıpkı Averçenko gibi bizi bir saygınlık problemi ile baş başa bırakıyor. Karakterin tam adı, Stepan Bogdanoviç. Ama ona bu şekilde seslenen tek kişi, romanın cilvesine bakın, Şeytan.

Styopa Lihodeyev sorumsuz, hoppa, beceriksiz ve suistimalci bir tiyatro bürokratı olarak zerre saygı görmüyor. Varyete’nin mali işler sorumlusu Rimski’nin öfkesi üzerinden buna fazlasıyla şahit oluyoruz.

Styopa’nın soy ismi ise yazarın da kendisine karşı pek az hoşgörü beslediğini gösterir nitelikte. Zira bu soy ismin içinde seçilen lihodey kelimesi, Kilise Slavcası’nda “kötülük yapan” anlamına gelir.

Okurun serzenişini duyar gibi oluyorum: “Biz bunu nereden bilelim?”

Rahatlatmak adına söyleyeyim, ortalama bir Rus okurun da bu soy ismi görünce içerdiği manayı şıp diye yakalayabileceğinden çok emin değilim. Yazar bu mananın şıp diye anlaşılmasını istemiş midir, onu da bilmiyorum. Ama kabul edelim, çok da derine gömülmemiş. Biraz sözlük karıştırmak suretiyle de olsa kazıp çıkarılması işten değil.

Benzer örneklerin Usta ve Margarita‘da çok fazla olduğunu belirteyim. Hepsi bir araya geldiğinde yazarın karakterleri rastgele adlandırmadığı, esnek bir sistem çerçevesinde hareket ettiği görülüyor. Hatta sistemi içinde alt sistemlerden söz etmek mümkün. Bu bahiste klasik müzik bestecilerine atıfla isimlendirilen karakterleri hatırlamak yeterli: Berlioz, Stravinski, Rimski.

Bitirirken söz konusu isimlendirme sisteminin esnek olduğunu bir kere daha vurgulamak ve ana dili Rusça olan okurların da zaman zaman düştüğü bir hataya işaret etmek isterim: İngilizcede overinterpreting olarak ifade edilen “zorlama yorumlar”. Zira anlam kazıp çıkaracağım derken dibi bir türlü bulunamayan çukurlarda kaybolmak da var.

28 Temmuz 2019 Pazar

Dostoyevski'yi Okumak



Semih Gümüş




Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.


Dostoyevski üstüne ne çok yazıldığını bilmek için yazılanları görmek gerekmez. Yüz elli yıldan beri hakkında en çok konuşulan, düşünülen, yazılan yazarlar arasında belki de ilk sırada geliyor Dostoyevski. Bunda, onu dünya edebiyatının en büyük yazarları arasında görenlerin sayısının çokluğu yanında, yazdıkları üstüne genel bir onay bulunmamasının da payı var. Dostoyevski’yi Okumak* kitabının yazarı Victor Terras kendi eleştirisini öncelikle Dostoyevski üstüne yapılmış okumalar üstüne kuruyor ki, birbiriyle çatışan okumalar arasında yolunu bulmak, o yolun daha sıkı örülmesine de kendiliğinden neden oluyor. Sözgelimi Dostoyevski’nin en büyük yapıtının hangisi olduğuna ilişkin düşünceler birbirinden hep farklı olmuş, bu düzeyde nitelikli çözümlemeler yapılmış ve bugünkü okumalar Suç ve Ceza’yı öne çıkarırken geçmişte daha çok Karamazov Kardeşler ile Ecinniler’in önemsendiği söylenebilir mi? Belki ya da bana öyle geliyor.

Bana kalırsa Dostoyevski’nin en önemli özelliği, çağdaşlarıyla birlikte roman sanatının büyük klasiklerini yazmasına karşın, döneminin tek egemen anlayışı olan büyük gerçekçilikle tanımlanması –sınırlandırılması– olanaksız bir roman anlayışı yaratmış olması. Victor Terras da Dostoyevski’nin romanlarının gerçeği ne kadar yansıttığının çok tartışıldığını belirtiyor. Dostoyevski’nin, döneminin büyük gerçekçilik anlayışının hep aradığı tipikleri yaratmak yerine, gerçeği çarpıttığı, sıradan olanı aradığı, bu arada sıra dışı olanı öne çıkardığı, fantastikten ve gizemden yararlandığı elbette belirtilebilir. Sonunda büyük toplumsal durumların taşıdığı büyük dramatik gerçeklikler çokça anlatılmıştır, en çok da yanı başındaki Gogol, Tolstoy ve Turgenyev tarafından. Oysa Dostoyevski, Rus toplumunun kıyıda kalmış en tuhaf kişiliklerinin dramatiğini, toplumun en olumsuz kişiliklerini, kaybedenleri, sapkınlıkları anlatırken döneminin yazarlarından ayrılır. Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.

O günlerden bugüne sayısız eleştirmen, apayrı yönlerini öne çıkararak Dostoyevski’yi kutsadı – bu arada özellikle on dokuzuncu yüzyıl içinde onu olumsuzlayan pek çok eleştirmen de olduğu gibi. Dostoyevski’nin asıl değeri Rusya’da ölümünden sonra anlaşılmıştı, aradan bir yüzyıl geçtikten sonra dünyada da Dostoyevski yeniden keşfedilen, en önemli yazar sayılmaya başladı. Victor Terras’ın şu saptamaları Dostoyevski konusunun kuşatılmasının olanaksızlığını, ondan çıkarılacak sonuçların neredeyse sonsuz çeşitliliğini gösteriyor:



“Bakhtin’e göre Dostoyevski’nin sanatı tabiatı gereği ‘romansal’dır, romandan ‘açık bir biçim’ olarak sonuna kadar faydalanır. Yine de, karşı yapısalcı eleştirmenler, Dostoyevski’nin büyük eserlerinde tanınabilen bir düzene dayanarak, güzelce bütünleşmiş, dolayısıyla ‘kapalı’ bir yapıyı savunageldiler. Gerek lehte gerekse aleyhte taraflı okuyucular bu düzeni hep tanımışlardır. Önde gelen muhafazakârlardan K.P. Pobedonostsev, Dostoyevski’nin eserlerini çarın ailesine önermekte tereddüt etmedi. Radikal Saltıkov-Şçedrin, Hıristiyanlık altmetnini dinden hiç mi hiç bahsedilmeyen Yeraltından Notlar’da bile tanıdı. Yakınlarda, Yuri M. Lotman’ın Tartu yapısalcı okulunun takipçilerinden Peeter Torop, Suç ve Ceza’daki çok sayıda ayrıntının, ölüm ve dirilişle, özellikle de Laarus’un diriltilmesiyle ilgili Hıristiyan simgeleri olarak pekâlâ okunabileceğine işaret ederek, kitapta ayrıntılı ve bütünleşmiş ‘Hıristiyan-merkezli’ bir alt-konu olduğunu ikna edici bir şekilde gösterdi.”

Roman sanatının aslında ne olduğuna ve ne anlattığına ilişkin düşünceler, romancıların kendilerini konumladıkları yere göre farklılaşır elbette. Değil mi ki romanın asıl sorunu insandır, insandan çıkıp gene insana dönen bir anlatı sanatının günümüzde insanın dış hallerini değil de iç dünyasını asıl sorunu seçeceği de kuşkusuzdur. Yaşar Kemal, bazı romanlarından daha farklı bir coşkuyla söz eder ve onların öncelikle insan psikolojisini irdelediğini belirtirdi. Yaşar Kemal’in romanlarını bu düzeyde okumak, onları bambaşka gözlerle görmeyi sağlar. Sözgelimi Kimsecik üçlemesini yalnızca hikâyesine bakarak okumak, bu üç büyük romanın bir cinayet hikâyesi ekseninde kalmasına neden olabilir, dolayısıyla hak ettiği gibi okunmamış olur. Oysa söz konusu cinayeti romanın başında ortaya çıkan bir izlek olarak görüp asıl sorunun çocuk Mustafa’nın psikolojisi olduğunu anlamak, yazınsal anlamı öne çıkaran okumadır. Mustafa’nın korkusu, bir çocuğun dünyasından çıkarak korkunun evrensel doğasına gönderir bizi. Yaşar Kemal’i büyük romancı yapan etmendir bu yaratım biçimi.

Dostoyevski’yi çağdaşı büyük romancılardan ayıran en önemli özellik de bu olsa gerek. Romanın insanlık durumlarının ardındaki psikolojik gerçekliği deşen, anlayan, anlatan bir yazınsal gerçeklik sunması gerektiğini en iyi anlayan klasik yapıtlar, herhalde önce Dostoyevski’nin romanlarıdır. 

Victor Terras, “Bazı eleştirmenler, Dostoyeski’nin romanlarında yiyecek, içecek, giyim, kır ya da kent manzarası gibi dünyevi ayrıntıların eksik olduğunu söylediler” derken önemli bir saptama yapıyor. Klasik gerçekçiliğin anlatım biçiminin hele o zamanlar için epeyce dışında kalan bir yaratım biçimini seçip, anlattığı gerçekliği dışsal betimlemelerden değil de insanın kişiliğinden ve ruhsal dünyasından çıkarmayı seçmiş olması, onu yirminci yüzyılın modernistlerine yaklaştırır.

Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım olarak okuyabiliriz.

Psikolojinin romanın taşıdığı anlam buradadır. Ne anlatılıyorsa, onu, dünyevi belirtilerin ötesinde, insanın iç dünyasına ve ruhsal değişimine bağlanarak anlatmak, apayrı bir yazınsal gerçekliğe karşılık gelir. Döneminin öbür tam gerçekçilerine göre, Dostoyevski gerçeğin belirtisel, simgesel karşılıklarını yaratmıştır. Onun romanlarında hikâye, geleneksel biçimde kurgulanmak yerine, insanların psikolojileri tarafından yönlendirilir. Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Ecinniler ve Yeraltından Notlar, geriye dönüp baktığımızda, hep kişilerinin psikolojik sapkınlıkları ve ruh durumlarını eksene alarak okunmuşur.

Vyaçeslav İvanov’un Dostoyevski’yi “Rus Shakespeare’i” olarak nitelediğini aktarıyor Terras. “İvanov’a göre, Dostoyevski trajik bir dünya görüşünün rehberliğinde bazı trajik zıtıkları zıt hareketlerle ifade ediyor.” Bu saptama Dostoyevski’yi çağının büyük tragedya yazarı konumuna çıkarır ki, günümüzün okuma biçimleri içinde de Dostoyevski’yi böyle bir okuma biçimine daha yatkın değil miyiz.

Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım olarak okuyabiliriz. Değil mi ki şiirin çevrilemezliği gerçek bir tartışmadır, bazı düzyazı metinler için de aynı tartışma yapılabilir. Düzyazıda ses ve ritim çoğu kez rastlantısal sayılır. Oysa sözgelimi Karamazov Kardeşler’in şiiri, Dostoyevski’nin çok sesli dilinin ve anlatım biçiminin yetkin bir örneği olarak okunabilir. Öte yandan, metin içinde gizlenmiş alt-metinler, sözgelimi yinelemeler, simgesel karşılıklar ve pek çok İncil sözü ve Puşkin, Gogol, Turgenyev, Herzen, Saltıkov, Nekrasov gibi yazarlardan edebiyat alıntıları, bunları anlayacak yetkinlikte okuma biçimlerini de zorunlu tutuyor.

Gelin görün ki, Karamazov Kardeşler’i başka dillerde okuyan okurların romanın kaynak kültürüne yabancı oluşu, ister istemez indirgeyici, eksiltici bir okuma alanı yaratıyor. Öte yandan, romanın eğitimli kişileriyle eğitimsiz kişilerinin özel dilleri arasında Dostoyevski’nin yarattığı farklılıkları gözeten çeviriler okuyor muyuz? Victor Terras’ın kitabının bu son bölümünü okuduktan sonra Türkçeye yapılan çevirilerin gözden geçirilmesi gerekir mi, nitelikli Dostoyevski çevirmenlerinin bunun üstünde duracağını sanıyorum.

*Victor Terras, Dostoyevski'yi Okumak, Çeviren: Işıl Özbek Arslan, Kırmızı Kedi, 2017, 224 s.

Anton Çehov: Mükemmel Bir Öykü Yazmanın 6 Kuralı



Maria Popova

Kaynak: https://oggito.com/



Kurt Vonnegut’a göre iyi öykü yazmanın başlıca kuralı şudur: “Size tamamen yabancı bir insanın zamanını öyle bir şekilde kullanın ki zamanını boşa harcamadığını hissetsin.”

Psikolog Jerome Bruner öykü yazmaya dair fikirlerini paylaştığı denemesinde şöyle der: “İyi bir hikâye ve iyi biçimlendirilmiş bir argüman farklı türlere aittir. İkisi de birini ikna etmek için kullanılabilir, ancak ikna etmeye çalıştığı şeyler birbirinden çok farklıdır: Argümanlar gerçekliğine inandırmaya çalışırken öyküler gerçeğe benzerliğine inandırmaya çalışır.” Öyleyse okurun zamanına değecek, gerçekçi öyküler yazmak için ne yapmak gerekir?

Anton Çehov’un ağbisi Alexander’a yazdığı mektuplardan birinde ele aldığı konu buydu. 10 Mayıs 1888 tarihli mektupta mükemmel bir öykü yazmak için gerekli altı özellikten söz ediyor:

1. Politik, sosyal ya da ekonomik niteliğe sahip uzun sözlerin olmaması.
2. Tamamen objektif olmak.
3. İnsanların ve objelerin gerçeğe uygun tasvir edilmesi.
4. Sözü kısa tutmak.
5. Cesaret ve özgünlük: Klişelerden kaçınmak.
6. Şefkatli olmak.

Birbiriyle çelişmektense birbirini tamamlayan şefkatli ve objektif olma niteliği, gerçeği yansıtırken farklı bakış açıları ile empati kurmayı göz önünde bulundurmaya dikkat çekiyor. Bu yalnızca Çehov’un değil, birçok iyi hikâye anlatıcısının önemli bir özelliği.

Çehov bahsettiği altı kuralın hepsinden faydalandı. Mektubu yazdığı yıl, öykü derlemesi At Dusk (Alacakaranlıkta) Puşkin Ödülü’nü kazandı. Puşkin de hikâyelerini anlatmak için Çehov’unkine benzer bir felsefeden yararlanıyordu. Ona göre iyi bir oyun yazarı aşağıdaki özelliklere sahip olmalıydı:

“Bir görüş, tarafsız olmak, tarihçinin politik zekâsı, içgörü, canlı bir hayal gücü. Önyargıya ya da yerleşmiş düşüncelere kapılmamak. Özgürlük.”

Çeviren: Aslı İdil Kaynar
(Brainpickings)

Tolstoy neyi itiraf etti?



Samih Güven




Lev Nikolayeviç Tolstoy kont unvanına sahipti. Soylu bir ailenin varisi olarak büyük toprakları vardı. Savaş ve Barış ile Anna ve Karenina adlı romanlarından sonra dünya çapında üne kavuşmuştu. Yabancılar ondan övgüyle söz ediyordu. Onu seven karısı, çocukları vardı. Sağlıklı hissediyordu. Ama ellilerinde bir bunalımın içinde bulmuştu kendini.

Tolstoy bu bunalım ortasında cesurca bir soru sordu: Kimim ben, bu sonsuzluk içerisinde nasıl bir yer işgal ediyorum?

Bir bilge gibi hayatın anlamını arıyordu. Bunun için kendi akıl süreci yanında belli başlı bütün yazarların, düşünürlerin fikirlerini inceledi. Ulaşamayacağı kimse yoktu. Herkesle konuştu. Fikirlerini aldı. Tartıştı. Pozitif bilimlere, felsefeye başvurdu. Hz. Süleyman'ı, Buda’yı, Sokrates’i, Kant’ı, Schopenhauer’u, Sakya-Muni’yi ve daha nicelerini inceledi. Sonunda şu kanıya varmıştı: Hayatın hiçbir anlamı yoktu, hayat sadece dertten ibaretti.

Kendi hayatını, geçmişini, çevresini, her şeyi sorguluyordu. Etrafında gördüğü şeyler şunlardı: hırs, tahakküm, çıkarcılık, şöhret arayışı, kibir, hiddet, intikam hırsı. Revaçtaydı bunlar ve bir zamanlar kendi de bunun içindeydi. Ahlaken iyi olma arzusunu ifade etmeye kalktığında küçümseme ve alayla karşılaştığını söylüyordu.

Evet ünlüydü, üretiyordu ama başarılarının er veya geç unutulacağını ve hayatta olmayacağını düşünüyordu.  O halde bütün bu çaba niye, diye soruyordu. Sonunda şuna gelmişti Tolstoy: Hayat anlamsızdı ve insanların ulaşacağı tek kesin bilgi de buydu. Peki böylesine ağır bir gerçeklikle insanlık nasıl başa çıkabiliyordu?

İnsanlar içinde bulundukları bu korkunç durumdan kurtulmak için dört yol bulmuşlardı Tolstoy’a göre: Birincisi bilgisizlik yoluydu. Hayatın bela ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamaktı bu yol. İkinci yol epikürcü çıkış yoluydu. Buna göre ise insan hayatın mutsuzluğunu bilse de sunduğu nimetleri tatmaya ve yaşamın zevkini sürmeye devam ediyordu. Üçüncü çıkış yolu ise güç ve enerjinin çıkış yoluydu. İnsan hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu yok etmeliydi. Dördüncü çıkış yolu ise zayıflık yoluydu. Burada ise insan hayatın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı halde onu sürdürmeye son veremiyordu, hem de bundan bir şey çıkmayacağını bile bile. 

Peki Tolstoy neyi itiraf ediyordu? Öncelikle kendi hayatını, geçmişinde yaptığı hataları, ait olduğu soylular ve yazarlar dünyasındaki anlayışı itiraf etti önce. Sonra insanlığın bu sonsuzluk karşısındaki çaresizliğini. Kendi acizliğini ve arayışını samimiyetle ortaya koydu. 

Tolstoy sormaya devam ediyordu: Yeryüzünde var olmuş ve var olan milyarlarca insanın acaba hayata verdikleri anlam neydi? En sonunda şuna varıyordu: Akıl yoluyla elde edilen bilgi hayatın anlamını vermiyordu. Bu yüzden akla dayandırılmamış bir bilgi gerekiyordu ve  bu da inançtı. İnsan yaşıyorsa bir şeylere inandığı için yaşıyordu. Tolstoy tıpkı Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler’de gündeme getirdiği gibi Tanrı arayışının düşünceyle değil duygu ile alakalı olduğu sonucuna varmıştı.

Tolstoy rahatlamışa benziyordu. Bütün dinleri incelemeye koyulmuştu. Ama gördükleri pek de mutlu etmiyordu onu. Dinlerin şekli uygulamalarına ciddi soru işaretleri koymuştu. Birçok din adamının ve dini gündeme getiren kişilerin ömür el verdiği sürece yaşamak ve ellerinin ulaştığı şeyi almak derdinde olduğunu görmüştü. Bu dünyadan biraz soğumuştu. Dini dünyevi amaçları için kullananlara şaşırıyordu. Sonunda sade ve yoksul insanlar arasına karışmıştı.

Kutsama merasimlerini, bazı duaları, kurban kesme gibi ibadetleri ve bazı diğer uygulamaları inanç dışında görüyor ve şüphe duyuyordu. Ama inanç dışında yıkımdan başka bir şey bulamadığı için tekrar inanca yöneliyordu. Sonunda ruhunda bu durumu hazmetmesine yardım edecek bir duygu bulduğunu düşünmüştü: Bu da alçakgönüllülüktü.

Dinlerin ve dini yaklaşımların birbirlerine söylediği, “Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikat” iddiasının bir insanın ötekine söyleyebileceği en acımasız söz olacağını düşünüyor ve bundan son derece rahatsız oluyordu.

Bir soru daha sormuştu: Acaba ileri bir anlayış seviyesine ulaşınca mezhepler ve dinler arasındaki farklar kaybolur muydu? Bu farklar neden vardı ve kimin işine yarıyordu?

Neticede Tolstoy “İtiraflar”ında Ernest J. Simmons’un söylediği gibi, kendini samimiyetle ve yüksek düzeyde bir sanatsallıkla dışa vurmuştu. Ellili yaşlarında içinde olduğu hayat ve bunun anlamına ilişkin önemli bir ifşaatta bulunmuştu. Tolstoy'un aslında bütün hayatı bir arayış içerisinde geçmişti. Belki de dedikleri gibi onun hayatına hakim olan şey bulmaktan çok aramaktı.

Çehov Gorki’ye yazdığı mektupta Tolstoy’un ölümden korktuğunu söylemişti. Belki öyleydi belki değildi ama Tolstoy insanlık adına soylu bir girişimde bulunmuş, güçlü sorular sormuştu. Hiçbir kurum, kişi, makam, mevki gözetmeden ve korkmadan yapmıştı bunu. Bu sonsuzluk içinde bir insanın acizliği ve cesareti vardı onda. Aklıyla, vicdanıyla, duygularıyla sormuştu sorularını.

Tolstoy bir ara günlüğüne şunları yazmıştı: “Ölürken hayatı hala eskisi gibi Tanrıya doğru ilerleyiş, sevgi artışı olarak görüp görmediğimin sorulmasını isterim. Eğer konuşmaya gücüm olmazsa ve yanıt evet ise gözlerimi kapatacağım. Eğer yanıt hayır ise yukarı bakacağım.” Ama ölümü anında kimse ona bu soruyu sormamıştı.

Tolstoy 82 yaşında evden ayrılıp bir trene bindi. Bu son arayışı sonunda ağır şekilde zatürre olmuştu. İstasyon şefinin evinde hayata veda ederken hangi düşünceler içindeydi bilinmez tabi.

Hiç Savaş Kaybetmemesiyle Tanınan Sovyet Mareşali: Georgi Jukov





Tam adıyla Georgi Konstantinoviç Jukov, II. Dünya Savaşı'nda Hitler'i durduran adam olarak tarihe geçti.

Georgi Jukov, 1 Aralık 1876 yılında Kaluga'da doğdu. Sovyetler Birliğinin mareşali ve İkinci Dünya Savaşı'nın kahramanı oldu. Birinci Dünya Savaşı'nda Çar'ın ordusuna katıldı. 1918 yılında iç savaş sırasında Kızılordu Süvari Komutanlığı'nda bulundu. Savaşlar arasında Jukov kendini geliştirdi. 1931 yılında Frunze Akademisinden mezun oldu. 

1939 yılında Mançurya'daki Sovyet birliklerinin lideriydi ve burada Japonlara karşı başarılı olmuştu. Kasım 1939 - Mart 1940 arasındaki kış savaşı sırasında Sovyet Ordusu Genelkurmay Başkanlığında bulundu. Kızılordu genelkurmay başkanı olana kadar Kiev bölgesinde kaldı. Nazi işgali sırasında Leningrad savunmasını başarıyla yürüttü. Daha sonra batı cephesi komutanı olarak seçildi. Moskova'yı başarılı şekilde savunduktan sonra Alman ordusunu orta Rusya'ya geriletti. 

1942 yılında yardımcı savunma komiserliğine yükseltildi. Stalin'in askeri danışmanı ve savaşın kalanının planlayıcısı ve yürütücüsü oldu. Meşhur Stalingrad savunmasının ardından mareşalliğe terfi etti. Bu andan sonra alman ordusunu Berlin'e kadar sürmeye devam etti. Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev'i destekledi. Savunma Bakanlığı görevine getirildi. Lenin nişanı sahibidir. 18 Haziran 1974 yılında ölmüştür.

Japonlarla savaşı sırasında sürekli Japonları cephede oyalamış, hiç fark ettirmeden yedek kuvvetlerini ve zırhlılarını artırmıştır. Japonların üç katı bir güce sahip olduktan sonra taarruza geçmiş, on gün içerisinde zaferini ilan etmiştir. İleride sorduklarında şöyle diyecektir: "Japonlar zırhlılara karşı iyi savaşamıyorlar"

Bilinen en katı savunma ve ilerleme anlayışına sahip subaylardandır. Bir mayın tarlasından askerleri geçirmenin o askerlerin bir çatışmada kaybedilmiş olmasıyla aynı şey olduğunu düşünen bir komutandır.

Viktor Tsoy – Kukuşka (Guguk kuşu)


Viktor Robertoviç Tsoy (Ви́ктор Ро́бертович Цой); ünlü bir Sovyet çarkıcı ve şarkı yazarı.
21 Haziran 1962’de Leningrad’da doğdu. 15 Ağustos 1990’da yaşamını yitirdi.
Rus Rock müziğinin öncülerindendir.

Aşağıda videosu ve şarkı sözleri olan Kukuşka onun en bilinen, sevilen şarkılarından.



кукушка


Песен еще ненаписанных, сколько?
Скажи, кукушка, пропой.
В городе мне жить или на выселках,
Камнем лежать или гореть звездой? Звездой.

Припев:
Солнце мое - взгляни на меня,
Моя ладонь превратилась в кулак,
И если есть порох - дай огня.
Вот так...

Кто пойдет по следу одинокому?
Сильные да смелые головы сложили в поле в бою.
Мало кто остался в светлой памяти,
В трезвом уме да с твердой рукой в строю, в строю.

Припев:
Солнце мое - взгляни на меня,
Моя ладонь превратилась в кулак,
И если есть порох - дай огня.
Вот так...

Где же ты теперь, воля вольная?
С кем же ты сейчас ласковый рассвет встречаешь? Ответь.
Хорошо с тобой, да плохо без тебя,
голову да плечи терпеливые под плеть, под плеть.

Припев:
Солнце мое - взгляни на меня,
Моя ладонь превратилась в кулак,
И если есть порох - дай огня.
Вот так...

Солнце мое - взгляни на меня,
Моя ладонь превратилась в кулак,
И если есть порох - дай огня.
Вот так...



Türkçe
si

Guguk kuşu

Daha yazılmamış kaç şarkı var?
Söyle bana guguk kuşu, çal.
Şehirde mi yaşamalıyım, kırsala mı çıkmalıyım,
Uzanmalı mıyım taş gibi, yoksa yıldız gibi parlamalı mıyım?
Yıldız gibi.

Güneşim benim - bana bir bak,
Avucum yumruk oldu,
Barut varsa eğer - ateş ver.
İşte böyle...

Kim o yalnız izden gidecek?
Güçlü olanlar ve tabi cesur olanlar,
Savaş alanında uğraşa baş koydular,
Akılda kalanların sayısı çok değildi,
Ayık kafayla, çelik bilekleriyle gittiler saflara.
Saflara.

Güneşim benim - bir bak bana,
Avucum kapandı yumruk oldu,
Barut varsa eğer - ateş ver.
İşte böyle...

Neredesin şimdi ey özgür irade?
Kiminle şu an
Sevecen gün doğumunu karşılıyorsun. Cevap ver.
Seninleyken iyi, sensiz ise ne kötü,
Başlar omuzlar sabırlı, kamçı altında,
Kamçı altında.

Güneşim benim - bir bak bana,
Avucum kapandı yumruk oldu,
Barut varsa eğer - ateş ver.
İşte böyle...

Svetlana Savitskaya, 35 sene önce uzayda yürüyen ilk kadın oldu



© Sputnik / Aleksandr Mokletsov




Uzay yolculuğu yapan ikinci kadın olan Svetlana Savitskaya, 25 Temmuz 1984 tarihinde katıldığı Salyut-7 uçuşu esnasında uzayda 3 saat 35 dakika yürüyerek, uzayda yürüyüşü yapan ilk kadın kozmonot oldu.

Svetlana Savitskaya, 8 Ağustos 1948 tarihinde dünyaya geldi. Havacılık Enstitüsü’nden mezun olmasının ardından uçuş eğitmeni olarak çalışan Savitskaya, 1970 yılında uçuş sporları alanında 18 dünya rekoru kırdı. Bu süreçte 20 farklı uçakla çalışan pilot, gökyüzünde 1500 saatten fazla vakit geçirdi.

19 Ağustos 1982 tarihinde Aleksandır Serebrov ve Leonid Popov ile birlikte Soyuz T-7 uzay aracıyla Salyut 7 uzay istasyonuna uçan Savitskaya, Valentina Tereşkova’dan sonra uzay yolculuğu yapan ikinci kadın oldu.

Savitskaya o günleri “Her daim uzay yolculuğu yapmayı hayal etmiştim. Evet, aslında ben de uçuş sporlarıyla ilgileniyordum. Ancak yine de bu hayalimi kimseyle paylaşmadım. Kozmonot olmanın kadınların işi olmadığı düşünülen zamanlardı. Uzay yolculuğu yapan ilk kadın bizim vatandaşımızdı. Belli ki bu herkes için yeterliydi, daha fazlasına gerek yoktu” sözleriyle hatırlıyor.

İkinci uzay uçuşuna ise bundan 2 yıl sonra Soyuz T-12 uzay aracıyla katılan Savitskaya, uzay aracından çıktı ve Vladimir Janibekov ile birlikte açık uzayda metalleri kesmeye ve kaynak yapmaya yarayan bir aleti denedi. Böylece uzay aracı dışında 3 saat 35 dakika kalan Savitskaya, uzay yürüyüşü yapan ilk kadın oldu. Bu başarısının üzerine Sovyetler Birliği Kahramanı unvanını alan ilk kozmonot olarak, Lenin Nişanı’yla da ödüllendirildi. Aynı zamanda kendisinin adını taşıyan ‘4118 Sveta’ isimli bir asteroid de bulunmaktadır. 

Uzayda yürümesi ile ilgili konuşan Savitskaya, “İkinci uçuşumun en kilit noktası buydu. Nitekim uzay alanında ülkemizin önde bir konumda olmasını sağlanması, açık uzayda bulunan ilk kadının Sovyet bir kadın olması söz konusuydu. Bu daha gergin bir işti ve daha tehlikeliydi. Çok daha eğitimli, çok daha tedbirli, çok daha dakik ve çok daha dikkatli olmam, kendimi çok iyi kontrol etmem gerekiyordu. Ancak korku ve kaygıya yer yoktu.”

Savitskaya’nın uzaydaki kendinden emin başarısı, uzay bilimleri ve kozmonotluğun erkek işi olmadığını da tüm dünyaya göstermiş oldu. Savitskaya’nın ardından pek çok kadın kozmonot daha uzay yolculuğu yaptı.

Savitskaya’nın ilk uçuşundan sonra Dünya Kadınlar Günü nedeniyle sadece kadın kozmonotlardan oluşan bir Soyuz ekibin Salyut-7 istasyonuna gitmesi planlanmıştı. Ancak Savitskaya’nın komuta etmesi planlanan uçuş, bazı sorunlardan dolayı 1985 yılında iptal edilmişti.

Ünlü kozmonot bugün, Rusya parlamentosunun alt kanadına bağlı Savunma Komitesi'nin üyesi ve Sovyetler Birliği Kahramanları Derneği Başkan Yardımcısı olarak aktif olarak siyasetle uğraşıyor.

MAXIM dergisi Rusya’nın en güzel kızını seçti






Erkek dergisi MAXIM’in her yıl düzenlediği güzellik yarışmasının kazananı Rusya’nın Vologda kentinden katılan 26 yaşındaki Viktoriya Tsuranova oldu.

Rusya’nın başkenti Moskova’da sonuçları açıklanan yarışmanın final bölümünde Tsuranova, Rusya genelinden katılan 100 rakibini geride bıraktı.

Yarışmayı kazanan Tsuranova’nın fotoğrafı, MAXIM’in eylülde çıkacak sayısının kapağını süsleyecek.

Birkaç etaptan oluşan yarışmaya katılmak isteyen güzeller önce sosyal ağlarda belli bir hashtag'le fotoğraflarını paylaşıyor, sonra ise yarışmaya başvuranlar arasındaki en güzel 100 kızı dergi okuyucuları tarafından seçiliyor.

Yarışmanın finaline katılacak en güzel 10 kızı ise dergi tarafından seçiliyor.

Süpermen, Stalin ve Sosyalizm İçin Mücadele Edecek







Warner Bros. stüdyoları, 2020 yılında Süpermen: Kızıl Evlat isimli çizgi romanı beyazperdeye uyarlayacak. Filmde Süpermen, Sovyetler Birliği’ndeki bir kolhozda doğuyor ve Sovyet lideri Stalin adına mücadele ediyor.

Süpermen: Kızıl Evlat; Mark Millar, Dave Johnson ve Killian Plunkett tarafından yaratılan bir mini seri. 2003 yılında yayınlanmasının ardından ise Rusçaya tercüme edildi. Sputnik’in haberine göre Warner Bros. stüdyoları, bu çizgi romanı bir animasyon filmiyle beyazperdeye uyarlamak istiyor.

Eserin konusuna göz atıldığında Kansas’ta çiftlik evinde büyüyen bir Süpermen yerine uzay kapsülü içinde Sovyetler Birliği’ndeki bir kolhoza inen Süpermen görüyoruz. Bu nedenle hikâyede kahramanımız; Stalin, sosyalizm ve uluslararası ilerleme için mücadele veriyor. Olaylar 1953 ilâ 2001 yılları arasında geçiyor.

Süpermen, Sovyet lider Joseph Stalin tarafından evlat ediniliyor ve ölümünün ardından partinin genel sekreterliği görevini de kendisi devralıyor.

Süpermen’in insanlığa ve görevine karşı duyduğu sorumluluklar arasındaki çatışma konu ediniyor.

Hikayede aynı zamanda Batman, Green Lantern, Wonder Woman, Bariniac ve Lex Luthor yer alıyor.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Moskova’da sessiz değişim






Samih Güven




Avrupa Komisyonu 2019 yılı için Oslo’yu “Avrupa'nın yeşil başkenti ödülüyle” şereflendirmiş. Oslo’nun bunu hak edecek birçok özelliği var. Şehrin coğrafi avantajları söz konusu. Ormanlar ve göllerle çevrili. Ama böyle diye hiçbir şey yapmıyor değiller. En önemli konu toplu taşımaya ağırlık verilmesi ve araçların değil insanların önceliklendirilmesi. Şehirde 2018 yılının ilk altı ayında satılan araçların yüzde 60’ı elektrikliymiş. 2050 itibariyle karbon nötr şehir olması hedefleniyormuş.

Son yıllarda önemli gelişmeler kaydeden şehirlerden biri de Moskova. Fakat buna değinmeden önce geçenlerde duyduğum ve şaka mı gerçek mi olduğunu halen anlamadığım bir şeyi aktarmak istiyorum.

Rivayet odur ki zamanın bir vaktinde bizim çok yetenekli eski belediye başkanlarından biri Moskova'ya gelir ve trafik sıkışıklığını hemen fark eder. Hatta “buranın trafik sorununu ancak ben çözerim” der. Dediklerine göre kafasındaki proje Ankara modeliymiş. Yani her yere alt geçit yapılması ve kaldırımların daraltılması. Özellikle alt geçitlerin hızla yapılabileceğini, hatta adlarına yapılma süresine göre 60 gün, 70 gün isimlerinin verilebileceğini, yağmurda oluşan göllerin ise daha sonraki yatırım faaliyetlerine imkan sağladığını ve bu aşamada önemli olmadığını düşündü herhalde. Şaka mı gerçek mi anlamadım ama en azından Ankaralıların hayatında gerçek oldu bu. Kaldırımları yok edilen Atatürk Bulvarını unutmak mümkün değil.

Konuya dönersek, önemli coğrafi avantajları olan şehirlerden biri de Moskova. Şehrin içinde 110 kilometre dolaşan bir nehir, etrafında ormanlar ve çok sayıda büyükçe park söz konusu. Diğer taraftan, Moskova merkezinde 10 şeritli, 12 şeritli yollar vardır. Aynı zamanda çok geniş kaldırımlar söz konusudur. Avrupa’nın en çok yolcu taşıyan metrosu bulunsa da trafik sıkışıklığı da yaşanmaktadır. Hava kirliliği açısından ise iyi bir noktada olduğu söylenemez. Tabi bunun en önemli sebebi araçlar.

2013'te Moskova'ya ilk defa gittiğimde genelde ana kaldırımların asfalt ile kaplı olduğunu bunun da pek bir sorun yaratmadığını görmüştüm. Fakat son birkaç yıldır Moskova'da inanılmaz bir şehir geliştirme faaliyeti var. Geniş kaldırımlar asfalt yerine parke taşı ile kaplanıyor ve uygun bölümlere ağaçlar, çalılıklar dikiliyor. Banklar yerleştiriliyor, çocuklar için alanlar yapılıyor. Fakat ilginç olan bu denli trafik sorununa rağmen kaldırımların yola doğru genişliyor olması. Ayrıca Moskova’da her an bir ara sokağın trafiğe kapatıldığını görmek de mümkün oluyor.

Geçenlerde Moskova Belediyesinin sayfasını inceledim ve ilginç bilgilerle karşılaştım. Verilen malumata göre Moskova’da 2011-2018 arasında 71 yeni metro istasyonu inşa edilmiş. 2013 yılından itibaren 90 bin ağaç, 1,9 milyon çalı dikilmiş. 259 yeni park yapılmış. Ayrıca küçük ve orta ölçekli işletmelerin faaliyet göstermesi amacıyla 33 teknoloji parkı kurulmuş. Yoğun inşaat faaliyetlerine şehir merkezinde izin verilmemesi hedeflenmiş ve 21 milyon metrekare inşaata uygun alan iptal edilmiş. 2010-2017 arasında ambulansların kaza alanına ulaşma hızı ortalama 2 kat artarak 7,6 dakika olmuş. Güzel gelişmeler ama asıl izlenmesi gereken hava kirliliği seviyesinde yaşanacak iyileşmeler olmalı.

Neticede önemli olan insanı önceliklendirmek. Ankara’da bir zamanlar yapıldığı gibi kaldırımları daraltarak şehrin dokusunu bozma uğruna sağa sola alt geçit, üst geçit inşa ederek çözüm bulmak mümkün değil. Her bulduğumuz boşluğa rant var diye beton dikmek değil de yeni alanlar açmak gerekiyor. Ayrıca, toplu taşıma esas olmalı. Gerekirse belli bölgelerde binaları kamulaştırarak otoparklar ve parklar yapmak gerekiyor. Kaldırımlardaki araçları engellemek gerekiyor. Oslo gibi, Moskova gibi şehirlerde yapılanları örnek almak yarar sağlayacaktır. Her halükarda ortak aklı kullanmak ve uzmanlara kulak vermekte fayda var. Geçenlerde Sayın Mansur Yavaş’ın Moskova ziyareti ve yapılacak işbirliği Ankara için olumlu olacak kanımca.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Merhaba Güzel Vatanım’dan İlk Tanıtım Yayınlandı






Yolu Moskova’dan geçen dünya şairi Nazım Hikmet’in hayatı ile onu örnek almış ve tıpkı onun gibi hayatının bir dönemini Moskova’da geçirmiş Ahmet Ümit’in hikayesi Merhaba Güzel Vatanım’la beyazperdede ölümsüzleşiyor. Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit’i buluşturan filmden ilk tanıtım bugün yayınlandı.

Senaryosunu Ahmet Ümit’in yazdığı projenin yönetmenliğini uzun yıllardır birçok belgesel hazırlamış olan Cengiz Özkarabekir üstleniyor. İki yazarın gerçek hayat hikayelerinden yola çıkan Merhaba Güzel Vatanım’da, Nazım Hikmet’in Moskova’ya uzanan yolculuğunun, Ahmet Ümit’in fırtınalı hayatı ve 1980’li yıllarda Moskova’ya gidişi üzerindeki etkileri anlatılıyor.

Türkiye tarihinden önemli kesitlerin de yer aldığı filmde, yazarların zorlu serüvenlerinin en dramatik yanları gösterilirken, sanat ve edebiyatın kurtarıcı gücü vurgulanıyor. Hayat kısa, sanat uzun sloganını benimseyen film, iki genç insanın, yaşadıkları çağın etkisiyle nasıl birer edebiyatçıya dönüştüklerini irdeliyor.



Oldukça farklı bir kurgusal dille anlatılan Merhaba Güzel Vatanım’da, Nazım Hikmet’e Yetkin Dikinciler hayat verirken, Ahmet Ümit’i de genç oyuncu Serkan Altıntaş canlandırıyor. Yaklaşık 150 kişiyi yan rollerde izleyeceğimiz yapımda Berna Laçin, Pelin Batu, Levent Üzümcü, İskender Bağcılar, Mehmet Tokat, Alper Türedi, Kutay Şahin, Adnan Kürkçü, Ayhan Bozkurt, Edis Atiker, Enes Kava gibi usta ve genç isimler de rol alıyor.

Geçtiğimiz aylarda Moskova, Gaziantep ve Bursa’da yapılan filmin çekimleri İstanbul’da bu ay tamamlandı. West İstanbul Marina’nın ana sponsorluğunda gerçekleştirilen projenin müziklerinde Cem Erman’ın imzası bulunuyor. ‘Merhaba Güzel Vatanım’, 22 Kasım 2019’da Türkiye’de vizyona girmeye hazırlanıyor.

21 Temmuz 2019 Pazar

Stalin popülaritesini neye borçlu?


Samih Güven




Stalin Rusya'da yapılan anketlere göre 20. yüzyıla damgasını vuran ve sempati duyulan en önemli üç kişiden biri. Son Çar II. Nikolay, Lenin ve Stalin bu dönemin başkahramanları olarak görülüyor.

Aslında diğer çarların aksine yeterince güçlü bir profil çizemeyen Nikolay belki de ailesi ile birlikte uğradığı acı akıbet ve son çar olmasına dönük duygusal sempati nedeniyle bu listede. Lenin ise güçlü teorik tarafı yanı sıra önemli bir eylem adamıydı. Rus ve dünya tarihine damgasını vurduğu kesin. Bugün Rusya genelinde her yerde adını ve heykellerini görmek mümkün. Lenin’in tersine heykellerini pek de göremediğimiz Stalin neden bu listede peki? Tiflis'te bir ayakkabıcının oğlu olarak dünyaya gelen ve kilise okuluna yazdırılan Stalin nasıl böylesine güçlü bir konuma ulaşmıştı? Sevenleri kadar nefret edenlerinin olmasının sebepleri nelerdir?

Stalin 1899 yılında kilise okulundan atılmıştı. Sonrasında Marks ve Lenin’in fikirleri ile tanıştı. 1903 yılında Bolşeviklere katıldı. Gözü kara devrimciliği ile parti içinde sempati kazandı. Parti faaliyetleri için meşru olmayan yöntemlerle para sağladığı eylemleri ile Lenin’in dikkatini çekmişti.  Bir kaç defa sürgün edildi. Troçki ile yöntemleri yüzünden hiçbir zaman anlaşamamıştı. Ancak parti içinde taraftarı çoktu. 

Stalin 1922'de partinin genel sekreterliğine getirildi. Fakat onun böylesine önemli güçleri nasıl kullanacağı ve yapabileceklerine ilişkin Lenin’in ciddi endişeleri olmuştu. Neticede Stalin 1928'den 1953'teki ölümüne kadar mutlak bir hakimiyet ve otorite ile ülkesini yönetti. 

Birçok tarihçi yönetim anlayışı ve uygulamalarını dikkate alarak onu totaliter olarak tanımlıyor. Türkçe sözlüğe göre bu kavram demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan bir düzeni ifade ediyor.


Stalin tarihteki rolüne saplantılı şekilde inanmış, birçok kişiye göre ise problemli bir kişiydi. Fakat diğer yandan Marksizm ve Leninizm’e yürekten bağlanmış ve sosyalizmin pratik taraflarına hayli kafa yormuştu. Stalin Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm adlı kitabında şu satırlara yer veriyor:

“Politikada hata yapmamak ve boş hayalciler durumuna düşmemek için, proletarya partisi, eylemlerini soyut insan aklının ilkeleri üstüne değil, sosyal gelişmeyi belirleyen toplumun somut maddi yaşam koşulları temeline oturtmalı, büyük adamların iyi niyetlerine değil, toplumun maddi yaşamının gelişmesinin gerçek gereksinimleri üstüne dayandırmalıdır.” 

Stalin’in insanların maddi hayatına her anlamda hükmettiği kesindi. Fakat Stalin dönemini değerlendirirken ekonomi, kültür ve eğitim alanında yaptıklarını, ülkenin ağır sanayi alanında elde ettiği başarıyı, II. Dünya Savaşındaki zaferi ve artan popülaritesini, buna karşın fikir ve edebiyat hayatına bizzat ve politbüro üyesi Andrey Jdanov üzerinden yaptığı baskıları, Korkunç İvan’dakine benzeyen şüpheciliğini, sürgün, yer değiştirme ve suçlamalarla yüzbinlerin ölümüyle sonuçlanan politikalarını bir bütün olarak gündeme getirmek gerekiyor. 

Muhtemelen ezilmiş bir taşralının yükselme arzusu vardı Stalin’de. Kilise okulu deneyiminden sonra inançlı bir devrimci olmuştu. Onun bakış açısından belki de amaca giden her yol meşruydu. Bugünün küresel şirketlerinin kimi CEO’larında görülebilecek “sadece paranoya ayakta kalır” şeklinde bir anlayışa sahipti belki de. Şüphe duyduğun her şeye karşı zamanında tedbir almazsan yok olursun diye mi düşünüyordu? Kapitalist sistemin acımasız aktörlerine karşı her an tetikte olmak ve gerekirse insan hayatını feda etmek miydi kafasındaki bilinmez. 

Gündeme getirdiği “işçi sınıfının düşmanlarını ortadan kaldırma” argümanıyla bir milyonun üzerinde kişi hapsedildi. 1934 ve 1939 arasında en az 700 bin kişi idam edildi. Stalin 1937’de, parti ve devlet üzerindeki kişisel kontrolünü tamamlamıştı. Onun döneminde hayatını kaybeden insanların sayısı ile ilgili farklı rakamlar geçiyor kaynaklarda ama şu açık ki toplum ciddi bir bedel ödemişti.

Stalin diyalektik materyalizm konusunda samimiydi. Marks ve Engels’in din konusundaki fikirlerine bağlı kaldı. Rusya açısından önemli bir sembol olan Kurtarıcı İsa Kilisesinin yıkılmasını emretmişti örneğin.

Peki popülaritesine sebep olan şey ne öyleyse?

II. Dünya Savaşı insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en korkunç ve en dehşet verici şeydi. Bizde entelektüel kesimin genelde vakıf olduğu ama nasıl bir acı yaşandığını büyük kitlelerin pek  de anlamadığı, zaman zaman siyasilerin karne muhabbeti yaparak hafife aldığı bir konu. Sovyetler Birliği coğrafyasında 26 milyon insan hayatını kaybetti bu savaşta. Çoğu da sivildi. Bu savaş sonunda ortaya iki büyük güç çıkmıştı: Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği'nin dünyadaki konumu ve önemi ciddi ölçüde artmıştı. Bugün de aynı önemin bu dönemin mirası olduğunu söylemek mümkün.

Bu savaşta Sovyet halkları Hitler faşizmine karşı olağanüstü bir mücadele ve fedakarlık göstermişti. Rusya halkı daha önceki dönemlerde olduğu gibi bu defa da işgalcilere geçit vermemişti. Stalin’in katkısı ise savaştaki liderliği, özellikle ağır sanayileşmesine büyük katkı yaptığı ekonominin savaştaki rolüydü.

II. Dünya Savaşı sırasında vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları yoğunlaşmıştı. O dönemde yaşanan acılar ve yapılan fedakarlıklar bugün de söz konusu duyguları besleyen en önemli unsurlardan biri. Dolayısıyla Stalin’in popülaritesine neden olan konulardan biri bu.

Stalin dönemindeki Beş Yıllık Planlar sayesinde ülke, tarımsal kollektifleştirme ve hızlı bir sanayileşme sürecinden geçerek merkezi komuta ekonomisine geçti. Çarlık döneminin sonlarındaki reformlarla yeni yeni toprak edinen köylüler toprakların kamulaştırılmasına dirense de zamanla bu direnç ortadan kalktı. Birinci Kalkınma Planında tüm sanayi yatırımlarının yüzde 86’sı ağır sanayiye yönlendirilmiş, otomotiv, havacılık, elektrik sanayi, makine yapımı gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuştu.  Bu altyapı II. Dünya Savaşında çok önemli bir destek sağladı.

Stalin, hem toplum için yeni bir kültür yaratılmasını hem de önceki seçkin kültür birikiminin daha geniş bir şekilde yayılmasını sağlayacak bir “kültürel devrim”in peşindeydi. Okulların, üniversitelerin çoğalması yanı sıra okuryazarlık ve eğitim kalitesinin artırılmasına önem verdi. Ama edebiyatı sosyalist gerçekçilik açısından bir araç olarak gördü ve yazarlar ve yaratıcılık üzerine büyük darbe indirdi.

Şu açık ki onun ardından toplumda bir rahatlama duygusu belirmişti. Nazım Hikmet’in “taştandı, tunçtandı, alçıdandı…” diye başlayan şiiri bu açıdan ilginçtir mesela. Nikita Kruşçev  1956 yılında 20. Parti Kongresinde yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verdi:

“Liderlikte ve çalışmada çoğulculuğa toleranssız olan, dediklerine karşı çıkanlara aynı zamanda kaprisli ve despotik karakteri göz önünde bulundurulduğunda onun gibi düşünmediğini gördüğü kişilere karşı acımasız bir şekilde şiddet uygulayan Stalin zamanında olanları tekrarlamaktan kaçınmak için bu sorunu değerlendirmeli ve doğru şekilde analiz etmeliyiz…”


Neticede Stalin konusu uzun, karmaşık ve belki de o dönemi yaşayan insanların daha iyi değerlendirebileceği bir konu gibi görünüyor. Komünizmi yıpratmak için karalandığını ileri sürenler, ülkeyi korumak için böyle davrandığını düşünenler, o olmasaydı II. Dünya Savaşı kazanılamazdı diyenler, o kendisi için hiçbir şey istemedi ve hatta esir oğlunu feda etti diye düşününler olduğu gibi, onu yüzbinlerin ölümünden, acılardan ve  yaratıcılığın yok edilmesinden sorumlu tutanlar da var. Takdir okuyucunun…