Moskova

Moskova

28 Temmuz 2019 Pazar

Dostoyevski'yi Okumak



Semih Gümüş




Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.


Dostoyevski üstüne ne çok yazıldığını bilmek için yazılanları görmek gerekmez. Yüz elli yıldan beri hakkında en çok konuşulan, düşünülen, yazılan yazarlar arasında belki de ilk sırada geliyor Dostoyevski. Bunda, onu dünya edebiyatının en büyük yazarları arasında görenlerin sayısının çokluğu yanında, yazdıkları üstüne genel bir onay bulunmamasının da payı var. Dostoyevski’yi Okumak* kitabının yazarı Victor Terras kendi eleştirisini öncelikle Dostoyevski üstüne yapılmış okumalar üstüne kuruyor ki, birbiriyle çatışan okumalar arasında yolunu bulmak, o yolun daha sıkı örülmesine de kendiliğinden neden oluyor. Sözgelimi Dostoyevski’nin en büyük yapıtının hangisi olduğuna ilişkin düşünceler birbirinden hep farklı olmuş, bu düzeyde nitelikli çözümlemeler yapılmış ve bugünkü okumalar Suç ve Ceza’yı öne çıkarırken geçmişte daha çok Karamazov Kardeşler ile Ecinniler’in önemsendiği söylenebilir mi? Belki ya da bana öyle geliyor.

Bana kalırsa Dostoyevski’nin en önemli özelliği, çağdaşlarıyla birlikte roman sanatının büyük klasiklerini yazmasına karşın, döneminin tek egemen anlayışı olan büyük gerçekçilikle tanımlanması –sınırlandırılması– olanaksız bir roman anlayışı yaratmış olması. Victor Terras da Dostoyevski’nin romanlarının gerçeği ne kadar yansıttığının çok tartışıldığını belirtiyor. Dostoyevski’nin, döneminin büyük gerçekçilik anlayışının hep aradığı tipikleri yaratmak yerine, gerçeği çarpıttığı, sıradan olanı aradığı, bu arada sıra dışı olanı öne çıkardığı, fantastikten ve gizemden yararlandığı elbette belirtilebilir. Sonunda büyük toplumsal durumların taşıdığı büyük dramatik gerçeklikler çokça anlatılmıştır, en çok da yanı başındaki Gogol, Tolstoy ve Turgenyev tarafından. Oysa Dostoyevski, Rus toplumunun kıyıda kalmış en tuhaf kişiliklerinin dramatiğini, toplumun en olumsuz kişiliklerini, kaybedenleri, sapkınlıkları anlatırken döneminin yazarlarından ayrılır. Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.

O günlerden bugüne sayısız eleştirmen, apayrı yönlerini öne çıkararak Dostoyevski’yi kutsadı – bu arada özellikle on dokuzuncu yüzyıl içinde onu olumsuzlayan pek çok eleştirmen de olduğu gibi. Dostoyevski’nin asıl değeri Rusya’da ölümünden sonra anlaşılmıştı, aradan bir yüzyıl geçtikten sonra dünyada da Dostoyevski yeniden keşfedilen, en önemli yazar sayılmaya başladı. Victor Terras’ın şu saptamaları Dostoyevski konusunun kuşatılmasının olanaksızlığını, ondan çıkarılacak sonuçların neredeyse sonsuz çeşitliliğini gösteriyor:



“Bakhtin’e göre Dostoyevski’nin sanatı tabiatı gereği ‘romansal’dır, romandan ‘açık bir biçim’ olarak sonuna kadar faydalanır. Yine de, karşı yapısalcı eleştirmenler, Dostoyevski’nin büyük eserlerinde tanınabilen bir düzene dayanarak, güzelce bütünleşmiş, dolayısıyla ‘kapalı’ bir yapıyı savunageldiler. Gerek lehte gerekse aleyhte taraflı okuyucular bu düzeni hep tanımışlardır. Önde gelen muhafazakârlardan K.P. Pobedonostsev, Dostoyevski’nin eserlerini çarın ailesine önermekte tereddüt etmedi. Radikal Saltıkov-Şçedrin, Hıristiyanlık altmetnini dinden hiç mi hiç bahsedilmeyen Yeraltından Notlar’da bile tanıdı. Yakınlarda, Yuri M. Lotman’ın Tartu yapısalcı okulunun takipçilerinden Peeter Torop, Suç ve Ceza’daki çok sayıda ayrıntının, ölüm ve dirilişle, özellikle de Laarus’un diriltilmesiyle ilgili Hıristiyan simgeleri olarak pekâlâ okunabileceğine işaret ederek, kitapta ayrıntılı ve bütünleşmiş ‘Hıristiyan-merkezli’ bir alt-konu olduğunu ikna edici bir şekilde gösterdi.”

Roman sanatının aslında ne olduğuna ve ne anlattığına ilişkin düşünceler, romancıların kendilerini konumladıkları yere göre farklılaşır elbette. Değil mi ki romanın asıl sorunu insandır, insandan çıkıp gene insana dönen bir anlatı sanatının günümüzde insanın dış hallerini değil de iç dünyasını asıl sorunu seçeceği de kuşkusuzdur. Yaşar Kemal, bazı romanlarından daha farklı bir coşkuyla söz eder ve onların öncelikle insan psikolojisini irdelediğini belirtirdi. Yaşar Kemal’in romanlarını bu düzeyde okumak, onları bambaşka gözlerle görmeyi sağlar. Sözgelimi Kimsecik üçlemesini yalnızca hikâyesine bakarak okumak, bu üç büyük romanın bir cinayet hikâyesi ekseninde kalmasına neden olabilir, dolayısıyla hak ettiği gibi okunmamış olur. Oysa söz konusu cinayeti romanın başında ortaya çıkan bir izlek olarak görüp asıl sorunun çocuk Mustafa’nın psikolojisi olduğunu anlamak, yazınsal anlamı öne çıkaran okumadır. Mustafa’nın korkusu, bir çocuğun dünyasından çıkarak korkunun evrensel doğasına gönderir bizi. Yaşar Kemal’i büyük romancı yapan etmendir bu yaratım biçimi.

Dostoyevski’yi çağdaşı büyük romancılardan ayıran en önemli özellik de bu olsa gerek. Romanın insanlık durumlarının ardındaki psikolojik gerçekliği deşen, anlayan, anlatan bir yazınsal gerçeklik sunması gerektiğini en iyi anlayan klasik yapıtlar, herhalde önce Dostoyevski’nin romanlarıdır. 

Victor Terras, “Bazı eleştirmenler, Dostoyeski’nin romanlarında yiyecek, içecek, giyim, kır ya da kent manzarası gibi dünyevi ayrıntıların eksik olduğunu söylediler” derken önemli bir saptama yapıyor. Klasik gerçekçiliğin anlatım biçiminin hele o zamanlar için epeyce dışında kalan bir yaratım biçimini seçip, anlattığı gerçekliği dışsal betimlemelerden değil de insanın kişiliğinden ve ruhsal dünyasından çıkarmayı seçmiş olması, onu yirminci yüzyılın modernistlerine yaklaştırır.

Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım olarak okuyabiliriz.

Psikolojinin romanın taşıdığı anlam buradadır. Ne anlatılıyorsa, onu, dünyevi belirtilerin ötesinde, insanın iç dünyasına ve ruhsal değişimine bağlanarak anlatmak, apayrı bir yazınsal gerçekliğe karşılık gelir. Döneminin öbür tam gerçekçilerine göre, Dostoyevski gerçeğin belirtisel, simgesel karşılıklarını yaratmıştır. Onun romanlarında hikâye, geleneksel biçimde kurgulanmak yerine, insanların psikolojileri tarafından yönlendirilir. Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Ecinniler ve Yeraltından Notlar, geriye dönüp baktığımızda, hep kişilerinin psikolojik sapkınlıkları ve ruh durumlarını eksene alarak okunmuşur.

Vyaçeslav İvanov’un Dostoyevski’yi “Rus Shakespeare’i” olarak nitelediğini aktarıyor Terras. “İvanov’a göre, Dostoyevski trajik bir dünya görüşünün rehberliğinde bazı trajik zıtıkları zıt hareketlerle ifade ediyor.” Bu saptama Dostoyevski’yi çağının büyük tragedya yazarı konumuna çıkarır ki, günümüzün okuma biçimleri içinde de Dostoyevski’yi böyle bir okuma biçimine daha yatkın değil miyiz.

Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım olarak okuyabiliriz. Değil mi ki şiirin çevrilemezliği gerçek bir tartışmadır, bazı düzyazı metinler için de aynı tartışma yapılabilir. Düzyazıda ses ve ritim çoğu kez rastlantısal sayılır. Oysa sözgelimi Karamazov Kardeşler’in şiiri, Dostoyevski’nin çok sesli dilinin ve anlatım biçiminin yetkin bir örneği olarak okunabilir. Öte yandan, metin içinde gizlenmiş alt-metinler, sözgelimi yinelemeler, simgesel karşılıklar ve pek çok İncil sözü ve Puşkin, Gogol, Turgenyev, Herzen, Saltıkov, Nekrasov gibi yazarlardan edebiyat alıntıları, bunları anlayacak yetkinlikte okuma biçimlerini de zorunlu tutuyor.

Gelin görün ki, Karamazov Kardeşler’i başka dillerde okuyan okurların romanın kaynak kültürüne yabancı oluşu, ister istemez indirgeyici, eksiltici bir okuma alanı yaratıyor. Öte yandan, romanın eğitimli kişileriyle eğitimsiz kişilerinin özel dilleri arasında Dostoyevski’nin yarattığı farklılıkları gözeten çeviriler okuyor muyuz? Victor Terras’ın kitabının bu son bölümünü okuduktan sonra Türkçeye yapılan çevirilerin gözden geçirilmesi gerekir mi, nitelikli Dostoyevski çevirmenlerinin bunun üstünde duracağını sanıyorum.

*Victor Terras, Dostoyevski'yi Okumak, Çeviren: Işıl Özbek Arslan, Kırmızı Kedi, 2017, 224 s.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder