Moskova

Moskova

27 Aralık 2016 Salı

Kızıl Ordu Korosu


Kızıl Ordu Korosu Sovyetler Birliği Ordusu Kızıl Ordu'nun resmi korosudur.

Koro erkek koro elemanları, orkestra ve dans grubundan oluşur. 

Rusya'nın halk şarkılarından, kilise müziklerine, opera aryalarından popüler müziklere kadar uzanan geniş bir yelpazede eserler icra etmişlerdir. Bunların arasında "Katyuşa", "Kalinka", "Kernina" ve "Ave Maria" en bilinenlerindendir.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasında sonra da Rusya'da ve diğer ülkelerde konserler vermeye devam etmişlerdir.

Kızıl Ordu Korosu'nun ölene kadar şefliğini yapmış olan Aleksandr Aleksandrov Sovyetler Birliği Marşı'nı bestelemiştir. 

Sovyetler Birliği Marşı sözleri değiştirilerek bugün Rusya Ulusal Marşı olarak kullanılmaktadır. 

Aleksandr Aleksandrov Kızıl Ordu Korosu'nda görevliyken halen Rusya'nın en ünlü Büyük Anayurt Savaşı marşları olan Svyaşennaya Voyna (Священная война / Kutsal Savaş) ve Nesokruşimaya i Legendarnaya (Несокрушимая и легендарная / Yenilmez ve Efsanevi) adlı marşları da bestelemiştir.

Kızıl Ordu Korosu 1928 yılında Moskova Merkez Ordu Klübü'nde ilk şeklini almıştır.

Kızıl Ordu Korosu adı altında oniki asker, bir vokal, bir akordiyon, 2 dansçı ve bir anlatıcı bulunmaktadır.

İlk resmi gösterilerini 12 Ekim 1928'de Orkestranın 1929 yılında koro Sovyetler Birliği'nin Uzak Doğu bölgesinde demiryolu inşa eden askerleri ziyaret ederek konserler verirler.

Değişik birliklerden insanlardan oluşan koro, orkestra ve dansçılardan oluşan grup rütbe ayrımı yapmadan amatör sanatı geliştirmek, askerlere moral vermek ve onları kaliteli müziğe ilgilerini çekmek amacı ile 1933 yılına kadar 300'e yakın etkinlik düzenledi.

Bu dönemde grup sovyet şarkılarla beraber Vasily Solovyov-Sedoy Paris'de Uluslararası Modern Hayatta Sanat ve Teknoloji Sergisi'nde sahne aldılar ve juri tarafından Grand Prix Onur Ödülü'ne layık görüldüler.

II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Cepheleri'nde, havalanlarında hastahanelerde askerlere ve halka moral vermek için 1500'ün üstünde gösteri yaptılar.

Aleksandr Aleksandrov'un 1946 yılında ölümünden sonra oğlu Boris Aleksandrov koronun yönetimini başarı ile devam ettirdi. 1987'de son emekliliğinden önce Koro'ya Dünya turu sırasında şeflik yaptı. 

2003'den günümüze kadar koroya Vyacheslav Korobko şeflik etmektedir.

Bunun dışında koro David FosterJean-Jacques Goldman ve Steve Barakatt gibi birçok popüler sanatçı ve yapımcı ile birlikte de çalışmıştır.


Koronun elemanlarından önemli bir kısmı 25 Aralık 2016 günü ne yazık ki trajik bir uçak kazasına kurban gitti.


Koro elemanları Rusya’nın Soçi kentinden havalanan askeri uçakla Suriye’nin Lazkiye kentine yeni yıl kutlama etkinlikleri için gidiyordu. 

Rusya Savunma Bakanlığı'na ait ve 92 kişiyi taşıyan Tu-154 tipi uçak, Soçi'den havalandıktan kısa süre sonra Karadeniz üzerinde düştü. Düşen uçakta dünyaca ünlü Kızıl Ordu Korosu'nun 64 üyesi bulunuyordu.


Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi


Kızıl Ordu Korosu’nun kurucusu Aleksandr Aleksandrov

Ünlü Sovyet bestecisi, müzik öğretmeni, koro şefi, Kızıl Ordu Korosu’nun kurucusu Aleksandr Vasiliyeviç Aleksandrov, (Александр Васильевич Александров, 13 Nisan 1883 yılında Ryazan’da, Plahino köyünde bir köylü ailesinin çocuğu olarak doğdu. 

Çocukken 1891'de Kazan Katedrali'nde koroda yer aldı. Burada beğenilerek St.Petersburg'a gönderildi.

Bir süre sonra St.Petersburg Konservatuvarına girdi. Ancak hastalığı ve maddi yetersizliklerinden dolayı pek çok yerde çalışmak zorunda kaldı.

1906'da Tver'de koro yönetmeni olarak çalışmaya başladı ve müzik okulu açtı.

"Ölüm ve Yaşam" adlı senfonik şiiri besteledi.

1916'da Moskova Konservatuvarında görev aldı.

1918-1922 yılları arasında Kurtarıcı İsa Kilisesi'nde koroda naip olarak çalıştı.

1922'de Moskova Konservatuvarında profesör ünvanı aldı.

1925-1929 arasında Sovyet meclisine milletvekili seçildi.

1929-1930 yıllarında Sanat fakültesi Koro Eğitimi Bölüm başkanı olarak görev yaptı. Aynı dönemde Moskova K.S.Stanislavskogo Müzikal Tiyatrosu'nda Akademik Koro Şefi olarak görev yaptı(1928-1930).

1928 yılında F.N.Daniloviç ve P.İ.İlyin ile birlikte Sovyetler Birliği'nin pek çok yerine ve yabancı ülkelere seyahatler yaptı.

1937'de Kızıl Ordu Şarkı ve Dans Topluluğu'yla katıldığı Paris Dans Topluluğu'nda Grand Prix kazandı.

SSCB Halk Sanatçısı oldu. İki kez Stalin Ödülü'nü (1942,1946) kazandı.

1943'te askeriyede Tümgeneralliğe yükseldi.

II.Dünya Savaşı'nda halen Rusya'nın en ünlü Büyük Anayurt Savaşı marşları olan 
Svyaşennaya Voyna (Священная война / Kutsal Savaş) ve Nesokruşimaya i Legendarnaya (Несокрушимая и легендарная / Yenilmez ve Efsanevi) adlı marşları besteledi.

SSCB ve Rusya marşının bestecisidir.

1943 yılında Stalin Sovyetler Birliği'nin Enternasyonal marşı yerine tüm Sovyet halkını temsil edecek bir ulusal marş kabul edilmesine karar verince devlet marşı için beste çalışmalarına başladı.

1944 yılında Alesandr Aleksandrov'un bestelediği marş Gimn Sovetskogo Soyuza ( Sovyetler Birliği Marşı) olarak kabul edildi. 

Stalin'in de kısmen düzenlediği marşın sözleri ise Sergey Mihailkov tarafından yazıldı. Bu marşın melodisi 2000 yılında tekrar Rusya'nın ulusal marşı olarak kabul edildi.

SSCB marşı sözleri değiştirilerek bugün Rusya Ulusal Marşı olarak kullanılmaktadır.

Kızıl Ordu Korosu'nun Avrupa Turnesi sırasında 8 Temmuz 1946'da Berlin'de öldü. Naaşı Novodeviçi Mezarlığı'nda defnedildi.


Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi 



Dünyanın altüst olduğu gün



Cenk Başlamış

Kaynak: http://www.medyagunlugu.com/

Eskiler "hafıza-i beşer nisyan ile malüldür" dermiş, yani kestirmeden söylemek gerekirse insanoğlu kolay unutur.

Gerçekten de...

Dünyanın kaderini değiştiren, uluslararası dengeleri alt üst eden bir olayın bundan tam 25 yıl önce, yani 25 Aralık 1991'de yaşandığını kaçımız hatırlıyor acaba?

Neydi o olay?

Sovyetler Birliği'nin son lideri Mihail Gorbaçov 25 Aralık 1991 tarihinde akşam saatlerinde televizyona çıktı ve istifa ettiğini açıkladı. 

Gorbaçov görevinden ayrılınca 15 özerk cumhuriyetten oluşan Sovyetler Birliği resmen parçalandı ve yerini 15 bağımsız devlet aldı. Sovyetlerin her alanda hukuki mirasçısı ise Rusya oldu. 

Aslında Gorbaçov'un istifası o yılın ağustos ayında başlayan olaylar zincirinin son halkasıydı. 

Yaz tatili için Kırım'da bulunduğu sırada 19 Ağustos günü Moskova'da bir grup sertlik yanlısı komünist yönetici iktidara el koymak, yani darbe yapmak istedi. O sırada muhalefet lideri olan Boris Yeltsin, tankın üzerine çıkarak darbeye direniş başlattı. Kötü örgütlenen darbe 2.5 günde çöktü, 

Gorbaçov Moskova'ya döndü ama artık iktidar fiili olarak Yeltsin'in eline geçmişti. 8 Aralık'ta Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Belarus, yani Sovyetler çatısı altındaki üç Slav cumhuriyet SSCB'nin yerine Bağımsız Devletler Topluluğu'nu (BDT) kurduklarını açıkladı. 21 Aralık'ta üç Baltık cumhuriyeti ve Gürcistan dışındaki 11 eski Sovyet cumhuriyeti BDT'ye katıldı (Gürcistan iki yıl sonra katıldı) Bütün bunlar resmen hala devlet başkanı olan ama artık elinde hiçbir güç kalmayan Gorbaçov'un gözleri önünde yaşanıyordu. 

Time dergisinin yazdığı gibi "o artık ülkesi olmayan bir başkandı."

Başka seçeneği kalmadığını görünce 25 Aralık akşamı televizyona çıkıp istifa ettiği söylemek zorunda kaldı. Görevlerini ve Sovyetlerin nükleer silahlarının ateşlenmesinde kullanılan kodların yer aldığı "nükleer çanta"yı Yeltsin'e devretti. 27 Aralık'ta Yeltsin, bir zamanlar kendisini yok etmeye çalışan rakibi Gorbaçov'un Kremlin Sarayı'ndaki ofisinde bulunan koltuğa oturdu. (Ne kadar ilginç bir tesadüf ki, Yeltsin de bu olaydan tam sekiz yıl dört gün sonra, yani 31 Aralık 1999 günü istifa ederek koltuğunu Vladimir Putin'e bıraktı)
Kısacası 25 Aralık sembolik anlamda Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı, bir anlamda dünyanın ters yüz olduğu gün olarak tarihe geçti.

Peki, bu önemli olayın sonuçları ne oldu?

-Komünizm-en azından Sovyetler'de uygulandığı şekliyle-sona erdi.

-"Soğuk Savaş" son buldu, kazanan Batı oldu.

-Doğu Avrupa ülkeleri özgürlüğe kavuştu.

-Varşova Paktı dağıldı, NATO rakipsiz kaldı.

-İki kutuplu dünya düzeni son buldu.

-ABD istediği gibi at koşturmaya başladı.

-Batı, 280 milyonluk tüketici pazara kavuştu.

-Eski Sovyet topraklarında iç savaşlar çıktı, sınırlar değişti.

-Moskova'nın enerji kaynaklarındaki tekeli kısmen de olsa kırıldı.

-Batı Rusya'yı çembere almaya başladı, Ukrayna ile sınıra dayandı.

-ABD'ye karşı olan ülkeler lidersiz kaldı.

Bunlar ilk anda akla gelen sonuçlar. 

Her ne kadar Rusya Batı'ya kafa tutmaya çalışıyor görünüyorsa da köhne devlet yapısıyla bunu başarabilecek ekonomik, askeri ve teknolojik güce sahip değil. Zaten, Ukrayna olaylarının ardından Batı'nın başlattığı yaptırımlar Rus ekonomisini yerle bir etmesi de bunun en sağlam kanıtı.

Gerçek şu ki, bir süper güç olan Sovyetler Birliği'nin tersine Rusya nükleer silahlara sahip olsa da bölgesel bir gücün ötesine geçmeyi henüz başaramadı. 

İşte, 25 yıl önce bugün yaşanan ama büyük çoğunluk tarafından unutulan tarihi bir istifanın düşündürdükleri…

SSCB'den bugünkü Rusya'ya ne değişti? 25 yıl içinde çöküş ve yeniden yükseliş

Kaynak: http://www.turkrus.com/

SSCB'nin çöküşünün üzerinden çeyrek asır geçti... Enkazın altında zor yıllar geçiren Rusya, 25 yılın sonunda küllerinden yeniden doğan bir "süper güç" konumuna geldi. Bu değişimin hikayesinin ilk elden tanıklığını yapan BBC Moskova muhabiri Steve Rosenberg anlatıyor:

"Sovyetler Birliği bayrağı Kremlin'den 31 Aralık 1991'de indirildi ve bir daha da göndere çekilmedi... Moskova'ya İnşaat Enstitüsü'nde İngilizce ders vermek üzere Ağustos 1991'de geldim. Vizemin üzerinde "SSCB'ye giriş için" yazıyordu.

Moskova'ya adım atmamın üzerinden daha dört ay bile geçmeden SSCB tarihe karıştı.

Sovyetler Birliği'nin çöküşü, vatandaşlarına büyük bir şok yaşattı. Ancak, 1991 yılında Moskova'da tanıdığım birçok kişi için aynı zamanda daha iyi bir yaşam umudu veriyordu.
İngilizce öğretmeni İrina, "Çok önemli bir şeyin olduğunu görmekten mutluyduk. Özgürlük rüzgarıydı" diyor ve ekliyor:

"Büyük bir devletin çökmesinin bir trajedi olduğu, ki 'trajedi' kelimesini kullanmaktan çekinmiyorum, gerçeğinin anlaşılması için çok zaman geçmesi gerekti. Yeni insanlar,
yeni Ruslar gördüm ve onlardan hiç hoşlanmadım. Kapitalizmin çirkin yüzünü gördüm diyebilir miyim?"

1991 yılında Oleg ile tanıştığımda 20'li yaşlarının başındaydı. Oleg ve arkadaşları, yeni Rusya'nın sunduğu fırsatları paraya çevirmek istiyordu. Oleg, şimdi Kanada'nın
Toronto kentinde yaşıyor.

Telefonla yaptığımız görüşmede bana, "Polonya'dan kullanılmış otomobiller getirip Moskova'da satıyorduk. Bir de ABD'den de kasalarla tavuk butları alıyorduk. Yani, her işi denedik" sözleriyle o günleri anlatıyor.

Sovyetler Birliği'nin çöküşü Moskovalılar üzerinde derin bir şok yaratmıştı

1990'lı yılların başındaki vahşi Rus kapitalizmi gözü kara olmayı gerektiriyordu.
Oleg, "Durum tehlikeliydi. Çok para kazandık ama bir sürü de sorunumuz oldu" diye ve ekliyor:

"Borç aldığımız tefeciler bizi birkaç kez, 'Sizi kolayca öldürürüz. İki hafta içinde paramızı getirmezseniz, bu topraklarda sizi yaşatmayız' diye tehdit ettiler."

'SSCB'nin o kadar da kötü olmadığını fark ettik'

1990'larda ayrıca Kuzey Kafkasya'da iki savaş, tankların Rusya Parlamentosuna ateş açtığı bir darbe girişimi ve Rusların tasarruflarının büyük kısmını kaybettiği bir mali kriz de yaşandı.

İrina çok geçmeden SSCB'yi özlemeye başladığını söylüyor:

"1990'lı yılların başında Sovyetler Birliği'nde sahip olduğumuz hiçbir şeyden memnun değildik. SSCB'deki her şey kötüydü ve birçok şeyi de lanetliyorduk. Ancak daha sonra aslında o kadar da kötü olmadığını fark ettik."

Araya girip, "Ama Sovyetler Birliği'nde demokrasi, ifade özgürlüğü yoktu" diyecek oluyorum ve şu yanıtı alıyorum:

"Ne tarz bir 'demokrasi'yi kast ettiğine göre değişir. Belki Demir Perde'nin arkasında olan bitenler hakkında çok şey bilmiyorduk. Ama bilmemize de gerek mi vardı?"

Vladimir Putin, 2000 yılında Boris Yeltsin'in yerine Rusya Devlet Başkanı olduktan sonra Kremlin devletin gücünü yeniden tahsis etmek için kolları sıvadı.

Özel sermaye için de sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

Oleg de bunun üzerine yurtdışına gittiğini söylüyor ve şunları anlatıyor:

"Yaklaşık 10-15 sınır arkadaşımın kendi işi vardı. Artık yok. Ya devlette çalışıyorlar ya da devlete yakın şirketlerde. Şu anda Rusya'da iş yapmak çok ama çok daha zor."

İrina ise Rusya'nın güçlü bir lidere ihtiyacı olduğuna inanıyor:

"Özümde tam bir monarşi yanlısıyım. Ve eğer monarşi Rusya'ya geri dönecek olursa gider iki elimle birden oy veririm."

"Bir çar olmasını ister miydin?" diye soruyorum.

Irina, "Evet isterim. Ülkenin çok büyük ve çok fazla sorununun olduğunu, bu nedenle de ancak güçlü, kuvvetli biri tarafından yönetilebileceğini düşünüyorum" diyor.

"Pekala, Vladimir Putin çar ihtiyacını dolduruyor mu?" diye soruyorum. Irina, "Bana göre evet" diyor ve ekliyor:

"Devlet başkanı olarak sadece işini yapmıyor, aynı zamanda uğraşıyor, didiniyor. Ve bu nedenle ona saygı duyuyorum."

Irina'ya Batılı hükümetlerin Kırım'ın ilhakı, Rusya'nın Doğu Ukrayna'ya müdahalesi ve Suriye'deki rolünden dolayı Putin'i saldırganlıkla suçladıklarını, Batı'daki birçok kişinin Putin'e güvenmediğini söylüyorum. Yanıtı gülerek şöyle oluyor:

"Putin'i neden sevsinler ki? Sonuçta beğenilmek için süslenen bir kadın değil ki. O, güçlü bir adam."

Oleg ise Kanada'ya taşınmış olmasına karşın Sovyet döneminde aldığı eğitime halen müteşekkir olduğunu söylüyor:

"Evet, Sovyetler Birliği'nde bir sürü olumsuz şey vardı. Ancak ben hala güzel hatırlıyorum o dönemleri. Aldığım eğitim ve Sovyet düşünce tarzım bu güzelliklerin başında geliyor."

Rusya, Polonya'dan kullanılmış araba ve ABD'den tavuk kanadı getirdiği günlerden bu zamana çok önemli mesafe kat etti.

1990'ları atlattı ve bugün de gövde gösterileri yapıyor.

Peki ya yarın? Rusya'da geçirdiğim 25 yılın ardından bu ülkeyle ilgili ancak tek bir şeyden emin olabiliyorum: Öngörülemezlik."

25 Aralık 2016 Pazar

Şarkılarınızla yüreğimizde yaşayacaksınız


Milyonlarca kez de olsa bıkmadan dinleyeceğimiz şarkılarınızla yüreğimizde yaşayacaksınız sevgili kardeşlerimiz. İnsan sevgisi dolu gülen yüzleriniz hiçbir zaman aklımızdan çıkmayacak. :-(


22 Aralık 2016 Perşembe

Rus edebiyatında karın tarihi


Su soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı...” dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı...


Sabri Gürses


Nişantaşı’nda, bir resim galerisinde* yaşlıca bir kadınla sohbet ediyoruz. Kadın heyecanla kısa süre önce gittiği Moskova’nın ne güzel bir şehir olduğundan bahsediyor; galeriler, müzeler, meydanlar, binalar, heykeller, tiyatrolar, heyecanla anlatıyor... Sahiden de etkileyici bir havası var Moskova şehir merkezinin günümüzde. Günümüzde bile. Caddelerde yürürken –hatta bulvarlarda, çünkü sokak denemeyecek kadar geniştir yollar– sağlı sollu bir ya da iki asırlık binaların üzerinde burada şu yaşamış, burada bu yaşamış yazılarını görmek ve bu kişilerin çoğunun çok sevilen şarkıların bestecisi, çok kullanılan kimya formülünün sahibi, vatan savunma savaşında efsaneleşmiş asker yazar... olduğunu görmek şehri olabildiğince canlı bir varlığa dönüştürüyor. Muhteşem mimariler olsa bile şehir merkezindeki, bu binalara bakarak bugün Moskova dediğimiz yerdeki binaları bunlar olmasa canlı diye görmek zor elbette, büyük kısmı insanı ezen, baş döndürücü bürokrasileri ya da yüksek hayatları düşündüren binalar bunlar. Arada kalmış bazı eski, bir iki katlı, geniş bahçeli, on yedi on sekiz on dokuzuncu yüzyıl üsluplarına sahip, sanat kurumu, müze haline getirilmiş yerlerle birlikte bütün bu yüzey yere uzanmış dev bir Japon robotunun girintili çıkıntılı gövdesi olabilir, Moskova dev bir robot olarak, bir Moskovtran olarak ayağa kalkabilir bence. Canlılığı böyle bir canlılık. Bu da bizim İstanbul, Ankara ya da İzmir’den alışık olmadığımız bir canlılık türü –denizle ikiye bölünmüş İstanbul ve İzmir ya da ne kadar planlı olmaya çalışırsa çalışsın hâlâ bir ovaya yaygın ve dağınık duran Ankara asla Moskova’yla kıyaslanamaz. Aynı şey sözgelimi Londra için de geçerli; ne kadar uğraşırsanız uğraşın Londra’yla Moskova arasında modernin yaratabileceği benzerlikleri, ikizlikleri göremezsiniz: Soho’yla Arbat’ı kıyaslamak bile yetebilir; hatta Petersburg’ta, Neva Bulvarı’nda bile Soho ve çevresindeki hava yoktur. Petersburg’ta da, Moskova’da da –ilkinde yatay, ikincisinde dikey yayılma hâkimdir– şehir düzeni ya da düzenli şehir fikri bu iki Rus şehrinin özelliği olur. 

Kronolojik açıdan kıyaslayınca Londra, Moskova’ya göre daha yaşlı, kuruluşu 1. yüzyıla uzanıyor, ama Moskova’nın kuruluşu sayılan 11. yüzyılda Londra da ulusal şehir karakteri kazanmaya başlamış; ve buna karşılık MÖ 11. yüzyıla uzanan tarihiyle İstanbul, MÖ 8. yüzyıla uzanan tarihiyle İzmir, MÖ 5. yüzyıla uzanan tarihiyle Ankara onlarla farklı şekillerde kıyaslanmayı hak ediyor. Modernin tarihinden yola çıkarak kıyaslama yapıldığında şehirlerin canlılığını ölçmek güç. İşte Moskova’da şehri bireylerin canlandırmasının belki de böyle bir anlamı var; modernin tarihindeki yeri açısından canlı, dolayısıyla gençliğini estetik katkılarla sürdürebilme yeteneğine sahip bir varlık bu şehir. Kimya formülündeki katkısıyla, klasik müzikteki başarısıyla binanın taşına can katan kişi modern bir birey. Bütün bu binaların ortasında duran Kremlin de bu yüzden geçmişini asla hatırlatmayan bir yapı biçimiyle Spielberg imalatı bir uzay gemisi gibi duruyor orada. Belki 20. yüzyılın tamamını kaplayan Sovyet modernizminin etkisi bu –Kızıl Meydan bugün ona sözcüğün tarihselliğinden yola çıkmaya çalışıp Kırmızı, Güzel Meydan desek bile Hollywood imalatı kalpaklı komünist casusları hatırlatacak daha uzun süre.

Kızıl Meydan’a ilk kez gittiğini söylüyor kadın; meğer Bolşevik Ekim Devrimi’nden kaçtıktan sonra yolu İstanbul’dan geçen göçmen bir film yönetmeninin kızıymış; İstanbul’da yaşamış ve ilk kez bu yıl, seksenli yaşlarında Moskova’ya gitmiş. Bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum, ama anlamak zor: Kızıllara muhalif bir beyaz aileden olduğu için mi hep hayatını Rusya dışında geçirmiş? Sovyet sosyalizminin değişmeye başladığı bütün o yıllarda, Stalin sonrasında, Brejnev sonrasında ve hatta çöküş sonrasında, yani son yirmi beş yılda da gitmemiş mi? İnsanın belli bir yaştan sonra özlem duyduğu, ayrı kaldığı ya da yabancılaştığı şeye karşı mesafeli olması, oradan bir davet beklemesi doğal; muhtemelen öyle olmuş. Nabokov 78 yaşında öldü, 92 yaşında gider miydi, hatta çöküş daha erken olsaydı 82 yaşında gider miydi Rusya’ya?

II

Yaşlı kadın kardan bahsediyor. Ne çok kar olduğunu, ne soğuk ve ne çok kar olduğunu anlatıyor, böyle bir karı hiç görmediğini söylüyor; gülümseyerek, anlayışla dinliyoruz onu çünkü onun şansına bu yıl Moskova’ya daha erken yağdı kar. “Gece bir şeyler almak için bir dükkâna gittik,” diyor, “aldık, çıkacağız, ama o da ne, dışarıda bir anda ta dize kadar kar yığını olmuş, bir tipidir gidiyor. Kaldık orada öylece.” Rusya’ya dönüş tam da böyle olmalı, en büyük ulusal kahramanlardan biri olan karla buluşarak.

Karın tarihi herhalde yazılmamıştır; yani insanları nasıl etkilediğinin, onların hayatlarını şekillendirdiğinin dışında, kendi başına karın tarihi. Herhalde insan yokken bile yağıyordu kar; suyun ilkliğinden, önceliğinden bahseden mitolojiler var ama karın insansız geçmişini anlatan yok. Sürekli karla çevrili yaşayan İnuitlerin mitolojisinde bile karı yaratan Tanrı Sila ya da Negafok adlı ruh; karın tarihini insanbiçimcilikten uzak hayal etmiyoruz, oysa suyu böyle hayal etmişiz. Oysa su soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı...” dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı.

Bugün Rus edebiyatının kurucusu saydığımız Puşkin’in edebiyatı bunun en parlak örneği, yazdıkları baştan sona kar kaplı, ama ondan da önce Rus dilinin kurucusu Lomonosov var. Bu çok yönlü bilimci Rus dilini gramere kavuşturup yazma tarzlarını sınıflandırarak büyük bir yol açmakla kalmamıştı. Birçok alanda bilimsel çalışmalar yaptı ve bunlar arasında, Antarktika’nın olası keşfiyle de ilgilendi ve orada buz ve kardan başka bir şey bulunamayacağını öngördü. 1763 yılında Lomonosov jeoloji notlarının arasında şu nota da yer vermişti: “Macellan Boğazı’nın yakınlarında, Ümit Burnu’nun karşısında 53 derece öğle sıcağında büyük buzlar yüzmektedir; çok uzakta bol miktarda ve hiç gitmeyen karla kaplı ada ve kara parçaları olduğundan ve Güney Kutbu’nun yakınlarında çok geniş bir toprağın kuzeyde bulunandan daha çok kar ve buzla kaplı olduğundan şüphe etmemeliyiz.” 60 yıl sonra Bellinghausen ve Lazarev’in başında yer aldığı Rus gemileri Güney Kutbu’nun ilk kaşifleri oldu ve gerçekten de karla kaplıydı kıta.

Diğer yandan Kuzey Kutbu’na doğru giden yolun ilk kaşifleri de Ruslar oldu. Genel olarak Rusların kuzeye, Sibirya’ya ve aynı süreçte doğuya, Alaska’ya kadar yayılmaya, sömürgeleştirmeye başlaması 16. yüzyılın ortasına tarihleniyor. Korkunç İvan’ın görevlendirdiği Yermak’ın seferleriyle başlayan bu süreç sonucunda çok acımasız, kıyımlarla dolu, zorlu bir tarihin ardından bugün haritada şaşkınlıkla seyrettiğimiz o engin Rus uzamı, Avrupa’nın doğusuyla Amerika’nın batısı arasında kalmış topraklar ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasını sağlayan şey Rusların kuzeyin soğuklarında Avrupalılarla karşı karşıya kalmasıydı. 16. yüzyılda Avrupa kuzeydeki deniz yollarını araştırıyordu ve Hollandalı William Barentzs o denizlerin ilk kaşiflerinden olmuştu; 47 yıllık hayatının (1550-1597) en önemli kısmını bu Kuzey yolculuklarına ayıran Barentzs o bölgelerde yaşayan insanlarla, tilkiler, ayılar, foklarla tanıştı ve Barentzs’in yankı uyandıran keşifleri Batı bilgisini almak üzere Hollanda’ya gidip bizzat denizcilik öğrenen I. Petro (1672-1725) gibi hırslı bir çara kuşkusuz örnek oldu. Yine 1611’de İsveçliler bugün Rusya dediğimiz anakaraya çıktı ve Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü noktaya bir kale inşa etti. Bu kaleden büyüyen Nyen adlı şehri bir yüzyıl sonra Petro ele geçirerek 18. yüzyılın ilk çeyreğinde, bugün Petersburg dediğimiz ve Rus edebiyatının en büyük olay mekânı olan şehir ortaya çıktı. Yeni şehir tam da aynı yere, deniz kıyısına, karların ortasına, balçık üzerine ve doğal olarak çok zor şartlarda inşa edildi ve Rusya’nın batıya karşı inşa ettiği en batılı şehir oldu.

Bütün bunlar karlar arasında, yılın büyük kısmında toprağı kaplayan ve baharda erirken de yokoluşunun hırçınlığını bütün şiddetiyle sergileyen karlar arasında, kar ve soğukla mücadele ederken oluyordu. Sadece Petersburg’ta değil, Moskova’da da, bütün Rusya’da nehirler donuyor, erirken çevre binalarda su basmalara neden oluyordu; kar kışın bütün yolları kapatıyor, çekildiği zaman da çamur, balçık bırakıyordu geriye. İnsanlar çamurların üzerine kalaslar atarak sokaklardan geçiyor, arabalar çamurlara bata çıka ilerliyordu. Bütün bir ülke yoksulluğu ve zenginliği kar zamanına göre yaşıyordu. Bütün ülkenin kar deneyimini, en batıdan en doğuya kadar birleştirdiğini, Petersburgluyla Vladivostoklunun, Urallardaki biriyle Alaska’daki birinin deneyiminin çok yakın olduğunu söylemek zor kuşkusuz; ama temel Rus-Slav folklorunda Ded Maroz (Ayaz Dede) ve Sneguroçka (Kardan Kız) vardı ve bu folklor karakterleri ve kar Rus sanatında sayısız resim, müzik ve edebiyat eserinin konusu oldu.

III

Rus edebiyatını kar gibi kaplayan Puşkin kar anlatılarının da öncüsü sayılabilir: Puşkin’in şiirlerinden öykülerine, romanlarına dek her yerde karakterler karda bir yere yetişmeye çalışır, yollarını kaybeder, birbirlerini bulurlar. “Tipi” adlı öyküsünün kahramanı kardır; Yüzbaşının Kızı’nda (1836) kahramanın arabasıyla karda kalması ve romanın gizli karşı kahramanı tarafından kurtarılması sahnesi unutulmaz ve çok pitoresk bir sahnedir:

“Kötü bir vakitte geldik: Rüzgar hafif hafif şiddetleniyor; baksana, nasıl savuruyor taze karları.”

“Ne zararı var!”

“Görüyor musun şunu?” (Arabacı kamçısıyla doğuyu gösterdi.)

“Beyaz bozkırla açık gökten başka bir şey görmüyorum.”

“Orada – orada: Bulut şu.”

Sahiden de göğün kıyısında beyaz bir bulut gördüm, bulut önce uzak bir tepenin ardındaydı. Arabacı bana o bulutun kar fırtınası habercisi olduğunu söyledi. Oranın tipilerini duymuştum ve araba katarlarının bile onların altında kaldığını biliyordum. Arabacının fikrini kabul eden Saveliç dönmemizi tavsiye etti. Ama rüzgar bana o kadar güçlü görünmedi; bir sonraki konak yerine zamanında varmayı umut ediyordum ve hızla yola devam etmelerini emrettim. Arabacı yola devam etti; ama hep doğuya bakıyordu. Atlar uysal uysal koşuyordu. Bu arada rüzgar saatten saate daha da şiddetleniyordu. Bulut beyaz bir küme haline geldi, yoğun bir şekilde karardı, büyüdü ve ağır ağır bütün göğü kapladı. İnce bir kar yağıyordu – ve birdenbire lapa lapa yağmaya başladı. Rüzgar uluyordu; tipi başladı. Bir anda karanlık gök bir kar denizine dönüverdi. Her şey gözden kayboldu. “Ee, beyim,” diye bağırdı arabacı, “işte felaket: Fırtına!” ...

... Arabacıya yola çıkmasını emrettim. Atlar derin karın içinde ağır ağır adım atıyordu. Kibitka sessizce sallanıyordu, bir kar yığınına giriyor, bir çukura saplanıyor, bir sağa bir sola yaslanıyordu. Bir sandalın fırtınalı bir denizde yol alması gibiydi bu. Saveliç ahlayıp ohluyor, ikide bir yanıma devriliyordu. Hasır perdeyi indirdim, kürke sarıldım ve fırtınanın şarkısını ninni gibi dinleyip sessiz yolculuğun sallantısında rüya gördüm.

Puşkin’in Yevgeni Onegin’inde de (1833) kar doğanın ve fantazyanın bir öğesi olarak yer alır: Onegin’e âşık olan Tatyana fantazi-rüyasında karlı bir ormanda bir ayı tarafından kovalanmaktadır; 

“Ve mucizevi bir rüyada Tatyana.
Rüya görüyor, sanki yürüyor
Karla kaplı bir tarlada,
Etrafında huzurlu bir karanlık;
Karşısındaki kar yığınlarında
Uğulduyor, savruluyor dalgasıyla
Hararetli, karanlık ve gri
Kışın dizginlemediği bir taşkın...
...Ama birden kar yığınında bir ses oldu.
Ve kim mi çıktı arkasından?
İri, tüyleri karman çorman bir ayı..

XIII

...Önlerinde bir orman; kıpırtısız camlar
Duruyor kasvetli bir güzellikle;
Rüzgarla sallandıkça hepsinden
Dokuluyor lapa lapa kar; akçaağaçların,
Huş ağaçlarının, ıhlamurların arasından
Gece kandillerinin ışığı parlıyor;
Yol yok; çukurlar, çalılıklar
Hep kar fırtınasıyla örtülmüş,
Derin kar altına gömülmüş.

XIV

Tatyana ormanda; ayı da peşinde;
Yumuşak kara dize kadar batıyor;
Boynuna uzun bir dal carptı,
Aniden, kulaklarından,
Altın küpelerini çıkarıp aldı;
Çıtır çıtır karda ıslak çizmesi
Çıkıyor sevimli ayağından;
Örtüsünü düşürüyor;
Kaldıramıyor onu; korkuyor,
Peşindeki ayıyı işitiyor,
Ve hatta titreyen eliyle
Elbisesinin eteğini kaldıramıyor;
Koşuyor, ayı hep peşinde,
Artık koşacak gücü kalmadı.” (223-228)

Diğer yandan romanın kahramanları Onegin’inle Lenski’nin düello sahnesine de (278), Onegin’in Tatyana’yla son karşılaşmasına da kar damgasını vurur:

“XXXIX

Günler geçiverdi; sıcak havayla
Dağılıp gidiverdi kış;
Ama yine de bir şair olmadı,
Ölmedi, aklını kaçırmadı.
Bahar canlandırdı onu: İlk kez
Kışı bir keşiş gibi gecirdiği
Sımsıkı kapalı odasını
Çifte pencerelerini, şöminesini
Parlak bir sabahta terk etti,
Kızakla Neva kıyısında gezmeye cıktı.
Mavi, parçalanmaya başlamış buzda
Güneş oynuyor; çamurla akıyor
Sokaklarda erimiş kar.” (400)

Puşkin’in ardından Gogol de sık sık karla insanın mücadelesini anlatır – Ölü Canlar’da Çiçikov troykasıyla karla kaplı ovalarda ölü köylülere sahip zenginleri arar ve Palto’da (1842) Akakiy Akakiyeviç kar fırtınasının ortasında çaldırır ilk paltosunu ve bizi edebiyat tarihinin en büyük kederlerden birine sürükler, eserin klasik resimlerinde kar başroldedir. Yine o dönemde Lermontov da Zamanımızın Kahramanı’nda, genç bir subayın karla kaplı Kafkas dağlarına tırmandığı sahnelerde karla mücadeleyi etkileyici bir şekilde anlatır.

“Konuşma bununla sona erdi ve sessizce yanyana yürümeye devam ettik. Dağın zirvesinde karla karşılaştık. Güneş battı ve gece gündüzü hiç ara vermeden takip etti, genellikle güneyde böyle olur; ama kar yığını sayesinde kolayca görebiliyorduk yolu, yol hâlâ dağa tırmanıyordu fakat eskisi kadar dolambaçlı değildi. Bavulumun arabaya konmasını, öküzlerin atlarla değiştirilmesini emrettim ve son kez baktım vadiye; ama kanyondan dalga dalga yükselen kalın sis onu tümüyle örtmüştü, oradan bizim kulağımıza tek bir ses bile gelmiyordu artık. ... İstasyona kadar bir versta kalmıştı. Etraf sessizdi, o kadar sessizdi ki sivrisinek vızıldasa uçtuğu yeri takip etmek mümkündü. Solda derin bir kanyon vardı kapkara; ötesinde ve önümüzde dağın lacivert zirvesi vardı, kırış kırıştı, kar tabakalarıyla kaplıydı, günbatımının son ışıltılarını koruyan solgun ufukta göz alıyordu. Karanlık gökte yıldızlar belirmeye başlamıştı ve tuhaf bir şekilde, bana bizim kuzeyde olduğundan çok daha yüksekte duruyorlarmış gibi geliyordu. Yolun her iki yanında çıplak, kara kayalar vardı; karların altından bir yerden çalılıklar görünüyordu, ama tek bir kuru yaprak bile kıpırdamıyordu ve bu doğanın bu ölüm uykusunun ortasında yorgun posta troykasının takırtısını ve Rus çıngırağının dengesiz çınıltısını duymak neşe veriyordu.”

Ama en çarpıcı kar hikâyelerinden biri, karın, başkarakterin özelliklerinin çizilmesi için kullanıldığı bir örnek Oblomov’da (1859) bulunur. Gonçarov’un bu eşsiz eserinin birinci bölümünün sonlarında, Oblomov’un Düşü adlı dokuzuncu kısmın sonlarında Oblomov’un köyü Oblomovka’daki hayatı anlatılır. Oblomov’un şımartılarak, korunarak geçen uyuşuk çiftlik hayatının kırıldığı bir an vardır. Küçük Oblomov bazen içine cin girmiş gibi uyanır, hoplayıp zıplamak, koşup eğlenmek ister ve böyle bir anda çocuklarla oynamak üzere evden kaçar:

“..sonunda dayanamayıp birdenbire, kış vakti, kasket bile giymeden, verandadan avluya atlar, oradan bahçe kapısının dışına koşar, iki eliyle kar toplayıp çocuk kalabalığının ortasına dalardı.

Taze rüzgar yüzünü yalar, soğuk kulaklarını ısırır, ağzı ve gırtlağı soğukla göğsüyse mutlulukla dolardı ve ayakları nereye götürürse oraya koşar, bağırır, kahkahalar atardı.

Ve işte çocuklar: kartopunu attı, ıskaladı: usta değil; biraz daha kar toplamak isterken, tam o sırada suratının ortasına bir kartopu yiyerek yere yuvarlandı; şimdi hep alışık olmadığı için hasta, hem neşeli, hem kahkaha atıyor, hem de gözlerinde yaşlar...” (162)

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında da (1864) kar önemli bir rol oynar ve onun esin kaynağı olarak dönemin ünlü yayıncı ve şairi Nikolay Nekrasov’u göstermek mümkün. Bu Notlar’da kısmen açıkça gösterilmiştir, romanın ikinci, “Sulusepken Kar Vesilesiyle” başlıklı bölümü Nekrasov’dan bir şiir alıntısıyla başlar ve hatta o şiirin yeniden, başka perspektiften yazılması gibi gelişir. Fakat bir de örtük esinlenme söz konusudur denebilir. Nekrasov bir önceki yıl, yani 1863’te, Rusya’nın en çarpıcı kar şiirlerinden biri haline gelecek olan “Ayaz Paşa Kol Geziyor” adlı şiirini yazar. Bu uzun şiir özünde Rus köylü kadınının çilesini anlatmaktadır: kocası ansızın ölen bir köylü kadın evin, tarlanın ve çocukların işlerini tek başına üstlenir; kış vakti dışarda hep kar fırtınası vardır, her yer karla kaplanmış, toprak buz tutmuştur, fakat evden çıkmak, odun kesip getirmek gerekir. Dışarıdaysa acımasız Ayaz Paşa (ya da Ayaz Dede) kendine kurban aramaktadır. 

“Uğulduyor rüzgar, yığılıyor karlar.
Bir ışık bile yok dışarda ayı bırak!
Göğe bak, bir sürü tabut var,
Bulutlardan sanki acı yağacak…” (97)

Ormanda ağaç kesen çaresiz kadın bir süre sonra soğuğa, Ayaz Paşa’ya yenik düşer ve üşüyerek, donarak ölür. Bu bizim bugün şen tanıdığımız Noel Baba’nın bembeyaz karanlık yüzüdür.

“Daha cesurca bak güzelim,
Nasıl bu Ayaz Paşa!
Görmediğine eminim
Benden güzel ve güçlüsünü!
 
Karlar, dumanlar, tipiler
Her an bana boyun eğerler,
Kah deniz, kah okyanustan
Saraylar yaparım buzdan.” (106)

Dostoyevski’nin yeraltı insanının acımasız alaycılığında Ayaz Dede’ye benzer bir yan vardır aslında. Dostoyevski’nin bütün eserlerinde kahramanlar yoksullukla birlikte, doğal olarak kar, soğuk ve çamurla mücadele ederler, fakat kar asıl başrolü Yeraltından Notlar’da oynar. Yeraltı insanı, ilk bölümde hayat hakkında bir yığın fikri ve psikolojik yorumları sıraladıktan sonra, karın ona hatırlattığı bir hikâyeyi anlatmaya başlar. Eserin asıl ve karanlık hikâyesidir bu:

“Şu anda kar yağıyor, neredeyse sulusepken, sarı, bulanık bir kar. Dün de yağdı, birkaç gündür yağıyor. Bence bu olayı da, sona ermek istemeyen bu olayı da sulusepken kar yüzünden hatırladım. Öyleyse, bu da sulusepken kar vesilesiyle bir hikaye olsun.” (62)
Bu girişin ardından 24 yaşında genç bir memurun meslektaşları ve tanıdıkları tarafından küçümsendiği, yalnız bırakıldığı, onun da hıncını 20 yaşındaki bir fahişeden çıkardığı hikâyeyi okuruz. Genç adam aşağıladığı için ondan kaçan kızın peşinden koşar, fakat sokakta sadece karla karşılaşır:

“Etraf sessizdi, kar buram buram yağıyordu ve neredeyse dimdik yağıyor, kaldırıma ve caddeye bir yastık örtüyordu. Gelip geçen kimse yoktu, tek bir ses bile duyulmuyordu. ...Karın ortasında o bulanık sise bakarak durdum ve bunu düşündüm.” (151)

IV

Rusların Baltık’tan Pasifik’e dek doğayı fethetme çabası 20. yüzyılda elektrik ve makinelerle çok daha insanüstü bir noktaya sürüklendi. Günümüzde, Sovyet sonrası zamanda da kar eskisi gibi, yüzyıllardır yağdığı gibi yağıyor, ama muhtemelen aynı Rusya değil bu. Ama bu, başka bir yazının konusu olsun. Biz şimdilik, galerideki yaşlı kadının ilk kez karşılaştığı Moskova karının neye benzediğini yakın edebiyattan bir tasvirle bitirelim. Andrey Bitov Puşkin Evi’nde (1978) Sibirya’dan, bir gulagdan dönen dedesiyle –Bahtin’den ve başka muhalif entelektüellerden esinlenen bir karakter– buluşan genç filolog Leva’nın sokağa çıkmasını anlatıyor aşağıdaki alıntıda. Eğer ailesi Rusya’dan ayrılmamış olsaydı o kadın belki de kendini bu kahramanın konumunda bulacak, belki bir gulagdan dönmüş olacaktı. Karın da bir tarihi var kesinlikle.

“Geceye özel bir güçle hamle yapan dondurucu rüzgâr, yanaklarını kamçıladı, hemen daha eşikteyken. Fakat eşik yoktu, cadde de yoktu – büyük bir avlu vardı, rüzgârın ıslık çalarak kötücül karanlıklarla girdaplandığı bir avlu. Burası genişti, hiçbir şey sınırlamıyor ve yönlendirmiyordu onu, yani esecek bir yeri yoktu – ve o da her yere esiyordu. Kar artık bu ıssızlığı örtmeye başlamıştı, lapa lapa yağıyordu asfaltta kalan su birikintilerine. Donuk ışık benekleri anlaşılmaz bir sistemle yerleştirilmiş, seyrek sokak fenerlerinin altında oraya buraya sallanıyordu. Kimse yoktu, araba yoktu, caddeler yoktu – yollar yoktu.” (92)

* Aygül Okutan'ın Vita Sanat Galerisi'ndeki resim sergisindeydik. Bu galeride Rus sanatıyla ilgili çalışmalara yer veriliyor.

Alıntı kaynakçası:

Yevgeni Onegin, Puşkin,  çev. Sabri Gürses, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yüzbaşının Kızı, Puşkin, çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları, 2015.
Zamanımızın Kahramanı, Lermontov, çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları, 2016.
Oblomov, Gonçarov, çev. Sabri Gürses, Everest Yayınları, 2010/3.
Yüzyıllık Sessizlik (“Ayaz Paşa Kol Geziyor”), Nekrasov, çev. Uğur Büke, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski, çev. Sabri Gürses, Notos Yayınları, 2013.
Yetenek, Vladimir Nabokov, çev. Sabri Gürses, İletişim Yayınları, 2016.

Puşkin Evi, Andrey Bitov, çev. Sabri Gürses, Yapı ve Kredi Yayınları, 2015.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Bir Rus Yazar Olarak Prometheus'un Portresi


Ahmet Ümit


Ne zaman Tolstoy üzerine düşünecek olsam Prometheus’u hatırlarım. Oysa bu büyük yazar, bir mitoloji kahramanıyla değil, yeryüzündeki ilk destanlardan olan İlyada ve Odysseia’nın anlatıcısı Homeros’la kıyaslanır. Ki Tolstoy’un destansı anlatım tarzı göz önüne alındığında bu yaklaşım doğrudur, zaten bana Prometheus’u çağrıştıran da Tolstoy’un yapıtları değil, hayatıdır.

Yazarların yapıtları ile yaşadıkları arasında her zaman uyum olması gerekmez. Nasıl ki Dostoyevski, çarın zindanlarında yaşadığı onca kötülüğe, sürgünde çektiği onca çileye rağmen Pan-Slavizmi savunmuşsa, aristokrat bir aileden gelen Tolstoy da politik olarak ilericilere yakın durmuştur. Yanlış anlaşılmak istemem, elbette yazarların kişisel tarihleri onların üslubunu belirleyen temel etkendir ama bu son derece karmaşık ve ilginç şekilde gerçekleşir. Örneğin Tolstoy’un ömrünün büyük bölümünü kırlar içinde bir malikânede geçirmiş olması, onun romanlarındaki pastoral zenginliğin asıl nedeni sayılabilir. Rus aristokrasisinin içinden geliyor olması, yaşadığı çağda siyaset, sanat, din, ama hepsinden önemlisi üst sınıf arasındaki ilişkiyi en iyi biçimde anlatmasının nedenidir de denebilir. Ama Tolstoy’un kişisel tarihi aynı zamanda bir çelişkiler tarihidir. Bir Rus aristokratı olmasına rağmen hayatının sonuna kadar böyle bir hayat sürmenin utancını da yaşamıştır. Rusya’da ve dünyada onca yoksulluk ve zulüm varken, hem bir toprak sahibi hem de bir yazar olarak son derece elverişli koşullarda yaşıyor olmayı kendisine yedirememiştir. Bence Prometheus’la benzerliği de bu durumundan kaynaklanır.

Bilindiği üzere Prometheus, Iapetos adında bir titanın oğludur. Bilge ve zekidir, kâhin değildir ama olayların nasıl gelişebileceğini öngörmek gibi bir yeteneği vardır. Kendisi insan soyundan gelmediğinden aslında insan denen canlı türüne yardım etmesi için hiçbir neden yoktur. Ama tuhaftır, insan soyuna tehlikeli bir yakınlık besler. Tehlikeli diyorum, çünkü insanlara duyduğu bu tutku, tanrıların yasalarıyla çelişecek, o devirde kimsenin bulaşmak istemeyeceği Zeus’u zıvanadan çıkaracaktır.

Tolstoy, elbette Prometheus gibi insanüstü bir varlık değildi ama zengindi, hem de çok zengin. Rusya gibi toprak köleliğinin yaygın olduğu bir ülkede yarı tanrı olmak gibi bir ayrıcalıktı bu. Gençlik döneminde yaşadığı serserilik hayatının ardından, özellikle de yazmaya başladıktan sonra insan üzerine düşünmeye başlar Tolstoy. Kendi topraklarındakiler de dahil Rusya’da köy emekçileri korkunç koşullarda yaşamaktadır. Toprak sahibi olmadıkları gibi, toprakla birlikte satılmaları da normal karşılanmaktadır. Sadece Rusya’da değil, yeryüzünde yoksulluk ve zulüm hüküm sürmektedir. İnsan insanı sömürmekte, hor görmekte ve acımasızca öldürmektedir. Bu durum Tolstoy’u derinden etkiler. Belki de kendini bir tür kurtarıcı olarak görmeye başlar. Yoksulluk, cehalet, zalimlik ve topyekûn hayat üzerine düşünmeye, yazmaya, dahası eyleme geçmeye başlar.

Prometheus’un Zeus’u kızdıran ilk eylemi, kurban edilen bir boğanın etlerinin en iyi kısmını insanlara, kötü kısmını ise tanrılara ayırmasıdır. Prometheus bu işi öyle kurnazca yapar ki, belki de Zeus, etin insanlara dağıtılmasını değil de aldatılmış olmayı kendisine yediremediği için büyük bir cezayla karşılık verir. İşin ilginç tarafı, cezalandırılan Prometheus değil, insanlardır. Evet, Zeus ateşi insanlara yasaklar. Aslında gizliymiş gibi görünen mesaj açıktır: 

Bu, Prometheus’a verilen bir gözdağıdır. Ama Prometheus pek aldırmaz. Aksine öfkelenir ama belli etmez. Planını yapar ve harekete geçer. Athena’nın da yardımıyla Olimpos’a gizlice girer, güneşin hiç sönmeyen alevinden bir meşale tutuşturarak yeryüzüne iner, ateşi insanlara yeniden armağan eder.

Hiç kuşkusuz ateş bir imgedir. Prometheus aslında bilgiyi/aydınlanmayı çalmıştır tanrılardan. Çünkü insanı tanrıların zulmünden kurtaracak olan bilgiden başkası değildi. Aynı eylemi Tolstoy da yapacaktır. Evet, o da kendi yoksul köylüleri ve bütün umutsuz insanlar için birçok riski göze alacak, yeryüzünün daha güzel bir yer olması için, insanın daha iyi olabilmesi için cesurca ve fedakârca çabalayacaktır. Hayır, yine sadece yazdığı romanlardan bahsetmiyorum, ki o metinler devrim öncesi Rusya’nın halini olağanüstü bir gerçekçilikle sergiler. Zengin bir dille anlatılan doğa ve insan hakikati… Hem savaş, hem aşk bölümlerinde destansı bir anlatı sunan yazar, bu güzellikler içinde özellikle insanın hazin macerasına vurgu yapar. Ölümlerin, ayrılıkların, toplumsal yıkımların âdeta senfonik bir bestesini seslerle değil sözcüklerin marifetiyle bize işittirir. Ama bütün o kötü gidişatın, bu berbat talihin, o umutsuzluk çağının içinde bile tarihin değiştirilebileceğine olan inancını sürekli hissettirir. Slav hüznüyle birazcık gölgelenmiş olsa bile geleceğe duyulan umut o kadar büyük, o kadar etkileyicidir ki, Lenin onun yazdıkları için, “Rus devriminin aynası” deyimini kullanacaktır. Gerçekten de Tolstoy bir ara, 1905 Devrimi sırasında Marksist düşüncelere yakınlaşır, ama bu çok sürmez. Devrimcilerin iktidarı ele geçirmesi halinde zulmün ortadan kalkmayacağını, sadece tiranların değişeceğini söyleyerek kendi bağımsız düşüncesine döner. Çünkü o da tıpkı Dostoyevski gibi Slav dininin etkisinden kendisini kurtaramamaktadır. Dahası, hümanist bir dinin tek kurtarıcı olabileceğine yürekten inanmaktadır. Üstelik bu düşünce, Avrupa’da tanıştığı aydınlanmacı fikirlerle de hiç çelişmemektedir. Voltaire’in dediği gibi, “Tanrı olmasaydı bile onu icat etmek zorunda kalırdık.” Elbette Tolstoy’un dini, Rus Ortadoksluğu değildir. Yepyeni, bambaşka bir inanç biçimidir ki bu nedenle kilise tarafından aforoz edilir. Çünkü ona göre, “Tanrı’nın krallığı kilisede değil, insanın kalbindedir.”

Prometheus, insanı sevdiği, insana inandığı, insanı umut olarak gördüğü için yasayı çiğnemiştir. Olimpos’un kutsallığını lekelemiş, Zeus’un kurallarına karşı gelmiştir. Bu yüzden cezası korkunç olacaktır. Kafkaslarda bir dağın zirvesine zincirlenecek, her gün devasa bir kartal gelip onun karaciğerini yiyecek ama bununla da bitmeyecek, her gece organı yeniden tamamlanacak, ertesi gün kartal yine Prometheus’un bedenini parçalamayı sürdürecektir. Prometheus’un bu korkunç yazgısı ancak Herakles’in müdahalesiyle değişir.

Elbette Tolstoy’un ciğerlerini yiyen bir akbaba yoktur ama belki de daha acı verici bir duygu vardır: vicdan. Evet, doğduğundan beri onu rahat bırakmayan, hem dini, hem çarlığı, hem de insanlığı sorgulamasını sağlayan vicdan. Resmi Rus dininden kurtulması onu bir miktar özgürleştirmişse de, tarlada ölen köylüsünü gördüğünden bu yana ruhunda kanlı bir çıban gibi sızlayıp duran toprak mülkiyetinden kurtulmadan gerçek huzura kavuşamayacaktır. Bunu yapar da, seksen küsur yaşında olmasına rağmen, sonunda sahip olduğu toprakları köylülerine bırakarak, bizim çileci dervişler gibi, bir hırka bir lokma felsefesiyle yollara düşecektir. Bu tavrıyla karısı başta olmak üzere neredeyse tüm akrabalarını kendisine düşman etmeyi de başarmıştır. Çünkü tıpkı Prometheus gibi kendi sınıfına ihanet etmiştir. Ancak başka çaresi de yoktur: Mutluluk, ancak başkalarının yarasına merhem olduğunda gülümseyen bir armağandır. Muhtemelen Prometheus da aynı bencil gerekçeyle, yani mutlu olmak, hayatını daha anlamlı kılmak için insan denen o iki ayaklı mahluka yardım etmeyi seçmiştir. Ne var ki çiftliğini terk eden Tolstoy, ne Prometheus gibi gençtir ne de ölümsüz bir titandır. Evinden ayrıldıktan kısa süre sonra yorgun ve yaşlı bedeni Astapovo Tren İstasyonu’nda ölü bulunacaktır.


Prometheus ölümsüz bir varlık olarak hayata başlamıştı, Zeus onun parmağına bir ceza halkası geçirse de sonsuza kadar yaşamayı sürdürecektir. Lev Tolstoy ise Prometheus’un kurtarmaya azmettiği o insan denen canlılardan biridir. Ne tanrısal bir niteliği vardır ne de ölümsüzdür. Ama Prometheus’un yolunu seçmiştir. Nedeni, o tanrısal varlık gibi ölümsüz biri olmak mıdır bilmiyoruz. Gerçi yazınsal dehasıyla, yaratılmış olanı yeniden yaratma yolunu seçtiğine göre tanrılara karşı bir tür özenme içinde olduğundan söz edilebilir. Hatta yazmakla kalmayıp kendine özgü bir din yaratmaya kalkmış olması da ilahi bir seçeneğin peşinde olduğu görüşünü destekleyebilir. Fakat hiçbir yazısında bu isteğinden bahsetmediğine göre bu tezi ileri sürmek pek gerçekçi olmaz. Ama tanrı olmak istememiş olsa bile, gerek yaşam öyküsüyle, gerek eserleriyle, tıpkı Prometheus’un onu etkilediği gibi, öteki insanları etkilemeyi hâlâ sürdürmektedir. İşte sanatsal etkidir ki, yeryüzünün güzel bir yer olabilme ihtimalini hâlâ mümkün kılabilmektedir.