Moskova

Moskova

24 Şubat 2019 Pazar

LYKOV AİLESİ – TAYGA’DA 42 YILLIK İZOLE BİR YAŞAM





1978 yılında; Sibirya’nın uçsuz bucaksız taygalarında (Tayga-Taiga: Sibirya’da iğne yapraklı ormanlar ile kaplı dağlık bölgeler) jeolojik araştırmalar yapan 4 jeolog, helikopterleri için uygun bir iniş yeri ararken, derin bir vadide, çam ve huş ağaçları arasında bir kulübe ve ekilmiş bir tarla görürler. Bu  durumu tuhaf kılan, kulübenin en yakın yerleşim yerine 250 km. mesafede olması ve hiç bir ulaşım imkanı bulunmamasıdır. Üstelik kışın bu bölgede sıcaklık – 40 C derecelere kadar düşmektedir. Yani burası yaşanabilecek bir yer değildir.

Sibirya’nın güney batısında, Rusya Federasyonu’na bağlı Hakasya (Khakassia) Cumhuriyeti kırsalında keşfedilen bu kulübe, doğal olarak jeologların ilgisini çeker.

Helikopterle bölgeye inen 4 jeolog, insan izlerini takip ederek derme çatma kulübeyi bulurlar. Kulübeye yaklaşırken kapı açılır ve tuhaf kıyafetler içerisinde, saçları, sakalları karışmış yaşlı bir adam, yalınayak dışarı çıkar. Jeologlar ”Selam dede, ziyarete geldik” diye seslenirler. Onları gören yaşlı adam bir müddet hiç kıpırdamadan durur ve sonra ”Madem buraya kadar geldiniz, içeri gelin” diyerek onları kulübeye davet eder.

Kulübenin küçük bir penceresi vardır ve bu nedenle içerisi loştur. Zemin patates ve çam fıstığı kabukları ile kaplanmıştır. Ekip üyeleri, gözleri karanlığa alışınca içeride orta yaşlı iki kadının daha bulunduğunu fark ederler. Kadınlar ise dehşet içindedirler ve içlerinden bir tanesi sürekli  sallanarak, ‘‘bunlar hep günahlarımız yüzünden, bunlar hep günahlarımız yüzünden……..” diyerek dua etmektedir. Bunun üzerine ekip üyeleri, kadınları korkutmamak için tekrar dışarı çıkar ve kulübenin yanında yemeklerini yemeye başlarlar.



Yaklaşık 30 dakika sonra kulübenin kapısı açılır ve tüm aile bireyleri dışarı çıkarak korku içinde yaklaşırlar. Kadınlar ağır ağır, sanki öter gibi, tuhaf bir şekilde  konuşmaktadırlar. Jeologlar, onlara da yiyecek ikram ederler. Kadınlar kendilerine ikram edilen çay, ekmek ve reçele hayretle bakarlar. Yaşlı adam ”Ben ekmek gördüm, ama onlar hiç görmedi”der.

Sohbet ilerledikçe, bu ailenin insanı şoke eden hikayesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar.
Gazeteci Vasily Peskov, 1982 yılında ”Komsomolskaya Pravda” gazetesinde, bir seri röportaj ile Lykov ailesinin hikayesini dünyaya duyurmaya başlar. (Vasily Peskov bu hikayeyi, 1994 yılında ”Lost in the Taiga” isimli bir kitap haline dönüştürür ve kitap Fransa’da best-seller olur. Bunun üzerine ünlü yönetmen Jean Jacques Arnauld tarafundan kitabın film hakları satın alınır.)



İşte Lykov ailesinin insanı hayretler içinde bırakan hikayesi…
Fanatik bir Rus Ortodoks mezhebi olan ”Eski İnananlar Kilisesi”nin üyesi Karp Laykov, devrim sonrası, Bolşeviklerin din karşıtı politikaları nedeniyle zor günler yaşamaya başlar. 1936 yılında kardeşi bir komünist devriyesi tarafından haksız yere öldürülür. Bunun üzerine Karp, karısı Akulina ve çocukları Savin (9) ile Natalia (2)‘yı da alarak kaçar. Sibirya’nın güney batısında,  Erinat Nehri kenarında ıssız bir tayga bölgesine yerleşirler. Burası  Moğolistan sınırına 100 km. mesafede ve en yakın yerleşim yerine 250 km. uzaklıkta, tamamen yalıtılmış bir bölgedir.

Lykov’ların doğru düzgün alet edevatları ve silahları yoktur. Neredeyse her şeyi doğadan ve elleriyle yapmak zorundadırlar. Kurdukları tuzaklar ile çok nadiren avlanabilmektedirler. (Bir yıl boyunca hiç et yemedikleri zamanlar olduğunu söylemişlerdir.) Uzun Sibirya kışlarında ise neredeyse tek yiyecekleri, yazın yetiştirdikleri patates ve çavdardır. Ancak bazen bir don tüm ürünlerini mahvedebilmekte ve kışın onları açlığa mahkum edebilmektedir.

Zaman içerisinde elbiseleri de parçalanır. Yanlarında getirdikleri bir çıkrıkla, kendi yetiştirdikleri kenevirden kaba bir kumaş dokuyarak kıyafetler yaparlar. Ayakkabıları da doğadan, huş ağacı kabuklarındandır.
Ailenin burada yaşarken iki çocuğu daha olur ve nüfus 6 kişiye çıkar. İşte 6 kişilik Lykov ailesinin tüm bireyleri:

Karp Osipovick Lykov (1901-1988)
Akulina Lykov (Doğum tarihi bilinmiyor. Ölümü 1961)
Savin Lykov (1927-1981)
Natalia Lykov (1934-1981)
Dimitri Lykov (1940-1981)
Agafia Lykov (1943-……..)

Gene soğuğun tüm ürünlerini mahvettiği bir yılda, 1961 kışında, anne Akulina Lykov açlıktan ölür. Üstelik tekrar çavdar yetiştirmek için hiç tohumları da kalmamıştır. Ancak felaketten, tesadüfen kulübelerinin içinde buldukları tek bir çavdar tohumu ile kurtulurlar. Bu tohumu soğuktan ve farelerden özenle korurlar ve filizlendirerek tekrar çavdar yetiştirmeye başlarlar.

Anne Akulina öldükten sonra anne rolünü büyük kız Natalia üstlenir ve 1978 yılında bulunana kadar da aile 5 kişi olarak taygada alıştığı yaşama devam eder.

Lykov ailesi,  42 yıl boyunca hiç bir insanla temas etmemiştir ve bu 4 jeolog yıllar sonra onların gördükleri ilk insanlardır. Hatta taigada doğan Dimitri ve Agafia, aileleri haricinde başka bir insanı ilk defa görmektedirler. Anne ve babalarının anlattıklarından şehirlerin olduğunu, oralarda pek çok insanın yaşadığını bilmektedirler, ancak henüz tek bir insan, ev, sokak araç görmemişlerdir. II. Dünya savaşından hiç haberleri yoktur. Aya gidildiği söylendiğinde kesinlikle inanmazlar. Karp Lykov‘u en çok şaşırtan ise şeffaf bir selefon paket olur. Karp Lykov bunu kırışabilen, buruşturulabilen bir cam zannederek çok şaşırır. Kendilerine verilen hediyeler arasından en çok tuz aileyi sevindirir. Daha önceden tuzun tadını da bilen baba Karp, tuzsuz geçen bu 42 yılın tam bir eziyet olduğunu söylemiştir.

Aile, bu ıssız coğrafya da hayatta kalabilmek için kendince yeni yollar üretir. Örneğin zamanı kendi buldukları bir usulle, gerçeğe çok yakın takip edebiliyorlardı. En küçükleri olan Dimitri ise ailenin tam anlamı ile mucidi idi. Bilim adamlarının dikkatini çekecek derecede inanılmaz ahşap işleme yöntemleri, araçları geliştirmişti. Dimitri’nin bu buluşları, Rusya’da doğada hayatta kalma okulları müfredatlarına sokulur.

Lykov ailesi, kendilerine yapılan medeniyete dönme çağırılarını redder. Onlar burada mutludurlar.

Ancak modern yaşamla temas onlar için çok iyi olmaz. Ailenin 3 çocuğu 1981 yılında, birbirini takip eden bir kaç gün içinde ölür. Bunlardan Dimitri diğer insanlardan bulaşan zaatürre sonucu, Savin ve Natalia ise muhtemelen iyi beslenememekten kaynaklanan böbrek yetmezliği sonucu ölürler. Aile tedavi için onların helikopter ile hastaneye nakledilmelerini kabul etmez.

1988 yılında da baba Karp Lykov uykusunda ölür. En küçükleri Agafia Lykov yalnız kalır ancak gene de taygayı terk etmez. Sadece 6 kez, o da çok kısa süreler ile modern yaşamla irtibat kurar. Her seferinde de, sokakların ve kalabalığın kendisini hasta ettiğini söyleyerek planlanan süreden önce geri döner.

1999 yılında, eski bir jeolog olan Yerefoi Sedov, Agafia’nın kulübesinin 100 metre ilerisine kendi kulübesini yapar ve oraya yerleşir. Daha önceden tek bacağını kaybetmiş olan Yerefoi, 16 yıl Agafia’ya yoldaşlık yapar ve 3 Mayıs 2015 tarihinde ölür.

Agafia Lykov bugün 72 yaşındadır ve taigada tek başına yaşamaya devam etmektedir. İyice yaşlanmış olması nedeniyle, gönüllü insanların yardımları ile yaşamını sürdürmekte, ancak gene de taygayı terketmemektedir.



Rusya'da 'Erkekler Günü'



Fotoğraftaki yazı: İyi bayramlar erkekler! Bugün sizin gününüz!



Fuad Seferov



Rusya'da her yıl kutlanan 23 Şubat "Vatan Savunucuları Günü'" aynı zamanda biraz şakayla karışık "Erkekler Günü" olarak  da biliniyor.  


Bu bayramda kadınlar sevgililerine, erkek arkadaşlarına, eşlerine ve meslektaşlarına çeşitli hediyeler veriyor. Bu bayrama, aslında yaklaşık 2 hafta sonra kutlanan 8 Mart Kadınlar Günü için bir hazırlık da denilebilir. Kadınlar nasıl bir hediye almak istiyorsa erkeklere o tür hediye veriyor. Yani, eğer büyük bir hediye bekliyorlarsa erkeklere bu beklentilerini gösteren bir hediye seçiyor. Dolayısıyla 23 Şubat aynı zamanda erkeklerle kadınlar arasında bir çeşit "taktik savaşı"na da tanık oluyor. Sıradan olmayan, değişik bir hediye alan erkek de ister istemez 8 Mart'ta benzer şekilde karşılık veriyor.

İşin şakası bir yana, 23 Şubat "Vatan Savunucuları Günü" bayramının hem Sovyetler Birliği hem de günümüz Rusya’sında önemli bir yeri var. Özellikle Sovyetler döneminde sadece Kızıl Ordu değil, tüm güvenlik görevlileri 23 Şubat'ı coşkuyla kutlardı.  

Bayramın çıkış noktasıyla ilgili değişik söylentiler ve yorumlar bulunuyor.
Ama 2. Dünya Savaşı sırasında 23 Şubat bayramı, Kızıl Ordu'nun Nazi işgalcileri karşısında zafer kazanmasındaki önemli sembollerden, propaganda araçlarından biri oldu. Bayram günlerinde dönemin Sovyet lideri Josef Stalin, özel kararnameyle Kızıl Ordu askerlerine, Nazilerin korkulu rüyası olan Sovyet gerillalarına mücadele için özel çağrıda bulunuyordu.

Savaşın ardından 23 Şubat gününde Sovyet televizyonlarında savaş, kahramanlık filmleri ekrana getiriliyor, bayram Kızıl Ordu'nun dış güçlere karşı gövde gösterisindeki en önemli sembollerinden biri olarak gösteriliyordu.

Sovyetler'in dağılmasıyla 23 Şubat da kısmen "zarar" gördü çünkü o dönem Rusya'da tüm kötülüklerin kaynağının Sovyetler Birliği'nde aranması gibi bir moda vardı.

1993 yılında 23 Şubat “Vatanın Savunucuları Günü”ne dönüştürüldü. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 2000 yılında iktidara gelmesiyle diğer Sovyet gelenek, bayramları gibi 23 Şubat da önemli bayram olarak kutlanmaya başlandı. Her 23 Şubat'ta Putin kurmaylarıyla Kızıl Meydan'a çıkıyor, yakınlardaki Meçhul Asker Anıtı'na çelenk bırakarak saygı duruşunda bulunuyor. Akşam saatlerinde ise mutlaka Kremlin Konser Sarayı'nda bayram konseri düzenleniyor.

Bayram gününde başta başkent Moskova olmak üzere tüm ülkede çeşitli etkinlikler yapılıyor. Moskova’nın farklı bölgelerinde anma törenleri, ücretsiz sergi ve sinema gösterimleri, konserler ve spor müsabakaları düzenleniyor. Gece saatlerinde Moskova'nın yanı sıra bazı kentlerde havai fişek gösterisi yapılıyor, televizyonlarda eski Sovyet savaş ve kahramanlık filmleri gösteriliyor. 

21 Şubat 2019 Perşembe

Napolyon'u Rus ordusuna almamışlar!





Rusya'da gazetelerin, dergilerin en popüler konularından biri, "tarihin tozlu arşivinden yeni havadisler" bulup çıkarmak. Çoğu kez "sansasyonel" bilgiler içeren bu haberler akademik çevrelerde geniş tartışmalara yol açsa da, medyada geniş yer bulmaya devam ediyor. Bunlardan sonuncusu Napolyon Bonapart'ın neredeyse "Rus askeri" olarak Osmanlı ordusuna karşı savaşmanın eşiğinden döndüğüne dair:

"Napolyon Bonapart, 28 Eylül 1785'de  henüz 16 yaşında bir topçu asteğmen olarak Fransa'da harp okulundan mezun olduğunda, Rus ordusuna yazılmanın hayalini kuruyormuş."

"Argumentı Nedeli" dergisinin ortaya attığı iddiaya göre, o sıralar Osmanlı ile savaş halinde olan Rusya'ya hükmeden Çariçe Yekaterina tarafından, paralı subay toplaması için Avrupa'ya gönderilen General İvan Zaborski'nin görüştüğü adaylardan biri de geleceğin Fransa imparatoru Napolyon Bonapart'tan başkası değilmiş.

Ancak görünüşe göre, general ve genç subay rütbe anlaşmazlığı nedeniyle anlaşma sağlayamamış.

Rus ordusunda Fransız ordusuna kıyasla daha hızlı yükselebileceğini düşünen hırslı Napolyon teğmenden daha yüksek bir rütbe ile orduya yazılmak isterken Rus general kendisine bugün teğmenliğe karşılık gelen "praporşik" rütbesini teklif etmiş. Dergi o günlerde Rus ordusunda görev yapan yabancı subaylar için kuralın bu yönde olduğunu yazıyor.

Yazıya göre Napolyon bu teklifi reddetmiş ve Fransız ordusunda, memleketinde kalmış. Daha sonra Fransız ordusunun başında 1812'de Moskova'ya kadar yürüdüğü ama büyük kayıplarla, kaybederek geri çekildiği büyük savaşla Rusya'ya gelmiş...

Rusya'da 432 milyon kitap





Dünyanın her yerinde olduğu gibi yayıncılık piyasası Rusya'da da zor günler yaşıyor ama rakamlar sektörün hala "dimdik ayakta" olduğunu gösteriyor. Rusya'nın ulusal bibliyografya ajansı Kitap Odası, 2018 yılı kitap basım istatistiklerini açıkladı.

Buna göre, geçtiğimiz yıl ülkede 116,9 bin kitap basıldı. Bir önceki yıl bu sayı 117,4 bin idi. Öte yandan basılan kitapların toplam tirajı 2017'ye kıyasla yüzde 8,3 azaldı: toplam tiraj 432 milyon adet.

Ülkedeki kitap satış rakamları da 2017'ye yakın. Ancak parasal bazda yüzde 4-5'lik artış söz konusu. Yayıncılar bu artışı enflasyon ile açıklıyor.

Kitap Odası verilerine göre, Rusya'da en çok kitabın basıldığı dönem 1970-1980'ler. 1950'de toplam 646 milyon olarak gerçekleşen toplam tiraj 1970'te 1 milyar sınırını aştı. 1980'e gelindiğinde bu sayı tüm zamanların rekorunu kırarak 1 milyar 393 milyon adede ulaştı.

Tiraj bolluğuna rağmen 1980'ler kitapların kara borsaya düşecek derecede az bulunması ile hatırlanıyor. 1970 yılında basılan kitap sayısı 50 bin civarında iken 1980'de 49 bine düşmüştü.

1990'lardan itibaren Rusya'da toplam tiraj düşerken kitap sayısı artmaya başladı. Bu eğilimin zirve yaptığı yıl basılan 122 bin 915 farklı kitap ile 2011 yılı oldu. Bir başka deyişle, geçmişten günümüze Rusya daha az okuyan, ama daha çeşitli kitaplara erişebilen bir ülke haline geldi.

17 Şubat 2019 Pazar

Berber Dükkanında – Anton Çehov (öykü)




Berber Dükkanında 

Sabah. Saat daha yedi olmadığı halde Makar Kuzmiç Bliostkov’un berber dükkânı açık. Şık giyimli, ama üstü-başı kir içinde, henüz yüzünü bile yıkamamış bulunan, yirmi yaşlarındaki dükkân sahibi Makar sabah temizliği yapmakta. Aslında nereyi temizlediği de belli değil, gene de hayli terlemiş. Elindeki bezle bir yerleri siliyor, şuraya-buraya parmağını sürüyor, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna fiske atıyor…

Dükkân küçük mü küçük, daracık, pis bir yer. Kütüklerden örtülü duvarlara arabacıların gömleği gibi soluk duvar kâğıtları yapıştırılmış. Camları rutubetten donuklaşmış, ışık sızdırmaz iki pencere arasında elinizi hızla vursanız parçalanacakmış gibi duran, gıcırtılı bir tahta kapı; kapının üstündeyse durduk yerde marazlı marazlı şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmayagörün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi tanıyamazsınız. Makar, bu aynanın karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. Aynanın önündeyse dükkân sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var: Taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine bolca su katılmış bir şişe kolonya… Berber dükkânını toptan satmaya kalksanız beş ruble bile etmez.




Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor. Adamın başı, boynu kadın şalıyla sarılı. Makar Kuzmiç’in vaftiz babası Erast İvanoviç Yagodov’dur bu gelen. Kendisi konservatuvarda bekçiydi bir zamanlar, şimdiyse oturdukları Krasniy Prud Mahallesi’nde tesviyecilik yapıyordu.

Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e;

– Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye sesleniyor içeri girer girmez.

Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor.

– Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak. Şaka değil, ta Krasnıy Prud’dan Kaluga kapısına değin yaya geldim.

– E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz?

– Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım.

– Ne hastalığı?

– Evet, bir ay kadar ateşler içinde kıvrandım. Öleceğim sanıyordum, ama sonunda kefeni yırtık. Şimdi de saçlarım dökülüyor. Doktor saçlarımı kestirmemi söyledi. Yerine daha gür çıkarmış. Ben de tuttum, sana geldim. “Yabancıya gitmektense bir yakınım kessin saçlarımı. Hem daha iyi tıraş eder, hem de para almaz” dedim. Doğrusunu söylemek gerekirse yol biraz uzun, ama ne zararı var? Benim için bir gezinti oldu.

– Ne olacakmış canım. Seve seve tıraş ederim. Buyurun, oturun!
Makar Kuzmiç saygıyla eğilerek tıraş masasının arkasındaki koltuğu gösteriyor. Yagodov gösterilen yere oturarak aynada kendine bakıyor. Oradaki görüntüden pek hoşnut kalmış olmalı. Neden derseniz, Moğol dudaklı, küt, yayvan burunlu, gözleri alnına kaymış bir surat beliriyor orada. Makar Kuzmiç vaftiz babasının omuzlarına sarı sarı lekeli, beyaz bir çarşaf örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlıyor.

– Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz?

– En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa.

– E, hanım teyzemiz nasıllar?

– Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler.

– Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz?

– Tuttum… Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı?

– Zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi?

– Kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen çarşamba Şeykin’le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin?

Makas şıkırtıları şıp diye kesiliyor. Makar Kuzmiç’in elleri aşağı düşüyor, korku okunan bir sesle;

– Kim? Kimi nişanladınız? diye soruyor.

– Bizim Anna’yı, canım!

– Nasıl olur? Kiminle?

– Şeykin’le. Prokofi Petroviç Şeykin’le. Teyzesi Zlatoustenski Sokağı’nda zengin bir ailenin vekilharçlığını yapıyor, iyi bir kadındır. Şükürler olsun, hepimizi sevindiren bir iş kıvırdık. Bir hafta sonra da nikahı var. Sen de gel, eğleniriz.

Şaşkınlıktan yüzü sararan Makar Kuzmiç omuzlarını silkiyor.

– Nasıl olur, Erast İvanoviç? Bunu nasıl yaparsınız? Olamaz! Anna Erastovna ile ben… ben ona karşı iyi duygular besliyordum… Niyetim onunla… Bu nasıl şey, bilmem ki!

Makar Kuzmiç’in yüzünde ter damlaları tomurcuklanıyor. Makası masanın üstüne bıraktıktan sonra yumruğuyla burnunu ovuşturmaya başlıyor.

– Benim ona karşı temiz niyetlerim vardı. Olacak şey değil, Erast İvanoviç! Ben onu sevdim, en saf duygularımı sundum. Karınız, hanım teyze de söz vermişti. Size karşı hep öz babam gibi saygı gösterdim… her zaman bedava tıraş ediyorum. Benden iyilikten başka ne gördünüz? Babam öldüğü zaman evdeki kanepeyle on rublemi aldınız, sonra geri vermediniz. Anımsıyorsunuz, değil mi?

– Anımsamaz olur muyum? Hatırımdadır hep. Ama, gözümün nuru, sen iyi bir güvey olabilir misin, Makarcığım? Söyle, iyi bir güvey olabilir misin? Ne paran var, ne mevkiin, ne de işe yarar bir mesleğin!

– Peki, Şeykin zengin mi?

– Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her neyse, olan oldu bir kere, geri dönemeyiz, Makarcığım, sen kendine başka bir kız ara. Elini sallasan ellisi gelir sana. E, ne duruyorsun? Hadi tıraş etsene!

Makar Kuzmiç konuşmadan dikiliyor, sonra cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başlıyor. Erast İvanoviç onu yatıştırmaya çalışıyor:

– Aman canım, böyle şeylere de ağlanır mı? Hadi, sus bakalım. Kadınlar gibisin vallahi!… Önce saçımı kes, sonra ne yaparsan yap. Hadi, makası al eline!

Makar Kuzmiç makası alıyor, ona bir dakika şaşkın şaşkın baktıktan sonra yine masaya bırakıyor. Eli titremektedir.

– Yapamayacağım. Kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz bir insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi… Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum.

– Öyleyse yarın gelirim, Makarcığım. Tıraşı yarın bitirirsin.

– Peki, nasıl isterseniz.

Erast İvanoviç saçlarının yarısı kökünden kesilmiş başıyla tıpkı bir kürek mahkûmuna benziyor. Böyle bir başla ortalıkta dolaşmak pek hoş değil ama başka ne yapılabilir? Başına şalı yeniden sarıyor, berber dükkânından çıkıyor. Makar Kuzmiç yalnız kalınca bir sandalyeye oturuyor, sesssiz sessiz ağlamasını sürdürüyor.

Ertesi sabah Erast İvanoviç erkenden dükkândadır. Makar Kuzmiç soğuk bir sesle;

– Bir şey mi var? Ne istiyorsunuz? diye soruyor.

– Tıraşı bitir Makarcığım. Bak, daha yarısı duruyor.

– Parası peşin, lütfen. Bedava tıraş etmem!

Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı.


Anton Pavloviç Çehov

Tolstoy’da Bunalım ve Değişim – Stefan Zweig




-Bir insanın hayatındaki en önemli olay, kendi benliğinin bilincine vardığı andır; bu olayın sonuçları en büyük iyiliğe de yol açabilir, en korkunç şeylere de.- (Kasım 1898)

Manevi yaratışın akışı içerisinde her tehlike bir lütuf, her engel, bir yardım ve insanı kurtarabilecek bir uyarıcıdır, çünkü bilinmeyen güçleri ortaya çıkarmak ve yenilemek için bir araçtır.

Eğer bir varlığın dünya üzerinde etkili olması gerekiyorsa, durgunlaşmaması gerekir, çünkü ruhun gücü, her türlü fizik güç gibi, hareketten ve değişiklikten kaynaklanır; bir şair için halinden hoşnut olma, mekanik olarak yapılan bir iş ve kolayca izlenen bir yol kadar tehlikeli bir şey yoktur.

Tolstoy meslek hayatı boyunca insana kendi benliğini unutturan bu rahatlığı, insani varlığın bu mutluluğunu, sanatçıyı tehdit eden bu tehlikeyi ancak bir kere tatmıştır. Onu kendi benliğine doğru götürecek hac seferi boyunca, tatmin olmak nedir bilmeyen ruhu, seksen üç yıllık bir hayat içerisinde ilk defa olmak üzere on altı yıllık bir dönemde huzura kavuşabilmiştir; evlendiği tarihten iki romanını, Savaş ve Barış ile Anna Karennina’yı bitirdiği tarihe kadar geçen zaman içerisinde, Tolstoy kendisiyle ve eseriyle barış halinde yaşamıştır. On üç yıl boyunca (1865-1878) Günlüğü, vicdanının bir çeşit nöbetçisi olan Günlüğü de susmuştur; Tolstoy, mutluluğu içerisinde kendini bütünüyle eserine vermiş ve artık kendini değil, yalnızca dünyayı gözlemekle yetinmiştir. Yaratmakla uğraştığı için, problemler atmamıştır ortaya: Yedi çocuk ve en güçlü destani eserleri olan iki eser yaratmıştır; ancak o zaman Tolstoy bütün öteki insanlar gibi kaygısız bir şekilde, ailenin burjuvalara özgü ve onurlu bencilliği içerisinde, mutlu ve tatmin edilmiş olarak yaşayabilmiştir; çünkü -olup bitenlerin nedeni ve niçiniyle ilgili korkunç sorudan- kurtulmuştur. -Artık kendi durumum üzerinde derin derin düşünmüyorum (her türlü derin düşünce son bulmuştu) ve izlenimlerimin temelinde bulunan şeyin ne olduğunu araştırmıyorum; ailemle olan ilişkilerimde, düşünmeden hissetmekle yetiniyorum. Bu durum bana, son derece büyük bir düşünce hürlüğü sağlıyor.-

Bir sanatçı olarak yaptığı uzun hazırlıkların ve çalışmaların düzenli akışı, benliğin kritik bir gözle incelenmesiyle engellenmiyor; ahlaki kişiliğinin önünde nöbet tutan amansız nöbetçi uyuklayarak bir yana çekiliyor ve sanatçıyı hareketlerinin serbest akışına, duyularının kusursuz oyununa bırakıyor. Tolstoy bu yıllar içerisinde üne kavuşmuştur; servetini dört katına çıkarmış, çocuklarını yetiştirmiş, evini genişletmiştir; ama mutlu olmakla yetinmek, şan ve ünden gına getirmek, zenginliğe gark olmak bu ahlak dehasının uzun süre katlanabileceği şeyler değildi. Her edebi yaratıştan sonra asıl işine, kendi kusursuzluğu üzerinde çalışmaya dönecektir ve hiçbir Tanrı onun kulağına Zorunluluğun sesini duyurtmadığı için ona doğru tek başına gidecektir. Hiçbir dış olay ona Kaderin soluğunu hissettirmediği için kendi trajik olayını, kendi içinde yaratacaktır. Çünkü hayat (ve özellikle de bu kadar güçlü bir hayat) her zaman çalkantılı bir halde kalmak ister. Kaderin dünyanın bulunduğu taraftan gelen dalgası durur durmaz, ruh fışkıracak yeni bir kaynak bulabilmek için kendi içini eşelemeye ve kazmaya başlar: Varlığın devri hareketi donup kalmasın diye.

Elli yaşına yaklaşırken Tolstoy’un hissettiği, çağdaşlarını şaşkına çeviren ve bir türlü açıklayamadıkları şey, yani birdenbire sanattan uzaklaşarak dini konulara dönmesi, hiçbir zaman olağanüstü bir olay olarak görülmemelidir; burada bir anormallik aramak boşuna olacaktır. Olağanüstü olan şey, Tolstoy’da her zaman olduğu gibi, hissedilen izlenimlerin şiddetidir. Gerçekten de, hayatının ellinci yılında Tolstoy’da kendini gösteren değişme, birçok insanda, daha az şiddetli olduğu için dikkati çekmeyen bir olaydan başka bir şey değildir: Bedeni ve ruhi organizmanın yaklaşan ihtiyarlığa kaçınılmaz bir şekilde uyum sağlaması, sanatçının -bunalımlı bir dönemi- dir, o kadar!

Ruhi bunalımının başlangıcını kendisi şöyle özetliyor: -Hayat durdu ve hüzünlü bir hal aldı.- Elli yaşındaki Tolstoy, plazmanın esnekliğini yitirmeye başladığı ve ruhun donup kalma tehlikesiyle karşılaştığı kritik gelişmesinin ölü noktasına ulaşmıştır. Duyular artık, yaratıcı hücrenin yumuşak kütlesine eskisi kadar güçlü bir şekilde girmeyi başaramıyor; yavaş yavaş kırlaşan saçların rengi gibi, izlenimlerin rengi de soluyor. Goethe’nin de aynı şekilde bize bildirmiş olduğu gibi, bu ikinci dönemin başlarında, sımsıcak duyuların düzenli işleyişi, soğuk bir pres makinesinde donuk kavramlar haline geliyor: Özlü olan şey geçici bir şeye, portre sembole, çok renkli yaratma yeteneği düşüncelerin kalıplaşmış bir sınıflamasına dönüşüyor. Ruhun her türlü derin değişmesinde olduğu gibi, burada da, yeni bir insanın ortaya çıkışı, önce hafif bir fizik rahatsızlık veriyor; yabancı bir şeyin yaklaştığını haber veren belirsiz bir duygu, henüz bilinmeyen bir şey. Ruhun buz gibi soğuk endişesi, bir şeylerin eksildiğini ya da azaldığını bildiren korkunç bir korku tedirgin ruhu birdenbire ürpertiyor ve son derece duyarlı sinirlere sahip olan bedenin sismografı, gelmekte olan sarsıntıyı hemen kaydediyor. (Geçirmiş olduğu değişimlerin her birinde Goethe’nin mistik hastalıkları!)

Ama burada henüz yeni yeni keşfedilmeye başlayan bir alana giriyoruz; karanlıklardan gelen bu saldırıyı ruh henüz açıklayamazken ve anlaşılmayan bir tehlike karşısında duyulan ürkek bir duygu ile titrerken, organizmada, daha şimdiden, psiko-fizik bir tepki olarak, savunma mekanizması çalışmaya başlamıştır; ve bütün bunlar, ne zekanın ne de insan iradesinin herhangi bir rolü olmaksızın, yalnızca tabiatın akıl ermez bir önceden-görme yeteneği sayesinde gerçekleşmektedir. Çünkü, nasıl ki, daha soğuklar başlamadan çok önce, hayvanların bedeni birdenbire sıcacık bir kış kürkü ile kaplanıyorsa, yaşlılığın gelmek üzere olduğunu bildiren ilk belirtilerde de, en yüksek nokta aşılır aşılmaz, insan ruhu yeni bir koruyucu kılığa bürünür, manevi bir giysiyle, koruyucu bir kılıfla örtülür: Akşam vaktinde güneşin ışığının yavaş yavaş çekilmeye başladığı bir sırada üşüyüp de donmasın diye… Bedenden ruha geçen, kaynağı belki de salgı bezlerinin hücrelerinde olan ve yaratıcı üretimin son titreşimlerine varıncaya kadar yayılan bu derin tepki, ergenlik çağının tam tersi olarak nitelemek istediğim bu tehlikeli dönem, manevi bir sarsıntı olarak, bir mizaç değişikliği halinde ortaya çıkar ve tıpkı ergenlik dönemi gibi bir bunalım olarak görünür; ne var ki, fizik görünüşleri açısından yeni yeni incelenmeye başlanan bu olayın ruhi görünüşleri üzerinde hemen hiç durulmamıştır. Yaş döneminin daha göze çarpacak şekilde ve daha klinik bir vaka olarak, gözle görülebilecek belirtilerle seyrettiği kadınlarda, hiç değilse bazı gözlemler yapmak mümkün olabilmiştir; oysa erkekte, aynı yaş değişikliği olayı daha çok beyinde cereyan eder ve yaratmış olduğu manevi sonuçlarla birlikte, hala psikoloji biliminin ışığı altında incelenmeyi beklemektedir. Çünkü bu tehlikeli dönüm noktası, erkek için, hemen her zaman büyük değişikliklerin, bir şair ve bir düşünürün yapabileceği türden yüceltmelerin (sublimation) ortaya çıkmasına elverişli olan bir dönemdir: Kanı soğumaya başlayan varlığı korumak istermişçesine gelen, duyuların bozulmasını manevi bir güçlenmeyle telafi eden, benlik duygusunun zayıflamasını, hayati imkanların azalmasını dünya bilincinin artmasıyla gideren her şey bu dönemde ortaya çıkar. Ergenlik çağını tehlikeli bir biçimde atlatanlar için aynı şekilde tehlikeli, ateşli bir mizacı olanlar için aynı derecede şiddetli, yaratıcı olanlar için aynı derecede verimli olan bu kritik dönem, böylece, düşünce bakımından yaratıcı olan bir çağın başlangıcıdır: Farklı bir biçimde de olsa, düşünce faaliyetinin yeniden kazanılması, en yüksek noktası ile en alt noktası arasında gidip gelmesidir. Bütün büyük sanatçılarda bu kaçınılmaz bunalım anına rastlıyoruz, ama bu bunalım dönemi hiçbirinde, Tolstoy’da olduğu, kadar şiddetli bir şekilde, bir yanardağın patlak vermesi gibi ortaya çıkmıyor ve bu derece yıkıcı olmuyor.

Olumlu bir açıdan, kolaya kaçan bir objektiflik açısından bakıldığında Tolstoy’un başına gelenler aslında çok normaldir: Yalnızca yaşlandığını hissediyor, hepsi bu. Birkaç dişini kaybediyor, hafızası zayıflıyor. Bazen zihnine bir yorgunluk çöküyor: Elli yaşındaki bir insan için sıradan, günlük olaylardır bunlar. Ama Tolstoy, kuvvetle dolup taşan bu adam, içinden büyük ve zengin kaynakların fışkırdığı bu insan tabiatı, sonbaharın bu ilk esintisiyle, kendini solup gitmiş ve ölmek üzereymiş gibi hissetmektedir. Şöyle düşünüyor: -İnsan artık yaşama sarhoşluğunu duyamaz hale geldiyse, yaşaması mümkün değildir.- Hayati güçlerinin zayıfladığını ve soğumaya başladığını gösteren ilk belirtilerle birlikte, olağanüstü sağlıklı olan bu adam kendini nevrastenik bir ruh çöküntüsüne, şaşkınlığın verdiği bir tedirginliğe kaptırıyor; hemen silahlarını indiriyor ve teslim oluyor.

Ne uyuyabiliyor, ne yazı yazabiliyor, ne de düşünebiliyor: -Ruhum uyukluyor ve uyanamıyor; iyi değilim, cesaretim yok.–Can sıkıcı ve tatsız Ana Karennina- nın sonu, peşinden sürüklediği bir zincir gibi… Birdenbire saçları kırlaşıyor; alnında kırışıklıklar oluşuyor, midesi isyan bayrağını çekiyor, eklemleri zayıflıyor.

Kasvetli bir hareketsizlik içerisine gömülüyor ve -hiçbir şeyin artık onu neşelendiremiyeceğini, hayattan beklediği hiçbir şey kalmadığını, yakında öleceğini- söylüyor ve Günlüğünde birbiri ardınca şu iki kesin şeyden söz ediyor: Önce -ölüm korkusu-ndan ve daha sonra, birkaç gün geçtikten sonra, -yalnız başına ölmek gerektiği-nden (Tolstoy’un metninde Fransızca olarak yazılmış bu cümleler). Oysa ölüm, onun canlılığından, hayat dolu oluşundan söz ederken açıklamaya çalıştığım gibi, bu hayat dolu dev için düşüncelerin en korkuncudur; bu yüzden, kuvvetinin korkunç ağının birkaç noktasında bir gevşeme, bir çözülme olduğunu fark eder etmez bütün varlığı titremeye başlıyor.

Ne var ki, kendi benliğini dahilere özgü bir şekilde tanıyabilen bu adam, sonun yaklaştığını bildiren bir şeyin kokusunu aldığı zaman büsbütün de yanılmış olmuyor; çünkü bu bunalımda ilkel Tolstoy’dan gerçekten de bir şeyler ölüyor: Kuvvetle dolup taşan adam değil de, dünyayı objektif ve değişmez bir veri olarak kabul eden, kendi bedeni kadar gerçek ve onun gibi kendisine ait bir şey olarak gören hür ve kaygısız sanatçıdır can veren. O zamana gelinceye kadar Tolstoy, dünyaya metafizik anlamının ne olduğunu hiçbir zaman sormamıştı; bir sanatçının, modelini seyretmesi gibi seyretmişti dış dünyayı ve olup bitenleri bir çocuğun tabii neşesiyle karşılamıştı; resimlerini çizdiği olaylar her zaman uysal bir şekilde onun karşısında duruyorlardı ve yaratıcı ellerinin okşamalarına ve kucaklamalarına karşı koymuyorlardı. Birdenbire bu objektif ve artistik seyrediş, hayatı yeniden yaratmak amacını güden bu bakış, güvensizlikle dolu olan ruh için imkansız hale geliyor; o saf ve temiz birlik yıkılıyor, evrenle benlik arasında birdenbire soğuk ve küflü büyük bir uçurum açılıyor. Nesneler Tolstoy’a artık aynı yakınlığı göstermiyorlar, kendilerini ona tümüyle vermiyorlar. Kendisinden bir şeyler sakladıklarını, bir yanlarını, arka taraflarını, gölge gibi bir şeylerini gizlediklerini, karanlık, tehlikeli, sözle anlatılamıyan bir şeyler gizlediklerini biliyor; insanların en iyi şekilde göreni, hayatta bir sırrın bulunduğunu seziyor, hayatın, yalnızca maddi duyuları ile kavrayamıyacağı bir anlamı olmasından şüpheleniyor; hayatın derin karanlıklarında var olan şeyi kavrayabilmek için, yepyeni bir araca, daha gelişmiş bir araca, daha bilinçli ve düşünceli bir göze ihtiyacı olduğunu anlıyor. İster istemez, bundan böyle, her olayın manevi anlamını aramak ve birbirine en yabancı olan şeylerde bile ortak bir kaderin varlığını ve bağını görmek zorunda kalıyor. Örnekler, içteki bu büyük değişmeyi daha somut bir şekilde açıklama imkanını verecektir. Savaş sırasında Tolstoy yüz kere insanların öldüğünü görmüş, ama onları öldürme hakkına sahip olup olmadığımızı kendine sormaksızın, o insanların kanlı sonlarını, bir ressam ya da şair olarak veya yalnızca şekillerin görüntüsünü hassas bir şekilde kaydeden bir retinaya sahip bir göz olarak canlandırmış ve anlatmıştır. Oysa şimdi Fransa’da bir suçlunun başının giyotinin altından yuvarlandığını görür görmez, içinde bütün insanlığa baş-kaldıran ahlaki bir güç hissediyor. Bir efendi, bir baron, bir kont olarak, bin kere, atla köylülerinin yanından geçmiş, hayvanın dört nala geçişi onların elbiselerini toza bularken, kölelerinin verdiği alçakgönüllü selamları, kayıtsızlıkla, tabii ve apaçık bir şeymiş gibi kabul etmişti. Ama şimdi, onların yalınayak olduklarını, yoksul olduklarını, her türlü haktan yoksun ürkek bir hayat sürdüklerini fark ediyor ve şu endişe verici soruyu soruyor kendine: Onların yoksulluğu ve sefaleti karşısında kayıtsız kalmaya hakkı var mı? Moskova’da pek çok defa, kızağı, soğuktan donmuş bir sürü dilencinin yanından gürültülü bir şekilde geçip gitmişti ve o başını bile çevirip bakmamış, onlara en ufak bir dikkat bile göstermemişti; yoksulluk, sefalet, zulüm, askerlik, hapishaneler, Sibirya, bütün bunlar onun için kışın yağan kar ya da fıçıdaki su kadar tabii olan olgulardı; ama şimdi bir sayım sırasında, birdenbire uyanan zihni, işçi sınıfının korkunç durumunda, kendi zenginliğine karşı bir suçlama görüyor.

İnsanları yalnızca -incelenecek ve gözlenecek- basit bir materyel olarak görecek yerde onların çağrılarına kulak vermeye ve kardeşçe birtakım yükümlülükler yüklenmeye başladığından beri, ölümden aldığı mesajla kendi kaderinin tüm insanların kaderine –üzerlerinde ölümün gölgesinin dolaştığı bütün insanların kaderine– bağlı olduğunu anladığından beri, varlığın o sakin ve resmi yapılacak kadar güzel olan düzeni, vicdanındaki depremin sallantılarıyla sarsılmış ve ruhunun üzerine yıkılmıştır; artık hayatı sanatçının soğuk gözleriyle seyredemez olmuştur; her olayın anlamının ya da anlamsızlığının, haklı ya da haksız oluşunun nereden kaynaklandığını hiç durmadan kendine sormak zorundadır artık; insanlarla ilgili her şeyi, artık kendi benliğiyle olan ilişkisi bakımından, egosantrik olarak ya da kendi iç dünyasına yansıtarak değil, sosyal olarak, kardeşçe, dışa yönelerek hissetmektedir; herkesle ve her bir insanla olan birliğinin bilinci, onu bir hastalık gibi -yakalamıştır-. -Düşünmemeli: Çok acı bir şey bu-, diye içini çekmektedir. Şimdi, vicdanının gözü açılır açılmaz, insanlığın çektlği acı, temel acı, bundan böyle, geri dönülmez bir şekilde, en kişisel işi olmuştur. Hiçlikten, yokluktan duyduğu mistik korku onu varlığın yeni bir gözlemcisi, yepyeni bir yaratıcı haline getirmiştir; sanatçı, kendi benliğinden büsbütün vazgeçerek, dünyasını bir kere daha ve bu sefer ahlak yasasına göre yeni baştan kurma görevini yüklenmiştir. Ölümün egemen olduğunu sandığı yerde, yeniden doğuşun mucizesi gerçekleşmiştir; tüm insanlığın, yalnızca sanatçı olarak değil, bütün insanlar içerisinde -insan- adını taşımaya en layık olanı olarak saygı duyduğu yeni bir Tolstoy doğmuştur.

Ama o zamanlar, çöküşün bu ezici anında, -uyanış-tan önce gelen o belirsiz anda (Tolstoy daha sonra, sakinleştiği zaman, o andaki durumunu bir endişe ve tedirginlik hali olarak nitelemiştir) şaşkın bir halde bulunan yazar, bu alt-üst oluşun bir geçiş dönemi olduğunu henüz sezemiyor. Vicdanı aydınlanmadan önce, kendini tam anlamıyla körmüş gibi hissediyor, etrafında kaostan –karışıklıktan– ve çıkış yolu olmayan bir geceden başka bir şey görmüyor. Dünyası yıkılmıştır; dehşetten yarı boğulmuş bir halde şaşkın şaşkın karanlığa bakıyor ve orada hiçbir işaret, hiçbir belirti göremiyor. -Hayat bu kadar korkunçsa, ne diye yaşamalı?- diye soruyor kendine; böylece Eski Ahitteki Vaiz’in ebedi sorusunu ortaya atmış oluyor. Tarlamızı ölüm için sürmekten başka bir şey yapamıyacaksak, ne diye zahmete katlanmalı? Umutsuz bir şekilde, dünya denen bu karanlık mahzenin duvarlarını yokluyor, bir yerlerde bir çıkış yolu var mı, bir kurtuluş çaresi var mı, bir ışık kıvılcımı, yıldızlar kadar uzak bir umut ışığı var mı diye? Ve hiç kimsenin ona dışarıdan bir kurtuluş ve aydınlık getiremeyeceğini görünce, onu boğan bu karanlıklardan çıkabilmek için, sistemli ve yöntemli bir şekilde yavaş yavaş bir dehliz kazıyor. Böylece 1879’da bir kağıt üzerine -bilinmeyen sorular- olarak şunları yazıyor:

a) Niçin yaşamalı?
b) Hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne?
c) Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne?
d) Kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var?
e) Nasıl yaşamalıyım?
f) Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim? -Kendimi nasıl kurtarabilirim?- -Nasıl yaşamalıyım?-

Tolstoy’un attığı korkunç çığlık, bunalımın pençelerinin, çarpan kalbinden söküp çıkardığı çığlık buydu işte! Ve bu çığlık bundan böyle, otuz yıl boyunca, dudakları gücünü yitirinceye kadar çınlayıp duracaktır. Duyulardan gelen mutluluk mesajına artık inanmıyor! Sanat onu avutmuyor, kayıtsızlık uçup gitmiş, gençliğinin ateşli sarhoşluğu acımasız bir şekilde dağılmış; hiçliğin derinliklerinden, hayatın etrafında dönüp duran ölümün görünmez ülkesinden gelen buz gibi bir soğuk her yanı kaplamış. -Kendimi nasıl kurtarabilirim?- Bu çığlık gitgide daha şiddetli, daha tutkulu bir hal alıyor, çünkü görünüşte anlamdan yoksunmuş gibi duran bu dünyanın bir anlamı olmaması mümkün değil, şüphesiz ellerimizle tutamıyacağımız, gözlerimizle göremeyeceğimiz, bilimle ölçüp biçemeyeceğimiz bir anlam bu, ama her türlü gerçeğin üstünde olan bir anlam. Çünkü akıl yalnız başına ancak hayatı anlamak için yeterlidir, ölümü anlamak için değil; bunun içindir ki, o zamana kadar bir nihilist olan bu adam, kavranılmaz olanı kavrayabilmek için yepyeni ve çok farklı bir manevi yeteneğin var olması gerektiğini anlıyor; ve bir duyu adamı olan bu inançsız adam, korkunun yiyip bitirdiği, dehşetin paramparça ettiği bu dizginlenemeyen yaratık bu yeteneği kendi içinde bulamadığı için, media in vita (hayatın ortasında), yolunun ortasında, birdenbire, alçakgönüllülükle Tanrının önünde diz çöküyor, elli yıl boyunca kendisini son derece mutlu etmiş olan dünya-bilimini hor görerek bir yana atıyor ve içinden doğan bir inançla, ateşli bir şekilde şöyle yalvarıyor: -Bana bu gücü ver Tanrım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen!-

Stefan Zweig

Kaynak:
Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar
Yazar: Stefan Zweig
Çevirmen: Gülperi Sert
Yayıncı İş Bankası

Pablo Neruda’nın Sovyetler Birliği ziyareti





Sovyetler Birliği’nde

1949 yılında, sürgünden döneli az olmuştu, Soyvetler Birliği’ne Puşkin’in 150. doğum yılı nedeniyle davet edildim. Bu ülkeye ilk gidişim olacaktı. Baltık Denizi’nin bu donuk incisiyle, eski ve yeni, soylu ve kahraman Leningrad’la randevuma geldiğimde akşamın alaca karanlığı kentin üzerine çöküyordu. Büyük Petro ve Büyük Lenin’in bu kentinin de Paris gibi bir “meleği” vardı. Bu “melek” griydi! Çelik grisi rengi geniş caddeler, taştan, kurşun rengi saraylar ve koyu yeşil bir deniz. Bu dünyanın en güzel müzeleri, çarların hazineleri, tabloları, üniformaları, baştan çıkarıcı mücevherleri, tören giysileri, silâhları, yemek takımları… Bütün bunlar gözlerimin önüne serildi. Ve anılarımda, Lenin’in kafasından geçenleri gerçekleştirmek amacıyla topları ile geçmişi yok eden ve tarihte yeni kapılar açan ‘Aurora’ kruvazörü canlandı!

Sonra Aleksander Puşkin’le olan randevuma gittim, bundan yüz yıl önce ölen, sayısız ölümsüz destanın ve romanın yazarıyla. Halk yazarlarının prensi kabul edilen Puşkin Sovyetler Birliği’nin kalbidir. Onun yüz ellinci doğum günü nedeniyle Ruslar çarların sarayını yeni baştan inşa ettiler. Nazi toplarının yerle bir ettiği sarayın taşlarını tek tek enkazın altından çıkarıp, duvarlarını tekrar yükselttiler. Sarayın eski planlarını ve ellerindeki belgeleri kullanarak renkli kilise pencerelerini, saçak süslerini ve değişik motifli sütun başlarını yeniden yarattılar. Bütün bu çabalar geçmiş zamanların en değerli yazarına bir müze yaratmak için yapıldı.

Sovyetler Birliği’nde bende en çok izlenim bırakmış olan şey, gözün alabildiğine uzanmasına karşın insana bir bütün etkisi yapan doğası, ucu bucağı görünmeyen çayırlar ve kayın ağaçları, dev ormanlar, sonsuz nehirler, buğday tarlaları ve dalgalar gibi ilerleyen at sürüleri…

Ben Sovyet toprağını daha ilk gördüğüm anda sevdim ve insan yaşamını etkisi altına alan etik bir doktrinin niçin bu topraklardan çıkıp, yayılmış olduğunu kavradım. Yaratmanın ve paylaşmanın zamanla buralarda gerçekleşeceğini, bozkırlarında yakın gelecekte dev bir kalkınmanın yaşanacağını da anladım. Bütün insanlık biliyor ki, şimdi orada yaratılmakta olan dev bir gerçek. Ve bütün dünya hayret dolu bir merakla bu ülkede neler olup biteceğini bekliyor. Kimileri ürkek ve korkuyla, kimileri öyle ilgisiz, kimileri de ne olacağını önceden biliyormuş gibi…

Üzerlerinde geleneksel giysiler Puşkin’in şiirlerini dinleyen binlerce köylüyle birlikte bir orman ortasındayım. Her şey titreşiyor. İnsanlar, ağaç yaprakları, üzerlerinde genç buğdayların oluşmaya başladığı ucu bucağı görünmeyen tarlalar. Sanki, bu anda doğa ile insan üstün bir birim oluşturmuş. Puşkin’in Mihaylovskoye ormanlarındaki o şiirlerden yücelecek bir insan günü geldiğinde başka bir gezegene uçacaktı…

Köylüler saygı duruşuna geçtiği anda bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Çok yakınımıza düşen yıldırım, kocaman bir ağaçla, altına sığınmış bir adamı küle çevirdi. Seller aktı. Bütün bu yaşananlar beni çok etkiledi. Ne de olsa böyle bir doğa, dehşetli bir yağmurun eşlik ettiği şiirler benim de kitaplarımda yer alıyordu.

Sovyetlerin ülkesi hızla değişiyor. Koskocaman kentler kuruluyor, dev su yolları açılıyor. Sanki ülke coğrafyası değişiyor. Sovyetler Birliği’ne yapmış olduğum bu ilk ziyarette şunu fark ettim, daha önce bana yabancı ve erişilmez gelen şeylerle aramda sanki bir akraba yakınlığı vardı.

Moskova’da yazarlar hep bir kaynama noktasındalar ve aralarında sürekli tartışıp duruyorlar. Batıda yankı uyandıran olaylara çok düşkün bazı kişiler daha farkına varmadan ben bu ziyaretimde Mayakovski’nin yanısıra Pasternak’ın da Sovyetlerin ilk ünlü şairi olduğunu kavradım. Bir gök gürültüsünü andıran sesi ve güneş yanığı yüzüyle Mayakovski tam bir halk şairiydi. O hoş gören yüreği ile politik şiirin en zor sorunlarını ele alırdı. Pasternak benim gözümde alacakaranlığın şairidir. Dürüst bir gericidir, vatanındaki değişmeleri kendini aydın kabul eden bir zangocun ilgisiyle izlerdi. Pasternak’ın politik alanda hareketsiz biri olduğunu eleştirenler bana kimi zaman onun şiirlerini ezbere okur.

Bütün sanat dallarında Sovyet dogmatizminin uzun süre geçerli olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir, bu dogmatizm sürekli hata olarak kabul edilmiş, değişik görüşteki kişiler ona karşı çıkmıştır. Mükemmel bir dogmacı olan Jdanov’un eleştirel yazıları Sovyet kültürünün gelişmesini bir dönem çok ciddi engellemişti. Ancak bir zaman sonra onu sorgulayanlar çıkmaya başlamıştı. Bizler biliriz ki yaşam kimi kurallardan daha güçlü ve daha inatçıdır. Devrim yaşamdır, kurallar ise şimdi girecekleri tabutu arıyorlar.

İlerlemiş yaşına karşın Ehrenburg Sovyet kültürünün en gerçekçi ve en diri büyük eylemcisidir. Bu yaşlı dostumu sonraki yıllarda Gorkiy caddesindeki, duvarları Picasso’nun yağlı boya tabloları ve litografileriyle dolu evinde veya Moskova yakınlarındaki yazlığında bir kaç kez ziyaret ettim. Bitkileri çok seven Ehrenburg günün çoğu saatlerini bahçesinde geçirir, bir yandan yabani otları söker, bir yandan da çevresinde olup bitenler üzerine kafa yorardı.

Daha sonraki yıllarda, şiirlerimi çok başarıyla Rusça’ya çeviren şair Kirsanov’la da derin bir dostluk kurdum. Kirsanov bütün Rus vatandaşları gibi ateşli bir yurtseverdir. Şiirleri kıvılcımlar saçar, kaleminin dokunduğu yerden Rus dilinin güzelliği parlar, çağlayanlar oluşturur.



Moskova’da ve taşrada başka büyük bir şairle de sık sık buluştum. Türk Nâzım Hikmet’le. 

“Şiirin gelecek olduğuna inanıyorum,” diyen bu büyük şair, Sovyet Rusya’da yaşıyordu. “Şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler talep eder,” dediğini de anımsıyorum. 

Hikmet yaşamının on sekiz yılını hapishanelerde geçirmiş, sayısız işkenceye dayanmıştı. Türk deniz kuvvetlerinde ‘askeri isyana teşvik etmekle’ suçlanan Nâzım Hikmet inanılmaz cezalara çarptırılmıştı. Duruşması bir savaş gemisinde olmuştu. Bana anlatılanlara göre Nâzım önce bitkin düşene kadar güvertede yürütülmüş, sonra da beline kadar ayakyolundaki pisliğin içine sokulmuş. Benim şair dostum pislik kokusundan bayılacak ve aklını yitirecek duruma gelmiş. Fakat son anda kendini toparlamış. Düşünmüş, cellatlar beni bir yerden gözetliyorlar. Çöküp, pisliğin içine devrileceğimi görmek, kötü kaderime sevinmek istiyorlar. İşte o anda gururuyla gücü de geri geliyor. Önce ağırdan, usul usul şarkı söylemeye başlıyor. Sonra sesini yükseltiyor, iyice bağıra bağıra şarkılar söylüyor. O anda aklına gelen, bildiği halk türkülerini, aşk türkülerini, şiirlerini, halkının ezgilerini… İşte böyle yenmişti pislikleri ve acılarını.

Bana bütün bunları anlattıktan sonra şöyle demiştim ona:

“Kardeşim, sen o türküleri herkes için söyledin! Bizler bundan sonra ne yapmamız gerektiğini düşünmekten hiç çekinmeyeceğiz! Ne zaman şarkı söylemeye başlamamız gerektiğini de artık biliyoruz.”

O bana halkının çektiği acıları da anlatmıştı. Ülkesinin derebeyleri köylülere hep acımasızca zulmetmişti. Nâzım onların hapishanelere atıldığını yaşamış, yiyecekleri ekmeği verip, tütün aldıklarını, sonra da açlıktan avludaki otlara bakıp durduklarını görmüştü. Önce biraz ilgiyle, ardından aç gözlerle. Ve bir kaç gün sonra da otları kökleriyle koparıp, çılgınlar gibi ağızlarına atmışlardı. Ertesi gün ise otlayan atlar örneği çimenlerde dört ayak üzerinde durmuşlar ve otları hiç çekinmeden yemişlerdi.

Ateşli bir dogmatizm karşıtı olan Nâzım uzun yıllar Sovyetler Birliği’nde sürgünde yaşadı. Onu kabul etmiş bu ülkeye olan sevgisini şöyle açıklamıştı:

“Ben şiirin geleceğine inanıyorum. Buna inanmamın nedeni, yaşadığım bu ülkede şiirin insan ruhundan devamlı bir şeyler talep etmesi.”

Onun bu sözlerinde bizlerin uzaklardan fark edemediği bir çok sır gizli. Bütün kütüphanelerin, bütün konferans salonlarının, bütün tiyatroların kapılarının kendisine açık olduğu Sovyet insanı ülke edebiyatçılarının ana konusudur. Edebiyatın hedefi üzerine yapılan tartışmalarda bunun ne kadar önemli olduğunu unutmamak gerekir. Yeni şekillendirilme ve gerekli değişiklikler günümüz edebiyatını aşmalı, şimdiye kadar geçerli kalıplarını parçalamalıdır. Şimdi politik, ekonomik ve sosyal değişimlerle karşı karşıya duran, yeni filizlenmeye başlamış koskocaman bir toplumu ülkenin en önemli konularının dışında tutabilir miyiz? Her türlü istilacının üzerine saldıracağı, acımasız emperyalizmin ve karanlık işler çevirenlerin çevresini saracağı bu halkı tek başına bırakabilir miyiz? Böylesine önemli gelişmeler karşısında edebiyat ve sanat ısrarla burnu büyük davranıp, sürekli kayıtsız kalabilir mi?

Gökyüzü bembeyaz. Akşamüstü saat dört olduğunda ise kapkara. Kentte gece daha o saatte başlıyor. Moskova benim için bir kış kentidir. Güzel bir kış kenti! Sonsuzluğa uzanan damlar karmaşası silme karla kaplı. Sürekli temizlenen kaldırımlar ise çöken karanlıkta ışıl ışıl parlıyor. Kristal gibi hava sert ve duru. Lapa lapa kar yağıyor, buz gibi soğuk sanki umurlarında değilmiş gibi binlerce yaya sağa sola gidip geliyor. Bu çok değişik, düşsel ve canlı süslemeleriyle Moskova benim için koskocaman bir kış sarayını andırıyor.

Moskova’da soğuk sıfırın altında otuz derece. Bu soğuk içinde kent sanki ateş ve kardan bir yıldız, dünyanın göğsünde yanan bir yürek!

Pencereden dışarı bakıyorum. Caddelerde nöbet tutan askerler görüyorum. Ne oluyor burada? Kar da bir an için durdu. Büyük Visinski’nin cenaze töreni var. Cenaze kortejinin geçmesi için caddeler açılıyor. Kışın ortasında her yer sessiz. Kışın yüreğinde büyük savaşçı için her şey sessiz. Visinski’nin ateşi Sovyet anavatanıın temellerine geri dönüyor.

Cenaze korteji önlerinden geçerken askerler selâma duruyor. Arada sırada içlerinden biri eldivenli ellerini havaya kaldırıyor, uzun çizmeli ayaklarını yere vuruyor, dans eder gibi hareketler yapıyor. Diğerleri ise hiç kıpırdamıyor.

İspanyol bir dostum anlatmıştı. Büyük savaşın buz gibi günlerinde, bombaların hemen ardından Moskovalıların caddelerde dondurma yediğini görmüştü.

“İşte o anda kavramıştım, bu insanlar savaşı kazanacaktı!” demişti dostum. “Dehşetli bir savaşın ortasında, buz gibi soğuk bir kış gününde rahat rahat dondurma yiyorlardı…”

Parkın ağaçları karla dolu. Moskova kışında ağaçları süsleyen kristal çiçeklerin güzelliğini başka bir yerde göremezsiniz. Sanki şeffaflar, güneş onları delip geçiyor, kristal çiçeklerden beyaz alevcikler oluşuyor. Dallar karışımının oluşturduğu evrenin ardından Kremlin’in tarihi kuleleri, Aziz Basilius kilisesinin binlerce yıllık ince kuleleri, altın kaplı kubbesi görünüyor…

Moskova’dan ayrılıp, başka bir kente giderken upuzun, bembeyaz yollar görüyorum. Onlar donmuş nehirler. Hiç hareketsiz nehirlerin üzerinde arada sırada, parıldayan bir masa örtüsünün üzerindeki sineği andıran kara bir leke gibi öyle duran balıkçının silüeti dikkati çekiyor. Uzaklardan noktayı andıran bu insan arada sırada bu donmuş bozkırda elindeki küçük çapayla ayaklarının altına saklanmış sular taşana kadar buzları kırıyor. Fakat buz kırarken yaptığı gürültü balıkları ürkütüp kaçırttığı için hemen olta sallandıramıyor. Kaçanların geri dönmesi için önce yiyecek bir şeylerle yemler atıyor sulara. Sonra ucunda iğne oltasını yavaş yavaş delikten aşağı sallandırıyor. Ve bu acımasız soğukta saatlerce bekliyor, balığın gelmesini.

Bana göre bir yazarın çalışması da bu buz balıkçılarının çalışmasına benziyor. Yazar da kendine hep bir nehir arar. Ve bulduğu nehir donmuşsa, buzunu kırmak zorundadır. O da çok sabırlı olmak, her türlü sıcağa ve soğuğa, kötü niyetli eleştirilere dayanmak, alay edenlerle başa çıkmak, kendine uygun derinlikleri arayıp bulmak, doğru iğneyi seçmek ve uzun uğraşıların sonunda yakaladığı balık küçük de olsa onunla yetinip, mutlu olmak zorundadır. Ve günü geldiğinde tekrar balık tutmaya gitmek zorundadır, soğuğa, buzlara, sulara, eleştirilere hep karşı koyarak, tâ ki günün birinde en büyük balığı tutmayı başarana kadar!

Beni bir yazarlar kongresine davet ettiler. Kongre başkanlığını büyük balıkçılar, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nin büyük yazarları üstlenmişti. Bilge gülümseyişli, saçlarına ak düşmüş Fadeyev, bir İngiliz balıkçısını anımsatan Fedin, üzerinde o gün ilk kez giymiş olduğu belli bir takım elbise, sanki az önce uyanmış ve yataktan çıkmış gibi saçları karmakarışık Ehrenburg. Ve Nikolai Tihonov.

Kongre komitesinde Moğol görünümlü insanlarla, Sovyetler Birliği’nin en ücra köşelerinde yaşayan, adını bile duymadığım, alfabeleri olmayan göçebe toplulukların, ilk eserleri kısa süre önce yayınlanmış genç temsilcileri de vardı.


Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum
Çeviren: Ahmet Arpad
Anılar
Evrensel Yayınları