Moskova

Moskova

29 Kasım 2019 Cuma

Rus usulü 'serpme'


Belki Moskova, özellikle 2014 kriz döneminde yaşanan büyük devalüasyon sonrası artık dünyanın en pahalı kentlerinden biri değil. Ama başkentte sayıları artan "süper zenginlere" hitap eden, fiyatları dudak uçuklatan mekan sayısı hiç de az değil. 
Moskova'da Türkçe yayın yapan TürkRus.Com sitesi, Rus başkentinde yemek yenilebilecek en pahalı 5 lokantayı sıraladı.
Bunlardan en ilginci ise 40 bin ruble, yani yaklaşık 3500 lira fatura ödemek zorunda kalacağınız "kahvaltı." Pahalı lokantalar listesi, menü ve ödenecek fatura şöyle:

1. Burlak kahvaltısı. 5 yıldızlı Nasyonel Oteli'nin ikinci katına yerleşen Kremlin ve Kızıl Meydan manzaralı Beluga restoranının servis ettiği 4-6 kişilik kahvaltı, şehirde yenebilecek en pahalı yemek konumunda. Bir kilo siyah havyar, krep, hafif tuzlu salatalık turşusu, bıldırcın yumurtası, marine sprat, taze patates, porcini mantarı ve stracciatella peynirinden oluşan kahvaltı Beluga Noble votka ya da Veuve Clicquot Cuvée Saint-Pétersbourg şampanya ile tamamnlanıyor. Fiyatı 40 bin ruble (625 dolar).

2. Fırında domuz. Moscow City OKO gökdeleninin 85'nci katındaki Ruski restoranının servis ettiği 5 kiloluk fırında marine domuz yemeği de şehirdeki en pahalı menü seçeneklerinden bir tanesi. Pişmiş elma ve taze bayır turpu ezmesi ile sunulan yemeğin fiyatı 15 bin 730 ruble (245 dolar).

3. Krep ve havyar tadımı. Moskova'nın merkezindeki Cafe Puşkin, 20 yıldan beri şehrin en önemli gastronomi cazibelerinden bazılarına ev sahipliği yapıyor. Burada 14 bin 200 ruble (220 dolar) para ödeyerek çeşitli Rus havyarlarını kreplerle birlikte tatmak mümkün.

4. Balık talaşı, havyar, mantar ve çiftlik salatası tepsisi. Pevçevski Pereulok'ta kutup araştırma gezisi temalı dekoruyla hizmet veren ünlü Ekspeditsiya restoranı da ünlü kutup kaşifi Nansen'in anısına dört kişilik bir tepsi sunuyor. Tepside stroganina tabir edilen tıraşlama yöntemiyle talaş biçiminde hazırlanmış balık ya da geyik eti, marine porcini mantarı, çiftlik salatası, kutup mersini ve özel likörler var. Fiyat 13 bin 900 ruble (217 dolar).

5. Taze çilekli tart. Rus köy yemekleri servisi yapan Sırovarnaya restoranı (ul. Lesnaya, d. 20), badem unuyla hazırladığı tartları lor peyniri ve taze çilekle süslüyor. 300 gramlık 

Dünyanın en ‘pahalı’ sopası



Cenk Başlamış




Dünyanın neresinde olursa olsun herkesin iyi bildiği ve görür görmez hemen anladığı kısaltmalar var: CIA, FBI, KGB ya da IMF gibi…

Yine üç harfli bir kısaltma daha var ama o sadece ve sadece Rusya’da araba kullananlar için bir anlam ifade ediyor.

O kısaltma GAİ.

Açılımını “Devlet Otomobil Müfettişliği” diye çevirebiliriz. Rusya İçişleri Bakanlığına bu kurumun yollarda trafik düzenini sağlamakla görevli çalışanlarına da halk arasında "Gaişnik" (GAİ'ci) deniliyor, yani trafik polisi. Sovyetler Birliği sonrası kurumun organizasyon yapısı değişse de, devriye gezen ekiplere artık resmen başka bir ad verilse de, trafik polislerine "Gaişnik" demek yerleşmiş bir alışkanlık.

Rusya’da yaşayan ve araba kullanan herkesin trafik polisi ile mutlaka bir “macerası” olmuştur, büyük olasılıkla da birçok kez.

Bilenler bilir, Rusya’nın en büyük sorunlarının başında yolsuzluk gelir.

Gündelik hayatta yolsuzluğun en çok ete kemiğe büründüğü yerlerden biri de yollar.

Trafik kurallarını çiğnemenin elbette bir cezası olmalı ama heyhat "Gaişnik"in asıl derdi kurallara uymayanları yakalamak değil!

Üstelik, GAİ’cinin ceza kesmesi için sürücünün mutlaka kural çiğnemiş olması gerekmiyor, gözünü kestirdiği bir aracı durdurup da "bir şekilde" cezalandırmadan gitmesine izin vermiş polis herhalde parmakla sayılacak kadar azdır.

Klasik bir macera şöyle başlar:

Hangi şeritte gittiğiniz farketmez, yolun sağında duran trafik polisi, Rusçada "jezl" denilen tamı tamına 31 santimetre uzunluğundaki o ünlü siyah beyaz sopasıyla sizi işaret eder, ışık tutulmuş tavşan gibi dona kalır, sağa çekmek zorunda kalırsınız.

İdamı bekleyen mahkumlar gibi kalbiniz küt küt atarak siz camı indirirsiniz, o aracın yanına yaklaşır, elini başını götürerek selam verir, rütbesini ve adını söyler, “Belgeleriniz lütfen” der.

Uzatırsınız, ruhsatı, ehliyeti, trafik sigortasını inceler, eğer bir açık bulursa, örneğin “Falanca eksiğiniz var, arabanızı bağlayacağım” ya da "Ehliyetinize el koyuyorum" der.

Size söylediği kural ihlalinin yasadaki ceza karşılığını bilmiyorsanız, kan ter içinde kalırsınız, arabanız ya da ehliyetiniz elden gidiyor... Arabanızın bağlanması, ehliyetinize el koyulması bir dert, sonradan gidip uğraşması bin dert.

Ama o , “uzlaşma”ya kapıyı aralayan sihirli kelimeleri söyler: Ne yapsak acaba?!

"Pazarlık başlıyor" işaretidir bu.

Aracınızın “lüks” sınıfına girip girmemesi ve sizin arabanızı ya da ehliyetinizi kaptırma korkunuzun dereceleri ve tabii maddi gücünüz belirleyici unsurlar.

Aslında "Gaişnik" hem adil hem de insaflıdır, “orta sınıf” bir aracın sahibinden hiçbir zaman, örneğin bir Lexus’un sahibinden isteyeceği parayı istemez.

Rusya’da direksiyon başına oturmuş ve polisle öyle ya da böyle bir "macera" yaşamamış sürücü herhalde yoktur. Belgeleriniz tamam olabilir ama "usta" bir  "Gaişnik" isterse aracınızda ya da belgelerinizde mutlaka bir eksik bulur!

Moskova’da yaşarken haklı ya da haksız yere polise kaç kere "gayri resmi ceza" ödediğimi yazsam herhalde bu yazıyı okuyan kimse inanmaz...
Ama diğer yandan, bu "yöntem"le basit bir trafik ihlali için resmen ödemeniz gerekenden daha az ödeyerek kurtulmanız da mümkün tabii; piyasa ekonomisi sonuçta...
Polis yaratıcıdır da! 

Bir seferinde evime 500 metre mesafede trafik polisi ara yolda durdurdu.

Hastaydım, hiçbir eksiğim yoktu ama defalarca yaşadığım sahneyi kısa kesmek için, onun gelmesini beklemeden arabasına bindim “Çok hastayım” dedim ve kanıt olarak cebimden ilaç kutusunu çıkardım, acıyıp hemen bırakacağını umuyordum...

Polisin gözleri parladı, ilaç kutusunu elimden kaptı ve yanındaki dizüstü bilgisayardan o ana dek varlığını bilmediğim “direksiyon başında kullanılmaması gereken ilaçlar listesi”ne girdi.

Neyse ki, ilacım listede değildi, ucuz kurtulduğum ender anlardan biriydi.
Başka bir anı...

2001 yılıydı, iki kadeh votka içmiştim. Kadeh derken, Rusların minicik kadehlerini kastediyorum.

Geç bir saat de değildi ama "talihsiz Bedevi" misali evime giden yolda polisin alkol kontrolü yapacağı tutmuş.

Yasaya göre “0” alkol çıkması gerekiyordu.

Yani belki de ilk kez ehliyetime gerçekten el koymaya hakkı verdi. 
Ehliyet giderse cezası var, şehrin uzak semtlerinden birindeki müdürlüğe gidip saatlerce uğraşmak var...
Çaresiz teslim oldum.

Uzun süren pazarlık 100 "yeşil"le noktalandı. 
Ama öfkeliydim.

Birkaç miligram alkolün karşılığı bu olmamalıydı.

Öyle zoruma gitmişti ki, dayanamadım, “Eskort yapın bari, beni eve kadar götürün de bir daha durdurmasınlar” dedim.

Anlayışlı insanlarmış, ikiletmediler!
Çakar lambalı polis aracı önde, ben arkada evin yolunu tuttuk, "eskortlu seyahat" yüreğimi hiç olmazsa biraz soğuttu...
2001 yılında 100 dolar olan alkollü araç kullanmanın "gayri resmi" cezasının Moskova'dan ayrıldığım 2010'dan sonra, özellikle lüks araç sahipleri için bir kaç bin doları bulduğunu bir kaç kez duydum. 
Bir seferinde de basın toplantısına geç kaldığım için girilmemesi gereken bir yola girdim ve tabii ki aynaya bakınca polis arabasını gördüm! Yüzlerce kere karşılaştığım bu durumu "malum" şekilde çözmek için ilk kez ilk adımı atmaya niyetledim ama polis aniden öyle bir patladı ki: Siz yabancılar her işi parayla çözebileceğinizi sanıyorsunuz. Senden hiçbir şey istemiyorum, ceza da kesmiyorum. Çek git!
Şoke olmuştum!
Beni utandıran bu olay 21 yılda yaşadığım tek örnekti.

Ama hakkını teslim etmek lazım, kangren haline gelen, Rusya'ya yakışmayan bu meseleyi, yani trafik polisinin rüşvet alması sorununu çözmek için devlet çok çaba harcadı.

Kameralı sistem sayesinde büyük ölçüde başarılı da oldu, en azından büyük kentlerde.

Oldu ama sürücüler para vermekten kurtulamadı.

Geçenlerde TürkRus.Com sitesinde yayınlanan habere göre, yaklaşık 52 milyon ruhsatlı aracın bulunduğu Rusya’da her yıl ortalama 131 milyon ceza kesiliyormuş. Bunun yüzde 70-80’i kameraların belirlediği ihlallere verilen cezalar.

Bu rakam, yani sürücü başına yılda 2.53 ceza kesilmesi bir dünya rekoru!

Almanya’da bu oran 0.68, ABD sadece 0.41’miş. 
Merak edenler için, 22,8 milyon aracın trafikte seyrettiği Türkiye'de ise, ceza kesilen sürücü sayısı 3,4 milyonmuş, yani otomobil başına kesilen ceza sayısı 0,14 ile bir hayli düşükmüş.
Moskova'da yaşayan bir arkadaşıma dün son durumu sordum, "Araba kullanıp da kameraya takılmayan, ceza gelmeyen kimse yok" dedi.

Hatta, Noviye İzvestiya gazetesi bu konuda “devletin trafik cezalarını bir bütçe-finansman kaynağı gibi gördüğüne" ilişkin bir yoruma yer verdi.

Bu yorum doğruysa, eskiden devlet adına çalışanların cebine giden paralar şimdi en azından bizzat devletin kasasına gidiyor.

Gidiyor ama eski alışkanlıklar da kolay kolay silinmiyor, oradaki arkadaşlarımın artık sayısının çok azaldığını söylediği yollardaki çevirmelerde polisin o ünlü ve "pahalı" sopasının kendi aracını işaret ettiğini görenlerin herhalde ister istemez yüreği hâlâ hop ediyordur!

'Çay kavgası'



Fuad Seferov

Kaynak: http://medyagunlugu.com/


Rusya'da turizm yazılarıyla tanınan gazeteci Kristina Golubeva, Türk-Rus ailelerinde “çay tartışması” yaşandığını ileri sürdü.

Türk çayını çok sevdiğini belirten Golobeva, esprili bir dilde kaleme aldığı yazıda, "Aslında ben aşırı bir kahve tiryakisiyim. Fakat Türkiye'ye gidince litrelerce çay içiyorum. Çünkü Türkler çayı inanılmaz güzel demliyor!..”dedi

Taze demlenmiş çayın “olumsuz” yanlarının da bulunduğunu söyleyen Rus gazeteci Golubeva, "Mesela Türkiye'de uzun zaman kaldıktan sonra Rusya'ya dönünce çay içmeyi bırakıyorum. Daha doğrusu az içiyorum. Acı çektiğimi bile söyleyebilirim çünkü hiç tat almıyorum” diye yazdı.

Yeni demlenmiş çayın Türk-Rus ailelerinde büyük tartışmaya neden olduğunu ileri süren Golubeva, "Özellikle çay meselesi yeni evlenmiş çiftlerinde evinde tartışma yaratan bir konu. Neden mi? Çünkü Türkler sadece taze demlenmiş çay içmesini seviyor. İki saat önce demlenmiş olması bile onlar için berbat bir durum. Peki, bizim eski Sovyet coğrafyasında yetişmiş neredeyse bütün kızlarımız ne yapıyor? Bir gün önceden kalmış çayı getirip masaya koyuyor ya da çaydanlığa sıcak su döküyor” dedi.

Türk erkeklerin bu duruma sinirlendiğini iddia eden Rus gazeteci, "Bir Türk kocanın, karısının çay poşetini ikinci kez kullandığını görmesi olabilecek en kötü şey. Türklerle evli olan arkadaşlarımın anlattığına göre en sadık ve sessiz olan Türk kocalar bile bu durumda bağırıp çağırmaya başlıyormuş” dedi. 

25 Kasım 2019 Pazartesi

Rusya'ya damga vuran 7 yabancı






Denizciler, mimarlar, fizikçiler ve koreograflar... Kimisi Petro'nun muazzam donanmasının mimarı, kimisi bugün Rusya'nın gururu olan sarayların... Çoğunun ismi bugün artık pek az insan tarafından bilinse de birçok yabancı, Rusya'nın Rusya olmasında büyük pay sahibi. İşte Rusya'ya damga vuran 7 yabancı.

 1. Vitus Bering (1681-1741), denizci - Danimarka. Çar Petro'nun son arzularından birini yerine getiren kişi bir Rus değil, Rus donanmasında görev yapan Danimarkalı bir denizci oldu. Çarın emriyle Kuzey Amerika ve Asya kıtaları arasında bir boğaz keşfeden, sonra da Amerika kıyılarına yelken açan denizcinin adı bugün dünyanın en önemli boğazlarından birinin adında yaşıyor: Bering Boğazı.

2. Domenico Trezzini (1670-1734), St. Petersburg'un baş mimarı - İsviçre. Ünlü taş ve duvar ustalarının doğum yeri Ticino'dan çıkan bu yetenekli genç, 33 yaşında Rusya'da çalışmak için sözleşme imzaladı. Trezzini daha sonra yeni kurulmuş St. Petersburg kentinin baş mimarlığına kadar yükseldi. Petropavlosk Katedrali ve On İki Kolegyum, Trezzini tarafından inşa edilen yapılardan ikisi.

3. Francesco Bartolomeo Rastrelli (1700–1771), mimar - İtalya. Rusya'da büyüyen Rastrelli, Kışlık Saray ve Petergof'daki Büyük Saray'ın mimarı. Trezzini ile birlikte, Petersburg'a bugün sahip olduğu mimari çizgileri kazandıran isimlerden biri.

4. Agustín de Betancourt (1758 – 1824), mühendis - İspanya. Davet üzerine 1808'de Rusya'ya gelen de Betancourt, Rus darphanesinin kurucularından biri. Henüz İspanya'da iken büyük şöhrete kavuşan bu yetenekli mühendis, Rusya'yı demir ağla ören Demiryolu Mühendisleri Enstitüsü'nün de ilk başkanı. St. Petersburg'daki Aleksandr Sütunu da, öğrencisi Auguste de Montferrand ile birlikte de Betancourt'un imzasını taşıyan eserlerden.

5. Auguste de Montferrand (1786 – 1858), mimar - Fransa. Aleksandr Sütununu tasarlayan de Montferrand, aynı zamanda St. Petersburg'un simge yapısı Aziz İsaak Katedrali'nin de mimarı. Tüm hayatını bu yapının inşaasına adayan de Montferrand katedral tamamlandıktan birkaç ay sonra hayata gözlerini yumdu.

6. Moritz (Boris) Hermann von Jacobi (1801 – 1874), fizikçi - Almanya. Aziz İsaak Katedrali inşa edilirken kubbenin cıva buharı ile varaklanması sırasında 60'ın üzerinde zanaatkar hayatını kaybetti. Can kayıplarını önleyen elektrikli klişe yapımı tekniğinin kaşifi ise fizikçi Boris von Jacobi. Dünyanın ilk elektrikli motorunun da kaşifi olan von Jaboi, İmparator I. Nikolay tarafından çalışmak için Rusya'ya davet edildi. Alman mühendis, Rusya'nın telgraf altyapısının kurulmasında da öncü rol oynadı.

7. Marius Petipa (1818 – 1910), koreograf - Fransa. Rus balesinin bugün dünya çapında sahip olduğu prestijli konuma yükselmesinde en büyük pay sahiplerinden biri de Fransız koreograf Marius Petipa. Petipa davet üzerine geldiği St. Petersburg'u, yine bir koreograf olan babasıyla birlikte 1847'den itibaren bir bale başkenti haline getirdi. Uzun bir yaşamın ardından 1910'da Kırım'da bir Rusya vatandaşı olarak öldü.

24 Kasım 2019 Pazar

"Nu pogadi!" ekrana geri dönüyor







"Maşa ile Ayı" çizgi filminin dünya çapındaki başarısından sonra, eski defterler de açılmaya başlandı. Sovyetler Birliği yıllarından beri faal olan çizgi film yapımları stüdyosu Soyuzmultfilm, bir devre damgasını vuran, Sopuk Savaş yıllarından "Tom ve Jerry'nin muadili" sayılan  efsanevi "Nu, Pogodi!" (“Hele dur sen!) çizgi filminin yeni bölümlerini çekmeye hazırlanıyor. İlk kez 50 yıl önce seyircilerle buluşan yapım için 26 yeni bölüm hazırlanacak. Soyuzmultfilm yetkilileri yeni bölümlerin 2020 yılı yaz başında gösterime gireceğini açıkladı.

Sovyet devri çizgi film sanatının ustalarından Vyaçeslav Kotyonoçkin'in hayat verdiği, yönetmenliğini Gennadiy Sokolskiy’nin yaptığı "Nu, Pogodi!" ilk kez 1969 Mayıs ayında yayınlandı. 18 sezon çekilen çizgi film 1994 yılında sona erdi. Vyaçeslav Kotyonoçkin'in oğlu Aleksey, Christmas Films adlı bir başka stüdyo ile 2005-2007 yıllarında 400 bin dolar bütçe ile "Pyateroçka" süper market zincirlerinin sponsorluğunda iki yeni bölümle çizgi filmi yeniden ekranlara döndürmeyi denedi, ancak projenin devamı gelmedi.

2019 Haziran ayında VTsİOM tararfından düzenlenen bir anket Rusya halkının en sevdiği çizgi filmin "Nu, Pogodi!" olduğunu ortaya koymuştu.

Hınzır kurdun (Volk)  akıllı bir dişi bir tavşanı  (Zayats) yakalamak için sonsuz çabalarından oluşan çizgi filmin yaratıcısı 2000 yılındaki vefatından önce Vyaçeslav Kotyonoçkin, "Tom ve Jerry" benzerliği için "Hayatımda o ABD çizgi filmini ilk kez 1987'de oğlum video kasetini getirip izlettiğinde gördüm" demişti.



"Bu tatlılar insanı öldürür!"







Rusya'da geleneklere göre farklı bölgelerde farklı tatlılar revaçta olsa da, genel olarak halkın tatlıya düşkünlüğü malum.  Argumentı i Faktı dergisine konuşan diyetisyen hekim Lyudmila Zotova bazı tatlıların sağlığa diğerlerinden daha zararlı olduğuna, bazılarının "nispeten daha iyi" olduklarına  dikkat çekti.

Zotova'ya göre, en zararlı olanlar ponçik (donut), meşhur Tatar tatlısı çakçak ve hvorost gibi yağda kızartılarak hazırlanan tatlılar. Zira bu tatlılar yüksek miktarda basit şekerin yanı sıra trans yağ içeriyor.

İkinci sırada hamurdan yapılan mayalı tatlılar geliyor. Üçüncülük ise çikolata tabletler ve kremalı yaş pastaların.

Zotova, hangi tatlıların daha zararlı olduğunu anlamak isteyenlere bir de ipucu veriyor. Buna göre, bir tatlının hazırlanışı ne kadar komplike ve malzemeler ne kadar çeşitli ise tatlının sağlığa zararı da o derece yüksek.

Mikrobiyoloji açısındansa yumurta akı ya da süt gibi tam pişmemiş proteinli ürünlerle hazırlanan tatlılar tehlike arz ediyor.

Zotova doğal jelle hazırlanmış olmaları şartıyla en "masum" tatlıların marmelat, pestil ve zefir olduğunu ekliyor.

Doğal acı çikolata, reçel ve bal da rahatlıkla tüketilebilecek tatlılar arasında.

17 Kasım 2019 Pazar

Hayriya ninenin tahta bavulu… Memleketin çivisi



Deniz Zeyrek




Sözcü gazetesi Deniz Zeyrek bugünkü yazısında, Sovyet coğrafyasından hüzünlü bir portreyi anlatıyor, bir göç trajedisinin perdesini aralıyor:

"Yıl 1944, 14 Kasım. Sovyetler Birliği (SSCB), Gürcü Sovyetinin Ahıska bölgesinde Adıgön kazasının Marel köyündeyiz.

Son üç günü diken üstünde, güvercin ürkekliğinde geçirmişlerdi.

Zemheri kapıya dayanmış, kapı arasından gelen soğuk rüzgarın uğultusu rahatsız ediciydi. Tehlike kapıdaydı artık. Önce dizel motorları büyük bir gürültüyle çalışan kamyonların sesini duydular. Ardından “yürü, yürü” diye bağıran Kızıl Ordu askerlerini ve çocukların çığlıklarını…

Her yeni ses onlara biraz daha yaklaşıyordu. Başlarına geleceklerle, nereye gidecekleriyle ilgili hiçbir fikirleri yoktu. Sadece Nazi Ordusundan korumak için birkaç aylığına başka bölgelere gönderilecekleri ve köyün boşaltılacağı söylenmişti.

Ağır eşyalar almamaları tembihlenmişti. Evin hanımı Hayriya Bayramova, oğlu Reseddin'e sımsıkı sarılmıştı. Eşyalar umurunda değildi. Ancak geride bırakacağı o ev ile bağı kopmasın istiyordu.

Evin orta direğinde gaz lambasını astıkları çiviyi çıkardı. Sonra üç çivi daha…

Cebinden çıkardığı mendile sardı özenle beline doladığı kuşağa sıkıştırdı.  Kırmızı cüzdanına koyacak parası yoktu. Eğilip çocukların “el taşı” oynadığı küçük yuvarlak bir taşı yerden aldı ve cüzdana koydu. Cüzdanı da kuşağında çivilerin yanına…

Küçük tahta bavuluna parfüm şişesini, ata yadigarı köstekli saati, iki çay kaşığını, kıtlama şeker kırdıkları şeker kerpetenini, evlendiğinde beline takılan gümüş kemerinin kalan parçalarını, mavi nazar boncuğunu, örgü şişlerini ve pudra kutusunu yerleştirdi.

Baba, Resul Alioğlu tedirgin bir şekilde iki de bir “oğlana sıkı sarıl, peşimi bırakma” diyordu.

Sonunda o lanet ses duyuldu, dipçikler tokmak gibi tahta kapıyı dövüyordu. Kapıyı açmalarıyla aynı dipçiklerin önünde sürüklenmeye başlamaları bir oldu.

Kamyonlara doldurulup en yakın tren istasyonuna götürüldüler. Herkes birbirini tanıyor, ama kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ahıska'dan, Ahılkelek'ten, Bogdanov'dan, Aspinza'dan Borçalı'dan binlerce insan toplanmış, zorla yük trenlerine bindiriliyordu.

Kendilerini tıka basa doldurulmuş onlarca insanın arasında, kesif bir kokuyla dolu karanlık bir vagonda buldular. Sürgülü tahta kapı kapandığında içerisi daha da karardı. O düdük sesi duyulup demir tekerlekler rayları dövmeye başladığında, bilinmez yolculukları da başlamıştı.

O vagonlarda 46  bini çocuk, 19 bini ihtiyar, 27 bini kadın olmak üzere 93 bin insan vardı. 40 günlük yolculukta 12 bin 859 kişi, açlıktan, soğuktan ve hastalıktan öldü. Yolcular, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan'da öylece bırakıldılar ve SSCB dağılana dek söylenen o bir kaç ay da göçler de hiç bitmedi.

Son nefesini verdiği Ukrayna'da yaşayan torunu Marat Reseddinoğlu, o acı geceden tam 75 yıl sonra Hayriya Nine'nin bavulunu Dünya Ahıska Türkleri Birliği (DATUB) Genel Başkanı Ziyaetdin Kassanov'a teslim etti. Böylece Kendisi göremese de emanetleri DATUB'un Tiflis'te ve Ahıska'da organize ettiği 75. Yıl Anma Törenleri vesilesiyle Ahıska'ya ulaştı.

Türkiye'ye dönerken uzun uzun “Hayriya Nine neden çivileri tercih etmiş” diye düşündüm. Sonunda şu karara vardım: “Memleketin çivisi çıkmış” deriz ya hep. İşte Hayriya Nine'nin taşıdığı o çiviler de Ahıska'nın çivisiydi. O çiviler çıktığında o yurt da dağılmıştı.

Ahıska'dan sürgün edilen Hayriya Nine…

Aktardığım hikayenin iki kahramanı daha var. Biri, yazıda söz ettiğim Ziyaetdin Kassanov. Kazakistan Milletler Meclisi'nde milletvekili ve işadamı. Sovyetler dağıldığından bu yana tanırım. Dünyaya dağılmış Ahıskalıları bir araya getirmek için varını yoğunu ortaya koymuş. Dünyada yaşayan on binlerce Ahıskalı aileye ulaşmayı, onları DATUB çatısı altında toplamayı başarmış. Törenler için 10 ayrı  ülkeden Ahıska'ya gelen yüzlerce Ahıskalının konuşmalarından anladım ki nerede bir Ahıskalı sorun yaşasa Kassanov oraya yetişmiş. 75 yıldır ata yurtlarından uzak insanların doğal lideri olmuş.

İkinci kahraman ise yıllar sonra anma töreninin görkemli bir şekilde Gürcistan'da ve Ahıska'da yapılmasını, haliyle Hayriya Nine'nin emanetinin adresine ulaşmasını sağlayan Türkiye'nin Tiflis Büyükelçisi Fatma Ceren Yazgan. Moskova'da ve Ankara'da çalıştığı yıllarda da tanık olduğum “tuttuğunu koparan diplomat” yanıyla zoru başarmış. Gürcistan yönetimiyle kurduğu iyi ilişkilerle sayesinde SSCB mirası o acının mağdurunun Ahıskalılar kadar Gürcistan'ın da olduğuna ikna etmeye başlamış. Ahıskalılara kapalı kapıları bir bir açmayı başarmış.

Ahıska'nın çivisi çıktığı yere yeniden çakılır ve Ahıska Ahıskalılara yeniden yurt olursa bir gün, bilin ki bunda en çok onların emeği var."

FIFA’yı kızdıran tarihi maç




Fuad Seferov





Sovyetler Birliği Milli Futbol Takımının ilk maça çıkmasının üzerinden tam 95 yıl geçti. İşin ilginç yanı, Sovyet takımının ilk milli maçını Türkiye ile yapması ve bu karşılaşmanın dünya futbolunun patronu FIFA’yı kızdırmasıydı.

16 Kasım 1924'te Moskova'da, 15 bin izleyicinin bulunduğu Vorovskiy spor sahasında oynanan maçta Sovyetler Birliği Türkiye'yi 3-0 yendi. Karşılaşmanın arşiv görüntülerinde vatandaşların maça yoğun ilgi gösterdiği görülüyor. Tahta tribünler tıklım tıklım dolarken yer bulamayanlar çevredeki ağaçlara tırmanıyor. Ay-Yıldızlı beyaz forma giyen Türk futbolcuların karla kaplı zemin ve soğuk hava nedeniyle üşüdükleri hareketlerinden belli oluyor. (Alttaki fotoğraf)





Soğuk ve ağır hava koşulları altında geçen karşılaşmadan kısa bir süre sonra SSCB rövanş karşılaşması için Türkiye’den davet aldı. Davete olumlu yanıt veren Sovyet takımı bir yıl sonra, 1925 yılında İstanbul’un yolunu tuttu. Misafir futbolculara sıcak bir karşılaşma yapan Türkiye'nin bu davranışı FIFA’nın tepkisine yol açtı. FIFA, sosyalist bir devletin spor takımının İstanbul’da sıcak bir şekilde karşılanması nedeniyle Türkiye Futbol Federasyonuna sert uyarıda bulunsa da karşılaşma 15 Mayıs’ta Ankara’da yapıldı, Sovyet ekibi bu maçı da 2-1 kazandı. (Manşet fotoğrafı)
 
Spor muhabiri Leonid Goryanov 1978’te kaleme aldığı 'Vatanın Bayrağı Altında' isimli kitabında Türkiye-SSCB futbol karşılaşmasına yer veriyor. Goryanov kitabında Sovyet takımı 8 Mayıs 1925’te 'Vittorio' gemisiyle İstanbul’a geldiğini aktarıyor. Her tarafta Rusça yazılı pankartların asıldığını belirten Goryanov şunları yazıyor:

"İstanbul kıyılarında Sovyet konukları muhteşem bir tören bekliyordu. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Ziya Bey (Yusuf Ziya Öniş), Türk hükümet ve spor kurum temsilcileri sloganlar yazılı pankartlarla binlerce kişilik kalabalığın arasındaydı. Bir İstanbul gazetesi şöyle yazıyordu: Sovyet futbolcularıyla buluşma iki halk arasındaki dostluğun artırılmasına katkı sağlayan gösteriye dönüştü. Sovyet takımımız böylece büyük misyona imza atıyordu. Onlar köprüler kurarak Sovyet halkının iyi yürekli, çalışkan, güçlü ve cesur olduğuna ilişkin gerçekleri komşu ülkeye taşıyordu."

Kitapta yer alan bilgilere göre Türkiye, misafir futbolcuları dostane bir şekilde ağırlarken Fransız, Alman, Avusturya ve diğer Batılı gazeteler, "Sovyet komandosu Boğaz’da", "Ruslara İstanbul’da muhteşem ağırlama" gibi başlıklar atmıştı. Moskova’da Lenin Kütüphanesi’nde arşivlerde araştırma yapan Goryanov, Avrupa basınının Sovyet takımının Türkiye’de sıcak karşılanmasından FIFA’nın rahatsız olduğunu belirtiyor. Yazarın aktardığı bilgilere göre bu gelişmelerin üzerine Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Öniş, FIFA’nın Zürih’teki merkezine çağrıldı ve Sovyet takımını sıcak bir şekilde karşılamaları ve ağırlamalarından dolayı sert dille uyarıldı.


St.Petersburg'ta yayın yapan "Sankt-Peterburg" televizyon kanalı, 95. yıl dönümü nedeniyle yayınladığı programda Türkiye'nin Rus futbolunun gelişmesine önemli katkı sağladığını kaydetti. 

16 Kasım 2019 Cumartesi

Büyük Petro’nun taraftarları ve muhalifleri



Samih Güven


Avrupa'da 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen Rönesans ve Reform hareketlerinin önemli sonuçları olmuştu. Özgür düşünce yayılmış, bilim, sanat ve edebiyatta büyük ilerlemeler kaydedilmiş, toplum ve kilise ilişkileri yeniden belirlenmişti. İncil'in ulusal dillere çevrilmesi de önemliydi. Rusya ise Büyük Petro (1682-1725) zamanından önce bu etkilerden büyük ölçüde uzaktı. O dönemi değerlendiren bazı yazarlar kilise hakimiyetinin sanatın gelişmesine engel olduğunu, enstrümantal müziğin günah sayıldığını, edebiyatın geri kaldığını, ikonalar dışında resim ve diğer sanatların da gelişmediğini ileri sürüyor.

Petro aydınlanma ve akılcılık anlayışıyla eğitimden kültüre, ekonomiden, idari ve askeri alanlara önemli reformlar getirmişti. Petro'nun kararlılığı, enerjisi, gözü karalığı ve birçok konuda sahada bizzat çalışması, savaşların içerisinde yer alarak yaptığı fedakarlıklar, eğitim ve bilim konusundaki çabaları, idari  ve siyasi alandaki reformları, ekonominin canlandırılmasına yönelik gayretleri ona ciddi destek kazandırıyordu. Özellikle eğitim ve kültür alanındaki reformları Rusya’yı geri dönülmez bir şekilde değiştiriyordu. Destekçileri onun Rusya'ya yasa ve mantık getirdiğini söylüyordu. 

Petro gerektiğinde kendi konumundan feragat ediyordu. Örneğin “majesteleri çarın çıkarları” ifadesi yerine “devletin çıkarları” ifadesini getirmişti. Gerçekten de kendi ülkesine sürekli yarar sağlamakla, aydınlanması için çaba harcamakla meşguldü. Dolayısıyla bu ona önemli ölçüde destekçiler kazandırıyordu. Fakat reformlarına çoğu zaman kendi ailesi, saray çevreleri hatta Boyar Duması’nın karşı çıktığı oluyordu.

Petro klasik çar algısını değiştirmişti. Güçlü fiziği ile her türlü işe atılıyordu. Özellikle gemi yapımı konusunda gün geçtikçe ustalaşmıştı. Sadece gemi yapımında değil şehircilik gibi birçok alanda bizzat sahaya iniyor, savaşlarda ön cephede yer alıyordu. Pek çok çağdaşı, kralın sadeliğinden, gösterişsizliğinden, kabiliyetinden, iradesinden, engellerin üstesinden gelme gücünden etkilenmişti. Ama Petro giysileri, davranışları ve iletişim tarzı ile insanları hayrete düşürüyordu. Kimileri onun bir çara yakışan ağırlık ve saygınlığı önemli ölçüde zedelediğini, sıradan biri gibi hareket ettiğini söylüyordu. Oysa Boyarların ve egemenlerin fiziken çalışması hoş görülen bir şey değildi ve hatta kimilerine göre utanç vericiydi.

Petro’nun önemli bir etkisi de kilise üzerine olmuştu. Rus tarihinde önemli etkileri olmuş bağımsız Rus Kilisesini devlete bağlı hale getirmiş, onu bir kuruma dönüştürmüştü. Bazılarına göre, Petro önemli Rus manevi geleneği olan Rus devletinin her şeyden önce Ortodoks inancının devleti olduğu yaklaşımını askıya almıştı. Bazıları da Rusların geçmişleri, kimlikleri ve geleneklerine ciddi zararlar verdiğini düşünüyordu. 

Örneğin sakal yasağı bugünden bakıldığında magazin haberi gibi görünse de o dönem Rusya’sında ciddi önemi olan bir konuydu. İncil'de sakalla ilgili birçok hikaye vardı. Samson'un gücünü saçlarından ve kıllarından aldığı hikaye gibi. Sakalını kesen erkeklerin cennete giremeyeceği yönünde bir düşünce hakimdi. Sakal olmadığında Tanrı’nın insandaki görüntüsünün bozulduğunu ileri sürenler olmuştu. Bu inançlar ve düşünceler öyle güçlüydü ki Petro’nun kılık kıyafet konusunda çok ileri gittiği savunuluyordu.

Rusya'nın önemli bir geleneği de seçkin kadınların gizlenmesinin öngörülmesiydi. Oysa batılı giysiler içerisindeki zarif kadın ve erkek görüntüsü bu geleneği de bozuyordu.

Petro gerektiğinde son derece sert bir tutum içerisine giriyor, şiddete bile başvuruyordu. Eleştirenlerin bir argümanı da değişimin insani maliyeti konusundaydı. Örneğin neredeyse bataklıklar üzerine kurulan ve büyük bir maliyet getiren St. Petersburg’un yapımı sırasında ciddi insan kayıpları olmuştu. Hatta Karamzin gibi önemli bir tarihçi St. Petersburg’un gözyaşı ve cesetler üzerine kurulduğunu söylemişti.

Rusya’da değişim ve modernleşme çabası Petro’dan önce başlamıştı ama Petro zamanında bu çok güçlü bir duruma gelmişti. Çünkü o bir devrimciydi. Bu ciddi değişimin getirdiği bir sertlik ve acı söz konusu olmuştu. Petro reformları onun sonrasında da önemli Rus tarihçileri ve edebiyatçıları tarafından tartışılmaya devam edildi. Dostoyevski Petro zamanından başlayan Avrupalılaşma yaklaşımının şekli olarak dıştan benimsendiğini, Batılılaşma taraftarlarının Rus halkıyla ve toprağıyla bağını koparmış olduğunu söylüyor, Rusya’nın köklerine ve geleneklerine ters düştüğünü dile getiriyordu. Afrika kökenli dedesi Petro’nun vaftiz çocuğu olan Puşkin ise konunun insani maliyetine dikkat çekmişti.

Destekçilerinden Rus rahip ve yazar Feofan Prokopoviç ise şöyle diyordu “Bütün Rusya senin heykelin; uzman becerinle yeniden şekillendirilmiş.”

Petro’nun bakış açısını yansıtması açısından şu cümlesi ilginç görünüyor: “Halkımız çocuklar gibi, cahillik nedeniyle efendileri onları zorlayana kadar alfabelerini öğrenmeye girişmeyecek çocuklar.”

Sonuç olarak Rus aydınlanmasının temelini atan Petro’nun taraftarları olduğu gibi muhalifleri de vardı. Bugün Moskova’daki en yüksek anıtın ona ait olduğu dikkate alınırsa Rusya’daki genel algısının oldukça pozitif olduğunu söylemek mümkündür kanımca.

KAYNAKLAR:
-Riasanovsky, N. ve Steinberg, M., Rusya Tarihi
-FIGES, O., Nataşa’nın Dansı
-Bir Yazarın Günlüğü, Dostoyevski., F.
-Analysis of Peter the Greats Social Reforms and the Justification of the Reactions from the General Public, Walsh, D. 
-www.wikipedia.org
-www.britannica.com

Rus kadınları neden güzel?



Samih Güven


1.Tarihsel süreç içinde savaşlar, zorlu kış koşulları ve içki nedeniyle kadın erkek dengesi erkekler aleyhine değişmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşında ciddi erkek nüfus kaybı söz konusu olmuştur. Bu durumun kadınları evlilik ve iyi bir erkek bulma arayışında daha güzel görünme ve kadınsı olmaya zorladığı ileri sürülebilir.

2.Geleneksel ve kültürel olarak yalnız veya evlenmemiş kadın hoş karşılanan bir şey değildir. Yine bu durum da Rus kadınlarına güzellik ve bakımlarına dikkate etme ve daha kadınsı görünme konusunda etkide bulunmuş olabilir.

3.Tarihsel ve geleneksel olarak eş ve anne olma misyonu ve zenginliğin ve meslek edinmenin daha çok erkeğe ait olması gibi nedenlerle para ve varlık sahibi olma açısından kadınlar geride kalmıştır. Bu durum da benzer şekilde güzellik ve kadınsı görünme konusunda etkide bulunmuş olabilir.

4.Rus kadınlarındaki güzellik genetik olarak ve iklim koşulları nedeniyle de söz konusu olmuştur. Saçlardaki sarılık ve gözlerde görülen renklilik soğuk iklim ve çok az güneş görme nedeniyle bin yıllar içinde genetik olarak gerçekleşmiştir.

5.Soğuk iklimin yarattığı bir başka sonuç da deri altı yağ tabakası ve ciltteki sıkılaşma nedeniyle kadınların cilt güzelliğinin daha fazla artmasıdır.

6.Yine bir başka nedenin de güzelliğin güzelliği doğurması olduğu ileri sürülebilir. Yani etrafta çok sayıda güzel kadın ve dolayısıyla rakip olması kadınları bakım, görünüş ve kadınsılık konusunda dikkatli olmaya zorlamış olabilir.

7.Zorlu iklim koşulları ve erkek nüfusun zaman içinde azalması gibi nedenlerle kadınlar daha çok çalışmış ve hareket içinde olmuştur. Ayrıca geleneksel olarak doğal beslenme biçimleri söz konusudur. Bu durum da kadınların fazla kilo almasını engellemiştir.

Sağlıklı yaşamın 5 altın kuralı





Bir insanın sağlıklı bir yaşam sürüp sürmediği nasıl anlaşılır? 

Hangi kriterlerle sonuca varılır? 

Rusya Sağlık Bakanlığı, sıkıcı bürokratik işlerin yanında, zaman ayırıp bu soruya somut yanıt verdi. 

Buna göre, sağlıklı yaşamın 5 kriteri var ve bunlardan ilki, dahası en önemlisi sigara içmemek. Bakanlığa bağlı uzmanlar sigara içmemenin "sağlıklı yaşam katsayısını" son derece arttırdığına dikkat çekiyor.

İkinci ve üçüncü kriterler ise beslenme alışkanlıklarını ilgilendiriyor. Günde 5 gramdan fazla tuz tüketmemek, yanı sıra bol bol sebze ve meyve yemek sağlıklı yaşam sürmenin olmazsa olmazları arasında.

Dördüncü kriter spor yapmak. Parkta koşu yapmaktan fitness salonunda çalışmaya kadar her türden spor, sağlıklı bir insan olmaya büyük katkı yapıyor.

Son olarak, alkol tüketimini makul sınırlarda tutmak insanın sağlık seviyesini yükselten beşinci kriter.

13 Kasım 2019 Çarşamba

Rusya'da kaba sayılan 7 davranış






Yabancıların, özellikle Amerikalı ve Avrupalıların bazı davranışları, Rusyalıları Kremlin üstünde UFO görmekten bile daha çok şaşırtabilir. Örneğin, eve girerken ayakkabıları kapıda çıkarmamak gibi. İşte Rusya'da kaba sayılan ve kaçınılmasında yarar bulunan yedi "yabancı" davranışı.

1. Yemek masasında ağzını şapırdatmak. En doğrusu yemeğini sessizce bitirip minnettarlığını bir "Spasibo" ile taçlandırmak.

2. Tabakta yemek bırakmak. Yokluk anılarının hala taze olduğu bir ülkede kaçınılması gereken davranışların başında yemeğini bitirmemek gelir.

3. Kadına hesap ödetmek. Kadının erkekten fazla kazandığının masadaki herkes tarafından bilindiği durumlarda bile "beklenen davranış" hesabı erkeğin ödemesidir. Eğer kadın kendi hesabını ödemekte ısrarcı ise bu romantizm kapısının kapatıldığı anlamına gelir.

4. Eve girerken ayakkabıları çıkarmamak. Türkiye'deki gibi Rusya'da da misafirlerin girişte ayakkabılarını çıkarması beklenir.

5. Şort ve terlikle sokakta gezmek. Özellikle büyük şehirlerde, görenlerin hoş karşılamayacağı bir davranıştır.

6. Bir şehre gidildiğinde o şehirdeki arkadaşı aramamak ve misafir ziyaretlerine mukabele etmemek. Bu ikisi misafirperverliğe büyük önem verilen bir ülkede kaçınılması gereken davranışlar arasında yer alır.

7. Samimiyetsizlik. Bir Batı ülkesinde "Nasılsın?" sorusu genellikle "İyiyim" cevabını almak ve sohbete devam etmek için sorulur. Rusya'da ise soruyu soran kişinin "samimi" cevabı da dinlemeye hazır olması beklenir. "İyi değilim, çünkü..." diye başlayan muhabbette bu cevap ne kadar uzun olursa olsun.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Topuklular



M. Hakkı Yazıcı


Hep söylerim, kadınların incecik, uzun topuklu ayakkabılarıyla yürümeyi becerebildiklerine her zaman şaşırmışımdır.
Hakkını vermek lazım, zor iştir topukluyla eğri büğrü kaldırımları olan bir yolda yürümek.
Hele karlı, buzlu kış aylarında…
Ruslar “kabluk” (Каблук) diyorlar.
Rus kadınlarının giyim kuşam simgelerinden biridir.
Tel üzerinde yürüyen bir cambazın becerisi adeta…
Ben böyle diyorum da daha fazlası bile olmuş meğer.
İtalya'da yayınlanan Guinness Dünya Rekorları şov programına katılan Rus sirk sanatçısı Oksana Seroştan, topuklu ayakkabı ile ip üzerinde en uzun mesafe yürüyerek rekor kırmış. Yüksek topuklu ayakkabısı ile gergin halat üzerine çıkan kadın elindeki yelpaze ile dengesini sağlamış. Bir ara düşme tehlikesi yaşasa da Oksana Seroştan, halat üzerinde soğukkanlı şekilde yürümesini tamamlamış. Yürüdüğü yeri geri dönüp tekrar yürüyen ip cambazı, 15 metre yürüme mesafesi ile adını Guinness Dünya Rekorlar  kitabına yazdırmayı başarmış.
Helal olsun demek lazım.
Kabluk, Rus kadınlarının bir giyim kuşam geleneği… Daracık mini eteklerinin, kot pantolonlarının altında, her daim bu topuklu ayakkabılar var. Aslında genelde boy ortalamaları yüksek, ama yine de bu uzun topukluları giyiyorlar.  Beryoza ağaçları gibi uzun, narin ve güzelller.
İnsanı komplekse sokar bu kadınlar.
Ben şahsen yanlarında fotoğraf çektirmekten hep kaçınıyorum. İş gereği veya sosyal bir olayın ardından fotoğraf çektirmek zorunlu olursa çaktırmadan ayak parmaklarımın üzerinde yükseliyorum.

***
Aslında, bana sorarsanız Rus kadınlarının yüksek topuklulara da, öyle makyaja, fazla süslenmeye püslenmeye de ihtiyaçları yok.
Rusların “Çirkin kadın yoktur, az votka vardır” diye bir sözü var. Rusçası: "Ni bıvayet nikrasivıh jenşin! Bıvayet mala vodki!" (Не бывает некрасивых женщин! Бывает мало водки!)
Kesinlikle doğru değil.
Bence bu söz Rus kadınlarına yapılan büyük bir haksızlık. Laf ola beri gele diye; düşünmeden, komiklik olsun diye söylenmiş bir söz.
Rus kadınlarının dünyanın en güzel kadınları olduğu evrensel kabul görmüş bir durum.
Serkan, benim bu tezlerimi aklınca çürütmeye çalışıyor:
“İyi de abi, bunun bilimsel açıklamaları da varmış. İngiltere’nin başkenti Londra’daki Roehampton Üniversitesi tarafından yapılan araştırmaya göre alkollü kişilerin algısı zayıflıyormuş. Bu nedenle karşılarındaki kişinin yüz hatlarındaki kusurları fark etmekte zorlanıyorlarmış. Dolayısıyla herkesi çekici olarak algılıyorlarmış,” diyor.
“Evladım, olabilir; ama bu, Rus kadınlarının güzel olmadığı anlamına gelmiyor.”
Yulia, bizi sessizce dinliyor. Belli ki Serkan’ı rezil edecek bir fırsat kolluyordu.
Zaten biraz sululuk etmeye cesaret edip, bir kadının yanında bilgiçlik taslamak için bu beylik deyişi söylerseniz hemen cevabını almaya da hazırlıklı olmalısınız.
Cevap gecikmedi, çirkin erkek yoktur, parasız züğürt erkek vardır anlamında:
“Serkan’cık, ‘Не бывает некрасивых мужчин! Бывает мало денег! ( Ni bıvayet nikrasivıh mujçin! Bıvayet mala denig!), dedi.
Bunun yüzüne söylenmesine Serkan bozuldu, ama doğrusu haketmişti.
***
“Kabluk”, yani topuklu, konusuyla başlamıştık.
Bizim şirketteki kızlar da bütün Rus kadınları gibi yüksek topuklu ayakkabı giyiyorlar. Sadece çok yağışlı günlerde lastik tabanlı çizmeler kullanıyorlar. Ofis içindeyse daima topuklu giyiyorlar.
Ofisteki koridorun zemini seramik karoyla, odalar ise laminat parkeyle kaplı.
Yulia’nın topuklularının yürürken çıkardığı tıkırtılara kulağımız alıştı.
Bir de yeni bir elemanımız var: İrina.
Gencecik, güzel bir kızcağız.
Onun da topuklu ayakkabı giydiğini ayrıca söylemeye gerek yok sanırım.
Bu kızlar, vahde, çifte, sebare ve Arap gibi darbukanın bütün ritim tekniklerini sanki doğuştan biliyorlar.
Tak, tak, traka, taka, taka, tuk….
Alıştık bu seslere…
Ancak hepsinin ayrı bir yürüyüş üslubu var. Zamanla kimin nasıl yürüdüğünü de anlamaya başladık.
İgor’la aramızda bahse giriyoruz. Odada, oturduğumuz yerden birbirimize soruyoruz:
“Koridorun öbür ucundan gelen kim? İrina mı, yoksa Yulia mı?”
Çoğunlukla ikimiz de biliyoruz. “Hah, işte ben bildim” durumu pek olmuyor.
Bazen koridorun bir başından biri yürürken, diğeri ters istikamete doğru aynı anda yürüyor. O zaman sanki bir vurmalı çalgılar grubunun müzik ziyafeti gibi bir şey oluyor.
Serkan:
“Kalbin atışı da darbuka ritmi gibi değil mi abi?” derken “Düm tek, düm teke tek, tek” diye elleriyle masanın üzerinde tempo tutuyor.
İgor, ona bakıp, sözlü değil tabii, ama kafasını sallayarak “La havle vela kuvvet” der gibi bir işaret yapıyor.
Aman ha, sakın bizi işi gücü bırakmış bunlarla uğraşıyoruz falan sanmayın. Biz olaya alıştık, sadece çalışma ortamımızda bizi rahatsız etmeyen, uyum sağladığımız, gizliden hoşumuza da giden bir ses ortamı var.
O kadar alıştık ki olmasa bayağı yokluğunu hissederiz sanırım.

***
Geçenlerde çalışmaya dalmışım, gözüm bilgisayar ekranında iken Yulia’nın sesini yanı başımda duyunca birden irkildim.
Onun topuklularının sesini yanıma gelirken nasıl olmuş da duymamıştım?
Baktım ayağında ofis dışında kullandığı lastik tabanlı çizmeleri vardı.
Meğer ayakkabısının topuklarından teki yemekhaneye, “stolavaya”ya giderken bir su ızgarasının arasına sıkışıp kırılmış.
Benim onarabileceğim cinsten bir şey değildi. Yan masadan Serkan, zıplayıp geldi.
“Ver bana, hemen hallederim,” dedi.
Yaptı da. Marketten bir Japon yapıştırıcı alıp geldi, özenle topuğu yerine yapıştırdı. Ben de kontrol ettim; tam olarak tamir olmuş muydu bilmiyorum, ama bir süre idare ederdi.

Çarlık Rusyası'ndan 7 akla ziyan yasak



Kaynak: http://www.turkrus.com/




Her yönetim biçiminde olduğu gibi Rusya'nın çarlık döneminde de çok sayıda "akılla anlaşılması zor" yasak mevcuttu. Bazıları kulağa son derece saçma gelen bu yasaklar ilginç hikayelere kapı aralıyor. İşte yuvarlak şapka giymekten karpuz yemeye, insanların başını devletle derde sokan 7 yasak.

1. Ayıyla gezmek. Yakın zamana kadar Türk şehirlerinde de yaygın olan ayı oynatıcılığı, Rusya'da 1867'de yasaklandı. Yasağa gerekçe olarak hayvanlara kötü davranılmasının yanı sıra ayı oynatıcıların "serseriliğe meyilli olması" gösterildi.

2. İskambil kartları ve zarlar. Bir dama, satranç ve barbut müptelası olan Çar Aleksey (1629-1676) bu oyunların halk tarafından oynanmasını yasakladı. 1649'dan itibaren, iskambil kartı ve zar oynamak bedensel bütünlüğe zarar veren bir dizi ceza ile karşılandı.

3. Dana eti yemek. Çarlık Rusyası'nda gıda ürünlerinin az olduğu bir dönem ineklerin kesilmesi ve etlerinin yenmesi yasaklanmıştı. Zira böyle bir ortamda süt üretebilen bir canlının öldürülmesi "delilik" olarak görülüyordu. 18'nci yüzyıla kadar Rusya'yı gezen pek çok batılı seyyah, Rusların dana eti yemeye "insan eti yeme" muamelesi yaptığını yazar.

4. Sakal. Rusya'nın reformcu çarı Petro'nun icraatlarından biri de sakal bırakmayı yasaklaması oldu. 1705 tarihli kararla birlikte "toprak köleleri hariç" nüfusun sakal bırakması olağanüstü yüksek bir verginin yanı sıra kürek cezasıyla cezalandırıldı.

5. Fransız devrimini hatırlatan her şey. Rus çarı I. Pavel, Fransız devriminin estirdiği özgürlük rüzgarları ile baş etmek için çareyi ülkede devrimi akıllara getirecek her şeyi yasaklamakta bulmuştu. Yuvarlak şapkalar, peruklar, uzun bıyıklar, yelekler ve kalın kravatlar yasaklanan kıyafet ve aksesuarlardan bazıları idi. Devrimci bir tınıya sahip "grajdanin" (yurttaş) yerine "obıvatel" (sakin) kelimesinin kullanılması teşvik edildi. "Oteçestvo" (vatan) yerine ise "gosudarstvo" (devlet). Pavel'in suikasta uğramasından sonra tüm bu yasaklar kaldırıldı.

6. Karpuz ve elma. Karpuz bugün Rusların neredeyse en sevdiği meyve konumunda. Ancak bir dönem elma ile birlikte yenmesi yasak yiyecekler arasında idi. Zira Ortodoks Kilisesi Vaftizci Yahya'nın kafasının kesilerek idam edildiği 11 Eylül gününde yuvarlak şekilli gıdaların yenmesini hoş karşılamıyordu. O gün bıçak, orak, kılıç ve benzeri kesici aletlerin kullanılması da yasaktı. Ekmek bile kesilmez, elle kırılırdı.

7. Tütün. Bu ürün Rus topraklarına İngiliz tüccarlar aracılığıyla 16'ncı yüzyılda ulaştı. Yasaklanması ise çok sürmedi. 1634 yangının bir tütün piposundan düşen ateşle başladığı anlaşılınca keyif verici bu ürün anında yasaklandı. Tütün içenler çok ağır bedensel cezalara çarptırıldı, hatta Sibirya'ya sürüldü. Ta ki tutuklu bir tütünsever olan Çar Petro yasakları kaldırana kadar.

Rusya'da kılıç başta olmak üzere kesici aletlerin armağan edilmesiyle ilgili batıl itikat

Fuad Seferov



Rusya'nın söylediği vatansever şarkılarıyla tanınan ünlü sanatçısı Nikolay Rastorguyev, Vladimir Putin'e 100 dolar vermeye kalkıştığını itiraf etti.

Rus NTV televizyonuna ilginç olayı anlatan sanatçı Rastorguyev, yıllar önce Kremlin Sarayı konser salonunda Putin'in de katıldığı bir konsere katıldığını söyledi. Rastorguyev, "Konserden sonra Putin'in oturduğu salona davet edildim. Devlet Başkanı bana kortik (Geleneksel Rus hancer) armağan etti. Yanımdakiler, batıl inanç gereği hancer, bıçak, kılıç gibi kesici aletleri hediye alırken, armağan eden kişiyle kavga etmemek için bir metal para verip teşekkür etmem gerektiğini söylediler. Fakat o anda üzerimde sadece 100 dolarlık banknot vardı" dedi.

Parayı Putin'e uzattığını belirten Rastorguyev, "Şaka gibi ama parayı ona gerçekten uzattım. Putin doğal olarak tepki gösterdi, yani 100 doları almadı” diye konuştu.

Benzer bir olayı 2009 yılında dönemin Rusya Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev de İsviçre'de yaşamıştı. Shiws Bölge Başkanı Georg Hess, 18. yüzyılda Rus askerine ait olan eski bir kılıç hediye ederken Medvedev gülerek, "Hoş olmayan olaylarla karşılaşmamak için hediyenin parasını ödemeye hazırım. Ama fazla para ödeyemem, sadece iki frank verebilirim" diyerek kılıç ve bıçaktan oluşan hediye takımını almıştı.

Rusya'da kılıç başta olmak üzere kesici aletlerin armağan edilmesi uğursuzluk sayılıyor. Ülkenin Kuzey Kafkasya bölgesinde ise en iyi dosta kılıç ya da hançer hediye etme geleneği var. Rus Kazaklarında da kılıç üzerine konulan bardaktan votka içme geleneği yaşatılıyor. Kazak kökenli olarak tanınan eski Rusya Başbakanı Viktor Çernomırdin'in kılıçla votka içmesi dünya basınında yer almıştı.