Moskova

Moskova

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Maksim Gorki’den hayat kokan 14 özlü söz



Kaynak: http://www.rusyam.com/

Maksim Gorki ile ilgili kitaplardan en güzel ve anlamlı sözleri, dikkat çeken cümleleri ve etkileyici alıntıları sizlere sunuyoruz.

Geçmişin vagonlarında hiçbir yere gidemezsiniz.

Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir.

İyi bir insan hem aptal hem iyi olabilir. Ama kötü bir insanın beyni olmak zorundadır.

Çalışmak bir keyifken, hayat zevktir; çalışmak görevken hayat köleliktir.

Mutluluk ellerinizdeyken hep küçüktür, ama bir bırakın, ne kadar büyük ve değerli olduğunu anında anlarsınız.

Her yeni zaman kendi kanununu getirir.

Yoruldum; ayağımın değil, yüreğimin götürdüğü yerlere gitmekten. Sustum; dilimdekileri değil, yüreğimdekileri söyleyememekten.

Aslında bir insanın gözyaşı, gülüşünden daha samimi ve tatlıdır. Çünkü unutma, her gülüşün altında bir ihanet saklıdır.

Unutma! İnsanlar bilgi değil, avuntu isterler.

Ölümü ölümle onarmalıyız. Bunun için insanları diriltmek için ölmek gerek. Binlerce insan ölmeli ki milyonlarcası yerine gelsin. Ölüm zor bir şey değil, pek kolay. Yeter ki ötekiler can bulsun, bellerini doğrultsun..

İnsanı en çok acıtan şey; birine ‘hayatını’ hediye etmişken, o kişinin ‘kendini’ başkasına hediye etmesidir.

Huzur denilen o şeyin her santimetresine ihtiyacım var. Bana biraz bahar gerekiyor, çok üşüdüm.

Susuz çiçek açmaz, sevgisiz mutluluk olmaz.

Özgürlük.. Herkes sever özgürlüğü, herkes ister. Ama bana özgürlük versen, dünyadaki en büyük kötülüğü yapmayacağım ne malum? İşte mesele burada. Bir çocuğa bile sınırsız bir özgürlük tanınamaz.




Maksim Gorki (Aleksey Maksimoviç Peşkov)

Asıl adı Aleksey Peşkov olan Rus-Sovyet romancı, hikayeci, oyun, deneme ve gazete yazarı.
Bir maragozun oğlu olan Gorki, anababasız kaldıktan sonra, çocukluğunu, ailesini acımasızca yöneten bir boyahane sahibi olan büyükannesi dolayısıyla halk şiirinin zengin kaynaklarına ulaştı. 11 yaşından sonra geçimini yabancı insanlar arasında çeşitli işler yaparak sağlamak zorunda kaldı.
Bu arada devrim öncesi Rusya’sının yaşadığı ağır rezillikleri yakından gördüğü kadar, kendisini etkileyen aşağılanmış insanların içindeki gücü de gördü. Kazan Üniversitesi’ne girme girişiminde bulunduktan sonra (1884) bıraktı. Onun yerine, Kazan’da devrimci anlayışta insanlar bularak, kentteki ilk toplumcu çevreyi kurdu.
1892’de ilk hikâyesi, Makar Çudra‘yı yayınladı.
Çarlık yönetimince izlenerek bir kaç kez tutuklandı, bu arada 1905’te doruk noktasına varan toplumsal ve edebi etkinliklerini devrim yolunda ortaya koymayı sürdürdü. Yüzyılın başında, Petersburg’da yönettiği “Znanie” yayınevinden, çağdaş yazarların (Andreyev, Bunin, Çehov, Garin-Mihaylovski, Kuprin, Serafimoviç, Veraseyev, vb) önemli gerçekçi yapıtlarını yayınladı. Veremden hastalanması dolayısıyla Rusya’dan ayrılarak, Batı Avrupa’ya ve Amerika’ya gitti, 1913’e kadar Capri’de kaldı. Zaman zaman idealist kuramların, örneğin Tanrı-arayıcılığın etkisinde kalmakla birlikte, 1905’te dostluk kurduğu Lenin dolayısıyla, bu görüşlerden uzaklaştı. Tarihsel olayların çok yönlülüğünü kavramış bulunan Gorki, devrim sırasında da Lenin’e yardımcı olmuş; ilerici düşünceli aydınların yılmaz bir örgütleyicisi ve örnek aldıkları kişi durumuna gelmiştir. Tüm dünyanın her yanına yayılmış yapıtlarıyla, Gorki, uluslararası toplumcu hareketin oluşması ve pekişmesi açısından önem taşımaktadır.
Gorki’nin edebiyat ve edebiyat üstüne çalışmaları, tüm dünyadaki toplumcu yazarlar için bir ölçüt olmuştur.

Yapıtları: 
Foma (1899), 
Küçük Burjuvalar (1902), 
Düşmanlar (1906), 
Ana (1906), 
Çocukluğum(1913), 
Ekmeğimi Kazanırken (1915/16), 
Benim Üniversitelerim (1913), 
Artamonovlar (1925).



Türk şiirine Rus katkısı: Mayakovski



Rus arşivlerinden ve farklı kaynaklardan derlenen bilgilerle,  Vladimir Vladimiroviç Mayakovski (1893-1930) ile Nazım Hikmet ilişkisi, dostluğu, sanatçı etkileşimi ve keyifli anılar.

Rasim Dirsehan Örs

Kaynak: Kompas

Hiç şiir yazmış mıydınız?

Büyük olasılıkla, kendinizi bilmeye başladığınız günden bu yana, hiç olmazsa birkaç dize aklınızdan, gönlünüzden geçmiştir.  Peki, eğer pek öyle vezne ve kafiyeye özen göstermeden, kendi bulduğunuz bir ritim içerisinde yazdıysanız, bu dizelerinizde bir Rus şairinin de rolü olması ihtimalinden söz etsek?

“Hangi şair? Ne alaka?” dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Öyle ya, taa kaç zaman önce, memleketin kim bilir hangi köşesinde, içinizden gelenleri döktüğünüz bir kağıtta, böyle bir şey nasıl olabilir?

O şair, Moskova’da, Triumfalnaya Meydanındaki anıtta hatırası yaşatılan, ismi pek çok yere verilmiş Mayakovski’dir. “Ne alaka” olduğunu ise birlikte anlamaya çalışalım…

Mayakovski  Türkiye sınırında

1917 Bolşevik Devrimi sonrasında Sovyet Rusya dünyanın ilgi odağı olmuştur. Yeryüzünün dört bir yanından pek çok genç “geleceğin dünyasını kuracak” bu rüya ülkeyi görmek için buraya akın etmektedir. Bunların arasında 19 yaşındaki Nâzım Hikmet de vardır.

İstanbul’un dış güçlerce işgal edilmesi üzerine, Nazım Hikmet ve birkaç arkadaşı önce Kurtuluş Savaşına katılmak üzere Anadolu’ya geçerler, daha sonra Moskova’da okumaya karar verip, Kafkaslar üzerinden Rusya’nın yolunu tutarlar. Yıl 1921’dir.

Ancak yolculuğun hemen başlarında, Gürcistan’da, Batum’da, bir Rus gazetesinde, sütun biçiminde, yer yer merdiven basamakları şeklinde yazılmış şiirler görürler. Nâzım o günlerde,  Türkiye’de geleneksel ölçü ve kafiye düzenleri içinde yazmakta olduğu parlak şiirleriyle dikkatleri çekmeye başlamış genç bir şairdir. Bu şiirlerin neden bu biçimde yazıldığı sorusu, aklına takılır. Rusça bilen bir arkadaşları, bu şiirleri okur fakat bunların çevrilmelerinin olanaksız olduğunu söyler. Bunlar Mayakovski’nin şiirleridir.

“Herkese sövermiş gibi konuşan adam”la Moskova’da tanışma

Bu biçimde bir şiirin nasıl olabileceği konusu o günden itibaren kafasını meşgul etmeye başlayan Nâzım, Moskova’ya vardıktan birkaç ay sonra  bu merakını giderecektir. Hem de bizzat onları yaratan kişinin ağzından dinleyerek. 

Bir arkadaş toplantısına davet edilen Nazım’ın dikkatini, küçücük bir odada toplanmış bir sürü insanın birbirine karışan sesi arasında görkemli, gür hepsini bastıran bir ses çeker. İriyarı, geniş omuzlu, saçları usturayla kazınmış bir adamın sesidir bu. Nâzım’ın “Sanki herkese sövüyormuş gibi geldi bana” diye anlattığı bu kişi Mayakovski’nin ta kendisidir.

O zamanlar 27-28 yaşlarındaki Mayakovski  , “Ekim Devriminin Şairi” olarak, Rusya dışında da geniş üne kavuşmuş bir ozandır. XX. Yüzyılın en büyük, dâhi şairi olarak tanınmaktadır.
Mayakovski Nâzım’a hemen bir arkadaşın arkadaşına, bir ağabeyin kardeşine davrandığı gibi davranmaya başlar. Nazım’ın Rusçayı kötü konuşmasına, birbirlerini doğru dürüst anlayamamalarına karşın, ona gerçek bir dost olur. Nâzım onun hep kapısı açık olan evine ziyarete gitmeye başlar.

Moskovalıların karşısına ilk çıkış ve en büyük destek

Mayakovski gibi bir devin, gurbetteki çiçeği burnunda Türk şairine verdiği en anlamlı destek, 8 Mart 1923 tarihinde, Politeknik Müzesi salonundaki bir gece toplantısında olur.

Ünlü şairin de şiirlerini okuyacağı bu gece, genç şair Nâzım’ın Moskovalıların karşısına ilk ciddi çıkışı olacaktır. Salon hınca hınç doludur. Şiirlerini Türkçe okuyacak da olsa, sahneye çıkmadan önce Nâzım heyecandan oldukça gergindir. Mayakovski onu şu sözlerle yatıştırır: 

“Dinle Türk,” der, “korkma, nasıl olsa bir şey anlamayacaklar, rahat ol, çık şiirini dilediğin gibi oku!..”

Genç Nâzım, Mayakovski ile Pravda gazetesinde

"Devrim ve Edebiyat gecesi” olarak tanıtılan bu geceyle ilgili haberler, daha sonraki günlerde Pravda gazetesinde yayımlanır. Mayakovski'nin "Üçüncü Enternasyonal", "Eyfel Kulesiyle Konuşmalar" ve "Sol Marş" adlı şiirlerini okuduğu, Nâzım’ın da "Pantolonlar ve Eteklikler" ve "Yeni Sanat" adlı şiirlerini okuduğu aktarılmaktadır.

Bundan sonra iki kez daha, üniversitede Nâzım, bu yüzyılın en büyük şairi saydığı isimle birlikte sahnede şiir okuma şansını bulacaktır. O günleri anarken, “XX. yüzyılın bu en büyük, dâhi şairi yardım etti bana.” demektedir.

Mayakovskiy Nâzım’a neden “Dönek Türk” dedi?

Bazı görüş ayrılıkları olsa ve yolları zaman zaman ayrılsa da, dostlukları hep sürer. Bu ters düşmelerden birisi “fütürist”- “konstrüktivist” tartışmalarında yaşanır. O zamanlar Rusya’da pek çok edebiyat okulu vardır. “Fütürist”lere yakın olan Nazım, birisinden fütürist'lerin psikolojiyi inkâr ettiğini  işitir. Bu hoşuna gitmez ve konstrüktivistlere katılır. Bunun üzerine Mayakovski, bir süre "dönek Türk" diye Nazım’ı kınar, fakat gene de bu dostluklarını bozmaz.

Hep kışkırtmalarla mücadeleyle geçen bir yaşam

Pek çok çevreden önemli eleştiriler alan ve hedef gösterilen Mayakovski, canını sıkacak bir sürü şeyle karşılaşmaktan da zaman zaman yorgun düşmektedir. Bunlardan bazılarını Nazım’la paylaşır.

Bir keresinde, Tverskaya Bulvarı'nda, her yazarın kendi kitaplarını sattığı bir kitap paza­rında, Mayakovski’yle karşılaşan Nazım, onu nerdeyse ağlamak üzereyken görür. Büyük bir hayal kı­rıklığı içindeki yazar, gözlerinde birikmiş yaşlarla "Görüyor musun," der, "ne yaptılar bana; kitabımı vitrine bile koymamışlar..."

Nâzım Mayakovskiy’nin en çok hangi kitaplarını sevmişti?

Nâzım, 1950’li yıllarda, kendisine sorulan “Mayakovski'nin kitaplarından en çok hoşunuza gi­denler hangileridir?” sorusuna şu yanıtı verir: “ Sevgilinin gözlerini mi, yoksa burnunu mu seviyor­sun sorusunu nasıl yanıtlamalı? Mayakovski'yi tepeden tırnağa severim ben…  O öylesine büyük bir şairdir ki, onunla karşılaştırıldığımız­da, biz çağdaş şairler, hepimiz küçük kalırız. O, öğretmenimizdir bizim ve kişisel olarak benim. Pablo Neruda, Louis Aragon, dünyanın bütün dürüst şairleri aynı şeyi söyleyeceklerdir: o, öğretmenidir onların.”

Nâzım’ın hece vezninden ayrılış ânı- Türk şiirinde yeni bir dönemin açılışı

Peki Mayakovski’yi öğretmeni olarak kabul eden Nâzım, nasıl etkilendi, ondan gördüğü neleri uyguladı, diye araştırmaya başladığımızda, ilk gördüğümüz, Türk şiirinde o zamanlara kadar hüküm süren vezin ve kafiye ile yazmaya son verip, serbest şekilde yazmaya başlaması, oluyor.  İlk örneklerini Nazım Hikmet’in şiirlerinde gördüğümüz bu yeni yazma tekniği, onun etkili dili ve kullanımıyla Türk edebiyatında da yankı uyandırıp, bugünlere kadar uzanan yeni bir dönemi başlatıyor.

Söz konusu bu ilk şiirler de gene Moskova’da, Mayakovski anıtına oldukça yakın bir yerde, Nazım’ın kalmakta olduğu öğrenci yurdunda yaratılmışlardır.

Ünlü şairin etkisiyle şiirdeki şekil arayışlarında yeni bir döneme adım atan Nâzım, “-Eski usül vezinle kafiyeye paydos!” diye haykırarak yurt odasındaki arkadaşlarına, bu yeni şiir şekliyle yazmış olduğu ilk dizelerini heyecanla okuduğunda, sene 1922’dir.

“Açların Gözbebekleri” başlığını taşıyan ve kendilerinin Moskova’ya yolculukları boyunca gözledikleri, etkilendikleri manzaraları konu alan bu şiir, artık herhangi bir vezne sırt çeviren bütün şairler için yeni bir yolun başlangıcı olacaktır.

Nazım’ın kendi şiiriyle Mayakovski'nin şiiri arasında ortak olarak gördüğü ve görmediği şeyler

1920’lerde karşılaştığı Mayakovski ile şiirde ortak olan ve olmayan noktalarını, 1950’lerde, artık dünya çapında ünlü bir şair olan Nâzım Hikmet şöyle açıklar:

“Başlangıçta, Rus dilini de henüz iyi bilmediğim sıralarda, şiirlerini anlayamıyordum. Şimdi de hepsini anlayabiliyor değilim. Fakat, basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Düşün­celerini her zaman böyle yazdığını sanıyor, ben de kendiminkileri aynı biçimde yazmaya çalışıyordum. Ancak bana müsvette defterlerini gösterdiklerinde, her zaman ille de basamak biçi­minde yazmadığını gördüm. Demek, iş daha karmaşıktı…

…Mayakovski'nin şiiriyle benimki arasında ortak yan­lar; ilkin, şiir ve düzyazı, ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb.) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü, şiire siyasal di­lin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Maya­kovski öğretmenimdir, fakat onun yazdığı gibi yazmıyorum ben... Moskova'da öğrenim gördüğüm dönemde, Mayakovski gi­bi bir tribün şairiydim ben de. Bir nefesli sazlar orkestrası gibi ses veriyordu şiirlerim. Topluluk önünde okuyordum onları.

Sonra, Türkiye'de, bir tek kez şiir okuyabildim topluluk önünde. Bir iki kişiyle konuşabiliyor, şiirlerimi ancak kulakları­na fısıldayabiliyordum. Bu nedenle yumuşak sözcükler bul­mam gerekiyordu. Hapisteyken halktan insanlarla, benim gibi özgürlükten yoksun bırakılmış bu insanlarla yakınlaştım. Şiirlerimi onlara okuyordum. Şimdi yine geniş dinleyici kalabalığına seslenebiliyorum. Şiirin bütün türlerinden ve olanaklarından yararlanmak gerekir.”

Neden Mayakovski’nin şiirlerini aktörler okuduğunda daha iyi anlıyordu?

Bu konuda Nazım şunları söylüyor: “ Mayakovski makamla okurdu şiirlerini. Ben de öyle okur­dum başlangıçta. Aktörler Mayakovski'yi okuduklarında iyice anlıyorum onu. Buna karşılık, kendim okuduğumda, anlayabil­mem çok güç. Sanıyorum, onun şiirlerinin bir eksikliğindendir bu. Türkiye'de işçiler : ‘Şiirlerini sen kendin okuduğunda anlı­yoruz,’ demişlerdi bana... Fakat orada yüksek sesle şiir okuma olanağı çok azdı. Ben şiirlerim tumturaklı (deklamasyonlu) okun­madan da okuyucuya ulaşsın istiyorum.”

Mayakovskiy’nin ölümü –

Ekim Devrimi’nin bu en güçlü şairi 1930 yılında genç yaşta İntihar ederek. Hayatına son verir. Rusya’dan üç yıl kadar önce Türkiye’ye dönmüş olan Nazım Hikmet, onun anısına, Resimli Ay dergisinde, “Süleyman” adıyla bir yazı kaleme alır. Bu yazıda ozan eski dostu ve hocası hakkında özetle şunları söylemektedir:

Nazım’ın  ustasının ardınan yazdığı yazı:

“Muazzam Şair Mayakovski Neden İntihar Etti?”

“İnsanlık büyük bir insan kaybetti. Dünyanın en büyük inkilabı çok kuvvetli bir şiir üstadından mahrumdur bugün. Şiirlerini Rusça yazan fakat hemen hemen her dilde tercümeleri yapılan Mayakovski isimli büyük şair, büyük mücahit ve büyük insan kendi eliyle canına kıymıştır.
Mayakovski'nin intiharı etrafında birçok dedikodular yapılıyor ve yapılacaktır. Çünkü o hayatında, arkasından manasız bir "Allah rahmet eylesin" dedirtecek gibi yaşamamıştır...
Mayakovski'nin hayatı mütemadi bir kavga seyrinden ibarettir. Hayatlarında dövüşenlerin isimleri, ölümlerinden sonra da, sağ kalan düşmanlarıyla kavgada devam ederler. Mayakovski'nin arkasında  kalan ismi ve eserleri daha uzun seneler büyük inkılabın düşmanlarıyla çarpışacaktır.”

Mayakovski’nin Devrimin en güç zamanlarında, kollarını sıvayıp, dev gibi cüssesiyle iş başına geçtiğini, şiir yazdığını, propaganda resimleri yaptığını,  3 sene zarfında 500 propaganda levhasını tek başına resmedip, şiirlerini de yazdığını belirten Nazım, “Mayakovski niçin intihar etti?” sorusuna en doğru cevabı Rus şair Demyan Bedni’in şu şekilde verdiğini belirtiyor:

"Ağır bir hastalık, tesadüfi bir yalnızlık ve şahsi bazı ıstı­rapların birleştiği bir anda, eski, ferdiyetçi insiyaklar harekete geldiler. Eski Mayakovski, yeni Mayakovski'yi zayıf bir anında yakalayıp öldürdü..."

Mayakovskinin ölümünden evvel bir mektup bırakıp, bu mek­tubunda: "İntihar hiçbir şeyi halletmez... Vatandaşlarıma bu işi kati­yen tavsiye etmem," dediğini de nakleden Nazım, sözlerini şöyle noktalıyor: “Bu mektup yeni Mayakovski'nin, eski Mayakovski'nin eliy­le ölürken bile vatandaşlarına verdiği mükemmel bir ‘hayata', ‘yeniye’, ‘yarına’ inanma dersidir.”

Ülkelerimiz arasındaki dostluk ve anlayışın gelişmesine katkıları olmuş herkesi saygıyla anıyoruz.

KAYNAKÇA
Krokodil
Benedikt Sarnov, “O vardı ve hep var olacak” (Vladimir Mayakovskiy- Antologiya Satiri i Yumora Rossi XX. Veka”
Lev Kassil, “Mayakovskiy sahnede” Vladimir Mayakovskiy- Antologiya Satiri i Yumora Rossi XX. Veka”
Nikolay Svanidze, “İstoriçeskiye Hroniki”
Aleksandr Fevralskiy,“Nâzım Hikmet’le Mayakovskiy üzerine bir konuşma” ( “Zapiski Rovesniki Veka”- YKY, Yazılar-6)
Nâzım Hikmet, “Muazzam Şair Mayakovski neden intihar etti?” (Resimli Ay Tem. 1930,YKY, Yazılar-1)
Vâlâ Nureddin, “Bu dünyadan Nâzım geçti”
Ataol Behramoğlu, “Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi”
Ekber Babayev, “Nâzım Hikmet kendi şiirini anlatıyor” (Bütün Eserleri 1- Sofya 1976-YKY, Yazılar-6)
Vera Tulyakova Hikmet, “Bahtiyar ol Nâzım”,  YKY , 1. Bas., Şub.2008

“Vera Tulyakova Hikmet (Anna Stepanova), “Posledniy razgavor s Nazımom”,  Moskova“Vremya,2009

22 Mayıs 2015 Cuma

21 Maddede Rus Edebiyatının Kontu Lev Tolstoy

Gizem Coşkunarda

Kaynak: http://listelist.com/

Rus edebiyatında olduğu kadar, zamanımızın fikir ve edebiyat sahasındaki realist görüşleriyle derin izler bırakanlardan biridir Lev Nikolayeviç Tolstoy. Biz de tüm zenginliğine rağmen neredeyse tüm ömrünü hayatı sorgulamakla geçiren Kont Tolstoy’un gizemlerle dolu 82 yıllık yaşamını listeledik.

Kont unvanı soylu ailesinden geliyordu

19. yüzyıl Rus edebiyatının önde gelen dramatik yazarlarından olan Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy, 28 Ağustos 1828’de Moskova’nın 150 km güneyinde, Tula eyaleti, Yasnaya Polyana kasabasında varlıklı ve asil bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı.
Kökleri 14. yüzyıla kadar giden ve birinci Petro zamanında sivrilmiş toprak zengini soylu bir aileye uzanıyordu. Babası bir kont, annesi ise prensesti. Babası Kont Nikolay İlyiç, aynı zamanda 1812 yılı Napolyon savaşlarına katılmış emekli bir yarbaydı. 26 Nisan 1831’de, henüz üç yaşındayken, annesinin ölümüyle öksüz kaldı. Annesinin ölümü ile 36 yaşlarındaki babası çocuklarına halalarını vasi tayin etti. Burada aldığı dinsel eğitim Tolstoy’u derinden etkiledi.

“O küçük bir Moliere”

Tolstoy, sekiz yaşına geldiğinde, babası artık onların ciddi bir eğitim alma zamanının geldiğini düşündü ve çiftlik hayatını bırakıp Moskova’ya taşındı. Moskova’daki bu yıllarda, Tolstoy’un başarılarını halası “Bu çocukta bir deha var. O küçük bir Moliere” diyerek ifade ediyordu.
Gün geçtikçe Tolstoy, kendi sahasında ilerliyordu. Henüz dokuz yaşındayken, 1837 yazında babası bir cinayete kurban gitti. Bir seyahat esnasında uşağı, yanındaki para için onu zehirledi. Babalarının ölümüyle, babaanneleri de fazla dayanamadı ve hayata gözlerini yumarak çocukları tamamen halalarına terk etmiş oldu. Bu olaydan sonra büyük çocuklar Nikola ve Serge, Moskova’da kalırken; Dimitri, Lev ve Maşa çiftliğe geri döndü.

Ölüm yine peşini bırakmadı

1840 yılına kadar çiftlikte kaldılar. 1841 yılı sonlarında ölen Aleksandra hala, onları Tatiana halaya bıraktı. Yeni vasi, onları kocasının yaşadığı Kazan şehrine götürdü. Eniştesinin davranışlarındaki kötü örnekler, Tolstoy üzerinde derin bir tesir bıraktı ve onun hayatına yeni bir yön verdi. Delikanlılık çağına henüz girmiş olan Tolstoy, şimdi Fransızca konuşan, kıyafetlerine aşırı derecede özen gösteren, uzun tırnaklı bir zamane züppesiydi.

İki üniversite bıraktıktan sonra kendini yetiştirdi

1843’te Doğu dilleri okumak üzere Kazan Üniversitesi’ne girdi, ama iyi bir öğrenci değildi. Kendisini tamamen eğlence, dans, içki ve kadına kaptırmış olarak geçen bir yılın ardından sınıfta kaldı ve okulu bıraktı. Kısa bir süre sonra, 1845’te daha kolay bulduğu Hukuk Fakültesi’ne geçti. 1847’de burayı da bıraktı. 19 yaşına gelen Tolstoy’a miras olarak düşenlerin arasında Yasnaya Polyana çiftliği de vardı.
İmtihanlı ve disiplinli okullarda yapamayacağını anladı ve 12 maddelik bir program hazırlayarak kendini yetiştirmeye karar verdi. “İnsan, ancak başkaları yararına fedakârca çalıştığı zaman mutlu olabilir” diyerek toprak işleriyle uğraşmak, köylülerin durumunu düzeltmek düşüncesiyle çiftliğe döndü. Bir süre burada çiftçilerin ve köylülerin hayat şartlarını düzeltmek için çalıştı; topraklarını yönetti, kendini yetiştirmeye devam etti. Daha sonra Moskova ve St. Petersburg’un hareketli ortamını tercih etti. 1847-1851 yılları arasında çiftlikte kaldı ve şu yanlışları sıraladı günlüğüne: Kararsızlık ya da güç eksikliği, kendi kendini aldatma, acelecilik, yersiz utanç, keyifsizlik, şaşkınlık, taklitçilik, döneklik, düşüncesizlik.

İlk kitabını cephede yazdı

1851’de, başıboşluktan kurtulmak amacıyla, ani bir kararla üç yıldır hiç ayrılmadığı çiftliği bırakarak Kafkasya’ya, subay olan ağabeyinin yanına gitti ve Ruslara karşı direnen Müslümanlarla savaşan ilk birliğe atandı. Burada gördüğü yoksul Kafkas halkının yaşantıları, gerçekçiliğinin esin kaynağı oldu.
Sert ve farklı iklimli Kafkaslar, zor tabiat şartları, kır ve dağ havasıyla Tolstoy’da büyük etkiler yarattı. Kırım Savaşı’na katılmasıyla birlikte dünya görüşü değişti, hayat deneyimi arttı. İlk yapıtı olan Destvo’yu (Çocukluk) burada, çarpışmalardan ve askerce eğlencelerden arta kalan zamanında yazdı. Hatıra defterindeki 3 Temmuz 1851 tarihli sayfada “Yarın büyük bir roman yazmaya başlayacağım” notundan, onun bu esere bu tarihlerde başladığı sanılıyor. Yitip gitmiş yaşantıları çok canlı, taze bir üslupla anlatan bu otobiyografik yapıt, dönemin en ünlü edebiyat dergisi olan ve Nikolay Nekrasov’un yönetiminde çıkan Sovremennik (Çağdaş) dergisinde “Çocukluğumun Tarihçesi” adı ve “L.N.”imzasıyla yayımlandı, hemen başarı kazandı.
Önceleri kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bu hikâyeyi eleştirmenler çok iyi karşıladılar. Eserin Tolstoy’a ait olduğunu öğrenen Nekrasov, dönemin meşhur yazarlarının aldığı telif ücretlerinin ödeneceğini bildirdi Tolstoy’a. Böylece, henüz 23 yaşındayken yazdığı ilk eseriyle kendini tanıtan Tolstoy, usta yazarlar arasında yerini almıştı. Tolstoy, bu eserindeki kahramanlarını yaşadığı çevreden ve ailesinden aldı.

“Savaşın manzarası kan ve ölümdür”

Bu dönemde otobiyografik eserler olan “İlk Gençlik”, “Gençlik”, “Tipi”, “İki Süvari Subayı” ve “Toprak Ağası’nın Sabahı”nı yazdı. Kafkasya’da üç yıl kaldıktan sonra Sivastopol Savunması’na katıldı. 1854-55 arası Kırım Savaşı’nda topçu teğmeni olarak görev yaptı. Orada amirlerinin arzusu üzerine, “Savaş, mızraklı, trampetli bir bayram değildir. Manzarası kan ve ölümdür!” ifadelerine yer verdiği “Sivastopol Hikâyeleri” isimli meşhur eserini yazdı. Savaş sırasında gördüklerine daha fazla dayanamayıp ordudan ayrıldı ve St. Petersburg’a yerleşti. Burada, birini radikal demokrat N. Çernişevski’nin, öbürünü muhafazakâr liberal 1. Turgenyev’in temsil ettikleri iki edebi kampla da uzlaşamadı ve Yasnaya Polyana’ya döndü.

Eğitimin kişiye özel olması için çalıştı

1857’de Batı Avrupa’ya gitti; bir süre Almanya, Fransa ve İsviçre’de dolaştı. Bu gezi sırasında sosyete ve materyalizmin etkisinde kaldı. Bu dönem, eğitim kurumlarıyla ve özellikle de köylülerin eğitimsizlik sorunuyla ilgilenmeye başlamıştı. Öğrenimin her öğrencinin kişisel ilgi ve yönelimine göre uygulanması gerektiğini düşünüyordu.
Yasnaya Polyana’da serbest terbiyeye göre çalıştırdığı bir köy mektebi açtı. 1860’ta yine Almanya, Fransa ve Belçika’ya gitti. Proudhon’la tanışarak başta eğitim olmak üzere birçok konuda ilişkiye girdi. Bu ülkelerdeki eğitim kuram ve uygulamalarını daha ayrıntılı olarak inceledi. Bu incelemelerin neticesinde, Batı’nın yapay ve maddeci uygarlığını, insanı bozan bir etken olarak görmeye ve geliştirdiği düşünceleri yaymak için bir pedagoji dergisi çıkarmaya başladı. Basit, anlaşılır ders kitapları yayımladı. Aynı dönemde ahlak felsefesi de biçimlenmekteydi. Batı’ya bu eleştirileri getirdiği bu dönemde kendisi de Batı’daki kumarhanelerde çok para yitirmişti.

Kumar borcuna karşı kitabını rehin bıraktı

Rusya’ya döndüğünde ülkede serflik kaldırılmıştı. O da kendi bölgesindeki eski serflerle toprak sahipleri arasındaki toprak ve borç anlaşmazlıklarını çözmek görevini üstlendi ve sulh hâkimliği yaptı. Çarın emirlerine rağmen eski durumu korumaya çalışan Tolstoy’un asillerle arası açıldı ve görevinden istifa etti. Moskova’ya dönüp tekrar kumara başladı. Hatta bir kumar masasında, borcuna karşılık daha bitirmediği “Kazaklar”ı rehin bıraktı. Giderek kendini, köylülere daha yakın görmeye başladı. Bu arada Turgenyev’le yaptığı bir tartışma sonucunda onu düelloya çağırdı, ama Turgenyev bu çağrıyı kabul etmedi.

Evlendikten sonra yeni bir hayata başladı

Tolstoy, 23 Eylül 1862’de Moskova’da eski dostlarından bir doktorun kızı olan Sofya Andreyevna Bers ile evlendi. Karısı kendisinden 16 yaş küçük, kültürlü bir kadındı. Evlendikten sonra, Tolstoy, kumarı, eğlence dünyasını ve eğitim etkinliklerini bıraktı. Aşırılıklardan uzak bir yaşam sürmeye başladı. Gençliğindeki içki, kumar ve çapkınlıklardan zevk alan Tolstoy, artık hayatına bir yön vermişti. Karısının üzerindeki etkisini “Hiç böyle âşık olacağımı düşünmemiştim. Ben bir deliyim, böyle devam ederse intihar edeceğim!” diye belirtmişti. İlk 15 yılı çok mutlu geçen bu evlilikten Tolstoy’un 13 çocuğu oldu.

Bazı ufak ruhsal sorunlar yaşadı

Çok karışık ve fırtınalı yıllardan sonra sakin bir döneme girdi. Bu dönemde Tolstoy, sakin bir aile erkeği ve hesaplı bir çiftçi olarak toprağını işletirken, bir yandan ona asıl ürününü kazandıracak olan büyük romanlarını yazıyordu. En güzel eserlerini bu devrede yazdı, daha sonra bazı ufak ruhsal sorunlar yaşadı. Rusya’daki mustarip halkın hüsranını bu zamanlarda daha çok anladı ve yazdı.
1863’te Savaş ve Barış’ı yazmaya başladı. 1864 yılı sonbaharında bir tavşan avında atıyla beraber yuvarlandı ve sağ kolu çıktı. Üç aydan fazla eli kalem tutamadı. Savaş ve Barış’ı baldızı Tanya’ya söyleyerek yazdırıyordu. Toprakla uğraştığı yaz ayları dışında bütün zamanını bu büyük eserinin kahramanlarını seçmek ve tahlil etmekle geçiriyordu. İlk bölümü 1865’te çıkan Savaş ve Barış’ı 1869’da tamamladı.

Ölümler, kendini arayış ve Anna Karenina

Savaş ve Barış’ın ardından yıldan yıla artacak olan ruhsal bir bunalıma daha girdi. Varlığın manasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı’na çekildi. İlahiyatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü. 1873-1877 yılları arasında ikinci büyük romanı olan Anna Karenina’yı yazdı. Roman, büyük bir satış başarısı kazandı. Anna Karenina’yı bitirdikten sonra yine bir bunalıma girdi. 1873-1875 yılları arasında üç çocuğunu ve iki halasını kaybederek üzüntüden hasta düştü. Yine bu yıllarda defalarca intiharın eşiğinden döndü.

Hıristiyanlığı yadsımaya başladı

Sonraki fikir yazılarında Tolstoy’un rasyonalizmden mistisizme geçişi görülür. Aslında mistik bir ruh bütün eserlerinde göze çarpar. Bu inanış seneler geçtikçe arttı ve yazarı hayat denen bilinmezliği çözmeye sürükledi. Bu nedenle de eski ve yeni zaman filozoflarının bütün eserlerini inceledi. 1880’den sonra, Ortodoks Kilisesi’ni; Hıristiyanlıktaki ölümsüzlük düşüncesini ve her türlü siyasal iktidarı yadsıyan, kendine özgü bir Hıristiyan anarşizmi geliştirmeye yöneldi. Mülkiyetin ‘zorla’ elde edildiğini düşündüğü için, özel mülkiyete de karşı çıkıyordu.

Kilise tarafından aforoz edildi

Düşüncelerini Kritika Dogmatiçeskogo Bogosaviya (Dogmatik Teolojinin Eleştirisi), Tak Çuto Je nam Delat? (O Halde Ne yapmalıyız?) ve Tsartsvo Bojiye Vnutri Vas (Tanrı’nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir) gibi kitaplarında açıkladı. Bu düşünceler, 1901’de onun Kilise tarafından aforoz edilmesine yol açtı. Bu dönemde yazdığı “İvan İlyiç’in Ölümü”, “Kreutzer Sonat”, “Hacı Murat” ve son büyük romanı sayılabilecek “Diriliş” gibi eserleri, aynı manevi arayışa, ahlâksızlıkla suçladığı sanatı ve dogmalar ve mucizeler üreten kiliseyi yadsıyışına işaret eder.

Yakasını bırakmayan ölüm yeniden karşısına çıktı

1891-1892 yılları arasında Rusya’da büyük bir kıtlık oldu ve bu kıtlığa bir de kolera salgını eklendi. Bu açlıkla mücadele günlerinde Tolstoy, karısına ve çocuklarına karşı büyük bir yakınlık duymuştu. Çünkü onlar da bütün varlıklarıyla bu mücadeleye katılmışlardı. En fazla kızlarını seven Tolstoy, özellikle 13. çocuğu Vanişka’ya çok düşkündü. Vanişka 1895’te, henüz 7 yaşındayken, kızamığa yakalandı ve öldü. Bu, Tolstoy’un hayatını yine altüst etti ve ona yine ölümü düşündürmeye başladı. Artık ölümden eskisi kadar korkmuyordu. Her olay onu manevi aleme biraz daha yaklaştırıyordu. Yaşı 73’ü bulmuştu. Ağır bir hastalığa yakalandı.

Doktorlar ümidi kestiğinde hayata tutundu

Ocak 1902’de hastalığı zatürreye, ardından da tifoya döndü. Doktorlar ondan ümidi kesmişti. Ama kuvvetli bünyesi bunlara karşı koydu. Aynı yılın temmuz ayında iyileşti ve Yasnaya Polyana’ya geri döndü.

Çar Nikola’ya ağır ithamlarda bulundu

1905’te Rus-Japon Savaşı başladığında, Tolstoy, savaş sebebiyle Çar Nikola’ya yüz binlerce adamı boş yere ölüme sürüklediği yolunda açık ithamlarda bulunuyordu. Tolstoy’un bu ikazlarına çar ve hükümeti aldırış etmediği halde, bütün Rusya onu haklı görüyordu. Memleketin her köşesinde siyasi tezahürat yapılmaya başladı. Hatta bu arada St. Petersburg’da çıkan en büyük Rus gazetesi Noviye Vremya’nın başyazarı Suvorin, şöyle yazıyordu: “İki Çarımız var: 2. Nikola ve Lev Tolstoy. Bunlardan hangisi daha kuvvetli? 2. Nikola, Tolstoy’a bir şey yapamıyor, onun tahtını sarsamıyor. Oysa Tolstoy, hem Nikola’nın hem de hanedanın tahtını yerinden oynatıyor.”

Ailesiyle arası açıldı

Son zamanlarında da, ilerleyen yaşına rağmen, hep yenilik ve değişiklik arayan bir çocuktan farksızdı. 82 yaşındayken ailesiyle aralarında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Tolstoy, kendi görüşleri doğrultusunda mülkünden vazgeçmek istiyordu, ama eşi ve yakınları buna karşı çıkıyordu. O, kendi toprağında köylü giysileri içinde çalışıyor, kendi ayakkabılarını kendisi yaparak olabildiğince başkalarının emeğini sömürmeden yaşamaya dikkat ediyordu. Bu bakış açısı farklılığı, konumunu korumaya çalışan ailesiyle arasının açılmasına neden oldu.

Bir mektup yazdı ve evini terk etti

22 Temmuz 1910’da, 3 şahit huzurunda yazdığı vasiyetname ile bütün eserlerini dert ortağı olan kızı Aleksandra’ya bıraktı. Evliliğinin ilk yıllarından sonra başlayan ve zaman zaman çekilmez bir hal alan aile geçimsizlikleri 1910’un 8 Kasım’ı 9’a bağlayan gecesinde bir fırtına halini aldı. Evi terk etmeye karar veren Tolstoy, gece saat 4 civarında karısına bir mektup yazdı ve bu mektubunda ona 48 senelik hizmetinden ve arkadaşlığından dolayı teşekkür ediyor ve kendisi hakkında kötü hislere kapılmamasını rica ediyordu. Mektubu yazdıktan sonra kızı Aleksandra’yı uykudan kaldırdı, eşyalarını topladı, arabasını hazırlattı. Yanına doktoru Duşan’ı aldı ve kimseye uyandırmamak için arabasını evin arkasındaki yollardan geçirerek Yasnaya Polyana’daki evinden çıkıp gitti.

Karısı intihara teşebbüs etti

Kozelsk istasyonundan trene bindi, üçüncü mevkide seyahat ediyordu. Optina’da trenden indi. Kardeşi Marya’yı rahibe olarak bulunduğu manastırda ziyaret etmek istiyordu. Köyde bir kulübe aradı, bulamadı. Burada uzun zaman gizli kalabilmesinin imkânsız olduğunu biliyordu. Daha şimdiden kaldığı otelin önünde sivil polisler dolaşmaya başlamıştı. Bu sırada Yasnaya Polyana’dan kendisini her tarafta arattıkları haberini aldı. Karısının, arkasından intihara teşebbüs etmiş olduğunu öğrendi.
Tolstoy, tam Odesa-İstanbul yolundan Bulgaristan’a geçmeye karar verdiği anda kızı Aleksandra arkasından yetişti. Hep beraber geriye dönmek üzere trene bindiklerinde istasyonlarda aldıkları gazeteler, Tolstoy’un kaçışını yazıyordu. Astapovo’ya geldiklerinde hasta olan Tolstoy, gar şefinin dairesinde Dr. Duşan tarafından ayırtılan iki odadan birine yatırıldı. Hastalanarak Astapovo’da trenden indiği bütün dünyada duyulmuştu. 15 Kasım’da zatürree olarak teşhis edilen bu hastalık iki ciğerini birden sarmış ve ağır ağır o cüsseyi, sağlam yapıyı çökertmeye başlamıştı.

Kiliseye geri alınmak istendi

Bütün dostları, karısı ve çocukları, Rusya’nın en büyük doktorları özel bir trenle Astapovo’ya geldi. Çar hükümeti, halk arasında çıkması muhtemel bir karışıklığa tedbir olarak, hastanın bulunduğu bölgeyi sıkı bir polis koruması altına aldı. Saint Sinot ise yaptığından pişman olmuş olarak Tolstoy’u kiliseye alma yollarını aramaya koyulmuştu. Ağırlaşan hastaya karısıyla konuşmak isteyip istemediği sorulduğunda adeta sayıklar gibi “Kaçmak… Kaçmak!” diye cevap verdi.

Tüm mirasını yoksullara bırakarak öldü


Günden güne ağırlaşan hastayı dışarıda çocukları ve karısı bekliyordu. 20 Kasımın erken saatlerinde Tolstoy dünyaya gözlerini yumdu. Ölüm haberi Rusya’ya ve bütün dünyaya yayıldı. Cenaze töreni 23 Kasım günü Yasnaya Polyana’da yapıldı. Hükümet, bütün taşıma araçlarına el koymuş, fiyatları da 10 katına çıkarmıştı. Bu yüzden Tolstoy’un cenaze törenine, çoğu civar köylerden olmak üzere, ancak dört-beş bin kişi katılabildi. Sağlığında kendi eliyle gösterdiği bir yere, çocukken Yasnaya Polyana’nın en çok sevdiği ve oynadığı gölgeli bir köşesine defnedildi. Bütün malvarlığını yoksullara dağıtan ve onlardan biri gibi yaşamayı seven Tolstoy, ardında onlarca ölümsüz eser bırakarak hayata gözlerini kapadı.


19 Mayıs 2015 Salı

MOSKOVA METROSU MÜZE GİBİ!





Kaynak: http://www.cokgezenlerkulubu.com/

İlk metro, Stalin’in emriyle 15 Mayıs 1935’te açılıyor. 11 kilometre boyunca Sokolniki – Smolenskaya arasında 13 hattı birbirine bağlayan bu demiryolu şu anda 313 km, 188 durakta, dünyanın Seul’dan sonra en çok kullanılan ikinci büyük metrosu statüsünde; renklerle ayrılmış 12 hatta günde ortalama 7 milyon kişinin kullanımında. Sayılara gel! Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin en şaaşalı projelerinden biri olarak düşünülen metro durakları avizeler, mermerler, heykeller, duvar resimleriyle bu dönemde tanışıyor, şu anda yerin altında müze faaliyeti gören çeşitli duraklar, komünist rejimin Moskova’ya kazandırdıklarından.

Hangi metro durağına bakmalı?

Komsomolskaya: 1935’te açılmış olan bu durağın limon sarısı sütunları, Barok stilinde, Rusya’nın asırlardır süregelen barış ve özgürlük savaşlarını simgeleyen mozaiklerle bezeli.

Arbatskaya: Daha önce Almanlar tarafından tahrip edilen istasyon yerine 1953’te, atom bombalarına karşı bile korunabilmek amacıyla inşa ediliyor. 250 metre eninde, 41 metre deriliğinde olmasının en önemli nedeni bu. Etrafındaki kırmızı mermerler, devasa abajurlar ve çiçek motifleriyle dekore edilmiş duvarlar, küçük bir sarayda olduğun duygusunu verecek. Şaşırma!

Belorusskaya: Bir zamanlar Belarus (Beyaz Rusya) ve Avrupa’ya giden trenlerin durağı olduğu için bu ismi alıyor. Ana salonunda Vladimir Lenin’in bir heykeli var. Ama benim asıl dikkatimi pembe-siyah mermerle dekore edilmiş duvarları çekti. Diyorum, bütün metro istasyonları başlı başına galeri.

Novoslobodskaya: 1952 yılında yapılmış olan istasyonda Letonyalı sanatçılar E. Veylandan, E. Krests, and M. Ryskin tarafından yapılmış 32 cam panel bulunuyor. Ama buranın mihmandarı, platformun sonunda karşına çıkacak Pavel Korin’in “Dünyada Barış” isimli mozaikleri.

Mayakovskaya: Moskova’nın (bilirkişilere göre) en güzel metro istasyonuna hoşgeldin. Sovyet şair Mayakovsky’nin anlattığı gelecekten ilham alan bu istasyon İkinci Dünya Savaşı sırasında bir sığınak olarak kullanılmış, 7 Kasım 1941’deki devrim sırasında Stalin konuşmasını bu koridorlarda, binlerce kişiye yaptığı yer olmuş. Trenden indiğinde, tavanda göreceğin mozaikler “24 Saat Moskova Gökyüzü” temasıyla Alexander Deyneka’nın elinden çıkmış.

Elektrozavodskaya: Tavanında 318 ampul, duvarlara resmedilmiş savaş dönemini aydınlatıyor. Özellikle boş olduğu saatlerde görüntü, nefes kesici.

Shosse Entuziastov: Sarı mermerin her tonuna dokunabiliyor, platformun sonundaysa A. Kuznetsov’un “Özgürlük Ateşi” isimli heykelleriyle burun buruna geliyorsun.

Park Kultury: 1980 Moskova Olimpiyatları’nda en çok kullanılan istasyon Park Kultury.Çıkışında ünlü yazar Moxim Gorky’nin mozaiği var.

Teatralnaya: Bolşoy Tiyatrosu’nun durağının içi komünist rejim gelince yıkılan Christ the Saviour Katedrali’nin mermerleriyle yapılmış. Kristal lambalar, bronz çerçeveli resimlerle dekore edilmiş girişi görünce kendini az sonra tiyatrodaki izleyicilerden birine dönüşecek gibi hissetmen olası. Duvarlarda Kazakistan, Ukrayna, Gürcistan, Özbekistan gibi bir zamanlar S.S.C.B üyesi ülkelerin geleneksel dansçılarının kabartmaları bulunuyor. 

Kievskaya: İstasyon, Ukrayna’da yapılan yarışmanın kazananları tarafından tasarlanıyor. A.V. Myzin’in mozaikleri Rusya-Ukrayna arasındaki birlik ve beraberliği simgelemekte. 2006’da Fransız Hector Guimard’nun ünlü Art Nouveau girişinin reprodüksiyonu buraya getiriliyor. Karşılığında Ivan Lubennikov Paris-Madeleine istasyonuna kendi eserini yolluyor.

Ploshchad Revolyutsii: Metrodan çıktığın anda geçtiğin ark var ya, işte bu istasyonda o arkın her iki tarafında çocukları, sporcuları, çiftçileri, askerleri, avcıları, işçileri, kısaca proleterya kesiminden herkesi sembolize eden heykeller var. Sınır kapısında duran görevlinin köpeğinin burnunu okşamanın iyi şans getireceğine inanılıyor.

Metro hakkında birkaç şey:

Şehir merkezine doğru gidiyorsan bir erkek sesi, sıradaki durağın adını anons ediyor, şehrin merkezinden uzaklaşıyorsan kadın duyuyorsun. Rusça’yı anlamadığın durumlarda bu bilgi yönünün doğru olup olmadığı konusunda sana ipucu olabilir.

Metro haritasına bakacak olursan şehrin tam merkezini içine alacak şekildebir yuvarlak göreceksin. Bunun nedeni, planlar tamamlandıktan sonra üzerine konulmuş kahve fincanı. Sunuma bu şekilde gidiliyor ve kabul ediliyor, daha sonra da yapımına karar veriliyor. Burada da yine doğru yönde olduğunu anlaman için ufak bir ipucu var. Saat yönüne gittiğinde erkek, tersine yol aldığında kadın sesi duyuluyor.

Metro durağına geldiğinde olduğun yerin adını trenden göremiyorsun. Bunun sebebini kesinlikle anlamadım, dolayısıyla mantıkla açıklayabileceğim hiçbir şey söyleyemiyorum. Parmakla hesap yapacak, ya da yanlış durakta inip bir sonraki treni bekleme yoluna gideceksin.

Metro 5:30-1:00 arasında açık. Tüm hatlar olmasa da genellikle şehir merkezinde dolaşacağını düşünüyorum ve bu konuda sorun yaşamayacağına inanıyorum.
Moskova’da 2-3 günden fazla kalacaksan en iyisi bir kart almak. 11 sefer binmene imkan veren kartlar 300 Ruble /18 TL. Sakın önünde turnike açık diye bedava geçmeye kalkma seni her an takip eden bir görevli yanda bekliyor.

Moskova yürüyerek gezilir mi?

MOSKOVA MUHTARI

http://www.moskovalife.com/

Mayıs tatilinde Paris’ten dönen bir arkadaş dedi ki: “Bir kez daha anladım. Bazı şehirleri yürüyerek gezip dolaşmak mümkün. Ama Moskova kesinlikle bu kategoride bir şehir değil. Vasıtasız olmaz!” Bence doğru. Ama eksik. Sadece “vasıtasız” değil, “rehbersiz” de olmaz!

Yani bileti alıp, bir de rehber kitap edinip Avrupa’ya, Asya’ya, pek çok memlekete gidip kendi başınıza gezip gelebilirsiniz. Ama bana kalırsa Moskova’ya değil!

Neden mi?

Geçen hafta Türkiye’den gelen arkadaşlarımı gezdirirken fark ettim: 2015 yılında Moskova metrosunda hala istasyonların adı Latin harfleriyle yazmıyor! 2015 yılında hala Moskova’da yollarda İngilizce tabela sayısı milyonda bir!

Yani dürüst olmak gerekirse, atılan adımlar yetersiz ve hala Moskova yabancıların deyişiyle “tourist friendly” yani turist dostu bir şehir değil...

Bu arada “vasıtasız dolaşılmaz” meselesine gelince.

Gerçekten de Moskova’nın görmeye değer yerleri son derece geniş bir alana yayılı. Yürüyerek dolaşayım derseniz günün yarısı anlamsız-gereksiz yerleri nefes nefese geçmekle heba olur. Alan büyük, binalar büyük, parklar büyük, mesafeler büyük. Yaşayanlar için bence bu eksi değil ama turistler için öyle.

Bu” mesafe meselesi”ne canlı bir örnek vereyim.

Moskova’ya ilk geldiğimde bir randevum vardı. Diyelim Prospekt Mira No 16’da. Hava güzeldi. Taksiye binmiştim. Daha yarım saat vardı randevuma. No 6’yı görünce, “Daha çok vakit var, erken gidip bekleyeceğime bu güzel havada yürüyerek gideyim” diye taksiyi durdurup indim. Hay inmez olaydım!!

Ben nereden bileyim Moskova’da binaların bu kadar büyük olduğunu, her birinin cephesinin birkaç yüz metre olabileceğini! Yürü yürü numara değişmiyordu. O kadar büyüktü binalar. Erken gitmekten korktuğum randevuya kan ter içinde, 15 daika gecikerek vardım.

Onun için birileri bana “Moskova’ya yalnız geleceğim, Rusça bilmiyorum ama ben elimde rehberle yürüye yürüye tüm şehir gezerim. Zaten Avrupa’da hep böyle yaptım” diyenlere bıyık altında gülüyorum. Moskova’yı yürüyerek gezmek, okyanusu yüzerek geçmeye benzer çünkü...