Moskova

Moskova

29 Ocak 2015 Perşembe

M. Hakkı Yazıcı’nın kaleminden: Yitik Zamanlar Dükkanı

ktpu342e

Kaynak: http://www.moskovalife.com/

M. Hakkı Yazıcı’yı okurlarımız TürkRus.Com’a yazdığı öykü tadındaki makalelerinden tanıyor. 

Rusya’da, hayata dair çelişkileri, ince bir bakışla fark edilebilecek detayları bazen mizahın, bazen hüznün sosuna batırarak sunuyor okurlarına. Ancak M. Hakkı Yazıcı’nın yazın hayatı Rusya yıllarıyla sınırlı değil. Yayınlanmış pek çok öyküsü var.

İşte Yazıcı’nın kısa öyküleri “Yitik Zamanlar Dükkanı” adlı kitapta okurlarıyla buluştu. 

İstanbul’da Kanguru Yayınları tarafından basılan kitabın tanıtım yazısında, kitaba adını veren öyküde bir kesit var:

“Ben de sokakta uzun bir kuyruk gördüğünde merak edip soranlardanım. Caddenin karmaşasından, kalabalığından eser olmayan tenha bir sokakta oluşmuş uzun kuyruğu görünce durdum. Sıranın başında içinde ne satıldığı belli olmayan camları kirli eski bir dükkan vardı. Dükkanın vitrininde açıklayıcı ne bir yazı, ne de sergilenen bir ürün vardı; tabelası da yoktu. Kuyruktakiler sırayla, teker teker içeri alınıyordu...”

Büyük keyifle okuyacağınıza inandığımız kitabı www.idefix.com dahil pek çok internet kitapçısından da sipariş edebilirsiniz.

26.1.2015

27 Ocak 2015 Salı

Uzun ömrün ve genç kalmanın sırrına ermiş olan insanlar neredeler, ne yapıyorlar?

“Nedense uzun ömrün ve genç kalmanın sırrına ermiş insanların uzaklarda bir dağ başında manastırda ya da bir ormanın derinliklerinde yaşadığını düşünürüz. Oysa bu insanlar aramızda yaşıyorlar. Sadece haberimiz yok onlardan ve sırf bu yüzden sırlarını öğrenme fırsatını kaçırıyoruz.” Bu sözler Rus foto muhabiri Vladimir Yakovlev’e ait. 2011’de başladığı Mutluluğun Yaşı konulu çalışması için dünyayı dolaşıp yaşlılığa dair alışılmış beklentilerimize meydan okuyan insanları belgeliyor. Alman jimnastikçi Johanna Quaas’ın 2012’de fotoğrafı çekildiğinde 86 yaşındaydı.
Yakovlev bu fotoğrafları "70 Yaşındayken Böyle Olmak İsterim" adlı bir kitapta topladı. Kitapta yer alan 30 kişi arasında 75 yaşındaki bir sörfçü, 103 yaşındaki bir maraton atleti, 79 yaşındaki bir porno yıldızı da var. Montserrat Mecho’nun fotoğrafı çekildiğinde 78 yaşındaydı. Bu İspanyol kadın paraşütle ilk atlayışını 49 yaşındayken yaptı ve bugüne kadarki atlayış sayısı bini aştı. Mecho aynı zamanda hava dalışı, yokuş aşağı kayakçılık, sörf ve sualtı dalış da yapıyor.
“Çok kişisel bir proje olarak başladı. 50 yaşını aşmış, gelecekte beni nelerin beklediğini bulmak ve başıma gelecekler üzerinde ne kadar etkim olabileceğini öğrenmek istiyordum,” diyor Yakovlev. Colorado’da yaşayan Yvonne Dowlen 80 yaşında geçirdiği bir araba kazasında ciddi şekilde yaralanmış. Doktorlar buz patenine veda etmenin zamanı geldi demişler. 75 yıldır buz pateni yapan Dowlen ise 89 yaşında da bu işe devam ediyor. “Moralim bozulduğunda oksijen maskesiyle dolaşan yaşıtlarıma bakıyor, buz patenlerimi takıyor ve gülümsüyorum,” diyor.
Yoga öğretmeni ve dansçı Tao Porchon Lynch 2011’de fotoğrafı çekildiğinde 93 yaşındaydı. 87 yaşında dans yarışlarına katılmaya başardı ve 600’den fazla ödül aldı. Bugün hala sabahları üç saat yoga öğretmeye, öğleden sonraki saatlerinde de dans etmeye devam ediyor. Dans partnerleri kendisinden 70yaş küçük. “Yaşa inanmıyorum. Enerjinin gücüne inanıyorum. Emekliye ayrılmayı düşünmüyorum… Komşu gezegene ulaşıncaya kadar dans edeceğim,” diyor.
Torununun doğum gününü organize ettikten sonra bir kulüpte DJ’lik yapmaya karar verdiğinde Ruth Flowers 68 yaşındaymış. Mayıs 2014’te 83 yaşında ölünceye kadar dünyanın birçok kentindeki kulüplerde gösteriye çıkmış. Yakovlev onun fotoğrafını 2012’de çekmiş. “Dört yıldır dünyayı dolaşıp ‘normal’ yaşlanmayı reddeden, tersine neşeli, parlak ve belki gençliklerinden daha coşkulu yaşamını sürdüren insanları arıyorum. Gördüklerim hayatımı ve insanların ‘yaşlılıklarında’ neler yapabileceklerine dair düşüncelerimi değiştirdi,” diyor Yakovlev.
Greta Pontarelli 61 yaşında. Parıltılı bir bikiniyle seyirci karşısına çıkıp direkten tutuyor ve sanki hiç zorlanmadan vücudunu yerden kesiyor. Amerikalı bu kadın sonra dakikalar boyunca karmaşık bir dans sergiliyor. Pontarelli 59 yaşındayken kemik erimesi teşhisi konunca bu tür danslara başlamaya karar vermiş. “Kemiklerimi güçlendirmek için ağırlık çalışmam gerekiyordu. Bunun da en eğlenceli yolu buydu,” diyor. 2014 yılı dünya şampiyonalarında 50 yaş üstü kategoride birincilik almış.
Ömrü boyunca dansçı olmak isteyen John Lowe 79 yaşında baleye başlamış, ilk gösterisine ise 89 yaşında çıkmış. 90 yaşına bastığında ailesi havada tam dönüş yapmasını yasaklamış. “Bir düşersem beni bir daha toparlayamazlar diye korkuyorlar,” diyor Lowe. Artık sadece zıplıyormuş. Kaslarını güçlendirmek için evinin tavanına astırdığı trapezden günlük sarkıyormuş ayrıca. Bugün 94 yaşında olan Lowe’ın Yakovlev’e önerisi ise şu: “Hayatınızı tümüyle değiştirecek bir şey bulun. Biraz zor ama herkes bir şey bulabilir. Ben bale sayesinde bel kemiğimin düz kalmasını ve zamanı kandırmayı başarıyorum.”
Kaliforniyalı Lloyd Kahn 65 yaşında kaykay yapmaya başlamış. Yakovlev onu 2013’te 78 yaşındayken fotoğraflamış. Oğlu ve torunuyla kaykay yaparken oğlu şunları söylüyor: “Birlikte kayarken 3 yaşındaki oğlum için mi yoksa 79 yaşındaki babam için mi daha çok endişeleneyim bilemiyorum.” Yayıncılıkla ve çevre dostu konut inşaatıyla uğraşan Kahn ise gençler gibi kaymadığını, aşırıya kaçmadığını söylüyor.
Duan Tzinfu Pekin’de spor yapan bir grup insanla tanıştığında hayatı değişmiş. Ondan daha yaşlı bu insanlar hiç zorlanmadan her hareketi yapıyormuş. 50 yıl cam fabrikasında çalışan Duan, cam tozu yüzünden çok hasar görmüş. Daocu ilkelere göre kas gerdirme ve nefes alma hareketleri yapan Duan bugün 76 yaşında ve yaptığı hareketlerle çoğu gence taş çıkarıyor.
Doris Long 85 yaşında dağcılığa başlamış. 2012’de Yakovlev fotoğrafını çektiğinde 98 yaşındaymış. Birçok kez İngiltere’nin yüksek binalarından iple kendisini sarkıtarak inişe geçmiş ve bugün de bunları yapmaya devam ediyor. “Mutluluk bir hayat tarzıdır, tercihtir, diyor. “ Bu kadar kolay mı diye merak edenler olabilir. Evet, kolay. Hem mutluluk hem de genç kalmak bu kadar kolay.”
Bu makalenin İngilizce aslını BBC Culture’da okuyabilirsiniz.

Rus Yeni Yılı’nı nasıl bilirsiniz?



Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Nihayet eskisiyle, yenisiyle Rusya'da yeni yıl ve Noel kutlama dönemi sona erdi...
Sosyal anketler Rus halkının ezici çoğunluğu için en sevilen bayramın “Yeni Yıl” olduğunu ortaya koyuyor. Ne Noel, ne de 8 Mart bu bayramın yerini dolduramıyor.

Yeni Yıl’ın Rusya’da resmi bayram oluşunun tarihi ise çok eskilere dayanmıyor, bu da çok ilginç bir nokta.

Rusya’da Yeni Yıl’ın kutlanması ile ilgili tarihçeyi ve gelenekleri ne kadar biliyoruz bir bakalım?

1.Pyotr (Petro) 1699 yılında yayınladığı özel bir emir ile Yeni Yıl’ın 1 ocakta kutlanması geleneğini Rusya’ya getirmiştir. Bundan önce ise Ruslar ‘Yeni yılın ilk gününü’ tamamen farklı bir günde kutlarlardı. Ne zaman mı? 16 ağustos’ta.

1. Pyotr (Petro) daha önce Rusların bilmediği diğer bir geleneği daha getirmiştir. Ne midir bu? Noel Ağacı süslemek.

Sovyet yönetimi 1918 yılında Noel Ağacı geleneğini ‘burjuva önyargısı’ diyerek yasaklamıştır. SSCB’de Yeni Yıl’da Noel Ağacı süsleme geleneğine 1935 yılında yeniden izin verilmiştir?

1 Ocak 1947 yılında Rusya’da resmi tatil ilan edilmiştir?

Rusya Yeni Yılı’nın vazgeçilmezi Noel Baba’nın (Santa Claus) benzeri Ayaz Dede’dir (Ded Moroz). Ayaz Dede aslen Büyük Ustyüg şehrindendir?

Rus Ayaz Dede’si hiçbir zaman misafirliğe yalnız gelmez. Ona her zaman torunu Kar Kızı (Sneguroçka) eşlik eder. Bu tipleme 20. yy ortalarında ‘resmen’ torunu sıfatını kazanmıştır?
Şimdilerde Rusya’da Noel ağacı oyuncaklarla süsleniyor. Eskiden şekerleme, tatlı gibi şeylerle süslenirdi?

Hruşçov (Kruşçev) zamanında en popüler Noel Ağacı oyuncağı mısır idi?

31 aralıkta Rus televizyonlarında mutlaka yılbaşı temalı aynı film gösterilir. Bayrama hazırlanırken bu filmin seyredilmesi artık bir gelenek haline gelmiştir. Bu filmin adı Sovyet komedisi «Kaderin ironisi, ya da sıhhatler olsun!»dur?


Rusya’nın diğer bir bilinen geleneği kardan adam yapmaktır. Özellikle de Yeni Yıl gecesi yapılmasına özen gösterilir. Kardan adamlar eski Rusya’da kışın ruhlarını simgelerlerdi?

20 Ocak 2015 Salı

Çağdaş Rus toplumunda yozlaşma ve tutku



Atilla Dorsay / T24

Andrey Zvyagintsev’den yine bir başyapıt. Gerçi bu kez bence mini-başyapıt düzeyinde. Ama bu, önemini ve özgünlüğünü çok da azaltmıyor.

Barents denizi kıyılarında bir küçük yerleşim. Ölü balinaların sahile vurduğu, doğanın güzel olmaktan çok vahşi gözüktüğü, hayatın binbir güçlükle ve büyük bir çabayla sürdürüldüğü bir mahrumiyet ve geri kalmışlık bölgesi.

Eski Sovyetler’in yerine Yeni Rusya vaadleriyle iktidara gelen kapitalist rejim, bu sisteme özgü tüm yolsuzluk ve sömürüyü de birlikte getirmiştir. Böylece güzel karısı Lilya, tek oğlu Roma ve bir avuç çalışanıyla birlikte yaşamını emeğiyle sürdürmeye çalışan Nikolai,  yörenin alabildiğine yozlaşmış belediye başkanı ve adamlarının tehdidi altındadır: başkan yakınlarına peşkeş çekip ranta açmayı tasarladığı sahil kesimi için, onun hem yaşayıp hem çalıştığı  tüm yapıları yerlebir etmek niyetindedir.
Nikolai, Moskova’dan kendisine yardıma gelen eski askerlik arkadaşı  Dimitri’yle birlikte kendisini ve ailesini savunmaya çabalar. Ellerinde başkanın yolsuzluklarını saptayan bir dosya vardır. Ama aralarına giren kadın, çevrenin en güzel  kadını ve Nikolai’nin tek büyük aşkı Lilya, tüm dengeleri altüst edecek ve siyasal temelli mücadeleyi de saptıracaktır.

Yönetmen yine görsel açıdan son derece zengin, şiir gibi işlenmiş bir sinemayla, insana dair temel sorunları karşımıza getiriyor. Bu kez politik bir boyut da ekleyerek: kapitalizmin içerdiği ve sanki kaçınılmaz gözüken para hırsı ve yozlaşma olayı. Ki şu dönemde, bizler de güzel ülkemizde bir benzerini yaşıyor değil miyiz?

Her gün bir başka doğa güzelliğinin ran için gözden çıkarılması, tarihin bıraktıklarının kazanç uğruna çiğnenmesi ve her boş alanın betona teslim edilmesi sürecini, en korkunç biçimiyle yaşamıyor muyuz?

Elbette o ülkede her şey bizde olduğu gibi değil. Örneğin her olumsuz olayda, şişe şişe tüketilen votkaya sığınma. Ya da, daha temellisi, kadına, hele aldatan kadına bakış. Bizde bir erkeğin hemen silahına sarılarak, can alarak  çözümleyeceği sorunu, Rus erkekleri ne kadar yumuşak karşılayabiliyor!..

Ama acaba gerçekten öyle mi? Yoksa bu sadece bir görüntü mü? Ve aslında erkeğin kıskanç ve sahiplenici yapısı ve namus anlayışı, böylesine farklı ülkelerde bile ayni sonuçlara yol açabilir mi?

Özenle çekilmiş, doğaya geniş yer veren, çizgisel anlatımı içinde hayli sürpriz gelişmeler de saklayan ve bunları usta bir görsellikle sarmalayarak sunan bir film. Belki büyük ustanın Dönüş ya da Sürgün başyapıtları kadar etkileyici değil, ama yine de yeterince doyurucu.
LEVİATHAN    X  X  X  X
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Senaryo: Oleg Negin, A. Zvyagintsev
Görüntü: Mikhail Krichman
​Oyuncular: Elena Lyadova, Vladimir Vdovichenkov, Roman Madyanov, Aleksey Serebryakov, Kristina Pakanna/ Rus filmi.   

18 Ocak 2015 Pazar

"Annem hayatı boyunca Nâzım’la yaşadı"

Vera’nın kızı Anna Stepanova, Nâzım ile tanışmalarını ve Vera’nın Nâzım’dan sonraki yaşamını Cumhuriyet okurlarına anlattı

Anna Stepanova
16 Ocak 2015 Cuma
Haber görseli

O zamanlar küçük bir kız çocuğu olmama rağmen Nâzım Hikmet’le karşılaşmalarımız aklımda çok iyi yer etmiştir. 


Ender görüşürdük, çok hastalanırdım. Podmoskovye’de yaşayan büyükannem, annemle babamın boşanmasından önce beni yanına almıştı. Annem Nâzım Hikmet’i ailesiyle tanıştırmak için, işte ilk kez buraya getirmişti. Büyükannem pasta, börek pişirmişti, çok heyecanlıydı. Bana “Evimize büyük bir şair geliyor” demişti. 


Nâzım Hikmet iyi ve neşeli bir insan olarak görünmüştü gözüme. Rusçayı tatlı bir aksanla konuşuyor, bazen komik biçimde kelimeleri değiştiriyordu. Annem de çok heyecanlıydı. Ama kısa zamanda kaynaştık. Yalnız itiraf etmem gerek, hem o gün, hem de ondan sonraki karşılaşmalarımızda Nâzım Hikmet, XIX. yüzyıl aristokratlarının hayatını anlatan filmlerdeki kavalyeler gibi elimi öptüğünde korkudan ölecek gibi olurdum. İlk tanıştığında istisnasız bütün kadınların elini öperdi. Sonra da beni yanağımdan öperdi. Tütün ve kolonya karışımı hoş kokusunu, fırça bıyıklarından gıdıklandığımı, altın rengi çillerle kaplı ellerinin ve yüzünün incecik derisini hatırlıyorum.


Sonraları annemle Nâzım Hikmet’in Moskova’da birlikte yaşadığı, şimdi benim oturduğum daireye uğramaya başladım. Akşamları hep bir sürü misafir olur, sohbetler edilir, yenilir içilirdi. Coşkulu ve mutlu bir yaşam kaynardı. Ama gündüz oldu mu, annem, Nâzım Hikmet’in çalıştığı odanın kapalı kapısının önünden ayaklarının ucuna basarak geçerdi, huzurunu gözetirdi. Ona kahve pişirir, telefonda fısıldayarak konuşurdu.

Haber görseli
Nâzım Hikmet ve annem birbirlerine ışıkla bakardı. Küçük olmama rağmen, ben bile fark etmiştim. Sürekli bakışları karşılaşır, gülerler, birbirlerine komik sözler söylerlerdi. Büyüyünce anladım ki, birbirlerine olan şefkatlerini başkalarından bu şekilde sakınırlardı. 

Nâzım Hikmet’le arkadaştık; benimle söyleşir, beni tatlıya, şekerlemeye boğardı, ki kendisi de çok severdi böyle şeyleri. Gezilerden dönüşte bir sürü hediye getirirdi.

Bir keresinde benden kendisine baba dememi istedi ama annem zaten bir babamın olduğunu söyleyerek buna müsaade etmedi. İşte böylece benim için hep Nâzım Amca olarak kaldı. Ona bu şekilde hitap ederdim. Şimdi onu hatırlıyor ve gülümsüyorum. O kadar yakışıklı, zarif, hoş ve iyi biriydi ki. Çocukluğumdan kalma büyülü bir suret adeta.

Nâzım Hikmet öldükten sonra evimizden hiçbir yere kaybolmadı. Evimiz diyorum, çünkü onun ölümünden sonra annem beni yanına aldı. Hayatı boyunca evin içinde Nâzım Hikmet’in ayak seslerini işitti, onunla konuştu, zor durumlarda kendisine yardım ettiğinden ve beladan kurtardığından emindi. Ama bir şeyleri doğru yapmadığında kendine kızdığından da hiç şüphesi yoktu. 


Nâzım Hikmet annem için dünyadaki en önemli insan olmaya devam etti. Yazdığı her şey de hayatının manası, övünç ve mutluluk kaynağı olmayı sürdürdü. Ölümünün ilk yılında annemin geceler boyu uyuyamadığı olurdu. İşte hatıralarını bu dönemde yazdı. Ancak gerçek bir aşkın ve Nâzım Hikmet’in Sovyet rejiminden duyduğu hayal kırıklığının sarsıcı hikâyesinin SSCB’de yayımlanmasına izin vermediler, ta ki birlik yıkılana dek. Bu yüzden kitap önce Türkiye’de çıktı, ama o da kolay olmadı.


Annemin kitabının Rusçada yayımlanmasının üzerinden beş yıl geçti. Vera Tulyakova’nın aşkı ve hatırası sayesinde büyük şairi, kutlu Türkiyesi’ni ve insani bakımdan hayret verici emsalsizliğini bir kere daha keşfeden minnettar okurlardan hâlâ mektuplar alıyorum.


Nâzım’dan “Anuşka” diye seslendiği Anna Stepanova’ya doğum günü hediyesi...

Büyük şairin kitaplarında yer almayan bu şiiri okurlarımıza sunuyoruz.

“Bitirdin dokuzunu Anuşka

sanırsam oldukça değişecek
yüzün gözün
boyun bosun
aklın fikrin
doksanını bitirdiğinde
Bitirdin dokuzunu Anuşka
Değişmesin yüreğinin içindeki
billur çekirdek
Doksanını bitirdiğinde)
12 Kasım [1961], Moskova

17 Ocak 2015 Cumartesi

Komşunun tavşanı



                                                               M. Hakkı Yazıcı
                                                                                                                                                                 
Kaynak : http://www.turkrus.com/HaberDetay.aspx?id=67850%2F

Dışarı çıktığımda yan padiyezdden, hemen bizimkinden sonraki apartman girişinden komşumuz Azeri Hüseyin’i arabasının bagajına naylon torbalar içinde bir şeyler yerleştirirken gördüm.

“Kolay gelsin,” dedim.

Kafasını çevirip:

“Sagol. Bunlar mənim arvadımın çiçəkləri,” dedi.

Torbaların içinde Hüseyin’in karısı Elena İvanovna’nın yaz aylarında daçasının bahçesinde gözü gibi baktığı, ancak kış aylarında donmasın diye sökülüp, uygun ısıdaki kapalı bir mekanda saklanan georginaları ( Георги́на-Yıldız çiçekleri) vardı. Dahlia cinsinden olan, yaz ve sonbahar mevsiminde çiçek açan, gövdesi çalı, kökleri yumru şeklindeki bu çiçeklere Elena İvanovna çok önem veriyordu.

Aslında georginaların sonbaharın sonu gelmeden sökülüp, kışlık mekanlarına taşınması gerekiyordu; ancak beyaz kış biraz tolerans gösterip, havalar şimdiye kadar olağandan daha yumuşak geçince Hüseyin, tembelliğine yenik düşüp, işi geciktirmiş, çiçek yumrularını kapalı balkonlarının bir köşesinde saklamıştı. Şimdi, artık georginaları her kış sakladığı garajdaki yerine taşıması gerekiyordu.

Adeta bir gölge gibi hep peşinde olan köpeği de Hüseyin’in yanındaydı.

Köpek, ara sıra lapa lapa yağan karın coşkusuyla, avlumuzdaki küçük parkta, ağaçların arasında deliler gibi koşturuyor, karların üstünde yuvarlanıyor, yine geri geliyordu.

Azeri Hüseyin’e köpeğini gösterip:

“Sevgilin her zaman yanında,” dedim.

“Mən bu iti çox xoşlayıram (Ben bu köpeği çok severim),” diye cevap verdi.

“Sevilmeyecek gibi değil, güzel hayvan,” diye devam ettim.

“Elə amma, bəzən bizə problem çıxarar. Bilirsənmi bu itin üzündən başımıza nələr gəldi? (Öyle ama, bazen bize sorun çıkarır. Biliyor musun bu köpeğin yüzünden başımıza neler geldi?)”

“Hayrola?” diye merakla sordum.

“Bilirsən bizim bağ qonşumuzun bir dovşanı vardı. (Biliyorsun bizim daça komşumuzun bir tavşanı vardı.)” diye anlatmaya başladı.

O kadar çok bahsi geçmişti ki, ben bile Hüseyin’lerin daça komşularının sevgili tavşanını biliyordum.

***
Rusya’da hayvan sevgisi çok yaygın.

Hemen her evde, her ailede, kedi, köpek ya da başka cinsten bir hayvanın, mesela Hüseyin’in daça komşusunun beslediği tavşan gibi bir hayvanın beslendiğine çokça rastlanır. Bir cinsten bir kaç tane evcil hayvanın ve hatta kedi ile köpeğin bir arada, aynı evde yaşadığı bile çok sık görülen bir şey.

Zaten küçük olan Rus evlerinde koca koca hayvanları nasıl besliyorlar, nasıl bir arada yaşayabiliyorlar diye insan bazen şaşırıyor.

Rusların hayvandan korktuğu pek görülmez. Zaten saldırgan, havlayan, hırlayan hayvan da yok gibi. Ancak hayvandan, örneğin köpekten korkmak gibi bir fobiniz varsa bir arkadaşınızdan davet aldığınızda evinde kedi, köpek besleyip beslemediğine dair ön bilgi almanızda fayda var. Zira sürprizlerle karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir.

İnsanla hayvan arasındaki alışveriş hayli karmaşık… İnsanla köpek arasındaki dostluk binlerce yıl öncesine dayanıyor. Evcil hayvanlar, yaşamın sillesine karşı korunma, bir destek ve sevilme gereksinimiyle insanlara yaklaşır, dostluk gösterirler. Evcil hayvanlar içinde köpeğin özel ve ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Köpeklerin dostluğunu arayanlar da yalnız ve insanlardan kaçan, yabani, dostluğu sadece hayvanlarda arayanlar değildir.

Doğa ve hayvan sevgisi aslında doymak bilmez bir yaşama sevgisinin ifadesidir. Bu da Ruslarda var.

Roger Grenier’nin “Köpek Olmanın Güçlüğü” adlı kitabında dediği gibi, “İnsana eşlik eden köpek, yaşamının kısalığı nedeniyle bizlere onları kaybetmenin acısını yaşatırlar.”

Bir halk deyimi de şöyle: “İnsanı dertli eden hayvandır.”

Zira bir köpeği veya hayatı paylaştığımız başka bir hayvanı sevdiğimiz ve onun tarafından sevildiğimiz zaman, insan ve hayvan hayatlarının eşzamanlı olmamasından her zaman üzüntü duyulur.

Hep köpeklerden bahsettik, ancak diğer hayvan dostlarımızın hakkını da yememek lazım. Mesela Hüseyin’in komşusu Pavel’in tavşanı gibi…

***
Azeri Hüseyin’in daça komşusu Pavel İvanoviç de bir evcil tavşan yani, krolik (Кролик) besliyordu.

Hayvan, alındıktan kısa bir zaman sonra ailenin başkişisi olmuştu. Hepsinin ilgi odağıydı.
Eve geldiği ilk zamanlarda otururken küçük tüylü bir topa benzediği için Pavel’in küçük kızı ona tüylü anlamına gelen Puşok (пушок) adını koymuştu.

Puşok, tabii ki uzun zaman öyle tüylü minik bir top olarak kalmadı; büyüdü, bir koca tavşancık oldu.

Eş dost toplantılarında söz dönüp dolaşıp tavşana geliyordu. Puşok aşağı, Puşok yukarı. Puşok, şunu yaptı, bunu yedi falan…

Nerdeyse aile sorunları onunla paylaşılacak, ona danışılacak hale gelmişti.

Pavel, işi iyice ileri götürmüştü. Onu futbol bahislerinde kullanmaya başlamıştı. Odanın farklı yerlerine onun sevdiği havuçlardan yerleştirip Puşok’u salıyordu.

Mesela bir köşeye o hafta oynanacak maçlardan birinde rakip olan takımlardan Spartak Moskova havucunu, diğer köşeye Rubin Kazan, başka bir köşeye de beraberlik havucunu koyuyordu. Puşok, Spartak Moskova havucuna doğru yönelir ve yerse Spartak Moskova galip gelecek demekti bu.

Pavel, bunu bütün diğer maçlar için de yaptıktan sonra bahsi oynuyordu.

Pavel, hasta bir Spartak Moskova taraftarıydı. Ancak Puşok, Spartak Moskova’nın yenileceğini işaret ederse, eli gitmese de Puşok’u dinliyordu ve bahsi öyle oynuyordu. Spartak Moskova gerçekten yenilse bile Puşok’a kızmıyor. Üzülme Puşokcuk, suç senin değil, bizim ruhsuz futbolcuların deyip; onu da koynuna alıp, divana uzanıp, uzun süre, üzgün bir şekilde, sus pus yatıyordu.

Pavel, Hüseyin’e başkalarına bahsetmemesi koşuluyla bir de sır vermişti: Oynadığı bahislerden kazandığı parayla karısına bir kürk (şuba) almıştı. Bu Rus kadınlarına alınabilecek en değerli hediyelerden birisiydi.

Karısı çok mutlu olmuştu, ancak kürk parasının kaynağının Puşok sayesinde kazanılan bahis parası olduğunu bilmiyordu.

***
Bir keresinde Hüseyin, onun bu haliyle dalga geçince Pavel, tavşanların aslında ne kadar akıllı olduğunu uzun uzun izah etmiş, üzerine bir de anekdot anlatmıştı:

Bir gün bir tavşan önüne bir daktilo almış, taka taka, tuk tak tuk bir şeyler yazıyormuş. O sırada yoldan geçen bir tilki onu görünce:

“Hey tavşan kardeş, ne yazıyorsun?” diye sormuş.

“Doktora tezimi yazıyorum,” diye cevap vermiş.

Tilki, buna inanmamış kuşkusuz, ama yine de sormuş:  

“Ha öyle mi, çok güzel, ne hakkında?”

“Tavşanların tilkileri nasıl haklayıp yedikleri hakkında.”

Tilki, verilen cevaba çok gülmüş:

“Yok, canım, olur mu öyle şey, hiç tavşanlar tilki yer mi?”

“Olur, tatlım,” der, “Gel istersen, sana göstereyim,” der, yuvasına davet eder.

Tilkinin tavşandan korkacak hali yok ya, peşine takılıp, beraberce tavşanın yuvasına girerler.

Biraz sonra tavşan tek başına çıkar ve yine daktilosunun başına geçer; taka taka, tuk tak tuk, bir şeyler yazmaya devam eder.

Daha sonra oradan geçen bir kurt, ciddi ciddi bir şeyler yazan tavşanı görür:

“Hey Tavşan, ne yazıyorsun?” diye sorar.

“Doktora tezimi.”

“Ne hakkında?”

“Tavşanların kurtları yemesi hakkında.”

Kurt, bu cevaba hem şaşırmış, hem de çok gülmüş:

“Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde, buna kim inanır?” demiş.

Tavşan:

“Gel istersen göstereyim,” der.

Beraberce ine girerler. Tavşan biraz sonra dışarıya yalnız çıkar.

Pavel, Hüseyin’e, “Tavşanın yuvasını merak ediyorsun değil mi?” diye sormuş.

Manzara şuymuş:

Bir köşede tilkinin kemikleri; öbür köşede kurdun kemikleri. Diğer köşede ise tavşanın ‘Doktora tezi Danışmanı’ Aslan, kürdanla dişlerini temizlemekteymiş.

***
Hüseyin, köpeğinin neden olduğu olayı heyecanla anlatmaya başladı.

Bir sabah, kahvaltı hazırlığında oldukları sırada, köpekleri ağzında çamura bulanmış ölü bir hayvanı sallaya sallaya gelmiş.

Dikkatli bakınca bunun komşularının tavşanı Puşok olduğunu anlamışlar.

Hüseyin’in karısı Elena İvanovna çığlığı basmış:

“Aaaa, katil hayvan! Hüseyin, bak bu senin katil ruhlu köpeğin komşunun tavşanını parçalayıp öldürmüş. Rezalet! Rezalet ki ne rezalet. Ne yapacağız şimdi?”

Hüseyin de telaşa kapılmış, ama bir şeyler yapmak gerektiğinin farkındaymış:

“Elena İvanovna, bir çarə aramaq lazımdır. Yoxsa qonşular canımıza oxuyur,” demiş sızlanarak.

Ne yapacaklarını düşünürken Elena İvanovna’nın aklına bir fikir gelir.

Köpeğin getirdiği tavşanı bahçedeki banyoya götürüp, sabunla köpürtüp bir güzel yıkarlar. Ölü hayvanı tertemiz yaparlar. Sonra Elena’nın saç kurutma makinasıyla zavallı Puşok’un tüylerini kuruturlar.

Hayvan, meğer sağlığında bile bu kadar temiz olmamışmış.

Bütün bunlar bittikten sonra Puşok’u alıp, Pavel’lerin daçasının giriş kapısının önüne bırakıp, geri dönmüşler.

Ertesi sabah, erkenden, bütün aile daha gözlerini açmadan kapıları çalmış. Hüseyin, hayırdır inşallah deyip kapıyı açmış.

Kapıda, ağlamaktan gözleri kızarmış Pavel, karısı ve kızları varmış.

Pavel’in karısı, saçı başı dağınık kapıya gelen Hüseyin’in karısına sarılıp, hüngür hüngür ağlamaya başlamış:

“Biliyor musun Elena İvanovna,” demiş, “Bizim Puşok geçen hafta aniden eceliyle ölmüştü. Çok üzüldük haliyle, ama yapacak bir şey yoktu. Bizim daçanın bahçesinde, büyük bir ağacın altında uygun bir yer seçip, küçük bir mezar yapıp, gömdük. Hatta biraz da süsledik. Mezarının başına anlamlı bir şeyler yazdıracağımız bir taş yaptırıp dikmeye karar verip Moskova’ya döndük.”

Hüseyin, donup kalmıştı. Elena İvanovna, şaşkınlıktan ağzı açık, haykırmış:

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten Elena İvanovna, ne yazık ki gerçekten! Ama asıl daha da kötü olan ne biliyor musun? Puşokcuk, mezarından çıkıp, bizim kapının önüne gelmiş, oraya yığılıp kalmış. Yoksa ölmemiş miydi; biz öldü sanıp da onu canlı canlı gömmüş müydük? Zavallı Puşok, tertemiz tüyleriyle kapının önünde yatıyordu. Öldüyse bizim kapıya kadar nasıl geldi bu hayvan? Siz bu işlerden anlarsınız; nedir bunun alameti?”

Elena İvanovna:

“Yok canım, öyle şey olur mu? Ölmüştür hayvancağız,” demiş.
Bunu söylerken gözünün ucuyla Hüseyin’e bakmış; ikisinin de işin doğrusunu söylemeye o an için cesaretleri yokmuş, sonra devam etmiş:

“Hem siz de artık kendinizi çok üzmeyin, unutun bu konuyu” demiş.

Hüseyin, Pavel’i kolundan çekiştirip, içeri davet etmiş:

“Gel içeri Paşa, kendinizi bu kadar harap etmeyin. Ölenle ölünmüyor. Biraz oturup, sakinleşelim; sevgili Puşok’un anısına içelim.”




07 Ocak 2015, Moskova

7 Ocak 2015 Çarşamba

Rusya'da 2015 edebiyat yılı



Kaynak: http://www.turkrus.com/

Rusya'da 2015, edebiyat yılı olarak ilan edildi. Rusya Basın ve İletişim Ajansı Rospeçat'ın yeni yayınladığı edebiyat logosuna göre Rusya'da 2015 yılının sembolleri, Rusya'nın büyük yazar ve şairleri Aleksandr Puşkin, Nikolay Gogol ve Anna Ahmatova olacak.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılını "edebiyat yılı" ilan etmişti. Rusya Basın ve İletişim Ajansı da edebiyat yılının logosunu yayınladı. Buna göre Rusya'da 2015 yılının sembolleri, Rusya'nın büyük yazar ve şairleri Aleksandr Puşkin, Nikolay Gogol ve Anna Ahmatova olacak. Logo, Rus şair ve yazarların profilleri Rus bayrağı renklerinde olacak şekilde tasarlanmış.

Yıl boyunca sürdürülecek edebiyat etkinlikleri, edebiyat yılı resmi sitesi olan www.godliteraturi.ru adresinden duyurulacak. 2015 edebiyat yılında Rusya'da onlarca edebiyat etkinliği düzenlenmesi planlanıyor. Bunlardan bazıları "Avrasya Yazarlar Forumu", "Rusya'nın Yazın Haritası" ve kütüphanelerin sabahın ilk saatlerine kadar açık olacağı "Kütüphanede Bir Gece" isimli etkinlik olacak.

(Sputnik Türkiye)

Bu hayat, birinin bana oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi

Bu hayat, birinin bana oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi  
-İtiraflarım –

Lev Tolstoy


Kaynak: http://www.narteks.net/ 

Ölümden çok korktuğum halde, kendimi hayattan koparmamak için çeşitli çarelere başvurmam gerekiyordu.

Bu ruh hali bende kendini şöyle gösteriyordu: Bu hayat, birinin bana oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi. Beni yaratan “birini” kabul etmiyorsam da, şöyle bir düşünce gayet normal geliyordu: Beni dünyaya getirmekle son derece aptalca ve kötü bir şaka yapmıştı birisi.

İster istemez gözümün önüne geliyordu ki, orada bir yerlerde alay edip gülen birisi vardı.

Bu, benim otuz – kırk yıl boyunca öğrenerek, gelişerek, vücutça ve kafaca büyüyerek nasıl yaşadığımı ve şimdi aklım tam olgunluğuna ermişken ve hayatın zirvesine ulaşmışken nasıl da zirveden kuşbakışı bakarak, beni deliler delisinin “ hayatta hiç kimse yoktur ve olmayacaktır” görüşüne ulaştığımı seyrediyor ve gülüyor.

Benimle eğlenen böyle biri, ister var olsun, ister olmasın, mesele benim için değişmiyor. Hayatımda hiçbir harekete akıllıca bir anlam veremiyordum. Bunu daha baştan kavrayamadığıma şaşıyordum yalnızca. Bütün bunlar, bizce artık çoktan malum. Bugün – yarın hastalık ve ölüm, sevdiğim insanları ve beni yakalayacak (zaten yakalamıştı bile) ve geriye pis koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak.

Başarılarım, nasıl olurlarsa olsunlar, er geç unutulacak ve ben hayatta olmayacağım. O halde bütün bu çaba niye? İnsanoğlu bunu nasıl göremez ve yaşamaya devam eder, bu şaşılacak bir şey doğrusu! Ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa yaşayabilir insan. Ayılır ayılmaz, bunun yalnızca bir yanılma, hem de aptalca bir yanılma olduğunu görür! Mesele bu ya! Komik ya da esprili bir yanı bile yok; sırf acımasızca ve aptalca.

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masallarını kim bilmez ki. Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için, susuz bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur.

Elleri uyuşur ve az sonra, kendisini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder, ama hala sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada biri kara biri beyaz iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansının olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur.

İşte ben de aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğüme bir türlü aklıma almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum.

Ama, bal bana tat vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler, gece gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler. Ejderhayı açık seçik görüyorum ve bal bana tatlı gelmiyor artık. Ben sadece, kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyorum; gözümü onlardan çeviremem. Ve bu bir masal değil, bir gerçektir. Aksi ispatlanamaz ve herkesin algılayabileceği bir hakikattir.

Rusya'da kriz olduğunu sakın Ruslara söylemeyin, gülerler!




Refet Kayakıran
Kaynak: http://www.medyagunlugu.com/
Deneyimli turizmci Refet Kayakıran, Rusya'yı derinden sarsan ekonomik krizin Rus turistlerin bu yıl Türkiye tatilini etkileyip etkilemeyeceğini inceledi:
Sosyal, ekonomik, tarihi ve dahi tıbbi konuları kıyaslarken iki tarih gerekli! "Hasta geçen ay nasıldı", "Peki ya bugün nasıl"dan tutun, domates rekoltesinden, ekmek satışlarına kadar iki ayrı tarih kıyaslanır. Dünya tarihinde bir yıl arayla iki farklı krizin aynı gün yaşandığı olay  Rusya ve Türkiye dışında belki de hiç yoktur! 17 Ağustos 1998 ve ve 17 Ağustos 1999 bu iki ülkenin makus talihinde acılarla doluyken, şu anda yaşanan krize analiz yapmak için bakılması gereken "1 numaralı" veridir! Yani bilumum ekonomistlere, köşe yazarlarına duyurulur!
Buyurun 1996-2000 yılları arası Türkiye'ye gelmiş Rus ve Alman turist sayısına bakalım. Aslında bu sitenin "arif okurlarına hiç tarife girmeden", sadece "Buna bakın" diyip, başka da bir şey yazmaya da gerek yok ama yine de yazalım

                      1996              1997         1998          1999        2000
RUS             822.860         787.054       676.183      438.719      676.958
ALMAN        2.141.778    2.338.529    2.233.740    1.388.787    2.277.502

Yukarıda 1997'den kriz yılı 1998'e Ruslarda yüzde 15 düşme görülmekte Ama daha vahimi 1999 daki düşüş. 1997' ye kıyasla  yüzde 44 düşmüş ! (Almanlara da dikkat! 1997 den 1999'a Ruslarla aynı oranda yüzde 45' lerde düşüş. Demek deprem korku katsayısı iki ülkenin de aynı denebilir!)
17 Ağustos 1998'de Rusya ekonomisi aynen bu yıl olduğu gibi gibi battı, hem de turizmin en zirve ayında Ama 1999' da bizde ne oldu? 1999 Şubat'ında Apo'nun Suriye'den çıkması sonrası yakalanması vs. kriziyle sallandık. Rus gazetelerinde"Antalya'ya  tanklar girdi" manşeti atıldı. Derken 17 Ağustos'ta milli felaketle sallandık ve bittik. Kötü kader Rusya'dan bir yıl sonra yine aynı gün, 17 Ağustos 1999'da Türkiye'yi vurdu.
"Bir varil petrol ve ruble" diye geçenlerdeki yazıda, "Türk turizmini petrolün inmesi çıkması, dolar- ruble paritesi değil, terör, bölgesel savaş ve doğal afetler vurur" diye bir laf etmiştik. Yukarıdaki rakamlar da bunu anlatıyor.
Diyeceksiniz ki, tamam 1997 den 1998'e yüzde 16 civarı düştü ama kişi başı gelir neydi?
İşte soru bu.
Evet, 17 Ağustos 98 sonrası da Ruslar krize rağmen geldiler ama Haziran 98 de 1000 dolar ödedikleri pakete, kriz sonrası Eylül 98'de 700 dolar ödediler. Kriz nedeniyle fiyatlar düştü ama yine de geldiler. 1999'da ise daha beter fiyatlar dibine vurdu tam anlamıyla ve düşük fiyata rağmen GELMEDİLER ve işte o yıl 438 binlerde kaldı Ruslar.
Şimdi tarihi tekerrür bazında iddiaya girelim. 2015'te Ruslar en fazla yüzde 10-15 civarı azalır  ama kaç paraya gelirler? 2014'te ödedikleri rakama mı yoksa daha altına mı?
Sezona daha tam 4 dolu ay var 1 Mayıs'a kadar Elbette Ocak-Nisan arası da bir Rus kitlesi vardır ama toplam hasılatın yüzde 10'udur genelde. Zirve dönem 1 Mayıs-31 Ekim .
Rakamı söyleyelim! Petroldeki düşmeden dolayı uçak bilet fiyatı  yüzde 10 düşebilecek. Bu bir. Yine petroldeki düşmeden dolayı Türkiye'de yiyecek içecek, nakliye, ısıtma, soğutma zamlanmayacak ve 2014'te otel fiyatları aynı kalacak, hatta yüzde düşebilecek.
2014'te 1000 dolarlık otel-uçak paketine 37-40.000 ruble arası ödeyen Rus tatilci, 2015 te aynı tura aynı otele, paket fiyat yüzde 20 düşerek 800 dolar, yani 40-50.000 ruble ödeyecektir! Önemli olan operatörün pazarlama taktiği, üstelik onlar bunu çok iyi bilir 2014'te 1000 dolardı, şimdi 800 dolar, gel vatandaş! Hele "Ocak'ta al erken öde 40.000 rubleden" dedi mi iş bitti!
Ve son söz iktisatçı Igor Nikolayev'den : '' Sanayi ülkeleri kriz dönemlerinde tasarruf ederken, Ruslar kötü paradan bir an önce kurtulmaya bakar. Çok para harcandığı için de ekonomi bir süre sonra rahatlar''. 
Bu teoremin pratik kanıtı Aralık ayı Moskova tüketim harcamalarında görüldü! Geçen yıla göre bu Aralık ayında Ruslar yüzde 30 fazla harcama yaptı(*)! Talan edilen market rafları ortada! Ve esas ilginci, yılbaşı sonrası da market raflarına halen hücum var. Yastık altı bol bol doları olan kentli Ruslar aslında zengin oldular ama bunu kimseye söylemiyorlar!..


Refet Kayakıran

5 Ocak 2015 Pazartesi

Rusya’yı yeniden okumak

Rusya’yı yeniden okumak










Ayla Gani

Radikal

1917 ve sonrasını şair, yazar ve yönetmenler aracılığıyla yeniden okumamızı sağlayan bir kitap Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması.


Brecht, Aragon, Neruda ve Nâzım Hikmet’in de aralarında bulunduğu birçok ismi etkilemiş, 20. yüzyılın en önemli şairlerinden Mayakovski’nin, 1909 yılında hapiste yazmaya başladığı şiirler belki de, 1917 Ekim Devrimi’nin kargaşa ve iç savaşa rağmen başarıya ulaşarak, yoluna devam edebileceğinin habercisiydi. Diğer yandan Mayakovski’nin devrime inancı, adanmışlığı ve büyük desteğine rağmen, “sanatının zirvesindeyken”, 1930’da 36 yaşındayken hayatına son vermesi de belki, Sovyetler Birliği’nin de 1991’de kendi kendini sonlandıracağının işaret fişeğiydi?
Mayakovski, Sovyetler Birliği’nin “resmi şairiydi”.  Kimsenin beklemediği vedasının, 1924’te Lenin’in ölümünden sonra başlayıp 29 yıl süren Stalin’in acımasız dönemine denk gelmesi ise belki de sadece bir tesadüftü…
Tarihi, şairler üzerinden okumanın fikir babası Ahmet Hamdi Tanpınar, Yunus Emre’nin, “hanedanlık” olarak tanımladığı şiirlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini duyurduğu görüşündedir:  “Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiçbirini Yunus’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin çehresine biraz eğilsem, orada Yunus Divanı’ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün bu fütuhatların arasında bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler dünyasını selamlarım.”
Tanpınar, Yunus’un Türkçeyi bir dil olarak yeniden yapılandırmasını, Dante’nin İtalyancayı kuruşundaki etkisine benzeterek, “Şair, dili yeni baştan yapar: Dante ve Yunus şiirlerinde dili kıvamına erdirdiler. Yunus’un diline ilave ettiğimiz garptan ve medeniyetten aldığımız unsurlardır” der.
Rus tarihinde, I. Petro’nun (Deli) Batılılaşma atılımıyla yaşanan büyük dönüşümün şairi Puşkin’dir. Otuz sekiz yıl süren kısa yaşamına rağmen Puşkin, modern Rus edebiyatının kurucusu kabul edilir ve Belinski’ye göre Yevgeni Onegin, “Rus hayatının bir ansiklopedisidir”. Puşkin’in geleceğe ilişkin verdiği haber ise dünya edebiyatına damgasını vuran Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Çehov ve Gonçarov’un da aralarında bulunduğu bir edebiyat imparatorluğudur.
Bu gelenekten beslenen Mayakovski, çarlığın artık ülkeyi taşıyamayacağının belli olduğu 1905’ten itibaren ortaya çıkan arayışlarda tercihini devrimden yana yapar. Ama devrim, bu edebiyat imparatorluğunun sonunu getirir. Yeni düzeni benimsetme adına yapılan baskılar, zorlamalar, sürgünler, çarlık dönemini de yaşamış birkaç yazar ve şair dışında yeni güçlü isimlerin çıkmasını engeller. Zoraki edebiyat, sınırları aşamaz.
1917 ve sonrası
Üniversitelerin Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinin öğretim üyeleri tarafından hazırlanan on üç ayrı makalenin bulunduğu Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması: Edebiyatta ve Sinemada Devrim, 1917 ve sonrasını şair, yazar ve yönetmenler aracılığıyla yeniden okumamıza kapı aralıyor.
Kitapta Turgenyev, Herzen, Çernişevski, Pisarev dışında kalan diğer isimler Gorki, Gippius, Blok, Aleksey Tolstoy, Pasternak, Mayakovski, Ostrovski, Şolohov, en az çocukluklarını çarlık döneminde geçirmiş, o dönemin edebiyat geleneğinden etkilenmiş ve 1917 sonrasında da kalıcı, ses getiren eserler yazmışlardır.
Bolşeviklere düşman olan ve sürgünde yaşamak zorunda kalan şair Gippius ve devrimin ilk yıllarını sürgünde geçiren yazar Aleksey Tolstoy dışındaki yazar ve şairler devrime destek verirler. Ama iç savaş, Bolşeviklerin hazırlıksızlığı, sefalet, baskılar, sürgünler, kıyımlar, hiçbir şeyin kağıt üzerindeki kadar iyi olmayacağının göstergesidir. Yazarlar üzerinde baskı çoktur; hükümeti destekleyen eserler vermeye zorlanırlar. Boris Pasternak da bu isimlerden biridir. 1936’da hükümet Pasternak’tan ideolojik görüşlerini ortaya koyan şiirler ister. Pasternak, Stalin için iki şiir yazar ama bunlar hükümet tarafından yetersiz bulununca, 1936-43 yılları arasında kitaplarını yayımlaması engellenir. Pasternak ile hükümet arasındaki kırılma noktası ise devrimin kara yüzünü gösteren Doktor Jivago romanıdır. Hükümetin karşı çıkması nedeniyle roman Rusya’da basılamaz. İtalya ve İngiltere’de yayınlanması, 1958 yılında Nobel’i getirir ama Pasternak ödülü reddetmek zorunda kalır. Doktor Jivago’nun, Rusya’da yayımlanması 1988 yılını bulacaktır.
Sosyalist gerçekçi çizgide romanlar yazan Şolohov’un Durgun Don ve Nobel ödüllü Uyandırılmış Toprak romanları devrime destek vermekle birlikte, köylerde toprak mülkiyetini sona erdiren kolektifleştirme döneminde yaşanan sefalet, kıyımlar ve haksızlıkları anlatır. Şolohov, köylülere yapılan işkenceleri ise romanına koymak yerine Stalin’e bir mektupla bildirerek, “âdeta onu tehdit etmiştir”.
Ostrovski’nin, çarlık dönemindeki çok büyük zorluklarla dolu yaşamını yansıttığı Ve Çeliğe Su Verildi romanı, sosyalist bilincin kitlelerde yerleşmesine katkı sağlar. Ama romanın sıradan bir propaganda kitabı olmanın ötesine geçtiğinin kanıtı, Andre Gide’in övgüleridir.
Radyo ve televizyonun henüz varolmadığı, yüzde 70-80 oranında okumaz- yazmaz bulunan ülkede, geniş kitlelere ulaşmak için sessiz sinema kullanılır. “Sinema başrole geçer. Sovyet sessiz sineması, zaman içinde büyük bir güce sahip olur.”
Lenin, “Sinemayı kitleler üzerinde bir silah olarak kullanır.”  Ama Lenin, seyirciyi duygusal yönden etkileyen filmleri istemez, “Burjuva ahlakını ve burjuva fikirlerini içeren filmlerden özellikle uzak durulması gerektiğini savunur.” Bunun sonucu, sinema devletin tekelinde kalır ve filmlerin içerikleri denetlenir.
Bu dönemin en önemli yönetmenlerinden Ayzenştayn’ın 1925 yılında çektiği “Potemkin Zırhlısı” , sadece “Sovyet sinema tarihinin en önemli filmi” olmakla kalmaz, dünya sinema tarihine de geçer. 1905’te yoksulluktan, açlıktan perişan kitlelerin Çar II. Nikolay aleyhine gösterilerinin Kışlık Saray’a yönelmesi üzerine, ayaklanan silahsız halka ateş açılır ve binden fazla kişi ölür. Film, bu olaydan hemen sonra Potemkin Zırhlısı’nda subaylara karşı ayaklanan askerlerin gemiyi ele geçirmeleri ve isyanın, çarın askerleri tarafından bastırılmasını sarsıcı bir şekilde anlatarak sinema tarihindeki yerini almıştır.

RUSYA’DA EYLEMİN SANATLA BULUŞMASI
Edebiyatta ve Sinemada Devrim
Editör: Gamze Öksüz
Çeviribilim Yayınları
2014, 202 sayfa, 15 TL.