Moskova

Moskova

24 Ocak 2024 Çarşamba

Kedi ve Ölüm


M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

“Ah, benim minik kedim, gözleri gözlerime benzeyen kış kedim!”

 

“Kedi ve Ölüm” Erhan Bener’in severek okuduğum bir romanının adı. Konuyla bir ilgisi yok, ama haberi okurken, düşünürken birden o aklıma geldi.

***

Bizim ofis konuşmalarına aşinasınız.

İrina, sabah, daha içeri girer girmez “Gördünüz mü vicdansız kadının zavallı kediye yaptığını?” diye bağırıp, arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Neden bahsettiğini anlayamamıştım.

Meğer bütün Rusya’yı meşgul eden, sosyal medyayı çalkalayan bir olay olmuş.

Ukrayna sorunu, Davos Toplantısı, Gazze’deki insanlık dışı katliam, iktisadi problemler,.. Bunlar tabii ki önemli konular. Bu olayın haber değerinin onları aşması mümkün değil kuşkusuz. Ama bu da kamuoyunu meşgul eden haberlerden biriydi.

Sahibiyle birlikte seyahat eden bir kedi görevli kondüktör kadın tarafından trenden atılmıştı.

Rusya’yı meşgul eden bu konu İrina tarafından bizim ofise de taşınmıştı.

Yulia da İrina’yı teyit eder bir tonda “Vicdansız kadın, n’olacak!” bağırdı.

İgor, “Durun bir dakika yahu! Önce işin aslını, faslını bir anlayalım,” diye müdahale etti.

Aramızda bir tartışma başladı. Neler konuştuğumuzu aktaracağım.

Yaşananlar ilginçti. Ben bundan bir yazı çıkarmalıyım diye planlar yaparken turkrus.com’un çoktan haber yaptığını gördüm.

https://turkrus.com/2884631--30da-trenden-atildi-5-bin-kisi-aradi-kedi-tviksin-aci-sonu-xh.aspx

Mutlu oldum. Turkrus.com haberi atlamamıştı. Helal olsun dedim içimden.

Sonra Rusça kaynaklara da baktım. Gerçekten ilginçti.

Zalim bir kondüktörün onu trenden attığı yazılıyordu.

Rusya’nın Yekaterinburg şehrinden St. Petersburg’a giden trende yaşanan ihmaller zinciri bir kedinin ölmesine neden olunca kamuoyunda büyük tepki ortaya çıkmıştı.

Medyaya yansıyan haberlere göre olay, 11 Ocak gecesi Kirov şehrinde, "Yekaterinburg - St. Petersburg" treninin istasyonunda meydana gelmişti.

Haber yayılmıştı...

Herkes Tviks isimli kedinin başına gelenleri tartışıyordu. 

Hayal etmesi bile ürkütücü…

Herkes, son hızla giden bir treni, kar yığınlarının ve donun kapladığı tren yolunun çakıl taşlı zeminini, sert bir tipiyi, uğultulu bir rüzgarı düşünerek “zavallı kedicik!” diye feryat ediyordu.

Üstelik kedi, küçük bir ev kedisi idi. Bir sokak kedisi kadar kötü koşullarda yaşamaya alışmış olması mümkün değildi.

***

Rusların hayvan sevgisi üzerine çok yazmıştım. Biliyorsunuz.

Bu yüzden kamuoyundaki hassasiyeti kolay anlıyoruz.

“Hayvan sevmeyen insan da sevmez” veya “İnsan sevmeyen hayvan da sevmez” diyebiliriz.

***

Yekaterinburg’daki bir veterinerde ameliyat geçiren Tviks adlı bu kedi, o gece özel kafesinde sahibiyle birlikte St. Petersburg’a dönüyordu.

Tviks, beleşçi, kaçak bir yolcu değildi. Onun için de ayrı bir bilet satın alınmış, belgeler düzenlenmişti. Sahibi ile birlikte 13 numaralı vagonda seyahat ediyordu.

Muhtemelen sahibinin uyuyakaldığı bir sırada, artık nasıl olduysa, kedi kafesinden çıkarak koridora kaçmıştı.

O sırada vagonları kontrol etmekte olan kondüktör, kediyi fark etmişti. Sahipsiz olduğunu düşünmüş olmalıydı. Belki de bir önceki istasyonda platformdan vagona girdiği sonucuna varmıştı.

Tviks’i yakalayıp bir sonraki istasyonda, dışarıda havanın çok soğuk, eksi 30 derece olduğunu bilmesine rağmen dışarı atmıştı.

Sonradan yapılan soruşturma sırasında Kirov istasyonu çalışanları CCTV kameralarından gelen kayıtlara bakmışlar ve kedinin kondüktör tarafından dışarı atıldığını görmüşlerdi. 

Atılma mı, fırlatılma mı, yoksa bırakılma mı demek lazım?

Aslında kediler için üç adımlık bir yükseklikten bırakılmak genellikle travmatik bir duruma neden olmaz. (Kayıtlar kondüktörün hayvanı sert bir düşüş olmaması için daha önce bir iki saniye boyunca elinde tuttuğunu açıkça gösteriyor) Bu duruma "dışarı atmak veya fırlatmak" dememek gerekir sanırım.

Devamında neden sonra uyanarak kedisini göremeyen sahibi köşe bucak aramaya başlamış. Ancak çabaları sonuç vermemişti.  

Durumu öğrenince de öfke seline kapılmıştı.

Evcil hayvanın sahibi, REN TV'ye verdiği röportajda, trenden atılan Tviks’in biletle seyahat ettiğini ve kondüktörlerin hayvanın bir yolcuyla birlikte seyahat ettiğini bildiğini söylemiş.

Serkan, “Kondüktör kadın, kedinin sahibine mi, yoksa kediye mi gıcık olmuş?” diye soruyor.

İrina, “Nerden bileyim” anlamında omuzunu silkiyor.

İgor, internetteki tartışmalara göz gezdirdikten sonra, “Kondüktör kadın girişte bir kedi olduğunu görmüş. Belki de aklına ilk gelen, muhtemelen fare kovalayan veya çevredeki kafelerde, restoranlarda yiyecek arayan yerel bir istasyon müdavimi olduğu idi. Hatta yakındaki evlerden birinin kedisi bile olabilirdi… Ve bu yüzden de kediyi dışarı bıraktı,” dedi.

Aramalar ancak ertesi gün başlamıştı. 

Sosyal medyada örgütlenen gönüllüler bölgeyi taramaya başlamışlardı. Sahipleri kedinin bulunması için para ödülü sözü vermişlerdi.

İgor, “Fakat kedinin sahibinde de bir tuhaflık var,” diyor, “Kedisine niye Tviks adını koymuş? Popüler, güzel, bir sürü kedi ismi var.”

Serkan, “Böyle buna benzer bir çikolatalı kraker markası var. Belki adam bu krakerin müptelasıydı ondan,” diye araya giriyor.

İgor, “Şokolatnıy batonçik,” deyip gülüyor.

Yulia, “Örneğin İrina’nın kedisinin adı Barsik,” diyor.

Barsik, Rusya’da en popüler, geleneksel kedi isimlerinden. Ruslar gerçi kedilerine değişik isimler koymayı seviyorlar, ama bazıları da bu tür geleneksel isimleri tercih ediyor.

İgor:

“Ben olsam kedime eski bir kahraman kedinin ismini, Sluhaç ismini verirdim mesela. Leningrad'da yaşayan bu kedi, düşman hava saldırılarını şöyle haber veriyordu: tüyleri diken diken oluyor, acı acı çığlıklar atıyordu. Sluhaç adlı bu kedinin tahminleri hep doğru çıkardı ve zaman olarak Sovyet radarların uyarılarından çok önce gelirdi. Devlet himayesi altına alınan kediye bir de madalya verilmişti.”

Devam ediyor:

“Mourka da olabilirdi mesela. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalingrad savunması çok can ve mal kaybına neden olmuştu. Alman kuvvetleri 199 gün boyunca bu Sovyet şehrinin kontrolünü Kızıl Ordu’dan almaya çalıştı. Naziler sonunda geri püskürtüldü. Şehir sokaklarında cereyan eden korkunç çatışmalarda, insanların başını çıkarması intihar anlamına geliyordu. Bu koşullarda karargâha bilgi göndermek işi bir sokak kedisi olan “Mourka”ya düştü. Boynuna bağlanan notları kimse farkına varmadan götürüp getiriyordu. Bu kedi nasıl sevilmez?!..”

***

Sosyal medyadaki mesajlaşmaların bazen ne kadar şirazesinden çıktığını biliyorsunuz.

Tartışmalar büyümüştü. Herkes kendisine göre olayı yorumluyor, fikir yürütüyordu.

Kondüktörünün görevden alınmasını talep eden bir dilekçeyi 71 binden fazla kişi imzalamıştı.

İgor:

“İyi de, bir diğer soru; sahibi neden kendisi dışında herkesi suçluyor ve bu konuyu en yukarılara kadar götürmekle tehdit ediyor?”

Yulia.

“Evet, ama belki konunun tarafı olan herkes suçlu. Ancak sadece -30 derecede kediyi ensesinden tutup dışarı fırlatan kişi değil, öyle mi?”

İrina:

“Kedinin sahibi, kondüktör hakkında ceza davası açacakmış,” diyor.

Serkan:

“Ne biçim iş? Herkes kediyi ve kondüktörü, kedinin nasıl kafesten kaçtığını konuşuyor, kedinin sahibinin nerede olduğunu konuşmuyor. Neden kimse sahibi hakkında konuşmuyor? Belli ki çok dikkati ve sorumlu değildi. Muhtemelen içip, sızmış, uyumuştu. Ve şimdi manevi zarar için tazminat mı almak istiyor? Sahibini de sorgulamak gerek. Genellikle hayvanları seven insanlar seyahat ederken onları yalnız bırakmazlar.”

Kamuoyu, idareyi, kadın kondüktörü ve kedinin sahibini suçlu bulanlar arasında ikiye bölünmüştü.

Gördüğünüz gibi biz de kendimizi konuya kaptırmış, hararetle konuşuyoruz.

Devlet Duması milletvekili Valery Seleznev de “Her normal insan gibi ben de kedi Tviks için çok üzülüyorum, ancak bu hikayede pek çok anlaşılmaz şey var,” demiş.

Rusya Demiryolları yönetimi, kural değişikliği yapıldığına dair açıklamayla ortalığı yatıştırmaya çalışmıştı. Kedinin ailesinden özür dilenmiş. Ayrıca dahili soruşturmanın bir sonucu olarak, "düzenleyici belgelerde bazı eksikliklerin yanı sıra çalışanların ve yolcuların sorumsuz davranışları tespit edildi ve bu da sonuçta hayvanla ilgili trajik bir olaya yol açtı," diye açıklama yapılmıştı.

***

İgor, bir ara dışarı çıkıp geldiği için konuşmaların tamamına katılamamıştı. Hikayenin sonunu merak ediyordu.

İrina, gözleri yaşlı, “Günlerce süren aramaların sonunda kedicik büyük bir ihtimalle sokak köpeklerinin saldırısında ağır yara alıp ölmüş olarak bulunmuş,” dedi.

Yüzlerce gönüllü kediyi aramak için seferber olmuştu. Gönüllüler Tviks'i arıyorlardı, ancak 20 Ocak sabahı onun öldüğü öğrenilmişti. Kediciğin cansız bedeni Kirov istasyonundan sekiz kilometre uzaklıktaki demiryolu hattının yakınında bulunmuştu.

Sessizleştik.

Sözün bittiği yerdeydik.

Moskova'nın en yüksek gökdelenleri


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Son yıllarda "gökdelenler şehri" haline gelen Moskova'da yeni bir liste hazırlandı: RBC gazetesi 2024 itibarıyla başkent Moskova'daki en yüksek yapıları sıraladı. 

İlk sırada 373,7 metrelik yüksekliğiyle Moscow City'nin parçası Federasyon Kulesi var. Şehirdeki en yüksek ikinci yapı 354 metreyle OKO.

Bunu 345 metre ile Neva Towers, 338 metre ile Mercury City Tower ve 309 metre ile Avrasya gökdelenleri takip ediyor.

İlk 10'da yer alan diğer yapılar Gorod Stolits (301,5 m), Capital Towers (295 m), Triumf-Palas (264 m), Evolutsia (246 m) ve İmperia (238,7 m).

13 Ocak 2024 Cumartesi

Rus argosuna giren 10 yeni kelime



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya'da yeni bir araştırma 2023'te konuşma diline giren yeni argo ifadeleri sıraladı. Yüksek Gazetecilik Okulu'nun Livedune ile ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma sosyal medya paylaşımlarını esas alıyor.

Araştırmaya göre Rusya'da dile yeni giren kelimeler söz konusu olduğunda en etkili alt kültür bilgisayar oyunu tutkunları. İşte en popüler 10 ifade:

1. LS. Türkçesi DM, özel mesaj.

2. Zalutat'. Değerli bir şey bulmak ya da edinmek. (bilgisayar oyunlarından)

3. Ghosting. Görmezden gelme.

4. Go. Hadi gidelim.

5. HZ. Bilmiyorum, kim bilir manasındaki Rusça küfürlü ifade h*y znaet'den.

6. Jiza. Hayat işte! 

7. Çuşpan. Karaktersiz. Fenomen dizi Slovo patsana'dan.

8. Hayp. İngilizce hype ifadesinden.

9. Strim. İngilizce stream ifadesinden, online yayın.

10. Tg. Telegram.

7 Ocak 2024 Pazar

Şimdi ve sonra

 


Şimdi ve sonra

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru


Vladimir İvanoviç’le dertleşiyoruz.

Aslında dertleşmek için değil, birbirimizin yeni yılını kutlamak için bir araya gelmiştik.

2023 ne yazık ki pek hayırla anacağımız bir yıl değildi, 2024’ün en azından bir önceki yıl kadar lanet bir yıl olmamasını diliyoruz.

“Gelen gideni aratır” sözünü hatırladıkça da ürperiyoruz.

Uzun zamandır kötü olayların pençesindeyiz.

Pandemi, vekalet savaşları, ekonomik zorluklar,.. say say bitmiyor.

Malum beylik kutlama sözleri vardır. Sağlık, mutluluk, başarı, huzur, falan filan diliyoruz gibilerinden…

İyilik ve kötülük, 12 raunt, sanki asırlardır ringde dövüşen boksörler gibi. Umarız bu son raunt olur; iyilik, sıkı bir sol kroşe ile kötülüğü yere indirip nakavt eder; rahatlar, feraha çıkarız.

Bazen karamsarlaşıyoruz, ancak sonra yeniden gücümüzü topluyor iyimser bir ruh halini kuyruğundan yakalıyoruz.

İnsanlar genellikle umudunu tümüyle kaybetmiyor, içlerinde her şeye rağmen yeni yılın eski yılı aratmayacak olmasına dair bir ümidi yeşertiyorlar. Yılbaşlarını coşkuyla kutluyorlar.

Hele hele bu, Rusya’da önemli bir gelenek halinde.

Bu sene de öyle oldu. Yeni yılın gelişi sıkıntılara rağmen neşeyle kutlandı diyebiliriz.

***

Canımız bir şeylere sıkıldığında insan, bazen bir zaman makinesine binip ütopyaların vadettiği iyi bir zaman dilimine dertlerin üzerinden atlayarak ulaşmak veya geri vitesine takıp geçmişe, güzel olduğunu düşündüğümüz günlere geri dönmek, eskileri yeniden yaşamak hayalini kuruyor.

“Ben ikisine de razıyım,” diyorum.

Vladimir İvanoviç,“Sen de çok şey istiyorsun,” diyor. “Ve hatta kolaycısın, bu pasifist bir tutum; tam tersine günün zorluklarına göğüs gerip, iyilikler için mücadele etmelisin.”

Düşünüyorum, “Haklısın,” diyorum. “Bugün mesajlara bakarken gördüm Elon Musk, yılın ilk gününde ‘Today is the first day of the rest of your life’ diye bir mesaj paylaşmış, bugün yaşamınızın geri kalan kısmının ilk günü diyor.”

Gülüyor:

“Aferin ona, bazen doğru laflar ediyor, ancak bu, sosyal medyada dolaşıp duran yazarı belirsiz bir şiirden alınmış bildik bir dize.”

***

Vladimir İvanoviç’e bizim Serkan’ın anneannesinin bir hikayesini anlatıyorum.

Serkan, anneannesine sormuş, “Nine, zaman makinen olsa n’apardın?” diye.

Meğer kadıncağız senelerden beri komşusu Nezahat Hanıma içerlermiş. O, oğlunun düğününde geline bir cumhuriyet altını takmış, Nezahat Hanım ise onun kızının düğününde sadece bir çeyrek altın takmış.

“Ah, öyle bir zaman makinem olsa atlar giderdim yirmi sene geriye, cumhuriyet altını yerine ben de çeyrek altın takardım, ah aptal kafam,” diye söyleniyormuş.

***

Bazı bilim insanlarına göre, çok hızlı yolculuk yapmak zamanda geleceğe gitmemizi sağlarmış. Zamanda geçmişe gitmek ise birçok fizik modeline göre imkânsızmış.

Bilemiyorum.

Benim aklım, bildiklerim, popüler bilim kitaplarının ötesindeki şeyleri anlamaya pek yetmiyor. Onun için haddimi bilip, fazla derin konulara girmiyorum.

Vladimir İvanoviç’in de topa girmeye pek niyeti yok.

Yine de ucundan, kenarından devam ediyoruz.

Zaman makinesi henüz icat edilmedi, fikrini ise ilk dillendirenlerden biri ünlü İngiliz bilim kurgu yazarı Herbert George Wells idi.

Wells’in ilk romanı olan Zaman Makinesi 1895 yılında yayımlandı.

Roman, bir mucidin uzak geleceğe yaptığı yolculuğu anlatıyordu.

Romanda Victoria dönemi Londra’sında yaşayan bir bilim insanı zamanda yolculuk yapmak üzere icat ettiği makineyle geleceğin İngiltere’sini ziyaret ediyor. Ve Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılında yaşadığı serüveni bir dost, arkadaş toplantısında etrafındakilere anlatıyor.

Geleceğin dünyası ayrıcalıklı insanların rahat, dertsiz, tasasız bir hayat sürdükleri bir yermiş meğer.

Wells, romanında Victoria dönemi İngiltere’sindeki zenginlerle yoksullar arasında giderek büyüyen uçuruma yönelik eleştirisini dile getirir. Tarihin ve gelişmenin anlamını sorgular. Toplumsal adaletsizliğin sürüp gitmesi halinde meydana gelecek felaketlere dair uyarılarda bulunur.

Yazar, 1866’da doğmuş, 1946 yılında yaşamını yitirmişti. Ve haliyle iki büyük dünya savaşı felaketine de şahitlik etmişti.

Romanındaki gibi bir zaman makinesine sahip olsaydı kuşkusuz bu zaman dilimlerini atlamak isterdi.

İlave bir bilgi: Wells, Rusya'yı 1914, 1920 ve 1934'te üç kez ziyaret etmiş, Sovyet liderleri Vladimir Lenin ve Joseph Stalin ile görüşmüş.

***

Zamanda yolculuk sadece bir olasılık olarak görülmüyor, aynı zamanda yaşanıyor, ama galiba Wells’in hayal ettiği bir şekilde değil.

Vladimir İvanoviç’in aklına Sergey Krikalyev geliyor.

Sergey Konstantinoviç Krikalyev, 27 Ağustos 1958 Leningrad doğumlu, Rusya Kahramanı, Sovyet ve Rus havacılık sporcusu ve kozmonot… SSCB'nin pilot-kozmonotu.

Uzayda geçirilen toplam süre rekorunu elinde tutuyor. Bu rekor 803 gün. Bu, kozmonot tarafından altı fırlatmada başarıldı. Ayrıca Sergey Krikalyev toplam 41 saat 26 dakika süren sekiz uzay yürüyüşü gerçekleştirdi.

Sovyet kozmonotu Sergey Krikalyev'in meslek yaşamının uzay araştırmaları tarihinde özel bir bölümü ve ilginç bir hikayesi var.

Kazakistan'daki Baykonur fırlatma sahasından Sovyetler Birliği zamanında Soyuz roketiyle uzaya başarıyla gönderilmiş, ancak görev süresinin uzamasıyla Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dönebilmişti.

Sergey Krikalyev, Sovyetler Birliği vatandaşı olarak başladığı yolculuğunu farklı bir ülke vatandaşı olarak tamamlayan tek kozmonot olma hüviyetiyle tarihe geçti.

Sergey Krikalyev'in 1991'de nasıl "uzayda unutulduğuna" dair bir hikaye var; ancak kozmonotun kendisi bunun gazetecilerin türettiği düzmece bir haberden ibaret olduğunu söylemişti. Yani "unutulma" söz konusu değildi.

“O sırada ana keşif gezimin yarısı geçmişti ve benzer üç zaman dilimi daha uzayda kalmak zorunda kaldım,” demişti.

Princeton Üniversitesi Fizik Bölümü akademisyeni J. Richard Gott'a göre, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük zaman gezgini Sergey Krikalyev imiş.

Sovyetler Birliği'nin çöküşü nedeniyle 311 gün - yani 10 aydan biraz fazla - uzayda mahsur kalmıştı.

Sovyetler Birliği çöktüğünde uzaydaydı. Eve dönemeyince, başlangıçta olduğundan iki kat daha fazla zaman harcadı ve bambaşka bir tarihi dönemde yurduna döndü.

Her türlü zorlukla baş edebilmek için özel bir eğitim görmüş bir bilim insanı ve kozmonot olmasına rağmen bu zaman atlama haline belki Sergey Krikalyev de şaşırmıştır.

*** 

ODTÜ Fizik Bölümü’nden, bilim ustası Özgür Can Özüdoğru, Bilim ve Gelecek Dergisi’nde yayımlanan “Zaman yolculuğunun kısa bir tarihçesi” başlıklı bilimsel makalesinde konuyla ilgili şöyle yazmış:

“H. G. Wells, ilk romanı The Time Machine’i (Zaman Makinesi) 1895’de; yani Büyük Britanya Kraliçesi Victoria’nın hükümdarlığının sona ermesinden yalnızca birkaç yıl önce yayımlamıştı. Tıpkı bu hanedanın bitişi gibi, o dönemde dünyada başka bir hanedanlık da etkisini yitirmekteydi: 200 yıllık Newton fiziği… 1905 yılında Albert Einstein özel görelilik kuramını yayımladı. Kuram Newton’ın “elma fiziği”ni bir kenara atıp, Wells’in varsayımlarını mutluluğa boğuyordu, çünkü kuramın mümkün kıldığı şeylerden biri de zamanda yolculuktu. Böyle bir şeyi Newton fiziğinde düşünmek bile imkânsızdır, zira Newton fiziği için zaman düz akan bir ok gibidir, ne hızlanır ne de yavaşlar. Fakat Einstein için zaman “göreli”ydi.

Zamanda yolculuk yalnızca mümkün olarak görülmüyor, aynı zamanda yaşanıyor, yalnızca Wells’in hayal ettiği bir biçimde değil. Princeton Üniversitesi Fizik Bölümü akademisyeni J. Richard Gott’a göre, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük zaman gezgini Sergei K. Krikalev’dir. 1985’de başlayan uzun kariyeri boyunca Sovyet kozmonot, uzayda kesintisiz olarak 803 gün geçirdi. Einstein’ın da kanıtladığı gibi, onun için zaman Mir Uzay İstasyonu’nda, Dünya’ya göre çok daha yavaş geçti. Tüm bunların sonucunda Krikalev, dünyada bulunan tüm varlıklardan 1/48 saniye daha az yaşlandı, yani başka bir açıdan baktığımızda zamanda 1/48 saniye geleceğe gitmiş oldu.

Zamanda yolculuğu gözlemlemek, çok yüksek hızlarda çok uzun mesafeler kat edildiğinde daha kolay anlaşılır. Eğer Krikalev Dünya’yı 2015 yılında terk edip Betelgeuse yıldızına, ışık hızının yüzde 99,995’ı gibi bir hızda gidip geri gelseydi (Betelgeuse 520 ışık yılı uzaktadır), döndüğünde Dünya’da 1000 yıla yakın bir zaman geçmiş ve tanıdığı herkes ölmüş olacaktı. Onun için ise, yalnızca 10 yıl gibi bir süre geçmiş olurdu. “Zamanda yolculuğu nasıl yapacağımızı biliyoruz,” diyor Gott, “bu tamamen para ve mühendislik meselesi”.

***

Benim zaman makinesiyle orda burda dolaşma hayalimden vazgeçip ayaklarımı yere basmam gerekiyor sanırım.

Bildiğimiz uluslararası olaylara benzemeyen yeni bir dönem yaşıyoruz. Dünyanın her köşesinde sorun var. Hem sıcak, hem de soğuk savaş bir arada yaşanıyor. Bu yeni soğuk savaşta delikanlılık da iyice tarihe karışmış durumda.

Eskisinde uzay yarışı vardı mesela. Bilime, teknolojiye bir nebze katkısı vardı hiç olmazsa. Şimdiyse neredeyse unutuldu.

Sosyal bilimciler, “Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru döner,” der.

Hızla ileriye doğru döndüğünü bildiğimiz bir tekerlek bazen geriye dönüyormuş gibi görünebiliyor. Belli bir noktaya gelindiğinde önce tekerlekler daha yavaş dönüyor gibi görünür, sonra kısa süreliğine duruyor gibi görünür ve devamında da geriye dönüyormuş gibi görünür.

Bu bir yanılsamadır.

Yani telaşa, enseyi karartmaya gerek yok!

Tolstoy, “En güçlü iki savaşçı, sabır ve zamandır,” demiş. 

Yaşayan en büyük matematikçi

 


Grigoriy Perelman

Yaşayan en büyük matematikçi

 

Kaynak: https://mysticalmagazine.com/

 

Bir milyon doları reddeden matematikçi Grigoriy Perelman, Rusya Bilimler Akademisi'nin üyelerine katılma teklifini de aynı derecede kararlı bir şekilde reddetti. Aksine, gönüllü geri çekilmeden ayrılmadan bu teklifi görmezden geldi ...

Grigoriy Yakovlevich'in giderek daha şok edici biçimler alan görünüşte tuhaf davranışı, onun her türlü tanıtıma karşı en derin küçümsemesinden ilham alıyor. Bir bilim adayından akademisyenliğe atlamayı kabul etmesi garip olurdu ve Rusya Bilimler Akademisi'nin bu teklifi PR'nin çıkarları dışında başka hiçbir şeyle açıklanamaz.

“Evreni nasıl yöneteceğimi biliyorum.

Ve söyle bana, neden bir milyonun peşinden koşayım ki? "

Ancak daha da tuhafı, yalnızca inancı "skandallar, entrikalar, soruşturmalar" olan TV gazetecilerinin değil, aynı zamanda ciddi bilim adamlarının da eksantrik bir matematik dehasının şerefine tutunma arzusudur.

Poincaré'nin varsayımını kanıtladı; 100 yılı aşkın süredir kimsenin çözemediği ve onun çabalarıyla bir teorem haline gelen bir bilmece. Bunun için St. Petersburg'da ikamet eden bir Rus vatandaşı olan Grigory Perelman'a söz verilen milyonlardan biri verildi. Rus matematik dehasının çözdüğü Milenyum Problemi, evrenin kökeni ile ilgilidir. Her matematikçinin bilmecenin özünü anlaması mümkün değildir ...

Rus dehasının çözdüğü bilmece, topoloji adı verilen matematik dalının temellerine değiniyor. Topolojisine genellikle "kauçuk levha geometrisi" denir. Şeklin uzatılması, bükülmesi ve bükülmesi durumunda korunan geometrik şekillerin özellikleriyle ilgilenir. Yani yırtılmadan, kesilmeden ve yapıştırılmadan deforme olur.

Topoloji matematiksel fizik için önemlidir çünkü uzayın özelliklerini anlamamızı sağlar. Veya bu mekanın şekline dışarıdan bakmadan değerlendirin. Örneğin, Evrenimize.

Poincaré hipotezini açıklayarak şöyle başlıyorlar: İki boyutlu bir küre hayal edin; lastik bir disk alın ve onu bir topun üzerine uzatın. Böylece diskin çevresi tek bir noktada toplanır. Aynı şekilde örneğin bir spor sırt çantasını da kordonla bağlayabilirsiniz. Sonuç bir küre olacaktır: bizim için üç boyutludur, ancak matematik açısından sadece iki boyutludur.

Daha sonra aynı diski bir çörek üzerine çekmeyi teklif ediyorlar. İşe yarayacak gibi görünüyor. Ancak diskin kenarları artık bir noktaya çekilemeyecek bir daire şeklinde birleşecek - çörek kesilecek.

Dahası, sıradan bir insanın hayal gücü için erişilemez olmaya başlar. Çünkü zaten üç boyutlu bir küreyi, yani başka bir boyuta giden bir şeyin üzerine gerilmiş bir topu hayal etmek gerekiyor. Yani Poincaré'nin hipotezine göre, yüzeyi varsayımsal bir "hiperkord" tarafından tek bir noktaya çekilebilen tek üç boyutlu şey üç boyutlu bir küredir.

Jules Henri Poincaré bunu 1904'te önerdi. Artık Perelman, Fransız topologun haklı olduğuna anlayan herkesi ikna etti. Ve hipotezini teoreme dönüştürdü.

Kanıt, evrenimizin nasıl bir şekle sahip olduğunu anlamaya yardımcı oluyor. Ve bu bizim oldukça makul bir şekilde bunun aynı üç boyutlu küre olduğunu varsaymamıza olanak tanıyor. Ancak Evren bir noktaya çekilebilecek tek "figür" ise, o zaman muhtemelen bir noktadan uzatılabilir. Bu, Evrenin tam olarak bu noktadan kaynaklandığını öne süren Büyük Patlama teorisinin dolaylı bir doğrulaması olarak hizmet ediyor.

Alexander Zabrovsky büyük matematikçiyle konuştuğu için şanslıydı - birkaç yıl önce Moskova'dan İsrail'e gitmek üzere ayrıldı ve önce St. Petersburg'daki Yahudi cemaati aracılığıyla Grigory Yakovlevich'in annesiyle iletişime geçerek ona yardım etmeyi düşündü. Oğluyla konuştu ve onun güzel açıklamasının ardından oğlu bir toplantı yapmayı kabul etti. Bu gerçekten bir başarı olarak adlandırılabilir - gazeteciler, girişinde günler geçirmelerine rağmen bilim adamını "yakalamayı" başaramadılar.

Psikologlar ona neredeyse resmi olarak "çılgın profesör" diyorlar - yani kişi düşüncelerine o kadar dalmış ki farklı ayakkabılar giyiyor ve saçını taramayı unutuyor. Ancak modern Rusya'da bu neredeyse nesli tükenmiş bir türdür.

Zabrovsky'nin dediği gibi Perelman, "kesinlikle aklı başında, sağlıklı, yeterli ve normal bir insan" izlenimi yarattı: "Gerçekçi, pragmatik ve aklı başında, ancak duygusallık ve heyecandan yoksun değil ... tam bir saçmalık! Ne istediğini kesin olarak biliyor ve hedefe nasıl ulaşacağını biliyor. "

Bilim adamı, Rus basınında denildiği gibi kırgın

Perelman, gazetecilerle iletişim kurmadığını, çünkü gazetecilerin bilimle ilgilenmediğini, kişisel ve gündelik konularla ilgilendiğini açıkladı - bir milyonu reddetme nedenlerinden başlayarak saç ve tırnak kesme sorununa kadar.

Özellikle Rus medyasıyla da kendisine yönelik saygısız tutum nedeniyle temas kurmak istemiyor. Örneğin basında ona Grisha deniyor ve bu tür aşinalık rahatsız edici.

Grigory Perelman, okul yıllarından beri "beyin eğitimi" denilen şeye alıştığını söyledi. SSCB'den bir “delege” olarak Budapeşte'deki Matematik Olimpiyatları'nda nasıl altın madalya aldığını hatırlatarak, şöyle konuştu: “Soyut düşünme yeteneğinin ön koşul olduğu problemleri çözmeye çalıştık.

Ancak sonuçta, 2000'li yıllarda özü basit olan ulusal bir fikir nihayet oluşturuldu: ne pahasına olursa olsun kişisel zenginleşme. İnsanlarda kulağa şöyle geliyor: Onlar verirken çal ve vaktin varsa dışarı çık. Bu ideolojiye aykırı her türlü davranış tuhaf ve delice görünebilir, ancak Perelman'ın olayının özellikle yabancı olduğu ortaya çıktı.

Elleri bakımsız olan bu tüylü adamın, modern düzenle hiçbir ilgisi olmadığını yüzlerce kez açıkladığı akademisyenlerin davranışını başka hiçbir mantık açıklayamaz. Asla ve asla. Ve böyle bir şey bulduğunda, ünlü kanıtı ilk kez ele geçirmek isteyen Çinliler gibi, bilimsel bir blogda burada yayınlayacak, çalacak.

İnsanoğlu bizden nefret ediyor, evet, ama belki de tek kişi o ve bunu yapmaya ahlaki hakkı da var. Perelman tamamen sivil hislerden yoksundur. Ancak modern tüketimciliğe ve vahşi kapitalizmin dayattığı ulusal kimliğin kaybına radikal bir şekilde karşı çıkan tek kişi o.

Grigory Yakovlevich'in kendisinin sivil misyonunun farkında olmadığını ve bu konu hakkında hiç düşünmediğini göz ardı etmiyorum. O, Forbes listesinin ayrıcalığın ana ölçüsü olduğu, hayvani gerçekliğimize paralel bir dünyada yaşıyor.

Perelman, refahla dolup taşan "hayatın efendileri"nin aksine, bir normallik modelidir. Perelman'ın yerine birinin onur ve zenginlikle baştan çıkarması pek olası değil, ama o bunu asla yapmayacak. Birilerinin topluma ne durumda olduğunu, vicdanının nerede olduğunu göstermesi gerekiyor.

Yaşayan en ilginç matematikçi

 


Barış Özcan

Kaynak: https://barisozcan.com/

 

“Bugüne kadar yaşamış en büyük matematikçi kimdir?” gibi tartışmaya açık bir soruyu araştırdığınızda karşınıza bazı listeler çıkar. Pisagor vardır mesela o listelerde… Çünkü dünyanın şeklinin düz olmadığını ilk söyleyen kişilerden biridir. Hypatia vardır, hatta onun hikayesini anlatan “Agora” adlı filmden sonra biraz daha ünü artmıştır. Gauss’u okul yıllarından hatırlarız hayal meyal. Ama yine de matematikçiler, fizikçiler kadar ünlü değildir nedense. Nobel ödüllerinde bile en parlak kategori fizikken, matematik diye bir kategori bile yoktur. O yüzden matematiğin Nobel’i olarak görülen bir Fields Madalyası verilme ihtiyacı görülmüştür ama sorarım size kaçınız duydu bu Fields madalyasını? Biz Isaac Newton’ı çok duyarız, Einstein’ı sokaktaki vatandaş bile tanır ama matematikçi George Cantor desem kim bilir? 

Ben bunu matematiğin anlaşılması çok zor bir dil olmasına bağlıyorum. Matematik bu evrendeki her şeyden farklı geliyor bana. Bu evreni anlamak için fizikçilerin kullandığı deney ekipmanlarına, astrofizikçilerin koca koca teleskoplarına, teorik fizikçilerin yerin altında kilometrelerce uzanan parçacık çarpıştırıcısı tünellerine, milyon dolarlık laboratuvarlara filan hiç ihtiyaç duymuyor matematikçiler. Sadece bir kağıt ve kalemle, önlerindeki problemleri olabilecek en saf, en net, en pür şekilde çözüyorlar. Biz de öylece bakıyoruz. Bırakın çözümünü, daha soruyu bile anlayamıyoruz. 

Matematik öyle bir dil ki, dünyada çok az kişi o dili konuşabiliyor. 

İşte Gauss’ların, Pisagorların olduğu bu dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 10 matematikçisi listesindeki isimleri de o yüzden tanımıyoruz. Oysa o kadar ilginç hikayeleri var ki. Bakın bu listedeki 10 kişiden sadece iki kişi hayatta. O iki kişiden biri objektif değerlendirmelere göre yaşayan en dahi matematikçi olarak kabul ediliyor. Gerçekten de öyle ve onun hikayesini de başka bir videoda anlatmak istiyorum. Ama bana göre, yani sübjektif olarak diğeri çok daha ilginç bir matematikçi. 

Her ikisi de matematiğin Nobel’i olarak görülen Fields Madalyası’na layık görüldü. Ama o bunu almayı reddetti. Binyıl ya da milenyum problemleri olarak adlandırılan çözülmesi en zor 7 matematik probleminden bugüne kadar sadece biri çözülebildi ve tahmin edebileceğiniz gibi o çözdü. Ama ödül törenine katılan yüzlerce matematikçi arasında bir tek ona ayrılan koltuk boştu. Törene katılmadı ve 1 milyon dolarlık ödülü almayı yine reddetti. Onunla ilgili çekilmiş bir film yok. Rusça hazırlanmış kısa bir yapım dışında herhangi bir belgesel yok. Doğru dürüst bir fotoğrafı bile yok. Hakkında yazılmış tek kitap bu ve onu yazan kişi bile kendisini görememiş. Şu anda yaşayan en büyük iki matematikçiden biri dedim ama yaşayıp yaşamadığından bile emin değiliz. 

Peki kim bu matematikçi?

En zor problemi nasıl çözdü? Ve sonra neden tüm dünyayla ilişkisini kesti? Yaşayan bu en ilginç matematikçiye ne oldu?

Bunlar Milenyum problemleri… 1000 yılın en zor 7 matematik problemi olarak gösteriliyor. Clay Matematik Enstitüsü tarafından her birinin başına 1 milyon dolar ödül kondu. Milenyum için Milyon! Hangisini çözerseniz çözün, bir milyon dolar garanti. 

Birch ve Swinnerton-Dyer Sanısı

Hodge Sanısı

Navier-Stokes Denklemi

P vs NP

Riemann Hipotezi

Yang-Mills Teorisi ve Kütle Problemi

Poincaré Sanısı

Bırakın çözümlerini bulmayı, bu soruları dahi hayatımız boyunca anlayamayabiliriz. Her bir problem ayrı bir kariyer gerektiriyor. Bazıları için 20-30 yıl çalışanlar var. Yine de çözümü bulmaya ömürleri yetmiyor. 

Fermat’ın Son Teoremi olarak bilinen matematik problemini, 1637 yılında ortaya atılmasından 357 yıl sonra çözen Sir Andrew Wiles’ın da dediği gibi: “Bu problemlerin ne zaman çözülebileceğini ya da çözülüp çözülemeyeceğini bilemiyoruz.” Bunun için 5 yıl da bekleyebiliriz 100 yıl da…

İşte matematik dünyası 2000’lı yıllara yani yeni milenyuma böyle bir meydan okumayla girdi. Ve sadece bir kişi, bu 7 problemden sadece birinin çözümünü, sadece 2 yıl sonra buldu. 


 

Evet bu kişi Rus matematikçi Grigori Perelman.

Ben aklımda daha kolay tutabilmek için ona “Gizemli Grigori” lakabını taktım 

Onun neden gizemli olduğuna geçmeden önce çözdüğü problemin neden önemli olduğunu anlamaya çalışalım. 

Bu kitap sadece o problemle ilgili. Yine dahi matematikçilerden biri olan Fransız Henri Poincare tarafından 1900’lü yıllarda ortaya atılmış. “Conjecture” kelimesini varsayım ya da hipotez olarak değil de “sanı” olarak çevirmek daha uygun olacak gibi. Ortaya atılan problem, öyle Pazar bulmacası gibi bir şey değil. İçinde yaşadığımız evrendeki nesneleri, o evrenin şeklini ve hatta olası başka evrenleri ve boyutları bile anlamamızın kapılarını açacak türden bir şey… 

Problem, matematiğin topoloji alanından… Yani şekiller üzerinde yaptığımız esnetme, bükme, deformasyon gibi eylemlerin incelendiği matematik dalı. Örneğin şu küp şeklindeki hamuru alıp, elimle masada yuvarlayarak bir küre haline getirebilirim. Ya da bu küreyi alıp, şöyle biraz bastırıp ortasına da bir delik açarak simit yani torus şeklini yapabilirim. İşte tüm bu eylemleri matematik diline döktüğümüzde, topoloji alanı ortaya çıkıyor.

Poincaré sanısı da tam olarak bununla alakalı. Az önce yaptığım simidin bir deliği var. Fakat bu simitten küreye geçiş yapmak, bunu kesip sıkıştırmadığım ya da deliği kapatmadığım sürece, öyle eğip büzerek şeklini değiştirerek filan mümkün değil. Yoksa bu simidi şurasından keser, bir solucan yapardım. Sonra da bunu sıkıştırıp küreye dönüştürürüm. Oldu bitti! Fakat bunu yapmak yasak. İsterseniz siz de deneyebilirsiniz. Bu simidi alıp, şöyle bir fincana dönüştürebilirim! Çünkü ikisinin de sadece tek bir deliği var. Topografi açısından bu fincanla bu simit arasında temel bir farklılık yok. Hatta fincanın içindeki pipet bile aynı grupta. Çünkü onun kaç deliği var? İki gibi gözükse de aslında bir. Ve onu da sadeleştirdiğinizde bir simide yani torus şekline ulaşabilirsiniz. Kısaca simitlerle küreler temelde birbirinden farklılar. Aralarındaki farkı da delikli olup olmamaları belirliyor.

İşte Henri Poincaré ortaya bir sanı atıyor, yani bir tahminde, varsayımda bulunuyor. Eğer başlangıçta hiçbir deliği olmayan, küçük bir cisim alırsanız, yani sonsuza kadar falan uzatamayacağınız, sınırlı boyuta sahip bir cisim bu… Bu cisim bir küredir ya da küreye dönüştürülebilir diyor. Şimdi az önceki simit ve küre durumuna bakınca ve delik açmanın, kesmenin yasak olduğunu da düşününce, gayet sezgisel ve akla yatkın geliyor. Fakat bunun sadece üç boyutta değil, dört, beş… Tüm boyutlarda doğru olduğunu iddia ediyor. Tabii dört boyutlu bir küre nasıl olur o çok daha karmaşık bir konu. Fakat hatırlayın, bazı fizik teorileri çok boyutlu uzay-zamanlardan bahsediyor. Bu nedenle çok boyutlu durumlarda da ne olduğunu anlamak gerek.

Neden önemli ki bu problem? Yani bu küreyi ezdim, büzdüm yok kupa oldu falan… Küre için burada önemli bir özellik var. Üzerine eğer bir çember çizecek olursanız, bu çemberi bir kement gibi büzüştürerek bir noktaya sıkıştırabilirsiniz. Fakat aynısını bir simitte (torusta) yapmak mümkün değil. Buraya çizeceğimiz hiçbir çemberi, bir noktaya sıkıştıramıyoruz. 

Şimdi taaa antik Yunan’a gidelim. Ta dediğime bakmayın. Dilek yarımadasının hemen karşısında Sisam Adası var ya. İşte orada doğan başka bir büyük matematikçi var: Pisagor. 2500 yıl önce dünyanın düz olmadığını söylemişti. Düz gibi görünen bir yüzeyin üstünde bir karınca misali yaşarken nasıl böyle bir iddia da bulunabildi? Matematik düşüncesiyle. İkinci boyuttan, üçüncü boyuta fiziksel olarak çıkamadı ama zihinsel olarak çıktı. Ondan binlerce yıl sonra, insanlar uzaya çıktıklarında bize iki boyutlu gibi gözüken Dünya’nın üçüncü boyuttan küreselliğini “görsel” olarak gösterdi.

Yani biz daha dışarıya çıkmadan, nasıl bir şeyin içerisinde olduğumuzu matematik, geometri sayesinde biliyorduk. 

Şimdi bunu bir boyut daha arttırın? Evrenin geometrisini nasıl biliyoruz? Nasıl anlayabiliyoruz? Eğer elimize bir ip alıp,bir uzay aracından dışarıya salarak evrende şöööyle bir tur atsaydık ve sonra ipin saldığımız ilk ucunu tutup, birbirine bağlasaydık… Ardından ipi bir ucundan çekmeye başlasaydık… Ne olur? 

İki şey olabilir.

Çektiniz çektiniz çektiniz… Hop, gelmiyor! Bu, tıpkı bir simidin üzerinde halka yapmak gibi. Eğer yolculuğumuza buradan başladıysak ve böyle dolaşıp bitirdiysek, ipi çektikten sonra bir noktada sıkışır gelmez! 

Fakat ikinci bir ihtimal daha var. Eğer ipi çekmeye devam edebiliyorsak… Çektik, çektik, çektik… Hooop, küçüldü büzüştü ve bir nokta oldu. İşte Poincaré sanısı bize bu noktada, bir kürede yer aldığımızı söylüyor. 

Pratikte elbette uzay aracına atlayıp bunu yapamayız  Fakat tıpkı antik Yunan’da olduğu gibi, matematik sayesinde, içinde bulunduğumuz şeyleri daha onun dışına çıkmadan anlayabiliriz. 

Matematik, daha gözümüzle görmeden, zihnimizle görebilmemizi mümkün kılar. Evrenin dışına çıkmadan onun nasıl bir şey olabileceğini bize anlatan bir dil gibidir matematik. 

Maalesef çok az kişinin konuşabildiği bir dil.

Bunlardan biri Grigori Perelman. Kendisi Rusların ünlü matematik ekolünden yetişmiş. Leningrad Üniversitesi’nde doktorasını bitirmiş. Rusya’da kazanılabilecek tüm matematik yarışmalarını kazanmış. Tabi hemen ABD’den davet almış. Gerek doğuda New York bölgesinde ve gerekse batıda Kaliforniya’da meşhur matematikçilerin derslerine katılmış. Hem Princeton ve hem Stanford gibi üniversitelerden iş teklifi almış. Ama bunları reddetmiş. Richard Hamilton adlı bir matematikçinin Ricci akışı denkleminden çok etkilenmiş ve buna odaklanmaya karar vererek 1995’te Rusya’ya geri dönmüş. O zamanlar Berkeley’den bir yakını giderken kendisine şöyle söylediğini aktarıyor: “Sanırım bunu nasıl çözeceğimi biliyorum.”

Sonra ne mi olmuş? 7 yıl süren bir sessizlik. 

İşte Perelman’ın ortadan kaybolup tek bir konuya odaklanmasının 5. Yılında yani 2000’e girerken milenyum problemleri ilan edildi. 

2002’de, Perelman bir internet sitesine bir yazı yükledi. Bu bile çılgın bir hareket. Çünkü milenyum ödüllerini düzenleyen enstitüye değil makalelerin ön basımlarının yüklendiği genel bir siteye yükeldi bu yazısını. Aslına bakarsanız çok riskli bir hareket. 

39 sayfalık bu yazıda birçok konuyla birlikte sonlara doğru Poincaré sanısının çözümü de var. İyi de bu doğru olabilir mi? Poincaré sanısı, tarihte belki de en çok yanlış çözüm yapılan sanılardan biri. Her gün bir sürü çözüm yükleniyor ama hepsi hatalı. Dolayısıyla Perelman’ın çözümü ilk anda göze çarpmadı. Ama çok geçmeden birileri, “yahu bu doğru olabilir sanki” demeye başladı. Giderek bu makaleye olan ilgi arttı. Perelman’ı önceki çalışmalarından tanıyanlar, durumun ciddi olabileceğinin farkına vardı. Birçok kişi bu çözümü anlamaya çalıştı. Fakat alanının uzmanı matematikçiler için bile, bu yazının tek bir bölümünü anlamak dahi kolay değil. O yüzden cevabın doğruluğundan emin olmak için komiteler kuruldu. 

Bir milyon dolar ödül vaat eden Clay Matematik Enstitüsü, 2010 yılında nihayet bu çözümün doğru olduğunu kabul etti ve Perelman bu ödüle layık görüldü. Bir başka deyişle onun 7 yılda çözdüğü bu problemin cevabının anlaşılması 8 yıl sürdü. 

Problemin çözümüyle bunun ödüllendirilmesi arasında geçen bu 8 yıllık dönemde bir yandan Perelman’ın şöhreti büyürken bir yandan da zaten çok fazla kişiyle görüşmeyen Perelman iyice ortalıktan kayboldu. Rusya’ya döndüğünde babası ailesini terk ederek İsrail’e yerleşmişti. Daha sonra kız kardeşi de babasına katıldı. Ailesinden görüştüğü tek kişi annesi kalmıştı. 

2005’te Rusya Steklov Enstitüsü’ndeki işinden de bir anda ayrıldı. 

İşte tam burada bana istifa mektubunu verdi. Bunu iyi düşündün mü diye sordum. Evet kesin kararlıyım dedi.

Artık maaş aldığı bir işi yoktu. Matematik dünyasından görüştüğü iş arkadaşları kalmamıştı. Batı dünyasında kendisi hakkında bir sürü övgü dolu yazı yazılırken ona ulaşan gazetecilerin hiçbiriyle görüşmek istemedi.

Science dergisi onun çözümünü “10 yılın Atılımı” olarak ilan etti. 

New Yorker dergisinden Sylivia Nasar, aynı problemi çözdüğünü iddia eden Çinli matematikçilerin foyasını ortaya çıkartan çok etkili bir makale yazdı. Bu arada kendisi öyle bir yazar ki başka bir kitabı “A Beatiful Mind” Hollywood tarafından film yapılınca kimsenin tanımadığı başka bir matematikçi John Nash bir anda meşhur olmuştu. 

Ama Perelman kendisini meşhur etmeye çalışan tüm bu gazeteci ve yazarlardan giderek uzaklaştı. “Eğer yaptığım çözüm doğruysa başka bir ödüle gerek yok” deyip kestirip attı. 

İşte yine aynı dönemde matematiğin Nobel’i olan Fields madalyasına layık görüldü ama reddetti. Bu kez de şu sözleri söyledi: “Parayla veya şöhretle ilgilenmiyorum. Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum. Ben matematiğin kahramanı falan değilim. Sanıldığı kadar başarılı bile değilim. Bu nedenle herkesin bana bakmasını istemiyorum.”

Es kaza ona telefonla ulaşmayı başaran bir gazeteciye söylediği son şeyler şu oldu: “Beni rahatsız etmeyin, mantarlarımla uğraşıyorum.”

İşte böyle bir durumda nihayet 1 milyon dolarlık milenyum ödülünü almak için davet edildi. Matematik dünyasından arkadaşları onun bu tür ödüllerle ilgilenmediğini ama paraya ihtiyacı olabileceğini biliyordu, çünkü 2005’ten beri çalışmıyordu. O yüzden Uluslararası Matematik Birliği başkanı Sir John Ball uçağa atlayıp onun yaşadığı St. Petersburg’a gitti. Soğuk ve yağmurlu iki gün boyunca toplamda 10 saat onunla konuşup ikna etmeye çalıştı. Ama Perelman ne ünvanı ne de para ödülünü kabul etmedi. 

2010 yılından bugüne Grigori Perelman’ın gizemi daha da arttı. 13 yıl önce elinin tersiyle reddettiği bu ödülden sonra neredeyse kimse ona ulaşamadı. 

2014’te İsveç’te nanoteknoloji üzerinde çalıştığı yolunda Rus medyasında bir haber çıktı. Ama kısa süre sonra yaşadığı St. Petersburg’da gazetecilerden kaçmaya çalışırken görüntülendi. 

İşte bu onun son görüntüleriydi. Yaklaşık 10 yıldır kendisinden haber alınamıyor. Kimse şu anda onun nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyor.

Neden tüm bu ödülleri reddetti? Bunun da sebebini tam olarak bilmiyoruz. Yaptığı çözümde başka bir matematikçinin, daha önce sözünü ettiğimiz Richard Hamilton’ın geliştirdiği bir yöntemi kullanıyor ve bunu da zaten makalesinin her yerinde belirtiyor. Sebebi onun da en az kendisi kadar bu çözümde payı olduğunu düşünmesi olabilir. 

Matematikçi arkadaşları onu asla yalan söylemeyen, kusursuz derecede dürüst bir insan olarak tanımlıyor. Belki de oldukça kusurlu bu dünyanın, yine kusurlu bir ödül mekanizması içine tam olarak sinmediği için olabilir.

Onu yetiştiren öğretmeni matematikçi Aleksandrov ölüm döşeğindeyken “ben geometriyle ilgilenmiyorum, ahlakla ilgileniyorum.” demişti. Sebebi kusursuz bir ahlak arayışı olabilir. 

Çünkü matematik bazılarına göre bilimin kraliçesidir ve aynı zamanda mantığın ve ahlakın bilimidir. 

Ödüllerle ilgilenmeyen, gazetecilerden kaçan, asosyal bir dahi. 

Bu gezegenin üstünde sadece birkaç kişinin anlayabileceği bir çözüm sundu. Bir zamanlar sadece birkaç kişinin anlayabildiği Pisagor gibi. Pisagor dünyanın göründüğü gibi düz olmadığını başka bir boyuta çıkmadan anlamıştı. Belki de Perelman da çözdüğü problemle evrenin dışına çıkmadan onun matematiksel dilini anladı.

Belki de bunu konuşabileceği, kendisini anlayabilecek hiç kimsesi yok. 

Belki de Matematik ona istediği her şeyi verdi. Kesin kuralların hüküm sürdüğü bir dünyada, yalnızlık, karmaşıklık ve derinlik. 

Tıpkı evrenin kendisi gibi…