Moskova

Moskova

28 Mart 2019 Perşembe

Rus halkının görüşü: "Biz Avrupa'dan farklıyız, özel bir uygarlığız"






“Rusya, Avrupalı ülkeler gibi olabilir mi, yoksa ‘kendine has’ bir uygarlık mı?” Rusya Bilimler Akademisi, yapılan bir anketle bu sorunun cevabını aradı. Rusya Bilimler Akademisi’nin 2003 yılında yaptığı ankete katılan Rusya vatandaşlarının yüzde 72’si “Rusya’nın Avrupa’dan farklı, özel bir uygarlık olduğu” fikrinde olduğunu söylerken, 2015’te bu oran yüzde 75’e yükseldi.

18-30 yaş grubundaki Rusya vatandaşlarının yüzde 58’i ülkelerinin “Avrupa’nın bir parçası olduğunu” olduğunu düşünüyor. 60 yaşın üzerindekilerde bu oran sadece yüzde 17.

18-30 yaş grubundakilerin yüzde 42’si, Rusya’nın “Avrupa’dan farklı özel bir uygarlık olduğu” fikrinde. 60 yaş üstü grupta bu oran yüzde 83’e kadar çıkıyor.

Novıye İzvestiya gazetesine araştırma sonuçlarını değerlendiren Viktor Buravşev adlı hukukçu, “Rusya gerçekten tam bir Avrupa ülkesi değil, ama bu, onun ‘özel bir Avrasya uygarlığı’ olduğu anlamına da gelmiyor” yorumunda bulundu.

"Rusya'da halkı birleştirecek ortak payda yok...": Özgürlük yüzde 38 alabildi






Rus toplumunun tarih boyunca hep yanıtını aradığı, hatta Yeltsin'in başkanlığı sırasından özel bir yarışma düzenlenerek bulunmaya çalışılan "ortak ülkü-ortak payda" konusu tartışma konusu olmaya devam ediyor.  

Toplumsal araştırmalar grubu TsİRKON'un sosyologları tarafından hazırlanan son raporda bu sorun ele alındı ve "Rusya'da yurttaş gruplarını aynı payda altında toplama gücüne sahip değerler kalmadı" sonucuna varıldı. En fazla paylaşılan ortak değerler "sağlık ve aile saadeti" çıktı.

Rapora göre, Rusya halkı, önem atfedilen değerler açısından oldukça bölünmüş bir topluluk.

TsİRKON'un araştırmasına katılanların yüzde 75'i "çıkarların ve fikirlerin örtüşmesi şartıyla diğer insanlarla ortak hareket etmeye hazır oldukları" yönünde görüş belirtiyor. En son ne zaman bu şekilde başkalarıyla ortak hareket ettikleri sorusuna katılımcıların yüzde 48'i "başkanlık ve Duma seçimleri" cevabını veriyor. 

Ortak değer açısından, "Subbotnik" tabir edilen geleneksel "Cumartesi imecelerine" katıldığını söyleyenlerin oranı yüzde 26.

Zor durumda kalan insanlara karşılık beklemeden yardım ettiğini söyleyenlerin oranı yüzde 9.

Herhangi bir mitinge katılmış olanların oranı ise sadece yüzde 2.

Toplumsal organizasyonların faaliyetlerine katıldığını söyleyenler de yine yüzde 2'de kalıyor.

Dini, toplumu birleştiren bir unsur olarak görenlerin oranı da düşük.

Araştırmaya göre, belirli değerlere sahip olanlar bu değerlere her durumda sadık kalmıyor.

Mesela liberal görüşü benimsediğini söyleyenlerin yüzde 37'si kürtajın yasaklanmasını destekliyor. Yüzde 19 ise Rusyalı öksüzlerin yabancılar tarafından evlat edinilmesine karşı.

Toplumun büyük bir bölümünün üzerinde ortaklaştığı iki değer yüzde 76 ile "sağlık" ve yüzde 62 ile "aile saadeti".

"Özgürlük ve bağımsızlık" yüzde 38'de kalırken "vatan sevgisini" ortak değer olarak görenlerin oranı sadece yüzde 18.

TsİRKON analistleri bu tablonun politikacıların işini oldukça zorlaştırdığı sonucuna varıyor. Belirli bir ideolojik pozisyona oynayan politikacının garanti edebileceği oy oranı sadece yüzde 3-4. Öte yandan, uzmanlara göre toplumun parçalı yapısı yaratıcı politikacılara yeni sahalar açabilir. Eskiden sadece "emeklilerden" söz edilirken, araştırmacılara göre şimdi çıkarları farklılık gösteren en az on farklı emekli kategorisi söz konusu.

27 Mart 2019 Çarşamba

Devrim Meydanı’nın horozu


 

Samih Güven



Şansa inanır mısınız? Yoksa işimi şansa bırakmam diyenlerden misiniz? Sokakta yürürken saksının kafamıza değil de ayaklarımızın tam önüne düşmesini neyle açıklayabiliriz?

Henüz birçok boyutunu bilmediğimiz sınırsız bir evrende yaşıyoruz. Ayrıca insan hayatta her şeyi kendisi belirleyemiyor. Afrika’da susuzluk çeken bir şehirde çocuk olmak da var, varlıklı bir ailede doğmak da. Yine de insanın kendi döşediği taşların üzerinde yürümesi daha anlamlı tabi.

Ama şans konusu çoğumuzda yer etmiş. Rastlantıların, bizim dışımızdaki bir takım olayların ve açıklayamadığımız şeylerin lehimize sonuçlar üretmesi mümkün mü? İyi biriyle tanışmak, iyi bir şirkette işe başlamak, şemsiyeyi unuttuk diye hayıflanırken yağmurun birden dinivermesi gibi.
  

Konuyu dağıtmadan yazının başlığına dönersem, Devrim Meydanı Moskova’da Kızıl Meydan’a yakın metro istasyonunun adı. Mimarisi ve süslemeleriyle ünlü Moskova Metrosunun ilk açılan istasyonlarından. Ayrıca bronz heykelleri ile meşhur. Vatan savunmasındaki askerler, kitap okuyan kadınlar, omzunda çocuğu ufka bakan umutlu babalar… İşte bir askerin yoldaşı sevimli köpek ve bir kadının yanı başında kaygısızca duran horoz bu heykellerden bazıları.

İlk ne zaman ve nasıl başlamış bilmiyorum. Ama gelip geçenlerde heykelleri okşarlarsa şans getireceğine dair bir inanç oluşmuş. Her gün aktarma yaptığım istasyonda çoğu insan dokunmadan geçemiyor heykellere.  Uzak doğulu turistler fotoğraf çekme saplantısından dokunmaya zaman buluyor mu bilmiyorum tabi. 

Onlara dokunanlardan biri de benim. Özellikle de köpek ve horoza. İçimden günüm iyi olsun, bir tatsızlık yaşamayayım, isteğim bazı şeyler yerine gelsin gibi şeyler geçiyor masumane. Tabi Rusların da benzer düşünceleri oluyor muhtemelen.

Fakat konuyu düşünürken aklıma iki şey takıldı: Biri onca heykelin içinde en çok okşanan ve dokunmaktan rengi en çok açılan şeyin horoz olmasının nedeni. Bir diğeri de acaba insanlar Sovyet Rusya zamanında şansa ne kadar inanıyordu konusu.

Pek çok insanın bir tüfeğin soğuk kabzasına dokunmaktansa sevimli bir horozun başını okşamak isteyeceğine kanaat getirdim. Köpek de öyle. Onları yaratan sanatçılara da pay biçmek lazım tabi.

Diğer konuya gelince, dinler şans konusuna pek sıcak bakmıyor malum. Mesela İslam inancında şansa yer yok. Çünkü şans ile iş yapmaya başlayanın kendisini boşlukta hissedeceği, sabah akşam kalbini, ruhunu, hayatını stres, heyecan ve telâş içinde bırakacağı düşünülüyor. Dolayısıyla kadere ve tevekküle yer veriliyor.

Peki Marksist bakış açısından durum ne? Sovyet Rusya’da konuya nasıl bakılmış olabilir?

Bolşevik Devrim ile birlikte Rusya'yı modernleştirme amacı hızlanmıştı malum. Batıl inançlar, mistisizm yerine bilimsel, açıklanabilir, sebep sonuç ilişkisi olan bir hayat görüşü benimsenmişti. Buna göre maddeler ve olaylar birbirlerine bağımlı ve organik bir ilişki içindeydiler. Dolayısıyla dünyadaki bütün olaylar hareket halindeki maddenin değişik biçimleri olarak görülüyordu.

Engels’e göre diyalektik, şeyleri ve onların zihindeki yansımalarını temel olarak karşılıklı ilişkileri, birbirleriyle bağlantıları, hareketleri, doğuş ve yok oluş koşulları içinde ele alıyordu.

Böylece diyalektik materyalizmi öne çıkaran bu yaklaşım şansa da prim vermezdi sanırım. 

Devrim Meydanı (Ploşad Revolutsi) istasyonunun inşası 1937-38 döneminde tamamlanmış. Bu sevimli horoza şans getirsin diye ilk kim dokundu bilinmez tabi. Stalin bile olabilir. 

'Tuhaf' bir edebiyat testi






Dünyada klasik edebiyat denince, ölümsüz isimler ve ölümsüz eserlerle ilk akla gelenlerden biri kuşkusuz Rusya... Tolstoy'dan Dostoyevski'ye, Gogol'den Pasternak'a bu coğrafyadan çıkan sayısız büyük edebiyatçının eserleri hala büyük rağbet görüyor. Peki bu yazarların adlarının karıştığı inanması zor tuhaflıklardan haberiniz var mı? İşte size 9 soruluk bir test (Cevap anahtarı en sonda).


1. Aşağıdaki şairlerden hangisi içki masasından arkadaşlarıyla birlikte kalkıp, St. Petersburg'da açılan ilk krematoryumda ilk ceset yakma işlemi sırasında hazır bulunmuştur?

a) Aleksey Tolstoy

b) Nikolay Gumilyov

c) Osip Mandelştam


2. Hangi Rus şairi arkadaşlarını korkutmak için bileklerini, kesilmiş izlenimi verecek şekilde bandajlayıp partilere katılmıştır?

a) İosif Brodski

b) Sergey Yesenin

c) Aleksandr Puşkin


3. KGB'nin atası ÇEKA'nın en ünlü ajanlarından Yakov Blumkin bir imzasıyla istediği insanı kurşuna dizdirebileceğini söylediğinde hangi şair imzasız emir kağıtlarını Blumkin'in elinden kapıp parça parça etmiştir?

a) Maksim Gorki

b) Osip Mandelştam

c) Boris Pasternak


4. Hangi yazar kendinden 30 yaş küçük bir kadını karısına gösterip "Bu Galya, artık bizimle yaşayacak." demiş ve karısı da buna razı gelmiştir?

a) Nikolay Gogol

b) Fyodor Dostoyevski

c) İvan Bunin


5. Hangi yazar en ünlü romanını yazarken çektiği böbrek ağrılarını dindirmek için kendine morfin enjekte etmiştir?

a) Nikolay Gogol

b) Fyodor Dostoyevski

c) Mihail Bulgakov


6. Hangi yazar dünyada en bilinen ve en hacimli romanının en kötü çalışması olduğunu düşünüyordu?

a) Leo Tolstoy

b) Nikolay Gogol

c) Maksim Gorki


7. Hangi yazar 19 yaşında göğsüne ateş ederek kendini öldürmeye çalışmıştı? Ciğerine saplanan kurşun kendini öldürmeyince hastanede kloral hidrat içen ama yine kendini öldürmeyi başaramayan bu yazar kimdi?

a) Daniil Harms

b) Nikolay Gogol

c) Maksim Gorki


8. İçini gösteren bir donla baloya katılıp büyük bir skandala sebep olan şair kimdi?

a) Mihail Lermontov

b) Aleksandr Puşkin

c) Sergey Yesenin


9. Büyük bir roman yazdığı ama bu romanın müsveddelerini tramvayda yitirdiği yönünde gerçek dışı söylentiler yayan yazar kimdi?

a) Mihail Bulgakov

b) Venedikt Yerofeyev

c) Sergey Dovlatov


Cevap anahtarı:

1. b

2. a

3. b

4. c

5. c (Usta ve Margarita)

6. a (Savaş ve Barış)

7. c

8. b

9. b 

23 Mart 2019 Cumartesi

Tolstoy’un hareketli görüntüleri (52 Dakikalık Belgesel)






Tolstoy hakkında belgesel film



Film görüntülerini Drankov düzenledi. Pate ve Anonim Şirketi A. Khanzhonkov. LN Tolstoy görüntüleri 1960 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından Gosfilmofond’a restore ettirildi.

Gagarin’e Ağıt – Yaşar Kemal



Resim: Mustafa Çokbilir


Gagarin’e Ağıt / Yaşar Kemal





O, ışığın kökünü gördü, Karanlığın kökünü gördü.

Çağımızı mutlulandıran kişilerden biri de Yuri Gagarin’di. 12 Nisan 1961’de dünyanın etrafındaki yörüngede ilk uçuşu yapan oydu. Uzay çağına ayak bastığımızı bize o söyledi. İnsanoğlu masallarda olsun, düşlerde olsun yüzyıllardan bu yana aya ve öteki yıldızlara gider durur. Aya ve öteki yıldızlara gidişin kapısını açan adam bizim çağımızdandı, bizimle birlikte yaşayan insandı.

İnsanoğlunun dinmez hasreti vardır: Dünyanın dışına çıkmak…

İnsanoğlunu bu büyük hasretine kavuşturan insan, bizim çağdaşımız Yuri Gagarin’di.

İçimizde bir Yuri Gagarin var diye insanoğlu daha gururluydu. Yuri Gagarin çağında yaşıyoruz diye kıvançlıydık. Yuri Gagarin insanlığın sevinci ve gururuydu.

İnsanoğlu yiğit ve korkaktır. En çok korktuğu da ölümdür. Ölümü göze alan insan, ölümün üzerine yürüyen insan her zaman insanoğlunda büyük hayranlık uyandırmıştır. Onlar, insanlığın kahramanları olmuşlardır. Yuri Gagarin’e insanoğlu yalnız yiğitliğinden dolayı, ölümün üstüne yürümesinden dolayı hayran değildi, dünyanın en hünerli ellerine ve kafasına da sahipti. Uzaya ilk çıkan insan daha dört başı mamur insandı. Onun işi yalnız yiğitlik değildi… O, dünyamızın şimdiye kadar hiç görmediği büyük bir kahramandı. İşi, bir kahramanlığın başlangıcıydı ve yeni bir işti.

Bir bilinmeze giden insan olmak ve bu bilinmezde yitip gitmek. Bunu çok düşündü, insan ne düşünür, ne duyar ola? Sonra bir bilinmezi bulan kişi, tek başına o bilinmezi yaşayan kişi, o bilinmezi bütün insanlıkla yaşamış, bütün insanlıkla birlikte o bilinmezin özleminde tutuşmuş kişi, tek başında kendini bilinmezde bulunca ne yapmıştır, ne duymuş, ne düşünmüştür?

Gagarin uzaydan, bu olağanüstü yolculuğundan dön- düğünde kim bilir ne olağanüstü masallar anlatacaktır diye düşündüm. İnsanların çoğu da böyle düşünmüştür. Bilin- mezden olağanüstü şeyler geleceğini her zaman düşünürüz. Bu doğal bir şeydir. Ama Yuri Gagarin sadece birkaç cümle söyledi, o kadar. Laciverdi bir karanlık vardı, dedi. Dünya çok güzel bir mavi yuvarlaktı, dedi, o kadar. Bize getirdiği masal bir mavi yuvarlaktı. Ben düşündüm ki, insanoğlunun dili, gördüğü böyle erişilmez bir aşamada duyduğunu anlatmaya yetmez. Uzaya varan ilk insanın duyduğunu anlatmaya insanın dili yeterli değil. Bu olağanüstü olayın karşısında insanın dili tutulur ya, uzay çağına insanlık daha güçlü bir dille girmeliydi. Düşündüm ki, Gagarin değil de Neruda, Aragon, ya da Nâzım Hikmet gitseydi uzaya, bugünkü insan diliyle uzayı anlatabilirler miydi, güçleri bu akılları durduran yeni duyguyu anlatmaya yeter miydi?

Uzaya giden ilk insan, insanlığın bilinmezi kaldı. Düşünüyorum ki daha yaşasaydı, seksenine doksanına gelseydi Yuri Gagarin, güzelim bir dede olsaydı, anı olarak da bize bir şeyler, bir başka düşler, büyüler anlatabilirdi belki. Yuri Gagarin diyorum, hâlâ bu erişilmezliğin, bu olağanüstülüğün etkisindeydi belki.

Yuri Gagarin, aya giden ilk insan da ben olacağım, demişti. Bu, insanlığın bitip tükenmez gücünün en güzel belirtisiydi.

Yuri Gagarin yeni bir insandı. Yeni ve büyük bir çağ açtı. İnsan soyunu onurlandırdı. O ölüme karşı koymuş, onu yenmiş, insanlığın ilk büyük zafer kapısını açmış insandı. Bağımsızlığa can atan insanlıkta ilk bağımsızlığa kavuşmuş insandı. Doğayı yenilgiye uğratan ilk insandı, böylesine.

Gagarin öldü, insanlığın bir yerinden en güzel bir çiçek koptu. Ama o insanlığı zenginleştiren en büyüktü. O, karanlıkla aydınlık arasına kesin bir çizgi çizen insandı. Gagarin’den sonra insanoğlu kendine daha güvendi, bilime daha güvendi, iyiliğe, güzelliğe, aydınlığa daha güvendi. İnsanlığın büyük zaferine daha güvendi. Gagarin’den sonra insanoğlu kendini daha çok arıttı. Kirlerini biraz daha döktü.

Işığın kökünü gören, karanlığın kökünü gören insandı. Onun bir dede olması, aya giden ilk insan olmasa da, aya giden ilk insanın elini sıkması, aya giden ilk insanları okşaması ne güzel olurdu. Bu onun hakkıydı.

İnsanlığın başı sağ olsun.

Yaşar Kemal 

2 Nisan 1968

İvan Gonçarov'un Unutulmaz Romanı Oblomov'dan 10 Alıntı






1 Düşünmek için, kalpsiz mi olmak gerekir sanıyorsunuz. Hayır, düşünmeyi besleyen sevgidir. Düşen insana el uzatın, mahvolan bir insanla alay etmeyin, onun haline ağlayın. Sevin onu! Onda kendinizi görün ve ona kendinizmiş gibi bakın.

2 İlk bakışta zeki adamlar sanırsın, yüzlerinde ciddilik okunur, ama bütün söyledikleri şu biçim şeyler: "Falanca veya filanca, bilmem ne satın aldı, bilmem neresini kiraladı." Başka birisi: "Aa! olur şey değil; niçin acaba?" Ya da: "Falanca dün akşam kulüpte müthiş para kaybetti. Bir başkası üç yüz bin kazandı." İllallah bunlardan. Bunlar arasında insanlık nerede? İnsanlığın yüceliği, bütünlüğü nerede kaldı? İnsanlık ufak paralar haline gelmiş.

3 Mesela deniz. Tanrı eksik etmesin ama bizden uzak olsun daha iyi. İnsana hüzün vermekten başka şeye yaramaz. Baktıkça ağlayacağınız gelir. Bu uçsuz bucaksız su kitlesi önünde ruh ezilip büzülür. Hiç değişmeden, alabildiğine uzayıp giden bu güzel manzarada yorulan göz, dinlenecek bir yer bulamaz.

4 İçimde neler olduğunu hissetmiyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Konuşmakta bile güçlük çekiyorum. Tam şuramda... Verin elinizi, tam şuramda bir şey, taş gibi ağır bir şey duruyor, derin bir acı duyuyormuşum gibi. Garip değil mi, acı da, sevinç de insanda aynı etkiyi yapıyor; soluğumuz kesiliyor, insanın ağlayası geliyor. Ağlasam belki rahatlarım; tıpkı büyük acılarda olduğu gibi.

İki insan arasındaki içten dostluğun kuşkusuz bir bedeli vardır. İki insanın birbirinin eksiğini fark etmeden ve bunlar için birbirlerini suçlamadan, iyi yanları görerek yaşaması için hayli büyük bir hayat tecrübesi, akla yakınlık ve içtenlik gerekir.

6 Hayat bu, hayat. Kimi ölür, kimi doğar, kimi evlenir. Biz de boyuna yaşlanıyoruz. Değil yıllar, günler bile birbirine benzemiyor. Ne iştir bu. Keşke bugün tıpkı dün gibi dün de tıpkı yarın olsa, ne güzel olurdu. İnsan düşündükçe kötü oluyor.

Hayır, senin içine çöken kasvet, bezginlik, benim düşündüğüm şeyse, daha çok bir güç belirtisidir. Canlı hareketli bir ruh bazen hayatın sınırlarını aşar, tatmin edilemez olur, bu yüzden umutsuzluğa düşer ve bir an için hayata küser. Bu hal, hayatın sınırlarını arayan ruhun sıkıntısıdır.

8 O hayat ki, içinde boş umutlar, parlak mutluluk hülyaları hüküm sürer ve düşünce kendi kendini yakar kavurur, tutkular insanı kemirir, zekâ yener ya da yenilir. Orada insan sürekli bir savaşa girişir, savaş sahnesinden yaralı, bitkin ama gene de doymamış, muradına ermemiş olarak çekilir.

9 Dağlar ve uçurumlar da insanın gönlüne ferahlık veren şeyler değildir. Onlar da üstümüze yürüyen bir vahşi hayvanın dişleri ve pençeleri gibi korkulu, belalıdır. Aczimizi öyle yüzümüze vururlar ki, hep ölüm tasası içinde yaşarız. Kayalıklar ve uçurumlar üzerindeki gök de sanki insanları bırakıp uzaklara gitmiş, erişilmez bir ülkedir.

10 Sence düşünceleri dillendirmek için yüreğe ihtiyaç yok mu? Var. Onlar sadece sevgiyle verimli olabilirler. Düşeni kaldırmak için yardım elini uzat. Yıkılanlara acı gözyaşları dök, fakat onlarla eğlenme. Sev onları. Senin gibi canlı olduklarını unutma. Sanki senin bir parçanmış gibi ilgilen onlarla.

Balıkçı ve karısı




M. Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru



Hani, daha önce anlatmıştım; bir keresinde arkadaşım Serkan, “Turuskayam, beni makaraya almaya başladı,” diye dertlenmişti.

Biraz daha hatırlatayım: Karısı Tatyana, yeni bir sözcük şey türetmişti. Türk kadınlarına Turçanka, Rus kadınlarına da Ruskaya diyorlar ya, kendi kızının da babası Türk, anası Rus, yani Türk-Rus melezi olunca öyle çağırıyor; “Benim tatlı Turuskayam” diye seviyordu onu.

Serkan’ın kızı büyümüş, masal yaşına gelmişti. Her akşam uyumadan önce annesi, babası bir masal anlatmazsa yatağa girmiyordu. Tatyana bir kucak dolusu masal kitabı almıştı. 

Uyku öncesi yatağının başında sırayla okuyorlardı.

Son zamanlarda tutturmuştu, “Annem okumasın; babamı istiyorum,” diye.

Kızı Serkan masal kitabını okurken kıkır kıkır gülüyordu. Önceleri masalın içindeki komik olaylara gülüyor diye düşünmüştü. Ancak gülünecek bir şey olmasa da kıkır kıkır gülüyordu.

Serkan, neden sonra anlamıştı, meğer Turuskayası masala değil, babasının ona komik gelen Rusça telaffuzuna gülüyormuş.

***
Geçenlerde bir akşam, uyku öncesi Turuskayasına masal okurken ikisi birden uyuyakalmışlar.

Zaten Serkan, o gün işte çok yorulduğundan eve giderken Metroda uyumuş, ineceği yeri geçtiğini ancak üç istasyon sonra farkedip geri dönmüştü.

Buna rağmen kızını kıramamış, mutad görevini yerine getirmek üzere kızının yanına uzanmış, okumaya başlamıştı.

O akşam okuduğu “Balıkçı ve karısı” isimli bir Rus halk masalının Türkçe çevirisiydi. 

Kaynanası İrina Vladimirovna, “Olmaz öyle!” demişti. Rusça masalları Tatyana’nın, mümkünse Türkçe masalları da Serkan’ın okuması gerektiğinde ısrar ediyordu. Böylece kızları her iki dili de daha doğru öğrenecekti.

Haklıydı belki kadıncağız.

Serkan, kızının bütün itirazlarına, mızmızlanmasına rağmen, en azından kaynanası onlarda misafir olduğu zamanlarda, onu kızdırmamak için koyduğu bu kurala uymaya çalışıyordu.

Sevgili dostum Ender Karataş, avukatlık tecrübesine dayanarak, "Rus kadınlar ile evlenenler şunu bilmeli: Siz, sadece eşinizle evlendiğinizi düşünmeyin, evlenirken eşinizin annesi de ailenizin vazgeçilmez bir parçası olacaktır. Evde yüzde 50 eşin dediği olur, geriye kalan yüzde 50’de de genellikle kaynana haklıdır!

Çocuk eğitimini sadece kendi ellerinde ve kontrollerinde tutmayı isterler ve başarırlar… Sizi umursamaz, sıkça “Sorumsuz" diye damgalayabilirler, alınmayın!” diye yazmıştı.

Serkan, kendi deneyiminden hareketle bu yorumu çok haklı buluyordu.

***

“Balıkçı ile Balığın Masalı”, Aleksandr Puşkin’in bir Rus halk masalından yola çıkarak yazdığı bir şiir.

Bu  güzel çeviriyi TürkRus.Com yazarlarından Kaan Akoba, Rusya’da yaşadığı dönemde yapmıştı. İlk kez 2013 ilkbaharında, Moskova’da yayınlanan – kriz günlerinde maalesef baskısına ara vermek zorunda kalınan- Türkçe-Rusça dergi Pusula-Kompas’ta yayınlanmıştı.

İnsan, lafın geldiği bu noktada durup, eski günleri hatırlayıp hüzünleniyor.

***

Serkan okumaya devam ederken öbür odadaki televizyondan oynayan bir eski Sovyet filminde yer alan şarkının melodisi içeri sızıyordu:

Если б я был султан, я б имел трех жен- Yesli b ya bıl sultan, ya b imel tryöh jen
И тройной красотой был бы окружен-İ troynoy krasatoy bıl bı okrujen.

Eğer sultan olsaydım, benim üç karım olurdu,
Üç yanım, üç güzellikle çevrili olurdu.

Tatyana ile birkaç günlüğüne diye gelip misafirliğini bir ay uzatan kaynanası televizyonun karşısındaki divanda kaykılmışlar, ezbere bildikleri bu filmi yeniden seyrediyorlardı.

Masalı okurken, kulağı ister istemez içerde oynayan filmdeydi.

Rusların Kemal Sunal’ı Yuriy Nikulin’in oynadığı, 1966 yılında çevrilen, “Кавказская пленница- Kavkaskaya Plennitsa (Kafkas Esiri)” isimli bu ünlü Rus komedi filminde Kuzey Kafkasya'da yerel bir parti yöneticisi genç bir kızla evlenmek istiyor.

Bu arada, Moskova’da Novodeçi Mezarlığında yatmakta olan Nikulin’in Nazım’ın mezar komşusu olduğu bilgisini de araya sıkıştıralım.

Hala en çok sevilen 10 Rus filmi arasında yer alan film, yine bizim Kemal Sunal filmleri gibi televizyon kanallarında sürekli yayınlanıp, izlenmekte. Bu filmi defalarca izlemeyen hiçbir 
Rus yoktur sanırım.

Gerçi Serkan da birçok kez seyretmişti bu filmi.

Kızı kaçırmak için özel bir ekip kuruluyor. Çete üyeleri kızı kaçırarak bir eve kapatıyorlar. Evde düzenlenen partide bu şarkı, “Если б я был султан- Yesli b ya sultan (Eğer ben bir sultan olsaydım)” söyleniyor.

Eğer sultan olsaydım, benim üç karım olurdu,
Üç yanım, üç güzellikle çevrili olurdu.
Ancak öte yandan, bu nedenle
Pek çok derdim, sıkıntım olurdu! Of, Allahım beni koru!

İnsanın üç karısı olması hiç kötü değil,
Ama bir yandan da çok kötü.

Zülfiye bornozumu ütülüyor,
Güllü söküğümü dikiyor, Fatma çoraplarımı tamir ediyor.
Üç karı sahibi olmak harika, demeyin gitsin!
Fakat öte yandan üç de kaynanam var!

İnsanın üç karısı olması hiç kötü değil,
Ama bir yandan da çok kötü.

Şarkı böyle sürüp gidiyor.

***

Serkan, bir yandan masalı okurken ara ara dalıyor, uyuyor, uyanıyor; masallar başka masallara, gerçeklere karışıyordu.

Bu, film, masal karışıklığı içindeyken bir diğer efsanevi Sovyet filminden. "Белое солнце пустыни-Beloye solntse pustıni (Beyaz çöl güneşi)"nden  bir şeyler uyku, rüya arasında aklına geliyor.

Film, bugünkü Türkmenistan'ın Hazar Denizi kıyılarında, Ekim Devrimi sonrasında, iç savaş yıllarında geçmekteydi. Bölgede çetecilik yapan ve Beyaz Ordu ile beraber çalışan filmin anti-kahramanı çeteci Abdullah'ın hareminde çok sayıda karısı vardır. Gülçitay, Cemile, Güzel, Zeyda, Leyla, Zülfiya, Pakize, Zühra...

Birden seneler öncesinden bir olayı hatırlıyor.

Serkan’ın kaynanası İrina Vladimirovna da bu filmi gençliğinden beri belki onlarca kere izlemişti.

Hayatlarını birleştirme kararı aldıklarından sonra Tatyana bunu annesine açtığında kızının bir Türk’le evlenmek istediğini duyunca kaynanası şok geçirmişti.

Düşüncelere dalmış, gözleri uzaklara takılmışken “Adı da Aptullah mı?” diye sormuştu.

İsmi Aptullah değil, Serkan’dı.

Ah, kaynanacık!  Ah, İrina Vladimirovna!...

Neyse, sonradan tanıdıktan sonra Serkan’ı oğlundan bile daha çok sevmişti, ama o ayrı mesele.

Ne yazık ki yakın zamanlara kadar iki toplum arasında birbirlerini iyi tanıyamamış olmaktan kaynaklanan önyargılar fazlaydı. Bunun tam anlamıyla sona erdiğini söylemek ise hala zor.
Filmde geçen ve Rusya’da günlük dile yerleşen deyişler var. Bunlardan biri şöyle: “Doğu, ince mesele (Восток - дело тонкое)”.

Bu deyiş, Doğu hakkında bahsederken, Doğu’yu anlamak zordur anlamında.kullanılmakta.

İşte bu, gerçekten önemli bir konu…

***

Tatyana, Serkan’ı uyandırdığında kızı yatağında mışıl mışıl uyuyormuş.

“Hadi kalk, sen de yatağa yat. Yine masal okurken sonunu getiremeden uyuyakaldınız,” demiş.

Serkan kalkmış.

Film sona ermiş, başka bir program başlamıştı. Kaynanası televizyonun karşısındaki divanda uyuyordu.

Karısı, “Uykunda bir ara mırıldanıp, konuştun. Bir rüya mı gördün?” diye sormuş.

“Hatırlamıyorum,” demiş.

Aslında bir şeyler hatırlıyormuş; ama neme lazım, biraz anlatmaya başlasam maraza çıkar diye korktuğundan, en iyisi anlatmamak diye düşünmüş.

***

Serkan,  masal, film, şarkı karmaşası içinde uykuya dalınca gördüğü, karısı Tatyana’ya anlatmaya çekindiği rüyayı bana anlattı.

Her şey çorbaya dönmüş, başka masallar da işin içine girmişti.

Rus halk masalı “Üç balta”da, Lev Tolstoy’un “Köylü ve su adam” hikayesinde anlatılanlara benzer şeylerdi.

“Meğer ben, Volga kıyısında yaşayan bir Rus köylüsü imişim,” diye başladı.

“Bir gün nehrin kıyısındaki ağaçların kuru dallarını keserken baltam elimden kayıp, suya düştü.

Dalıp çıkarmaya çalıştım; ama nafile, baltam nehrin çamurlu suları arasında kaybolmuştu.

Kıyıya çıkıp ağlamaya başladım.”

Ben, “Koskoca orman varken, nehrin kıyısındaki ağaçlarla ne uğraşıyorsun?”, diye araya girdim.

“Dur bi abi, yahu, anlatıp bitireyim, sonra yorum yaparsın,” deyip, devam etti:

“Neyse, ben kıyıda oturup ağlarken, kocaman bir balık kafasını sudan çıkarıp ‘Be adam, ne diye öyle hüngür hüngür ağlarsın?’ diye sormaz mı?

Ben şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Dürüst konuşmak gerekirse korkmuştum da.

‘Yahu balık abi, nasıl ağlamayayım, ben fakirin bir tanecik baltacığı var, onu da nehre düşürüp kaybettim,’dedim.

Balık cup diye suya daldı, biraz sonra bir balta ile döndü. ‘Bu balta mıydı seninki?’

Şaşkına dönmüştüm getirdiği balta som altındandı ve pırıl pırıl parlıyordu.

‘Yok balık abi, bu benim baltam değil,’ dedim.”

Ben yine araya girip, “Enayi” diye takıldım.

“Lütfen, lafımı kesme abi!”

Anlatmaya devam etti:

“Neyse balık, yine suya cup diye daldı, biraz sonra kocaman gümüş bir balta ile geri döndü.

Yine ‘Hayır, benimki değil,’ dedim.

Balık bir daha daldı, döndüğünde yanında bu defa benim düşürdüğüm baltam vardı.

‘Hah işte, balık abi, bu benim baltam!’ diye bağırıp, sevindim.

Balık, yüzgecini bana doğru uzatıp, basketçiler gibi ‘çak’ deyip avucuma vurdu.

Baltayı bana verip, sonra aniden suya daldı.

Çok geçmeden, yanında önce getirip gösterdiği altın ve gümüş baltalarla göründü:

‘Sen dürüst ve iyi bir adamsın. Ben, seni denemek istemiştim. Şimdi armağanı hakettin. Bu iki baltayı da al. Belki satar, paraya çevirir, bundan sonraki hayatında varlık içinde yaşarsın,’ deyip kayboldu.”

“Sen dürüst, iyi; ama aynı zamanda enayinin birisin,” dedim. “Bitti mi rüyanda gördüğün masal?”

“Hayır, bitmedi; devamı var,” diye cevap verdi, kırgın bir ses tonuyla.

“Bu olaydan epeyce bir zaman sonra, bir gün, ben, karım Tatyana’yı da yanıma alıp, kayıkla nehrin karşı kıyısında oturan bir komşumuza misafirliğe gitmek için kayığa binmişiz.

Nehrin ortasında bir yerde tekne sallanınca Tatyana dengesini kaybedip suya düştü.

Hemen arkasından atladıysam da derin suların içinde karımı bulamadım.”

“Karını kesin sen suya itmişsindir,” diye takıldım.

“Saçmalama abi!”

Karısını çok sevdiğini biliyordum. O da tabii ki benim şaka yaptığımı biliyordu.

“Kayıkta kaynanan yok muydu, bari onu atsaydın kayıktan?”

Kafasını kızgınlıkla iki yana sallayıp, anlatmayı sürdürdü:

“Çaresiz tekneye geri çıkıp, ağlamaya başladım.

Bir sesle başımı kaldırdığımda bir önceki olaydaki koca balığın sudan kafasını çıkarmış bana seslendiğini gördüm.

‘A be adam, ne diye yine öyle hüngür hüngür ağlıyorsun?’

‘Nasıl ağlamayayım balık abi, bir tanecik sevgili karım suya düştü,’

Balık fesapünallah çekip cup diye suya daldı.

Döndüğünde yanında Rusya’nın en güzel kadınlarından ünlü tenisçi Maria Şarapova vardı.

Balık, ‘Bu kadın mı senin karın?’ diye sordu.

Şaşırmıştım.

Ne söyleyeceğimi bilemedim. Önceki olayda yaşadıklarımı hatırladım. Biraz tereddütten sonra “Evet balık abi, bu kadın benim karım, sağol,’ dedim.

Balık, kızgın bir ifadeyle bakıp, yüzüme tükürdü:

‘Tuh, ben de seni dürüst, iyi bir adam bilip, inanmıştım. Niye yalan söylüyorsun? Bu kadın senin karın Tatyana değil, Maria Şarapova!’ diye haykırdı.

Bu arada halen Moskova’da yaşayan çağdaş Rus ressam Konstantin Razumov (Константин Разумов)’un ‘Haremde -в гареме’ tablosundaki güzellere benzeyen kadınlar zihnimin içinde dolanıp, uyku arasında rüyamda hayal meyal uçuşup duruyorlardı.

Toparlandım.

Çok utanmıştım.

Tam balık suya dalıp gidecekken arkasından:

‘Dur balık abi, sana açıklayayım,’ dedim. ‘Geçen seferki balta olayını biliyorsun. O olayı çok iyi hatırladığım için sen ilkin Maria Şarapova’yı getirince, ben ‘Bu benim karım değil desem, senin belki sırayla Anna Semyenoviç, Anfisa Çehova, Zoya Berber gibi diğer ünlü Rus güzellerini de getireceğini düşündüm. Yine ‘Hayır bunlar benim karım değil’ desem, sonunda karım Tatyana’yı getirdiğinde sen yine basketçiler gibi avucuma ‘çak’ diye vurup, ‘Aferin sana, sen dürüst ve iyi bir adamsın, bu yüzden ‘Bütün bu güzel kadınları sana karın olarak armağan ediyorum,’ diyecektin.

‘Eeeee?’

‘Balık abi, benim varlıklı biri olmadığımı biliyorsun. Önceki olayda armağan ettiğin baltaları satsam da, paraları har vurup harman savurdum. Çar çur ettim; yoksulluktan kurtulamadım. Benim kazandığım para o Rus güzellerinin makyaj masraflarına bile yetmez. O yüzden bana ilk gösterdiğin Maria Şarapova için bu benim karım dedim. Mazallah ya getireceğin diğer güzel Rus kadınlarının hepsini bana karı olarak versen ben ne yapardım, düşünsene?’

Balık:

‘Tamam, tamam; yeter anladım. İyi ve dürüst bir adamsın, ama biraz aptalsın. Senin kazandığın para tek başına Maria Şarapova’nın makyaj parasına da yetmez,’ dedi.

Haklıydı.

Cup diye daldı, biraz sonra karım Tatyana’yı sudan çıkarıp getirdi.”

***

“Sen bu rüyanı Tatyana’ya anlatmadın değil mi?” diye sordum.

“Yok, yok, bir tek sana anlatıyorum; ne Tatyana’ya, ne de kaynanama anlattım.”
“İsabet,” dedim.

Rusya tarihi ve dört önemli yapı




Samih Güven


Rusya tarihi uluslar tarihinin en ilginç olanlarından biri. Rus halkının coğrafya, iklim ve başka milletlerle olan etkileşimi, iktisadi zorluklar, sanat ve kültür başarıları, sosyal çalkantılar, İskitler'den Napolyon’a ve Hitler'e kadar uzanan istilalar, 19. yüzyıldaki değişim dinamikleri, Bolşevik Devrim sonrasında her şeyin sil baştan değişmesi, dahası da 90'lı yıllarda yaşanan büyük hayal kırıklığı… Ama nereden bakılırsa bakılsın dünya tarihinde hemen her zaman önemli güçlerden biri olmuş Rusya.

Diğer milletlerin tarihlerinde olduğu gibi Rus tarihinde de önemli dönüm noktaları söz konusu. Her bir dönemin kendine has iktisadi, sosyal ve kültürel özellikleri var. Hakimiyet kuran anlayışa göre şekillenen ekonomik ve siyasal özellikler yanı sıra mimariye ve sanata bakış da farklı etkiler yaratmış.

Bu kapsamda üzerinde durulması gereken bir konu hem tarihsel dönüm noktalarının özellikleri hem de hakim anlayışın kendi gücünün ve otoritesinin zamana damgası anlamına gelen sembol yapıların olması.

Genel olarak bakıldığında Rus tarihinde, Kievan Rus ilk birleşik doğu Slav devleti oluyor (882). Hristiyanlığın kabulü ise 988 yılında gerçekleşiyor. Hristiyanlığın Bizans versiyonu ve Slav kültürünün birleşimi bütün Rusya tarihine etki edecek önemli bir anlayış getiriyor. 

Apanaj Rusya daha karmaşık, merkezi bir otoritenin kurulamadığı ve Moğol’larla mücadele ile geçen zorlu bir dönem. Bunu takiben Moskova’nın yükselişi, Çarlık ve İmparatorluk dönemi geliyor. Tabi Büyük Petro’nun reformlarını özellikle vurgulamak gerekiyor. 18 ve 19. yüzyılda sanat ve edebiyat alanında önemli bir atılım söz konusu oluyor. Bu yüzyılın sonlarına doğru ise sosyal buhranlar ve değişim dinamikleri çıkıyor ortaya. Ardından Bolşevik Devrim, Sovyet Rusya ve günümüz Rusya’sı geliyor. 

Belirtilen dönemsel ayırımlar dikkate alındığında farklı olduğuna inandığım dört önemli yapıdan söz etmek istiyorum: Bunlar Kremlin’deki üç katedral, Kızıl Meydan’daki Aziz Vasil Katedrali, Kropotkinskaya metro istasyonu yakınındaki Kurtarıcı İsa Katedrali ve komünist dönemin plancılığı ve hırsı ile daha çok özdeşleştiğini düşündüğüm Moskova Metrosu.

Kremlinde inşa edilen Yükseliş katedrali ve diğerleri yeni bir dönemin habercileri oluyor. Bu yeni dönem Moskova’nın yükselişi ve Apanaj Rusya’nın sona ermesi anlamına geliyor. Bazı tarihçiler Apanaj döneminin Kievan Rus döneminde oluşturulan kurumlar ve kültür olmasaydı çok daha zor geçecek bir dönem olduğuna inanıyor. Ama bu zor ve dağınık dönem birlik, merkezi bir otorite ve güçlenme arayışını da beraberinde getiriyor. Moskova’nın yükselişi böyle bir ihtiyaca denk düşüyor işte. 

1460’lardan sonra III. İvan ve ardından III. Vasili ile birlikte başlayan Moskova’nın yükselişi mimaride de önemli bir dönüm noktası oluyor. III. İvan Moskova’ya yabancı uzmanlar çağırıyor ve kapsamlı bir inşaat başlatıyor. Moskovalı hükümdarların gücünün ve otoritesinin sembolü olarak Kremlinin merkezi inşa ediliyor. Burada yapılan Müjde, Yükseliş ve Başmelek Mikhail katedralleri Kremli’nin kutsal kalbi haline geliyor. Rus hükümdarlarının nikahlarına, taç giyme ve cenaze törenlerine sahne oluyor bu önemli mekanlar. 

Rusya tarihinde başka bir dönüm noktasının göstergesi de bugün bütün Rusya’nın sembolü olan Aziz Vasil Katedrali. Olumsuz imajına rağmen Korkunç İvan (1533-1584) dönemi Rus tarihinde özel bir öneme sahip aslında. IV. İvan genel olarak uygulamaları, şüpheciliği ve gaddarlığı ile biliniyor. Sivri bir değnekle yaraladığı oğlunun ölümüne neden oluyor malum. Bununla birlikte, Boyar Dumasıyla mücadelesi, Rusya’nın ilk Çarı olması, Kazan ve Astrahan Hanlıkları’nın Moskova’ya yönelik akımlarının durdurulması ve Rusya’nın birliğinin güçlendirilmesi açısından bir dönüm noktasına da neden oluyor. Bazı tarihçiler onun reformları ve savaşları sayesinde Rusya’nın modern bir devlet ve imparatorluk haline geldiğini öne sürüyor. İşte bu dönemdeki savaşların kazanılması sonucu yaptırılan Aziz Vasil Katedrali de bu açıdan önem taşıyor.

19. yüzyılın başında Napolyon’a karşı verilen mücadele ve sonrasındaki gelişmeler de önemli bir dönüm noktası kanımca. Bu büyük mücadelede bilgisine güvenilen yaşlı bir kumandan önderliğinde şehir boşaltılıyor, yakılıyor ve büyük bölümü de hasar görüyor. Önemli nokta ise Rus ordusunun yanında köylülerin ve sıradan halkın da sahneye çıkması ve sonrasında hep sahnede kalacak olması. İşte Napolyon'un 1812 yılında Moskova'dan kovulması sonrasında Çar I. Aleksandr tarafından yapılması emredilen Kurtarıcı İsa Katedrali bu açıdan önemli bir yapı.

Komünist dönemi temsil eden yapılar açısından bakıldığında ise yedi kız kardeşlerden ziyade Moskova Metrosu  daha önemli kanımca. Özellikle bu dönemin plancılığı ve ilerleme hırsı anlamında önem taşıyor. Moskova Metrosu bir anda ortaya çıkmıyor tabi. İlk istasyonları 1935 yılında açılıyor. Zamanla büyüyor ve dünyanın sayılı metrolardan biri haline geliyor. Zorlu kış koşullarının bulunduğu Moskova şehri açısından hayati bir işleve sahip olan metro için planlı kollektivist dönemin önemli bir damgası olduğunu söylemek mümkün.

Bana kalırsa 90’lı yıllar açısından üzerinde durulması gereken en önemli yapı yeniden Kurtarıcı İsa Katedrali. Çünkü Stalin yıllarında bir havuza dönüştürülen bu yapının yeniden aslına uygun olarak inşası Rusya’nın kendi köklerine dönüşünü de simgeliyor bir bakıma.