Moskova

Moskova

17 Mayıs 2024 Cuma

16 Mayıs 2024 Perşembe

Moskova Yazıları | Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa


Kavel Alpaslan

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Odaların camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

 

Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz. 

Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.

Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.

‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.

Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.

İKİ İSİMLİ KÜTÜPHANE

Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.

Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı ‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.

Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.

Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.

BİR SOSYAL YAŞAM MEKANI

Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler, araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.

Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.

ODALAR, KORİDORLAR, MERDİVENLER

İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere, merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.

Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı. Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer. Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok kitaplık bulunuyor.

Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.

Moskova Yazıları | Bir hayalle patlatılan katedral nasıl halk havuzu oldu?



Kavel Alpaslan

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Katedralin temelinde yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dönüşümüne ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise aynı temeli biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir çizgide ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa yarın külünden yeniden yapılabildiği.

 

Moskova Nehri’nin kıyısındaki en dikkat çekici yapılardan bir tanesi, Kurtarıcı İsa Katedrali'dir. Mimarisiyle ilk bakışta eski bir yapı gibi görünse de aslında bu Katedral, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında yıkılan bir katedralin 1990’larda yapılan replikasıdır. Napolyon Savaşlarından sonra inşa edilen kilisenin evrimi hayli çarpıcı: Stalin döneminde ‘Sovyetler Sarayı’ inşası için çeşitli patlayıcılarla yerle bir edilir, ardından dev Sovyet Sarayı projesi yarıda kalır. Böylece sarayın temeli Kruşçev döneminde elden geçirilerek ‘dünyanın en büyük açık halk havuzuna’ dönüştürülür. Sovyetler Birliği yıkılmadan hemen önceyse Kilise, katedrali yeniden inşa etmek üzere Sovyet yönetiminden izin alabilir.

Gördüğünüz üzere Rusya ve Sovyetler’in tarihi bu binanın yıkılan, düşlenen, ardından tekrar yapılan temelinde bariz izler taşıyor. Dolayısıyla katedralin dönüşüm hikayesi de incelenmeyi hak ediyor.

 

YOKSULUN CEBİYLE İNŞA EDİLEN ŞAN

Napolyon’nun 1812’deki meşhur Rusya seferi, ordusunun dağılmasıyla sonuçlanır. Çar I. Aleksandr da bu zaferi taçlandırmak üzere dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olacak Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşa emrini verir.

Tabii burada ‘emrini verir’ kısmının altını çizmek lazım. Tarihin ‘mega’ projeleri her zaman o yapının inşa ‘emrini’ verenlerle anılır. Ansiklopediler ‘Kral, cumhurbaşkanı, emir, ağa, bey’ ya da ‘paşaların’ inşa kararı verdiği görkemli yapılarla doludur. Hatta kimileri biraz daha ileri gider ve fazla düşünmeden kral bilmem kimin bilmem kaçıncı yüzyılda dev bir binayı ‘inşa ettiğini’ dile getirir. Elbette o kralın eline kazma kürek alarak inşa etmediği herkesin malumu. O nedenle bu ifade masum görülebilir. Fakat yapıların mali kaynakları da kralların ceplerinden çıkmaz. Buna rağmen dev projeler tek bir kişinin eseri gibi görülür. Ne de olsa adına ‘devlet kasası’ dendiğinde, yüzbinlerce insanın emek sömürüsünün üzerine perde iner.

Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşası için toplanan kaynak ise, halkın ödediği zorunlu bedeli doğrudan gözler önüne serer. Napolyon güçlerinin geçilmesiyle birlikte tüm Rusya’da kutular gezdirilir ve herkesten katedral inşaatı için para toplanır. Aleksandr ‘zaferinin şanına layık büyüklükte ve gösterişte bir katedral tasarlama’ görevini önce Aleksandr Vitberg’e verir ve inşaat 1826 yılında başlar. Bu sırada koltuğa oturan yeni Çar I. Nikolay, Vitberg’in tasarımından memnun kalmaz ve Aya Sofya’nın model alındığı, Bizans mimarisinde yeni bir plan yapılmasını kararlaştırır. Viteberg ise ‘rüşvet’ suçlamasıyla Sibirya’ya gönderilir. Görevi devralan mimar Konstantin Ton, geleneksel Rus mimarisine uygun bir tasarım ile inşaatı sürdürür. Nihayet katedralin inşası 40 yıldan uzun bir sürenin ardından tamamlandığında Çaykovski, ünlü 1812 Uvertürünü yazar.

 

SOVYETLER SARAYI İÇİN YIKILIŞ

Ekim Devrimi ile birlikte yeniden başkent ilan edilen Moskova’da büyük değişimler yaşanır. İlk yazımızda Moskova’nın güney mahallelerinden söz ederek bu şehrin nasıl yeni bir dünya düzeninin başkenti olarak şekillendiğinden bahsetmiştik. Ekim Devrimi’nin getirdiği yenilikçi ruh, bir süre sonra avangarttan gerçekçi bir ‘inşa’ karakterine bürünür. Sovyet modernizmi, neoklasik mimariden esinle kendini gösterirken başkentte gösterişli yapılar yükselmeye başlar. Moskova’da Dışişleri Bakanlığı binası ya da Moskova Devlet Üniversitesi -ki 1990’a kadar Avrupa’nın en yüksek yapısı olmuştur- Stalin döneminde vücut bulan mimariye örnek olarak gösterilebilir.

Sosyalist bir ülkenin inşası 1930’larda türlü fedakarlıklarla sürerken, toplumsal dönüşüm iddiası Sovyet modernizminin çekirdeğini oluşturur. Sovyet yönetimi, Moskova’nın merkezine Sovyetler Sarayı binası inşa etme kararı aldığı yıllarda esen rüzgar böyle olunca tasarımlarda da çağın ötesinde dokunuşlar göze çarpar. Devrimci bir toplum inşasına paralel bir şekilde 1931 yılında inşaatın Kurtarıcı İsa Katedrali’nin olduğu yerde yapılması uygun bulunur. Yeniden tasarlanan kentin en stratejik noktalarından biri, katedralin bulunduğu yerdir ancak hiç şüphe yok ki yıkım kararı sadece şehir plancılığı ilkelerinden hareketle alınmamıştır. Bolşeviklerin nazarında katedral çarlık düzeninin zorbalığını temsil etmektedir. Dolayısıyla Stalin yönetiminin Katedrali havaya uçurma planı aynı zamanda karanlık geçmişle bir hesaplaşma demektir. Böylece 1931 yazında Kurtarıcı İsa Katedrali, onu yapan ellerce havaya uçurulur.

Sovyetler Sarayı tasarımı için yapılan yarışmaya dünya çapında pek çok ünlü mimar katılır, ancak sonuç olarak galip gelen proje Ukraynalı Boris Iofan’ınkidir. Genç mimar, katedralin dinamitlenmesini şu sözlerle açıklayacaktır: “Devasa ve hantaldı. Eski Moskova lordlarının gücünü ve zevkini sembolize eden bir keki ya da bir çay semaverini andırıyordu.”

İşçi ve Çiftçi Kadın Heykeli’nde (1937) de imzası bulunan Iofan’ın projesi dev bir kubbe üzerinde yükselen toplam 147 katlı, silindirik bir kuleyi merkeze alır. Kulenin en tepesinde ise eşi benzeri olmayan büyüklükte bir Lenin heykeli planlanır. Bugün bakıldığında geçmişten çok geleceğe aitmiş hissi veren yapının temeli 1937 yılında inşa edilmeye başlanır.

Nehir kenarında olunması dolayısıyla temel inşaatı türlü zorluklarla devam eder. Her şeye rağmen 1939 yılında temel tamamlanır. Fakat Sovyetler Sarayı’nın sonu Nazilerin elinden olur. Nazi Almanyası’nın 1941 yılında Barbarossa Harekatı ile Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla birlikte inşaat sadece durdurulmaz, aynı zamanda yapının iskeletinde kullanılan demirler tren yollarına ya da tank fabrikalarına gönderilir.

Moskova savaştan muzaffer ayrılsa da proje ‘dondurulur’. Stalin yönetimi savaş sonrasında yazının başında bahsettiğimiz Devlet Üniversitesi ya da Dışişleri Bakanlığı gibi binaların yapımına ağırlık verirken Iofan’ın getirdiği ‘alternatif tasarımları’ da geri çevirir.

 

HAVUZ VE YENİDEN İNŞA

Stalin’in ölümünden sonra proje yarım kalmış haliyle Moskova’nın merkezinde sırıtmaya devam eder. Yerine gelen Nikita Kruşçev yönetimi, Sovyetler Sarayı projesini tamamıyla rafa kaldırarak ilginç bir uygulamaya imza atar: Kent merkezindeki bu çukur 1958 yılında açık bir havuza çevrilir. Moskova Havuzu olarak bilinen bu havuz, 13 bin metrekareye yayılarak dünyadaki en büyük açık havuz olarak tarihe geçer. Halkın kullanımı için açılan havuz kış aylarında donmasın diye ısıtma sistemi kullanılır.

Böylece Moskovalılar yaz aylarında serinlemek ya da çeşitli su sporlarıyla uğraşmak üzere yıkılan katedralin ‘kullanışlı’ hale getirilmiş temeli içerisinde yüzer. Her gün ortalama 20 bin kişinin kullandığı bu dev havuz, ilk on yıl boyunca 24 milyon kişi tarafından ziyaret edilir. Halkın yoğun ilgisine karşın 1980’lerin sonlarına doğru kimi kesimlerce dillendirilen ‘havuzun kapatılması ve eski katedralin yeniden yapılması için izin’ talebi Sovyet yönetimince karşılık bulur. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından bir süre havuz kullanıma kapandıysa da 1993 yazında geçici olarak açılır ancak 1995’te kilisenin inşası için temel atılır ve Moskova Havuzu tarihe karışır. Replika olarak inşa edilen katedral, bugün Rusya’nın en büyük kilisesidir. Ancak daha da önemlisi Ekim Devrimi öncesi mirasın yeniden keşfini harika bir şekilde yansıtır.

Daha bütünlüklü düşünecek olursak Katedralin temelinde yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dönüşümüne ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise aynı temeli biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir çizgide ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa yarın külünden yeniden yapılabildiği.

Kurtarıcı İsa Katedrali özelinde bir de işin tartışma boyutu var tabii. Kimileri yıkımı ve ardından yapılanları ‘kutsala hakaret’ olarak değerlendirebilir. Bu görüşün kendi açısından tutarlı tarafları olabilir. Fakat devrimci bir ruh ile, garibanın cebinden çıkartılarak yapılan bir binanın patlatılmasının da dayandığı bir toplumsal hissiyat vardır. Hele ki o ‘geçmişin’ üzerine dikilecek bir abide, pek çokları için bambaşka anlamlar ifade eder. Ha diyebilirsiniz ki “O zaman havuz ne alaka?” Sahiden havuz, bu tartışmada en ‘anlamsız’ hatta ‘absürt’ yerde duruyor gibi. Ama tartışmada alacağımız konumu belirlemeden önce bir kez daha düşünelim ve hatta farklı bir gruba, Moskovalı çocuklara danışalım: Şüphesiz Moskovalı bir çocuğa sorsanız tercihi ne dev bir Sovyetler Sarayı ne de bir katedral olacaktır. Yaz tatilinde elleri buruşana kadar havuzda kalacak, defalarca suya atlayacak bir çocuk için bir kilise ayini ya da idari bir binadan daha sıkıcısı var mıdır? İşte bu yüzden kim bilir, belki de en mantıklı tasarım zıpır bir çocuğun aklından geçen ‘büyük hem de çok büyük bir havuz’ fikridir. İşler sarpa sardığında, hele ki işin içinde eğlence varsa bacak kadar çocuğun fikrini almak en sağlıklısı olabilir.

Moskova Yazıları | Bir sonraki istasyon: Sosyalist gerçekçilik

 

 

Kavel Alpaslan

 

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Böyle depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.

 

Günümüzde güzel bir kenti tescillemenin ölçütü, baş döndürücü bir fotoğraf karesidir. İstanbul, Paris ya da Venedik gibi ‘fotojenik’ kentler, pidecilerin duvarlarını süsler. Ya da bir şehrin ‘şahin tepesine’ çıkıp çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımıza gösteririz ve “Bak,” deriz “ne de güzel bir şehir burası”. Oysa güzellik çoğu zaman kusursuz bir kadrajın ötesindedir.

Moskova, kesinlikle bu şehirlerden biri. Bir meydan, bir katedral, nehir kenarından çekilmiş bir saray panoraması şüphesiz bize alışıldık bir ‘güzellik’ tablosu çizer. Fakat Moskova tablosunda tüylerimizi diken diken eden güzellikler, en beklenmedik yerlerinde kendisini gösteriyor.

Kütüphaneler, metro istasyonları, mezarlıklar, yerin hep metrelerce altında bulunan lokantalar… Bunlar, popüler tatil destinasyonları lunaparkında ‘gezdiğini’ zanneden bir turist için pek de albenisi olan yerler değil. Ancak alelade bir şehrin gezi rehberine asla girmeyecek yerler, burada şehrin kalbini bize işaret ediyor: Güzelliğini gözlerden uzak muhafaza etmeyi başaran Moskova’yı anlamak için, onu kendi ritmiyle gezmemiz gerekiyor.

Rotamızın ilk durağı, metro durakları. Moskova’ya geldiğinizde bir gününüzü sadece metro duraklarını gezmeye ayırın desek yeridir. Dünyanın en büyük metro hatlarından birine sahip olan Moskova’da toplam 300 durak bulunuyor. Fakat Moskova Metrosu’nu ilginç kılan, nicel büyüklüğü ya da ‘en’leri değil; ayrıntılı tasarımı. Sovyetler Birliği’nin 1930’larda kullanıma açtığı metronun her bir durağı bambaşka bir kompozisyona sahip.

 

BİR ANIT OLARAK METRO DURAĞI

Her şey metronun ‘dışında’ başlıyor. Özellikle eski metro hatlarına, yer üzerindeki gösterişli yapılardan giriliyor. Kimisi neoklasik, kimisi konstrüktivist, kimisi gotik, kimisi klasik izler taşıyan bu girişler, Moskova Metrosunun bize sunacağı renkli maceranın sanki bir fragmanı gibi.

İçeri girer girmez alışılmışın dışında bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Örneğin kentin biraz dışında kalan Partizanskaya Durağı’ndaki merdivenlerin başında gösterişli bir Partizan anıtı ile burun buruna geliyorsunuz. Durağın adından da anlaşıldığı üzere burası Nazilere karşı savaşan partizanlar anısına inşa edilmiş. Kimi yolcular bu anıtın altına çiçek bıraktıktan sonra peron katına iniyorlar.

Aşağıda bir tarafta 18 yaşındayken kurşuna dizilen genç komünist Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli bulunuyor. Diğer yakada ise Nazilere mihmandarlık yaparken onları tuzağa sürükleyen ve böylece canından olan 83 yaşındaki köylü Matvey Kuzmin’in heykeli bizi karşılıyor.

Sütunların üzerinde ise, orak tutan bir kadın ile çekiç tutan bir erkek figürünün arasında partizanlar selamlanıyor.

 

DEVRİMİN DÜNDEN GELECEĞE SEYRİ

Sırada belki en ünlü metro durağı olarak görebileceğimiz Ploshchad Revolyutsii yani Devrim Meydanı var. Yine görkemli sütunların içerisinden girerek merdivenlere ulaştığınız durağın girişinde önce Lenin’in mozaik portresiyle karşılaşıyoruz. Fakat asıl sürpriz peron katında. Kırmızı mermerden kemerlerin altında toplam 76 bronz heykel bulunuyor.

Merdiven inip peronun sonuna doğru yürüdüğünüzdeyse kronolojik bir anlatının içerisine giriyorsunuz. Öyle ki ismini Ekim Devrimi’nden alan bu istasyonda, devrim öncesi Rusya’sından o günün Sovyetlerine doğru bir geçiş yapıyorsunuz. Finalde ‘geleceğin Sovyetlerine’ ait figürlerle bu gotik yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Her kemerde iki farklı figür bulunuyor. Aynı figürler sütunun diğer köşelerinde tekrar ediyor.

Kronolojiyi daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse heykelleri sırasıyla tanıtabiliriz: İşçi ve asker devrimciler, çiftçiler ve denizciler, kadın pilot, köpekli bir keşif askeri (ki en ünlü heykel budur) ve kadın keskin nişancı, erkek ve kadın çiftçiler, erkek ve kadın öğrenciler, erkek futbolcu ve kadın atlet, mayolarını giymiş anne ve baba, çocuklar.  

 

METRO ‘ANKSİYETESİNE’ ALTERNATİF BULMA ÇABASI

Şehrin kalbinde yer alan bu metro, 1938 yılında kullanıma açılır. Mimarı ise Moskova metrosunda büyük izler bırakan Alexey Duşkin’dir. Duşkin’in mimarisindeki kilit nokta ise ‘metro anksiyetesiyle’ mücadeledir. Çünkü 1930’larde, henüz metro toplum hayatında son derece yeni bir ulaşım aracıdır. Trenlerin yer altından gidiyor oluşu da haliyle çoğu kişide insani bir ‘kaygıya’ neden olur.

Şöyle bir düşünecek olursak, toprak üstünde yaşamaya alışmış biz insanlar için yer altında olmanın ilk bakışta çekince uyandırması kadar anlaşılabilir bir şey olamaz. Hatta bırakalım 1930’ları ve çağımızı ele alalım. Örneğin, on yıllardır İstanbul’da metro olmasına karşın suyun altından giden Marmaray ilk açıldığında kimileri denizin altından gitme fikrine tedirginlikle yaklaşmıştı ve insanların alışması zaman almıştı. Başlı başına metronun toplum hayatında yeni bir şey olduğu zaman uyanacak hisleri siz düşünün!

İşte bu yüzden Duşkin’in mimariye kattığı bazı yeniliklere rastlıyoruz. 1930’larda mimarlar kemerli kolonları daha ‘ince’ göstermenin insanlardaki kaygıyı azaltacağını düşünür. Duşkin ise bu kemerli kolonların köşelerine koyduğu heykellerle aynı algının sağlanabileceğini savunur, nitekim Ploshchad Revolyutsii’de bunun örneğini verir.

 

YERALTINDAN GÖKYÜZÜNE AÇILAN PENCERELER

Duşkin’in bir diğer ünlü metro durağı tasarımı olan Mayakovskaya Durağı’nda da benzeri bir anksiyete azaltma kaygısına rastlıyoruz. Ancak bu sefer sadece biçimsel olarak değil aynı zamanda ‘içerikte’ de bir ferahlık arzusunu görüyoruz.

Öncelikle bu durak adını fütürizmin öncü isimlerinden şair ve sanatçı Vladimir Mayakovski’den alıyor. Şairin şiirlerinden dizeleri metro istasyonunun girişinde tavanda bulunuyor. Ancak Mayakovski’nin şiirlerinde kullandığı ‘çelik’ gibi imgelere de dolaylı olarak rastlamak mümkün. Burada kemerlerde paslanmaz çelik dikkatimizi çekiyor. Nitekim Moskova Metrosu’nun ‘neoklasik’ mimarisi burada yine Mayakovski’nin kendisiyle uyumlu şekilde avangart bir dokunuş kazanıyor.

Peronların arasında 33 görünür kubbeler ise bize hem Mayakovski’nin sanatını hem de ferahlık hissini düşündürüyor. Kubbenin tam orta yerinde Sovyet ressam Alexander Deineka’nın ‘Sovyet Gökyüzünde Bir Gün’ isimli mozaik eserleri yerleştirilmiş. Bu eserler Mayakovski’nin de işlediği temalardan esinlenirken aynı zamanda insana kubbenin üzerinde toprak değil de bir gökyüzü olduğu hissini veriyor.

Uçaklar, fabrikalar, paraşütler, ağaçlar, dalgıçlar, biçerdöverler, çiçekler, elektrik telleri, top oynayan çocuklar… Tüm tablolar bakanın kendini yere uzanmış hissettiği bir perspektifle işlenmiş. Dolayısıyla kubbe adeta yeryüzüne açılan bir cammış gibi hissediyorsunuz.

İşin daha da ilginci Naziler Moskova’ya yaklaştığında bu durağın en önemli sığınaklardan biri oluşudur. Şüphesiz o günlerde kubbelerin pek çoğunda yer alan uçaklar, Moskovalıların içerisine daha farklı duygular serpmiştir.

 

GELENEKSELİN YENİLİKÇİLİĞİ

Böylece yine taşıdığı isimle kazandığı konsept ile bize uyumlu oyunlar oynayan Mayakovskaya’dan ayrılıp başka duraklara durağa geçiyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim: Metrolar dakikada bir geldiği için metro durağını treni beklerken incelemek her zaman mümkün olmuyor. O nedenle birkaç seferi kaçırmayı göze alarak peronları geziyoruz.

Her ne kadar her metro durağı birbirinden farklı olsa da Moskova Metrosu’nun estetiği dediğimizde herkesin aklına gelen bir ‘gelenek’ bulabiliriz. Bu da geleneksel Rus mimarisinin şiddetli bir şekilde hissedildiği bazı duraklarda karşımıza çıkıyor. Bağlamları farklı olsa da devasa avizeler, süslü kolonlar ya da parlak renkli tavanlar bize Moskova’nın toprak üzerindeki merkezinde gördüğümüz geleneksel mimariyi hatırlatıyor. Novoslobodskaya Kiyevskaya yada Komsomolskaya bu tarzdaki istasyonlara örnek olarak sayılabilir.

Ancak ‘geleneksel’ diyorsak yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘gelenek’ metrolara ait bir gelenek değil. Kültüre ait bir gelenekselden bahsediyoruz. Kulağa paradoksal gelse de geleneğin böylesi bir şekilde metroya aktarımı ‘yenilikçi’ bile sayılabilir. Zira dünyada eşine rastlamıyoruz.

 

GÜNDELİK HAYATI SIRADIŞI KILMAK

Moskova’da gezilecek, hikayesini kazıdıkça bizi şaşırtacak daha o kadar fazla metro istasyonu var ki bir yazıya sığdırmak imkansız. Turumuzu burada sonlandıralım. Eğer yolunuz Moskova’ya düşerse, sadece rastgele metro istasyonları gezerek bir gününüzü geçirin. İnanın bu gezinizde aklınıza pek çok farklı soru gelecektir.

Örneğin neden bugün benzeri bir özgünlükten uzaktayız? Büyükşehirlerde yaşayanların gün içerisinde kamusal alanda belki en fazla içerisinde bulunduğu mekanlar metro istasyonları. Buna rağmen neden metro istasyonları sermaye tarafından sömürülen monoton yaşamlarımızın, bir o kadar kasvetli yansımaları olarak karşımıza çıkıyor? Bırakın ruhsuzluğu, hiçbir hikayesi olmayan metro istasyonlarının isim hakkı bile satılığa çıkartılabiliyor. 

İşte aradığımız ve bulduğumuz güzellik burada, yerin altında. Hem en çok bulunduğumuz hem de en umursamadığımız mekanda. Böyle bir depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Ayçiçekleri



“Ayçiçekleri”( İtalyanca: I girasoli ), 1970 yapımı, Vittorio De Sica'nın yönettiği, Sophia Loren ve Marcello Mastroianni’nin başrollerini oynadığı bir film.

İtalya, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD'nin uluslararası ortak yapımı olan film, Sovyetler Birliği'nde çekildi; bazı sahneler Moskova yakınlarında, diğerleri ise Ukrayna'nın bölgesel merkezi Poltava yakınlarında çekildi.


Filmin konusu:

"Aşk için doğmuş bir kadın. Onu sevmek için doğmuş bir adam. Çıldırmış bir dünyada zamansız bir an."

Hikaye, Antonio'nun Afrika'ya gitmesinden sadece birkaç gün önce nişanlarının gerçekleştiği Napoli'de başlar.

Giovanna ( Sophia Loren ) ve Antonio ( Marcello Mastroianni ), Birbirlerine deli gibi aşıktırlar.

Giovanna, nişanlısına on iki günlük evlilik izni alarak evlenmeyi düşünüyordu. Bu arada savaşın biteceğini umuyorlardı.

Antonio'nun II. Dünya Savaşı sırasında görevlendirilmesini geciktirmek için evlenirler. Törenin ardından, Lombardiya eyaletindeki evinde geçirecekleri bir balayına giderler.

Bu onlara on iki günlük mutluluk kazandırmıştır.

Sonra başka bir yol ararlar. Antonio'nun askerlikten muaf olması için deli raporu alması planını denerler.

Ancak bu plan da tutmaz.

Plan ortaya çıkınca askeri mahkemeye düşüp ceza almamak için Antonio doğu cephesine gönüllü olarak katılmak zorunda kalır.

Sonunda Antonio Rus Cephesine gönderilir.

İtalyan askerleri 1943'te geri çekilirler.

Ancak dönenler arasında kocası Antonio yoktur.

Savaşın sonunda, Milano istasyonunda Giovanna, Don Cephesinden geri çekilme günlerini Antonio ile paylaşan bir askerle tanışır. Gazi, yok edilen takımdan, Kızıl Ordu'nun saldırılarından, zorluklardan bahseder. Açlıktan ve soğuktan yola devam edemeyecek kadar zayıf olan Antonio’yu anlatır.

Gazi kadına Antonio'nun ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu söyleyemez, ama umut Giovanna'yı terk etmez.

Askeri yetkililer ve Savunma Bakanlığı ona doğru bilgi verememektedir.

O ise kocasının ölmüş olabileceğini kabul etmemektedir.

Çaresizdir.

Ve sonunda kocasını bulmak için Moskova'ya gitmeye karar verir.

Tüm zorluklara rağmen Giovanna, gerçek aşkının savaştan sağ çıktığına ve hâlâ Sovyetler Birliği'nde olduğuna inanmaktadır.

Kararlı bir şekilde onu bulmak için Sovyetler Birliği'ne gider.

Moskova’ya vardığında kendisine SSCB Dışişleri Bakanlığı temsilcisi eşlik eder.



8. Ordunun savaştığı yerlerin yanı sıra savaş sırasında asker ve sivillerin gömüldüğü ayçiçeği tarlalarına, köylere ve mezarlıklara kadar giderler.

Antonio'dan iz yoktur.

Onu sabırla takip eden yetkili, İtalyan askerlerinin bulunduğu devasa bir mezarlıkta bulunan mezar taşına kazınmış bir şiiri tercüme ederek teselli etmeye çalışır.

Giovanna, Sovyetler Birliği'nde, ölen her İtalyan askeri için bir çiçeğin olduğu ve Almanların İtalyanları kendi toplu mezarlarını kazmaya zorladığı ayçiçeği tarlalarını ziyaret eder.

Giovanna hala kocasının öldüğü fikrini kabullenmemektedir.

Arayışına tek başına devam eder.

Sonunda Giovanna Antonio'yu bulur.

Bir kasabada Antonio'nun bir fotoğrafını gören bazı yaşlı kadınlar, küçük kızı olan genç bir kadın olan Masha'nın yaşadığı bir kulübeyi gösterirler ona.

Kocası şimdiye kadar hayatını kurtaran bir kadınla ikinci bir aile kurmuştur ve bir kızları vardır.

Giovanna'nın gelişinden endişelenen kadın, Antonio'yu karda ölürken nasıl bulduğunu anlatır.

Birlikte kasabanın küçük bir istasyonuna giderler. İş dönüşü Antonio trenden bu istasyonda iner.

Ve yıllar sonra karşılaşırlar.

Duygusal bir karşılaşmadır bu.

Antonio, bütün hikayeyi, Sovyetler Birliği'nde kalmasının bir seçimin sonucu olduğunu anlatır.

Giovanna için büyük bir hayal kırıklığıdır yaşadıkları. Umutsuzluktan bunalmış bir halde, ona tek bir kelime bile söylemeden hızla trene biner.

Çocuğu olmayan, kocasına sadık kalan Giovanna, kalbi kırılmış bir halde İtalya'ya döner, ancak aşkının yeni hayatını bozmak istemez.

Bir süre sonra Antonio İtalya'ya döner ve o sırada Milano'ya taşınan Giovanna'yı arar. Ondan kendisiyle birlikte Sovyetler Birliği'ne dönmesini ister.

Bu arada Giovanna, birlikte yaşadıkları ilk evden çıkıp kendi dairesine taşınarak kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışmaktadır. Bir fabrikada çalışmakta ve erkek çocuğu olan bir adamla yaşamaktadır.

Antonio onu ziyaret eder ve yeni hayatını, savaşın bir erkeği nasıl değiştirdiğini, yıllar süren ölümden sonra yeni kadınıyla kendini ne kadar güvende hissettiğini anlatmaya çalışır.

Antonio'nun kızının ya da kendi yeni oğlunun hayatını mahvetmek istemeyen Giovanna, İtalya'dan ayrılmayı reddeder.

Ayrılırken Antonio, yıllar önce onun için getireceğine söz verdiği bir kürkü ona verir.

Ertesi sabah Giovanna, Antonio'ya istasyona kadar eşlik eder.

Antonio'nun treni onu Giovanna'dan ve İtalya'dan sonsuza dek uzaklaştırırken aşıkların gözleri birbirine kilitlenir.



Ödüller ve adaylıklar 

1970 - En iyi kadın oyuncu dalında David di Donatello ödülü (Sophia Loren).

1971 - En İyi Orijinal Film Müziği dalında Oscar adaylığı (Henry Mancini).

 


Çekim mekanları

Çekimler SSCB'de, özellikle Ukrayna SSR'sinin Poltava bölgesindeki Chernechiy Yar köyünde gerçekleşti.

Sophia Loren'in bir Rus köyünde nişanlısını sorduğu sahne Zakharkovo'da çekildi.

İtalyanların Stalingrad'daki geri çekilme sahnesi, Kalinin bölgesi, Konakovsky bölgesi, Gorodnya köyü yakınlarındaki Volga'nın buzunda çekildi. 

Moskova çekimleri:  Leninskie Gory metro istasyonunu, Yürüyen Merdiven Galerisi, GUM.

Rus köyündeki sahne Kolomenskoye'de çekildi.

Giovanna'nın evden ayrılıp tren istasyonu Kanatchikovsky Proezd'e gittiği sahne . Giovanna'nın trene bindiği istasyondaki sahne Kanatchikovo istasyonu .

Giovanna'ya İtalyan evinin gösterildiği sahne Kolomenskoye müze rezervinde , kolektif çiftçi evleri "Bahçe Devi" hala korunurken çekildi.

Giovanna, Spassky Kapısı'ndan geçerek Antonio'nun yakında vardiyasından döneceği eve doğru yürür.


Filmle ilgili bazı notlar

Film, Mikhail Svetlov'un "İtalyan" (1943) şiirinden alıntı yapılmakta.

-İtalyan senarist Cesare Zavattini'nin İtalyan yeni gerçekçi sinema akımının gelişmesinde en az Vittorio De Sica kadar önemli bir yeri vardır. De Sica bu akımın öncü yönetmeni, Zavattini ise kuramcısıdır. Zavattini De Sica için tam 26 senaryo yazmıştır. Birlikte pek çok filme imza atan ikilinin en çok hatırlanan filmleri arasında Ladri di Biciclette (Bisiklet Hırsızları,1948), Miracolo a Milano (Milano'da Mucize,1951) ve Umberto D. (1951) sayılabilir.

-Filmde Sophia Loren'in bebeği rolünde oynatılan bebek Carlo Ponti Jr.'dur ve gerçek hayatta Sophia Loren ve Carlo Ponti'nin çocuklarıdır. Bu filmden başka sinemayla ilgisi olmayan Carlo Ponti Jr. şimdilerde bir orkestra yönetmenidir ve California'daki San Bernardino Senfoni Orkestrası'nı yönetmektedir (2004).

-Filmin Rus oyuncusu Lyudmila Savelyeva, 1967 yapımı ünlü Sergei Bondarchuk filmi Savaş ve Barış (Voyna i Mir)'ın başrolünde oynamıştı.




Rusya’da ‘paralel’ hayatlar

 


Fuad Safarov

Kaynak:  https://medyagunlugu.com/

 

Moskova’nın merkezine yakın bir kafede eskiden beri tanıdığım bir kadının dertli dertli anlattıklarını dinliyorum…

Bana, “Ne yapacağımı bilmiyorum” diyor, “Ailem olmasaydı hemen evlenirdim. Şimdi ise yeni sevgilime aşığım. Her gün bu ilişkiyi düşünüyorum. Bu ilişki hayatımı değiştirdi. Ben daha önce böyle bir sevgi yaşamadım… Birbirimizi çok seviyoruz. Kocamdan bu ilgiyi göremiyorum. Ben bir kadınım, ilgi ve sevgiye her zaman, her dakika ihtiyacım var…”

Aslında Rusya’da bu tür hikayeleri sıkça duymak mümkün. Televizyonlarda, şov programlarında tartışma konularının ana gündem maddelerinden biri de eşlerin ihaneti, çiftlerin kendilerine sevgili bulması. Rusya’da televizyon dizilerinde de ana konulardan biri aldatma.

Yani Rusya’da bugün “lyubovnik” (erkek sevgili) ve “lyubovnitsa” (kadın sevgili) toplumun en çok tartıştığı konulardan biri.

Özellikle Sovyetlerin yıkılmasının ardından aile içindeki bu sorunlar daha da artmaya başladı. Rus uzmanlar, Sovyetlerde aile değerlerinin daha sağlam oldugunu söylüyor.

Peki ailede neden böyle sorunlar yaşanıyor?

Bu soruyu yönelttiğim Rus psikolog Svetlana Komarova’ya göre, eşini yeni bulduğu sevgilisiyle aldatan kadın veya erkek, önceki kararını, yani evlenirken eşini tercih etme kararını iptal etmiş, dolayısıyla o kararını değersizleştirmiş oluyor. Komarova, “Eğer kişi evlilik dışında bir şey arıyorsa bu, eşinin artık onun için özel bir değere sahip olmaması anlamına geliyor. İhanetin birkaç nedeni var: Öncelikle cinsel ilişki. Çiftler kendi ihtiyaçları konusunda anlaşamıyor” diyor.

Rus uzmana göre, bu durumdaki çiftler genellikle çocukların yetişmesi ve diğer sosyal yükümlülükler nedeniyle evliliğin formalite olarak korunmasından yana. Komarova, “Aslında ihanet dediğimiz, çiftlerin birbirlerine verdikleri sözleri ve karşılıklı çıkarlarını göz önünde bulundurmadan paralel hayatlar yaşaması” diyor.

Komarova’ya göre, eşine sadık kalabilmenin yolu, müstakbel hayat arkadaşını seçerken bilinçli kararlar verebilmekten geçiyor. Komarova, “Kimse kendisi için değerli olmayan birine sadık kalamaz. Bu nedenle, sadakatin temelinde ilişkinin derinliği, bütünlüğü ve her iki ortak için değeri yatıyor. Evlilik, yalnızca sevginize ve tutkunuza değil, eşinizden başka birini hayal etmenin mümkün olmadığı durumlarda karşılıklı saygı ve eşitliğe de dayanır.”

Rusya’da uzun yıllar yasayan ve eşi Rus olan bir Türk iş adamı da ihaneti şöyle yorumluyor:

“Kadın eşinden ilgi ve sevgi göremiyorsa bunları başka bir erkekte arıyor. Rus kadını çok çalışkan. 1990’li yıllarda Rus kadınları Türkiye ve Polonya’dan bavullarla mallar getirerek ailesinin geçimini sağladı. Bu bence büyük fedakarlık. Fakat erkek ona gereken ilgiyi göstermiyorsa kadın ne yapsın? Burada temel neden ilgisizlik. Rus kadını ilgi ve sevgi bekler. Eğer bu ikisi varsa, eşine sadık olur ve sahip çıkar.”

Bir başka psikolog, Irina Rahimova da, sıcak ve kibar sözlerin söylenmemesi ve ilgi gösterilmemesi yüzünden eşlerin sevgili arayışına girdiğini söylüyor.

Stalin’in Türkiye endişesi

 


Fuad Safarov

Kaynak:  https://medyagunlugu.com/

 

Türkiye için 30 Ağustos neyse, 9 Mayıs da Rusya için aynı anlamı taşıyor…

2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı kazandığı zaferin yıl dönümü olan 9 Mayıs Rusya’da her yıl coşkuyla kutlanıyor. Bu yıl da farklı değil; Kızıl Meydan’da askeri tören düzenlenecek ve Devlet Başkanı Vladimir Putin merakla beklenen konuşmasını yapacak.

Özellikle yıl dönümlerinde Türkiye’nin savaş sürecinde oynadığı role ilişkin Rus medyasında zaman zaman haber ve değerlendirmeler çıkıyor. Kimi yorumlarda Türkiye’nin Kafkasya üzerinden Sovyetlere saldırmayı düşündüğü iddia ediliyor, kimi yorumlarda ise tam tersine Moskova’ya yardım etmeye çalıştığı…

Örneğin Rusya Askeri Diplomatlar Analiz Merkezi Başkanı tarihçi Vladimir Vinokurov’a göre, savaşın başlamasından önceki süreçte Türk diplomatlar edindikleri bilgileri Sovyet meslektaşlarıyla paylaştı. Arşiv belgelerine atıfta bulunan Rus tarihçi, Türk diplomatların Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldıracağı konusunda Moskova’yı defalarca uyardığına dikkat çekiyor.

Vinokurov, 1940 yılında Almanya, İtalya ve Japonya arasında Üçlü Pakt imzalanmasının ardından Türkiye’nin Tokyo Büyükelçisi Ferit Tek’in Sovyet Elçisi K. Smetanin’i ziyaret ettiğini anlatıyor. Tek’in ziyaretin amacı Adolf Hitler yönetimindeki Almanya’nın Sovyetlere saldıracağı konusunda uyarıda bulunmaktı.

Türk Elçi saldırı amacıyla Almanya’nın SSCB’yi güneydoğu tarafından kuşatmak için Romanya ve Macaristan’da bazı askeri faaliyetlerde bulunduğuna dikkat çekti. Sovyet Elçi Smetanin’in, Almanya ve SSCB arasında saldırmazlık anlaşması bulunduğunu hatırlatması üzerine Büyükelçi Tek gülümseyerek, “Ama sadece görünüşte öyle, bu kağıt üstünde bir anlaşma…” dedi.

1940 yılında Tokyo’daki Türkiye Büyükelçiliği’nde düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda Tek, Sovyet mevkidaşı Smetanin’i bir kez daha, “Almanya Avrupa zaferinin ardından mutlaka size doğru harekete geçecek” sözleriyle uyarma gereği hissetti. Rus tarihçiye göre, Türk diplomat yaptığı görüşmelerde saldırmazlık anlaşmasının Moskova’nın aleyhine olduğuna sık sık vurgu yaptı.

Vinokurov, “Temmuz 1940’ta Türkiye’nin Macaristan Büyükelçisi Ruşen Eşref Ünaydın da Sovyet Elçisi Şaronov’a Alman birliklerinin Macaristan üzerinden Romanya’ya hareket ettiğine dikkat çekti” dedi.

Benzer şekilde 4 Ocak 1941’te Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Alkent, Sovyet Büyükelçisi V. Dekanozov’a Almanya’nın Sovyetlere saldıracağı konusunda uyarıda bulundu. 13 Ocak’ta Türk diplomat Sovyet mevkidaşıyla yaptığı bir diğer görüşmede Romanya-SSCB sınırında çok sayıda Nazi askerinin bulunduğunu söyledi.

Türkiye’nin savaşta nasıl önemli rol oynadığı konusunda Rusya Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Moskova Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (MGİMO) öğretim görevlisi, emekli diplomat Prof. Dr. Yuriy Dubinin ilginç tarihi olaylarla örnekler veriyor. Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nın kaderini değiştirdiğini düşünen Dubinin, şu ilginç diyaloğu aktarıyor:

“Sovyet lideri Josef Stalin 1942 sonbaharında SSCB’nin Ankara Büyükelçisi Sergey Vinogradov’u acilen Moskova’ya çağırdı. Stalin’in üç kere ‘Söyler misin, Türkiye bize karşı savaş açacak mı açmayacak mı’ diye ısrarla sorması üzerine Vinogradov, ‘Hayır yoldaş Stalin…’ diye yanıt verdi.”

Güneyden bir saldırı gelmeyeceğine sonunda ikna olan Stalin Türk sınırındaki Kızıl Ordu birliklerini Stalingrad cephesine kaydırdı. Bu birliklerin Sovyetlerin savaşı kazanmasında önemli rol oynadığı biliniyor, Stalingrad çatışması da savaşın dönüm noktası sayılıyor.

Vinogradov’dan bu konuşmayı bizzat dinlediğini belirten Dubinin, “Kendisine bu bilgiyi Türk kaynaklardan alıp almadığını sordum. Bana,’ Hayır. Türk yetkililer benimle konuşmalarında çok samimi ve yakın davranıyordu. Hatta Türk Dışişleri Bakanı ile bazen satranç bile oynuyorduk. Ama tabii ki, devlet sırlarını benimle paylaşmıyorlardı. Gizli bilgilere de sahip değildim. Ama Stalin’e verdiğim yanıttan emindim. Temasta bulunduğum Türk yetkililerin konuşmalarından, davranışlarından çıkardığım sonuç buydu” dedi.

Bu uyarılar dışında Türkiye’nin savaş yıllarında Nazilerle mücadele eden Karadeniz kıyısındaki Tuapse kentine stratejik bazı ürünlerin sevkiyatı yaptığı da ortaya çıktı.

Rus kaynaklara göre, ‘Aleksandr Ulyanov’, ‘Pestel’ ve ‘Anatoliy Serov’ gibi Sovyet gemileri Kasım 1942’den itibaren Trabzon limanından defalarca sevkiyat yaptı..

Benzer bilgiler Sovyet tarihçi Boris Vayner’in ‘Büyük Yurt Savaşı’nda Sovyet Deniz Ulaşımı’ (1989 yılı) adlı kitabında da yer alıyor.

SVR de 30 kez uyarmış

Gizli servis belgelerine göre Stalin’i sadece Türkiye değil ,Sovyet istihbarat örgütü SVR de uyarmış, hem de en az 30 kere.

1938-41 yıllarına ait örgüt gizli bilgilerini kitaplaştıran emekli SVR Generali Lev Sotskov, o dönem Berlin’de faaliyet gösteren Sovyet casuslarının çalışmalarını anlattı. Emekli general, “Onlar orada Almanları ajan yaparak, elçilik, bakanlık ve ordu üzerinden gizli bilgiler alıyordu. Bizim iki iyi kaynağımız vardı: Biri Nazi Almanyası’nda İçişleri Bakanı Himmler’in, diğeri ise Göring’in (Hava Kuvvetleri Komutanı) idaresinde çalışıyordu” dedi.

Gizli bilgilerin “Yoldaş Stalin, Molotov ve Beriya’ya” başlıklı belgeleri yorumlayan general Sotskov, “O dönem Sovyet yönetiminin gelişmelerle ilgili nasıl bilgilendirildiğini ortaya koymaya çalıştık. Belgelere göre Hitler’in SSCB’ye saldıracağıyla ilgili Moskova’ya en az 30 kez istihbarat bilgisi aktarılmış. Stalin ise dünya kamuoyu gözünde saldırgan durumuna düşmekten korkuyordu. Evet Stalin korkuyordu. Bunu başka türlü izah etmek mümkün değil. Buna yayınlanan bazı belgeler tanıklık ediyor. Belgeleri incelerken şu sonuca vardım: Stalin’e başka nasıl rapor edilmesi gerekiyordu ki her şey anlaşılsın. Saldırı hazırlığıyla ilgili her yerden bilgiler geliyordu” eleştirisinde bulundu.

SVR’in yayınladığı belgeler arasında dönemin İngiltere Moskova Büyükelçisi Richard Stafford Cripps’in Londra’ya gönderdiği rapor da yer alıyor.

Ayrıca Alman asıllı efsanevi Sovyet ajanı Richard Sorge de, Nazilerin saldırısını ne zaman başlayacağı ile ilgili doğru bilgileri Japonlardan sızdırmış fakat Stalin bu bilgilere güvenmemiş.

10 Mayıs 2024 Cuma

Zafer Bayramı eskisi gibi

 


Zafer Bayramı eskisi gibi

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

Yürürken uzaktaki hoparlörlerden bir melodi bizim olduğumuz yere kadar ulaşıyor:

“День Победы, как он был (Den Pabedi, kak on bıl)” 

Zafer Bayramı, eskisi gibi…

Vladimir İvanoviç, kulağımıza gelen, her Zafer Bayramı’nda bütün Rusların coşkuyla söylediği “Den Pabedi- Zafer Günü” şarkısına mırıldanarak eşlik ediyor.

“Это радость (Eta radost)-
Со слезами на глазах (Sa slezami na glazah) ,-
День Победы! День Победы! (Den Pabedi! Den Pabedi!)”

Bu sevinç, mutluluk-

Gözlerde yaşlarla,-

Zafer günü! Zafer günü! 

Hem sevinç, mutluluk, hem de hüzünle söylenen bir marş.

Evet, Zafer Günü, ünlü şarkının sözlerini yazan, savaşın başından sonuna kadar ön cephede savaşan şair Vladimir Kharitonov'un dizelerindeki gibi, gözlerde yaşlarla kutlanan bir bayram.

Vladimir İvanoviç, duygulanıyor.

Gözleri buğulu, “Bizler bu Zaferin mirasçılarıyız ve hayatlarımızı Nazizmden koruyanlar sayesinde barış zamanında yaşamaktan mutluluk duyuyoruz. Bu fedakarlıkların hafızamızda yaşaması için onların hikayelerini korumak bizim elimizde,” diyor.

***

Sabahın erken saatinde kapı zili çalınınca bu defa ilk seferinde olduğu gibi bizim padiyezd (apartman girişi)’in şifresini öğrenen uyanık Özbek patates satıcısı yine kapıya dayandı diye düşünmemiştim.

Kapıda Özbek patates satıcısı yoktu. Süslenmiş püslenmiş, sadece özel günlerde, bayramlarda giydiği, temizlenmiş, ütülenmiş asker üniformasına bütün onur ve kahramanlık madalyalarını takıp takıştırmış, üst kat komşumuz Vladimir  İvanoviç yine yüzünde kocaman bir gülücükle kapının önünde dikiliyordu. 

Vladimir İvanoviç, böyle özel günlerde bel ağrılarını, yüksek tansiyonunu unuturdu. 

Senelerce önce “Yahu Valodya, sende bu üniformayı giydiğin ilk günden beri hiç mi değişiklik olmadı? Göbek, kamburluk gibi, falan… Nasıl korudun vücudunun formunu böyle? Hala sanki yeni dikilmiş gibi vücuduna oturuyor,” demiştim.

İltifatımdan hoşlanmış olmanın mutluluğuyla, “Evlat dünya hallerini biliyorsun; Hitler gibi, Mussolini gibi bir manyağın yeniden dünyayı cehenneme çevirmeyeceği ne malum? Faşistlere karşı her zaman vatan savunması için diri ve hazırlıklı olmalı,” diye cevap vermişti.

Haklıydı. Şimdi daha iyi anlıyorum.

Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın tarihi, yalnızca Sovyet askerlerinin acı yenilgileri ve büyük zaferleri açısından değil, aynı zamanda anekdotlar ve hikayeler açısından da zengin.    

Vladimir İvanoviç, merdivenlerden inerken araya küçük bir anektod sıkıştırıyor:

Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü günlerden birinde, bir Sovyet kruvazörünün yanında, aniden eski bir ahşap denizaltı beliriyor, içinden koyun derisi paltolu yaşlı mı yaşlı bir adam çıkıyor ve komutana seslenerek soruyor:
"Oğlum, savaş hala devam ediyor mu?"
“Evet dede, ediyor.”
“Hay lanet Napolyon!”

Fıkra tarih dersi gibi.

Evet, kıssadan hisse: Ne yazık ki zaman geçiyor, ancak benzer sorunlar kılık değiştirerek yeniden karşımıza çıkıp insanlığı yoruyor.

***

Birlikte dışarı çıktık.

Ben, Moskova’nın baharını, yazını çok severim. Yaşam, sokaklarda, parklarda yeni ve cazip vaatlerle kendini gösterir. Cıvıl cıvıl olur her yer birden. Parklarda çiçekler, güzellikleriyle namlı genç kızlar, neşeli, sevinçli bir dekor oluştururlar.

Özlenen güneş kendisini gösterir, ara sıra da bulutların arkasına saklanır. Yaz başına kadar böyle…

Bazen Mayıs Bayramları serin ve yağışlı olurdu. Ancak bu yıl, birkaç gündür rüzgar, yağmur ve arkasından hafif bir yağışla "prova" yapan kar, Moskova'da sert bir "Mayıs şakası" sürprizi yapmıştı.

Hava yer yer yağışlı ve soğuktu, ama buna rağmen insanlar Zafer Günü’nü aksatmadan, aynı coşkuyla kutluyorlardı.

Vladimir İvanoviç, daha sokağa adımımızı atar atmaz yoldan geçen mahallemizin çocuklarının, genç kızlarının, delikanlılarının koşarak yanımıza gelip, sarılıp, “Spasiba dedu za pabedu!- Спаси́бо де́ду за побе́ду! (Teşekkürler dedecik zafer için!),” diyerek yanaklarından öpmelerine alışmıştı.

“Bu onur bile insanın ömrünü uzatmaya yeter,” diyordu.

***

Bu Bayram, Rusya’da herkes tarafından hatırlanıyor.

Nasıl hatırlanmasın ki savaş, milyonlarca insanın hayatını yitirmesine yol açmış, neredeyse her ailenin canını yakmıştı.

Sovyetler Birliği'nde en az 27 milyon insan öldürülmüştü (İkinci Dünya Savaşı'ndaki toplam 55 milyon ölümün neredeyse yarısı kadar) ve birçok şehir, kasaba ve köy harabeye dönmüştü.

Sadece Ruslar için değil Sovyetler Birliği’ni oluşturan bütün halklar için ve hatta bütün dünya halkları için önemli olan “Büyük Vatanseverlik Savaşı”  22 Haziran 1941'de başlamış ve 9 Mayıs 1945'e kadar sürmüştü.

Sovyetler Birliği, dört uzun yıl boyunca Alman Nazizmine karşı savaşmıştı. Ve sonunda bu zor savaştan muzaffer olarak çıkan Sovyetler Birliği olmuştu.

9 Mayıs 1945'te Moskova saatiyle sabah 2.10'da, radyo spikeri Yuri Levitan'ın gür ve ölçülü sesi şunu ilan etmişti: "Almanya tamamen mağlup edildi."

1418 günlük cehennem dönemi sona ermişti.

Nihai anlaşma Berlin'de imzalanmıştı.

***

Nasıl bizim için 30 Ağustos Zafer Bayramımız çok önemli ise Ruslar için de 9 Mayıs Zafer Günü o denli önemli.

Biz, Vladimir İvanoviç’le, senelerden beri, hemen hemen hiç aksatmadan 9 Mayıs kutlamalarına birlikte gidiyoruz.

Bu sene de Büyük Vatanseverlik Savaşı'ndaki Zaferin 79. yıldönümüne adanan geçit törenini Moskova'nın merkezinde izlemek niyetiyle yine dolaştık.

Sokaklar yine coşkulu kalabalıklarla doluydu.

Tverskaya Caddesi,  Kızıl Meydan hep bildiğimiz gibi; insanlar dans ediyor, hem sevinci, hem de hüznü bir arada yaşıyorlar.

Kutlamalar her yıl sadece Rusya’da değil, dünyanın birçok ülkesinde yapılıyor.

Ancak acıları, kaybedilenleri unutmak mümkün değildi.

Şenlik neşesi geçmişte yaşanan acıların, kaybedilenlerin anısını gölgelemiyor.

2 Mayıs 2024 Perşembe

Gorki Leninskiye: Vladimir İlyiç'in en sevdiği yer

 


Evgeny SAZONOV

Kaynak: https://www.kp.ru/

 

Güzel havalardan istifade Mayıs ayında Moskova ve Moskova bölgesinin en güzel yerlerine gitmeyi sakın ihmal etmeyin.

Bunun ancak gittikten sonra anlayabileceğiniz pek çok nedeni var.

Sonra bize dua edeceksiniz.

***

Görülebilecek güzel yerlerden biri Gorki Leninskiye.

Tanrım! Savva Marazov'un dul eşinin burada bu mülkü inşa etmesi boşuna değildi.

Sadece nasıl mükemmel para kazanılacağını bilmekle kalmayıp, aynı zamanda sadece güzel şeylere de aşina olan bir kadındı o.

Yeşillikler, korular ve çayırlar…

Kaydıraklar yılın herhangi bir zamanında son derece güzel.

Piknik yapmak, yürüyüşe çıkmak için ideal bir yer. Yakınlarda akan Pakhra Nehri de dahil olmak üzere güzel araziye ve çevresine hayran kalacaksınız.

9,5 bin hektarlık bu devasa bölgenin her köşesini keşfedin!

Ve sadece bir günün her şeyi görmek için yeterli olduğu bir doğru değil.

Burayı görmek için gün içinde gelmek mümkün.

Çok yürümeye hazır olun: Buradaki mesafeler oldukça uzun ve bölgeye arabaların girmesine izin verilmiyor.

Bisiklet sürmeye engel yok.

 

Bölge adeta  bir açık hava müzesi

Bir ara sökülen anıtlar Park Muzeon'un yanı sıra Gorki'ye de getirilmeye başlanmıştı.

Bunlar esas olarak dünya proletaryasının liderinin anıtlarıydı.

Bu mantıklı.  Onun yaşadığı, çok zaman geçirdiği bir mekandı.

Gorki'nin en ünlü sakini Vladimir İlyiç Lenin'di.

Burada üç müzesi var.

İlki ana girişte ve çok gösterişli.

Diğer ikisi de ilginç.

Bu, liderin hayatının sonunda yaşadığı ve çalıştığı ve öldüğü mülktür.

Oturmaktan keyif aldığı, en sevdiği hasır sandalye orada.

Fotoğraflar…

Nadezhda Konstantinovna ve akrabalarının odaları.

Ve elbette kitaplar, kitaplar, kitaplar. Lenin profesyonel bir kitap kurduydu ve onun ne okuduğunu ve koleksiyonunu nasıl derlediğini görmek çok ilginç.

Lenin'in ofisinin, dairenin mobilyalarının ve genç Sovyet hükümetinin buluştuğu salonun Kremlin'den devredildiği üçüncü müzede de çok sayıda kitap var.

Her şey orijinal; hatta Lenin'in toplantılara başkanlık ederken oturduğu sandalye bile.

Liderin, işinin verimliliğini artırmak ve zamandan tasarruf etmek için hangi hayat tüyolarını kullandığını görmek faydalı olacaktır...

Lenin'in Rolls-Royce'u garajda muhafaza ediliyor. Dünyada karda sürüşe uyarlanmış ender araçlardandı. Kışları Gorki'ye ulaşmak ancak böyle mümkündü. Ve bu arada, sahibi hızlı sürmeyi seviyordu.

 

Film Şehri

Gorki topraklarında bir sinema kasabası var.

Lenin ve daha fazlasını anlatan birçok dizi burada çekildi.

19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına ait çeşitli sokaklar.

Yürüyüşe çıkıp bu evleri nerede gördüğünüzü hatırlamak ilginç.

En önemlisi - “Dedektif Anna” dizisinde.

Giriş ücretsizdir; tabii ki çekimler devam etmediği sürece...

 

Malikanenin hikayesi

Ah, bu kadın... Bu muhteşem kadın... Zinaida Grigorievna Marazova.

Zamanının en akıllı ve en cesur kadınlarından biriydi.

Moskova belediye başkanı Rainbot ile üçüncü evliliğinde Gorki mülkünü satın aldı.

O zamanın en popüler ve pahalı mimarlarından biri olan Shekhtel'i işe alarak evin gelişimine cömert bir yatırım yaptı.

Sitenin incisi olan eve geniş bir yaz terası ve kış bahçesi eklendi. Yurt dışına büyük pencereler sipariş edildi ve özel arabalarla taşındı - bu tek başına zaten bir servete mal oldu. Ancak bu kış bahçesi inanılmaz derecede rahat ve duyguluydu.

Evin artık buharlı ısıtması, akan suyu, elektriği ve büyük çiftliğin çeşitli yerleriyle özel telefon iletişimi vardı.

Yirminci yüzyılın başında Marazova, ineklerin mekanik olarak sağılmasını sağladı ve elit buğday yetiştirdi.

Evet, geleceğin tek bir eve geldiği gerçeğinden sadece bir gerçek: Küvet, suyun daha uzun süre soğumaması için termos teknolojisi kullanılarak yapılmıştı...

Bütün bunlar 1918'de millileştirildi.