Moskova

Moskova

12 Temmuz 2019 Cuma

Nihilizm açmazında aydınlar ve Çehov


Ferhan Bayır

Rusya’nın uçsuz bucaksız stepleri arasında, insanların ismini dahi bilmediği bir taşra kasabasında sıvaları dökülmüş, etrafını yaban otlarının sardığı, insanı tehdit ediyormuş gibi gökyüzüne yönelen bahçe çitlerindeki çiviler... İnsanın ruhunu kuşatan karamsarlığın en karanlık tonu, bu binanın hapishane olduğu izlemini verirken bahçe kapısından içeri girip binaya doğru ilerleyince buranın hastane olduğu ancak basamakları tırmanırken fark edilir.
Kapıyı aralayıp içeriye adım atıldığı an, insanları askerlikten emekli, yaşlı bekçi Nikita karşılamaktadır. Step havasının sert iklimi, Nikita’nın yüzündeki derin ve keskin çizgilerde kendisini belli etmektedir. “Nikita, bu dünyadaki düzeni her şeyden çok seven ve bundan ötürü de dayak atma gerekliliğine inanan saf, iyi niyetli, işine bağlı, kıt görüşlü insanlardandır. Yüze, göğse, sırta, nereye denk gelirse oraya vurur ve bunu yapmazsa düzenin sağlanamayacağına inanır”. Heybetli ve tehditkâr bu bekçiyi geçip koridoru doğru yönelince, yerdeki çürümüş döşeklere, eskimiş sabahlıklara, parçalanmış mavi gömleklere dikkatlice bakınca, burasının hastane olmadığı hissedilir.
Koridorun hemen sonundaki geniş odaya tedirgin şekilde hızlıca bakınca, iç taraftan takılı demir parmaklıklar, yere vidalanmış yataklarını üzerinde mavi renkli hastane sabahlıkları ve başlarında eski usul takkeleriyle oturan insanların varlığından burasının akıl hastanesi olduğu anlaşılır. Tahtakurusu ve amonyak kokusuna lahana çorbası kokusunun karıştığı bu izbe yer, içinde beş akıl hastasının yaşadığı Altıncı Koğuş'tur.
Çehov “Altıncı Koğuş” öyküsünde bir taşra kabasındaki akıl hastanesi çevresinde gelişen trajik olayları her zamanki basit ve yalın üslupla anlattığı bu eser, Rus edebiyatının “en kasvetli” örnekleri arasında yerini almıştır. Sibirya’da sürgün döneminde, ayakları zincirlerle bağlanmış mahkûmların hayatını anlatan Dostoyevski’nin eserlerinde bile “Altıncı Koğuş”daki kadar kasvetli bir hava yoktur. Hayatlarında hiç şiddete başvurmamış beş tane delinin hikayesini, insanın kanını donduran Sibirya’nın soğuğunda en adi suçları işlemiş mahkûmların hikayesi kadar çarpıcı yapan nedir?

SİBİRYA’NIN ÖLÜMSÜZ MAHKÛMLARI

“Her türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşlemek gülünç değil mi?”
Çehov

Oyunları ve öyküleriyle Rusya’nın en başarılı yazarları arasında ismi anılmaya başlayan Çehov, yeni eseri için farklı, çok daha tutkulu konular arayışına girer. Moskova-Petersburg edebiyat dünyasındaki kıskanç ve tek düzey ilişkilerden de sıkılmıştır. Kendisine hem zihinsel hem de bedensel olarak bu sıkışmışlıktan çıkaracak yeni çalışmalar arayışındayken Çehov, kardeşi Mişel’in ceza hukuku derslerinde tuttuğu notları tesadüfen okuyunca kafasında bir soru canlanır “karar verilinceye kadar bütün dikkatimiz katilin üstünde toplanıyor, ama hapishaneye gönderilir gönderilmez tümden unutuveriyoruz onu. Peki hapishanelerde neler oluyor?”. Bu soru Çehov’un peşini bırakmaz ve Sibirya’ya gitme kararı alır. 
Çehov’un ciddi sağlık sorunları vardı, Sibirya’nın derinliklerine yapacağı bu yolculuğa ailesi ve yakın arkadaşları şiddetle karşı çıkmalarına rağmen, Çehov’u ikna edemezler. Nisan 1890’da, Çar hükümetinin en tehlikeli suçluları kürek cezasına gönderdiği, Japonya’nın 800 kilometre kuzeyinde bulunan Okhotsk Denizi’ndeki Salahin adasına doğru yola çıkar. Üç ay süren zorlu yolculuk sonrası sefaletin ve pisliğin içinde kaderlerine terk edilmiş insanların yaşadığı bu yere ulaşır.
Doktor olarak tıbba olan borcunu hapishanedeki mahkûmların tedavisiyle ilgilenip ve buradaki sağlık koşullarına dikkat çekerek ödemek isteyen Çehov, yüzlerce mahkumla konuşur, her gün on sekiz saati bulan yoğun bir çalışma yürütür, detaylı ve titiz bir şekilde notlar alır. Mahkûmların anlattıklarıyla birlikte hapishanedeki koşullar ve hapishanenin dışındaki gündelik hayata dair çarpıcı gözlemlerini kaleme alır. Hapishanelerde insanı ayakta tutacak hiç bir manevi şey gözlemleyemez Çehov, “Cezaevleri büyük kumarhane olmuşlar, koloniler ve askeri birlikler de onların şubeleri.” Hapishanede dışındaki yaşam ise çok daha kötüdür. Salahin’de kürek mahkumu kadınlar ve erkek mahkûmlarıyla birlikte buraya gelen eşleri de bulunmaktadır: “ Hepsi de yaşamak için fahişelik yapıyor. Zindancılar, en genç ve alımlıları kendilerine ayırıyor, öbürlerini de hükümlülere bırakıyorlardı. Genç kızların, anneleri tarafından zengin kolonlara ya da gözetimcilere satılması gündelik işlerdendi... ne yaşlılık ne çirkinlik fahişeliğe engel oluyordu ne de en had derecedeki frengi. Aleksandrovski sokaklarında on altı yaşında bir kıza rastladım. Dediklerine göre fahişeliğe dokuz yaşında başlamış”.
Çehov, insanın ayağındaki zemini sarsan böyle yüzlerce çarpıcı gözlemi “Sahalin Adası” eserinde yayımlar. Sibirya’nın karanlıklarında tarif edilemez sefalete terk edilmiş bu insanların dramını Çehov o kadar yalın ve soğukkanlı şekilde kaleme almıştır ki, eseri yayımlanmadan önce inceleyen çarlık sansür heyeti bu öyküleri bir edebiyat eseri olarak değil, bilimsel makale olarak tanımlayıp kayda düşer.
Eser yayımladığı zaman büyük ses getirir. En sıradan ayrıntılar bile büyük tartışma konusu olur. Eserin dilindeki nesnellikten dolayı, okurlar betimlenen sahnelerin kurgu olma ihtimalini bile düşünmez. Kitabın her satırı, Rus toplumunu kendi acımasız ve soğuk gerçeğiyle yüzleşmeye zorlar. Özellik hapishanedeki mahkumlara uygulanan bedensel ceza sahneleri Kışlık Sarayı’ndaki yöneticileri bile şaşkına uğratmıştır: 
“İnfaz memuru bir tarafta durur ve kırbaçla böyle bir vurur ki, kamçı bütün vücuda yayılır. Her beş kırbaçtan sonra öbür tarafa geçer ve mahkuma yarım dakika dinlenme süresi verir. İlk beş ya da on kırbaçtan sonra daha önceki dayaklar yüzünden yaralarla kaplı olan bedeni mavileşir, morarır ve her darbede derisi açılır. Çığlık ve bağrışların arasında ‘Zatıaliniz! Zatıaliniz! Merhamet!’ kelimeleri duyulur. Sonra yirmi ya da otuz darbeden sonra sarhoş adam ya da sayıklayan biri gibi şikâyet etmeye başlar ‘Zavallı ben, zavallı ben, beni öldürüyorsunuz...Beni neden cezalandırıyorsunuz?’. Ardından boynun o garip gerilişi, kusma sesi. Sanki cezanın başlamasından bu yana bir sonsuzluk geçmiş gibi. Gardiyan bağırmaya devam eder, ‘Kırk iki! Kırk uç!” Doksana daha çok var”
Rus kamuoyu, Sibirya’daki insanların gerçeklerinin çok az farkındaydı. Ne var ki bütün olumsuz imgeye rağmen insanların zihninde Sibirya deyince “Suç ve Ceza” romanın son sahnesindeki günahlarını kabul etmiş, manevi olarak yükselmiş Raskolnikov ile saf iyiliği ve fedakârlığıyla Sonya’nın ilişkisi canlanmaktaydı. Çehov, insanların zihnindeki bu romantik imgeleri yıkmakla kalmadı betimlediği çarpıcı sahnelerle Rusya’da önce kadınlar sonra da erkekler için fiziksel cezanın kaldırılmasında çok önemli rol oynadı.

TAŞRANIN SOĞUK GERÇEKLİĞİ
“Kasabada yaşamak boğucu ve sıkıcıdır; yüksek ideallerden yoksun olan toplum zorbalıkla, kaba bir sefalet ve iki yüzlülükle çeşitlendirilmiş cansız, anlamsız bir yaşam sürmektedir.
Çehov

“Sahalin Adası” eseri dikkat çektiği toplumsal sorunlarla kamuoyunda ses getirse de eleştirmenler bu eserin edebi değerini pek beğenmemişlerdir. Kimilerine göre Çehov, Dostoyevski’ye özenmişti ve kürek mahkûmları üzerinde prim yapmıştı. Daha nesnel yorum yapan eleştirmenlerse, Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Notlar” eseriyle kıyaslandığında bu öykülerin zayıflığının altını çizmişti. Şüphesiz ayağında prangalarla Sibirya’ya siyasi tutuklu olarak gidip mahkumlarla aynı korkunç hapishane koşullarını paylaşan Dostoyevski’nin eserindeki derinlik ve güçlü manevi arayış, Çehov’un bu eserinde gözlemlenemez. Çehov, bir yazar ve doktor sorumluluğuyla dışarıdan gelip, yaptığı gözlemleri betimlerken; Dostoyevski ise doğrudan yaşadığı kendi trajedisini, rutubet ve pislik kokan, soğuk ve karanlık koğuşta, damarlarında dolaşan kan gibi canlı ve sıcak bir dille betimlemişti.
Oysa Çehov, insanın akıl dışı, yıkıcı, karanlık yönünü derinlikli şekilde ele aldığı, Dostoyevski ile ölçülebilecek hatta yer yer onu aşan önemli bir öykü kaleme almıştır. “Altıncı Koğuş” öyküsünde, bir akıl hastası ile doktor arasında geçen olaylar anlatılır. Bu eserin en çok göze çapan özelliği, yetmiş sayfaya sığdırılan fikirlerin yoğunluğu ve gücüdür. 
Dostoyevski’nin, Tolstoy’un belki yedi yüz sayfada tartışacakları fikirleri Çehov basit ve kısa bir biçimde yapmıştır. Dostoyevski ve Tolstoy, büyük ve sayısız mekanlar içinde onlarca karakterle birbirine örülen adeta çok sesli senfonilerle insanın özüne dair sorunları ele alır. Çehov ise, tiyatro oyunlarındaki gibi, olayları bir koğuşta ve birkaç karakterin arasında yoğunlaştırarak eşsiz bir oda müziğiyle şeklinde öyküsünü anlatır. 
Rusya’nın terk edilmiş bu kasabasına yirmi yıl önce genç bir doktor olarak gelen Andrey Yefimiç, kendisini yoksulluk ve pisliğe terk edilmiş hastanede bulur. Alet ve ilaçların yetersizliği, her gün kilometrelerce uzaktan gelen yüzlerce köylü hasta, az sayıda sağlık çalışanı gibi sorunların yanında hastanedeki yolsuzluklar, adam kayırmalar, dedikodular mesleğine yeni başlayan doktorun yüzleşmesi gereken sorunlardır. Andrey Yefimiç ilk zamanlar özveriyle kendisini mesleğine adar ne var ki zamanla bu sorunların altında yavaş yavaş ezilir. Güçlü ve savaşçı bir karakteri bulunmayan doktor Yefimiç, önündeki yakıcı sorunlarla nasıl çözüm üreteceğini bilemez: “Andrey Yefimiç akla ve doğruluğa aşırı değer verirdi, ancak etrafında akıl ve dürüstlükle dolu bir hayatı var edebilmesi için yeteri kadar güçlü bir karaktere ve inanca sahip değildi. Emir buyurmayı, yasak koymayı, mecbur bırakmayı kesinlikle bilmezdi”. Zaten 1860’larda ilahiyat okumak isterken babasının zorlamasıyla doktor olmuştu.
Tıbbı ve ilerlemeyi benimsemekle birlikte Yefimiç, yoksunluğun neden olduğu sefalet içinde acı çeken insanların soğuk gerçekliğiyle yüzleşecek ne tutkulu inançları ne de köklü fikirleri vardır. Derinlikli fikirlerden, sarsılmaz ideallerden yoksun bir insan Rusya’nın, adı dahi unutulmuş kasabaları gibi, karanlık stepleri içinde kaybolur. Kasabanın insanın ruhunu boğan tek düze yaşamı, hastanedeki kangren olmuş sorunlar içinde Andrey Yefimiç, ahlaki pusulasını kaybedeler. İnsan doğasının en korkunç yanı yaşadığı gerçeklikle yüzleşmediği zaman, kendi benliğini korumak için karamsar ve yıkıcı metafiziksel argümanlar üretebilmesidir. Bir gün hastaneden eve döndüğünde çalışma masasında otururken Yefimiç hayatının ve mesleğinin muhasebesini yapar. Her gün kırktan fazla hastayı muayene etmek büyük bir aldatmacadır, hastaların tedavilerine gereken özeni gösteremediği gibi, yıllar içerisinde kasabada ne hastalanma ne de ölüm oranlarında bir azalma söz konusudur. Bu gerçeklik karşısında Yefimiç bir adım geri çekilir, yenilgisinin rasyonelleştirmeye başlar: “Doktorun düşüncesine göre yapılacak en mantıklı şey hastaları salıvermek, hastaneyi de kapatmaktı...bunu yapmanın kimseye faydası dokunmazdı. Sonuçta maddi ya da manevi bir pisliği bir yerden kovsanız da başka bir yere sıçrayacaktır. Pisliğin kendiliğinden yok olmasını beklemek gerekir”.
Yefimiç, sorunlar karşısında çaresizliğin, eylemsizliğin felsefesini yaparak benliğini ayakta tutmaya çalışır. Bilimin ve aklın ilkelerine dayanan doktor, mesleğinin ahlaki temellerini kendi elleriyle aşındırmaya başlar: “...eğer ölüm herkes için olağan ve meşru bir sondan ibaretse insanların ölmelerine engel olmak niye? Bir tüccarın ya da memurun fazladan beş, on yıl yaşamasının kime ne faydası var?” Mesleğine bu denli yabancılaşan doktor, kayıtsızlığını bütün hümanist idealleri reddecek şekilde, yıkıcı noktalara taşır: “Eğer insanoğlu acılarını haplarla ve damlalarla hafifletebileceğini öğrenirse, bugüne kadar onları hem her türlü kötülükten koruyan hem de onlara mutluluk bahşeden dini ve felsefeyi tümüyle terk edebilir”. Hayatın acımasız, trajik gerçekleri karşısında teselli olmak için sıradan insanlara dini öğretileri, kendisi için de nihilist felsefeyi uygun bulur Andrey Yefimiç.
Bu andan itibaren doktor, mutlak bir kayıtsızlık içinde yaşamaya başlar. Hayattaki tek gayesi akşam evine geldiği zaman tarih ve felsefe üzerine kitaplar okumaktır. Ne bir tiyatronun ne bir operanın olduğun kasabada, keyifli okumalarının dışında, eski bir soylu olan fakat yoksun düştüğü için postanede çalışan Mihail Averyaniç ile akşamları evde oturup bira içerler. Yefimiç neredeyse her akşam bu kasabada yaşamanın ne derece sıkıcı olduğundan yakınır. Elbette Rus aydınları da Yefimiç’in eleştirilerinden kaçamaz: “Aydın kesim bile bayağılıktan öteye geçemiyor; gelişme seviyeleri, sizi temin ederim ki, aşağı tabakadan üstün değil”. Mihal ise hep aynı cevabı verir :“Eskiden ne gözü kara liberaller vardı”.

NİHİLİZMDEN DELİLİĞE

“Zindan gardiyansız olmaz, birini tasarladınız mı ötekini de tasarlamak zorundasınız”
Balzac
“İnsan kendi sağduyusuna, komşusunu kilit altında vurarak ikna olmaz”
Dostoyevski

Mesleğini amaçsız, hayatı anlamsız bulan Yefimiç, hastaneye nadiren uğramaya başlar. Nihilizmin derinliklerinden kısık sesle ara sıra vicdanı seslendiği zaman Yefimiç, ciddi bir entelektüel olarak vicdanına gerekli cevabı verir: “Zararlı bir işe hizmet ediyorum ve aldattığım insanlar için aylık alıyorum. Namuslu değilim, ama ben tek başıma bir hiçim, kaçınılmaz olan sosyal kötülüğün küçük bir parçasıyım sadece... Demek ki namuslu olmamanın suçlusu ben değilim. İki yüzyıl sonra doğsaydım bambaşka bir insan olabilirdim.” Nihilizmi kadercilikle ayakta tutar, kadercilik ise onu her geçen gün etrafına karşı daha çok duyarsızlaştırır, topluma yabancılaştığı ölçüde bencilleşir. Yirmi yıl boyunca hastanedeki bütün ahlaksızları görmezden gelir, Nikita’nın hastaları dövmesini umursamaz, etrafı şiddet ve cehaletle çevriliyken Yefimiç, evinde kitapları arasında kendine “yüksek ve soylu” fikirler dünyası kurar. 
Ne var ki hayatın sert dalgaları Yefimç’in kumdan dünyasını yerle bir eder. Yefimiç, rutin hastane gezintisi sırasında gözü Altıncı Koğuş’a takılır, yıllarca bu koğuşa uğramadığını fark eder. Doktor sorumluluğundan ziyade can sıkıntından kurtulmak, bir değişiklik yapmak için koğuşa girer. Beş akıl hastasının durumunu, koğuşun içini merakla gözlemlerken Ivan Dmitriç’i tanır.
Ivan Dmitriç, soylu ve eğitimli bir aileden gelen, üniversite eğitimi almış, iyi bir mevkide maliyede çalışan bürokrattır. Dmitriç’in mutlu hayatı, bir gün işe giderken polislerin kelepçeleyip götürdükleri suçluyla sokakta karşılaşmasıyla alt üst olur. Bu dramatik anın etkisinden kurtulamaz, koşarak eve gelir, odasına kapanır, işe gitmez ve bütün gece ışıkları söndürüp koltukta oturur. Her an polislerin gelip kendisini de tutuklayacakları korkusundan bir türlü kurtulamaz. Bir suç işlemediğini bilmektedir, hapse atılmasına bir neden de yoktur, fakat biri iftira atar ve umursamaz bir yargıç olayın iç yüzünü araştırmadan onu Sibirya’ya gönderebilir. Daha da kötüsü iş yerinde onu çekemeyen amiri ya da iş arkadaşı evraklarla oynanıp zimmetine para geçirdiğini söyleyebilir. Buna benzer endişelerle Dmitriç’in korkuları gittikçe şiddetlenir, devletin kurumlarına güvenmez, topluma olan inancını yitirir. Çehov adım adım bir insanın yozlaşmış bir toplumda nasıl delirebileceğini sarsıcı şekilde gösterir, daha korkunç olan böylesi toplumsal ilişkiler içinde insanın delirebilmesinin normalliğidir.
Yakınları Dmitriç’in akli dengesini yitirdiğini düşündükleri zaman doktor Yefimiç’i çağırırlar, fakat Yefimiç delirmiş birisi için yapılacak bir şey olmadığını söyler, tedavi bile etmeden evine döner. Yıllar sonraki bu trajik karşılaşmayı komik yapansa Yefimiç’in kayıtsızlığıdır. Dmitriç, dışarıda binlerce hasta ve suçlu varken neden kendisinin buraya kapatıldığını sorduğunda Yefimiç “konunun ahlaki yönle ya da mantıkla alakası yok. Her şey tesadüften ibaret...Benim doktor olmamda, sizin akıl hastası olmanızda ne ahlak ne de mantık arayabiliriz. Bu sadece boş bir tesadüften ibaret” diyerek cevap verir. Akıl hastası bile kapatılmasına rasyonel nedenler ararken doktor, nihilizmin “güvenli sularında” tesadüflerden ve hayatın mantıksızlığından dem vurur. Ahlaki kayıtsızlık doktoru, toplumsal adaletsizliği ve eşitsizliği kaderci biçimde savunmaya kadar götürür: “Sizin durumunuzda yapılacak en iyi şey buradan kaçmaktır. Maalesef bunun kimseye bir faydası dokunmaz...Toplum kendini suçlulardan, ruh hastalarından ve genel olarak rahatsız insanlardan korumak istediği zaman baş edilmez olur...Burada bulunmanız gerektiğine dair düşüncelerle kendinizi yatıştırmanız gerekiyor. Hapishaneler ve tımarhaneler var olduğu sürece içinde birilerinin oturması gerekir. Siz değilse ben, ben değilse başka üçüncü biri girecektir buralara”. Nihilizmine rağmen doktorun geleceğe dair iyimser beklentileri de vardır: “Hapishanelerin ve tımarhanelerin...uzak bir gelecekte yok olacağı zamanı bekleyin. Elbette o gün er ya da geç gelecektir.” O güzel günleri beklerken, elbette hiçbir şey yapmadan, insan okumalı, düşünmeli, yüksek fikirlerle ruhunu yüceltmelidir. Hayatın anlamlı tek amacı buysa, insanın nerede ve nasıl yaşayacağının ne önemi vardır, tımarhane, ev, üniversite, hapishane hepsi birdir. Bir deliyi bile şaşkına çevirir bu düşünceler, Dmitriç ateşli biçimde soluk almadan, doktorun fikirlerinin bayağılığını yüzüne vurur.
Doktor serinkanlılığını bozmaz “hayatı idrak etmeye çabalayan özgür ve derin düşünce, saçma dünyevi kaygıları tamamıyla hor görme, işte bu...Diyojen de bir fıçının içinde yaşıyordu, ancak dünyadaki bütün krallardan daha mutluydu”. Deli ise, “sizin Diyojen ahmaktı da ondan...Ben hayatı seviyorum hem de tutkuyla seviyorum...Doya doya, delicesine yaşamak istiyorum ben...Hayata karışmayı, dünya telaşına kapılmayı öyle çok istiyorum ki...Gidin de bu öğretiyi sıcak, turunç kokan Yunanistan’da yayın. Söyledikleriniz bu iklime uygun değil” diyerek cevap verir. Çehov, Rusya’nın toplumsal sorunlarına soyut, hayattan kopuk reçeteler sunan Batıcı, liberal aydınların trajik açmazlarını, bir deli tarafından eleştirerek duruma komik bir ton katar. Bir deli bile Batı tipi aydına göre hayata daha çok bağlıdır.
İnsan insanla var olur. İnsanın insana duyduğu açlık bastırılamaz bir ihtiyaçtır. Hiçbir yüksek felsefe bu somut isteğin yerini tutamaz. Kitapları arasında yalnız ve durağan bir hayat yaşayan doktor da böyle bir açlık çekmektedir, rüyalarında zeki insanlarla konuştuğunu görür. Dmitriç ile sohbetinin ardından, yıllar sonra keyifle tartışabileceği birisini bulduğunu düşünür, büyük bir iştahla her gün yeni arkadaşını ziyaret etmeye başlar. Bu ateşli ve yoğun tartışmaların zihinsel ve manevi olarak zayıf adamı ne derece yorduğunu pek önemsemeden, aç bir kurt gibi kafeste onu bekleyen deliyi ziyaret eder.
Bir sohbet sırasında Dmitriç katlanılamaz acılar çektiğinden bahseder, sonuçta karşısındaki bir doktordur. Yefimiç ise Marcus Aurelis’un acı üzerine söylemlerini anlatmaya başlar, irade gücüyle düşüncelerin değiştirilebileceğini ve böylece acı fikrinin kaybolacağını söyler. Bu komik sahnelerle Çehov, okura kimin daha deli olduğunu sorgulatır. Doktorun saçma spekülasyonlarına Dmitriç bile tahammül edemez, keskin eleştirilerini sıralamaya başlar, sahne dramatikleşir: “Tek bildiğim, Tanrı’nın beni sıcak kandan ve sinirden yarattığıdır...Acıya karşı bağırarak, gözyaşlarıyla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu hayatın ta kendisidir. Bir canlı ne kadar basitse o kadar az duyarlıdır ve uyarılara karşı daha zayıf karşılık verir. Ne kadar gelişmişse, gerçekliğe karşı daha fazla duyarlıdır ve daha enerjik biçimde tepki verir. Bunu nasıl bilmezsiniz? Doktorsunuz ama böyle temel şeylerden haberiniz yok!” sözleriyle karşı çıkan Dmitriç doktorun araya girmesine izin vermez: “Sözcülüğünü yaptığınız stoacılar muazzam insanlardı, ama öğretileri daha iki bin yıl önce donmuş, bir damla ileriye gidememişti. Pratik ve geçerli olmadığı için ilerleyemezdi de...insanların büyük çoğunluğu bu öğretiyi anlayamamıştı bile. Zenginliğe, hayatın sağladığı rahatlıklara kayıtsızlığı, acıyı ve ölümü küçümsemeyi vaaz eden bu öğreti, büyük çoğunluk için anlaşılmazdı...Acıyı küçümsemek onlar için hayatı küçümsemek anlamına geliyordu...Hayatın yükü altında ezilebilir, ondan nefret edebilirsiniz, ama onu küçümseyemezsiniz.”

BAZAROV’DAN ÇEHOV’A NİHİLİZM

Çehov’un “Altıncı Koğuş” öyküsünü önemli kılan, kayıtsızlık içinde hareketsizce gündelik, yakıcı sorunlara sırt çevirip yüksek fikirler, güzel sözlerle nihilizmini perdeleyen Rus aydın sınıfını eleştirmesidir. Eserin önemi bu eleştirilerle sınırlı değildir. Rus edebiyatına eşsiz derinlik veren özgünlük Çehov’un eserinde de gözlemlenir. Neredeyse dört kuşak boyunca her edebiyatçı eserleriyle ya kendinden önceki ya da çağdaşı başka bir yazarın eserine cevap verir. Aşılması zor kitapların arkasında yüzyıllık tartışma ve polemikler bulunmaktadır. Her bir eser başka bir esere göndermelerle doludur, bu yüzden fikirler sürekli ve canlı bir şekilde edebiyat üretimini besler. Bu kültürel iklim yazarların toplumsal sorunlara cevap arayan tartışmanın dışında eserler kaleme almasına izin vermez.
Çehov bu öyküsünde başta Dostoyevski ve Tolstoy olmak üzere birçok edebiyatçıyla tartışır. Baskıcı ve yozlaşmış bir toplumda insanın delirme durumu ve bunun politik arka planı Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defterinden” eserinde ele alınan bir konudur. Çehov da bu geleneği devam ettirir.
Çehov’un en çok etkilendiği ve bir o kadar eleştirdiği Tolstoy’a yönelik eleştirileri de önemlidir. Tolstoy’un “kötülüğe karşı direnme” anlayışına kitapta Nikita’nın şiddetini sessizce kabullenen akıl hastası köylü imgesiyle gönderme yapılır: “...Burada korkunç olan şey onun dövülmesi değil – buna alışmak mümkündü- bu aptal hayvanın dayak yerken sesini çıkarmaması, karşılık vermemesi, gözünü bile kırpmaması, sadece ağır bir fıçı gibi sağa sola sallanmasıydı”. Çehov bu noktada hayatın acımasızlığına karşılık vermeyi öneren Dmitriç’in fikirlerini öne sürerek, kötülüğe ve şiddete pasif tavır almayı eleştirir.
Hapishane ve delilik konuları Çehov’dan önce, insanın özgürleşme isteğinin ne kadar derin ve güçlü olduğunu irdelemek için seçilmekteydi. Aristokrat kökenli ilerici, aydınlanmış yazar, köylülerin özgürlük sorunlarını bu temalarla politikleştirmişti. Gorki ve Çehov gibi alt sınıftan gelen yeni yazarlarla birlikte bu hapishane ve delilik temaları, fikirsel soruşturmalardan sıyrılarak doğrudan bedenin özgürleşmesi sorununa kaydı. Çehov’un dedesi özgürlüğünü sonradan kazanmış toprak kölesiydi, Gorki’nin çocukluğu ise ayaktakımı arasında geçmişti. İki yazar da küçük yaştan itibaren fiziksel şiddete maruz kalmışlardı. Dayakla terbiye edilmek istenen bu iki yazar için fiziksel şiddetin son bulması en yakıcı sorunlarıydı. Bundan dolayı Çehov, Tolstoy’un bu soyut ahlaki öğretisine tahammül edemez. Yefimiç’in acılarla ilgili soyut iddialarına Dmitriç: “Bütün ömrünüz boyunca kimse size parmağını değdirmedi, sizi korkutmadı, dövmedi; bir öküz kadar sağlıklısınız... Yirmi yıldan fazla süredir ısınması, aydınlatması, hizmetçisi olan bedava bir lojmanda oturuyorsunuz. İşinize geldiği kadar çalışma hakkına sahipsiniz. Yaratılıştan tembel ve gevşek bir insansınız...Kısacası siz hayatı görmediniz, onu zerrece tanımıyorsunuz. Gerçeklikle tanışıklığınız ise yalnızca teoriden ibaret...bütün bunlar Rus tembellerine özgü bir felsefedir...Hem hiç çalışma, hem vicdanın rahat olsun, hem de kendini bilgin say. Ne ala felsefe! Hayır efendim bu ne felsefe ne düşünüş tarzı, ne de bakış açısı genişliğidir; aksine bu tembellik Hint fakirliği ve uyku sersemliğidir” sözleriyle cevap verir.
Diğer bir nokta Dostoyevski’nin aşağılanmış, kişiliği baskılanmış bireyin ne koşulda olursa olsun, tek seçenek akıl dışı çözüm de olsa, benliğini korumak için harekete geçeceğine dair fikirleridir. “Yeraltından Notlar”ın ana karakterinden Ivan Karamazov’a, Raskolnikov’dan “Cinler” romanının karakterine kadar, kendini var etme, saygı görme isteyen bundan dolayı cinayet işleyip, intihar bile edecek kadar yıkıcı ve yaratıcı bu potansiyel döne döne işlenir. Çehov, Dostoyevski’ye de itiraz eder. Dmitriç, doktorun hayatı küçümseyen kayıtsızlığı karşısında “aptalın, küstahın biri mevkii ve rütbesini kullanarak sizi alenen aşağılasa...öğüt vermenin ne demek olduğunu anlardınız” der. Ne var ki anlamakla bunu bilicinde olmak bambaşka şeylerdir.
Yefimiç’in Altıncı Koğuş’a yaptığı ziyaretler sıklaştıkça hastanede çalışanlar durumu garipsemeye başlar ve bir deliyle saatlerce sohbet eden doktorun da delirmeye başladığı tüm kasabanın dedikodu konusu olur. Bunun üzerine belediye başkanı ve yöneticiler diğer doktorların eşliğinde Yefimiç’i küçük düşürecek şekilde sorgular ve emekli olmasını ister. Yefimiç hayatta ilk kez aşağılandığını hisseder, ne var ki deli olmadığını söyleyecek iradeyi kendisinde bulunamaz. Öykünün belki de en çarpıcı sahnesi, Altıncı Koğuş’a kapatılan Yefimiç’in, yıllardır görmezden geldiği Nikita’nın acımasız yumruklarına hedef olduğunda dahi karşı koymamasıdır. Kendi sonun hazırlayanın, topluma karşı kayıtsızlığı ve vicdanını körelten nihilizm olduğu bilincine varsa da, Dostoyevski’nin beklediği manevi sıçrama gerçekleşmez.
Avrupa’daki anlamından farklı olarak nihilizm kavramını Rus edebiyatında ilk kez Turgenyev “Babalar ve Oğullar” romanında kullanmıştı. Genç ve tutkulu doktor Bazarov, 1860 kuşağının radikal demokratik fikirlerini savunurken, çarlık Rusya’nın bütün köhnemiş geleneklerini yadsımak anlamında, kendisini nihilist olarak tanımlamıştı. Ancak, Halka Doğru Hareketi’nin yenilgisiyle ideallerini kaybetmeye ve ahlaki çözülmeye başlayan Rus aydının dönüşümüne, nihilizmin anlamındaki değişim eşlik eder. Bazarov’dan Yefimiç’e nihilizm, devrimci yıkıcılıktan insanın delirmesine neden olan bencilliğe doğru kayar.
Elbette Çehov, Rus aydının durumunu sadece Yefimiç olumsuz karakteriyle örneklendirmez. Yefimiç’lerin karşısına “Vanya Dayı” oyunundaki Doktor Astrov karakterini koyar. Bütün yenilgilerine rağmen, bireysel ahlaki sorumluluğundan kaçmadan, tek başına ağaçlar diker, ormanları korur. Binlerce kilometre uzaktaki hastalarını tedavi etmek için fırtınada bile yola çıkar. Bilime ve ilerlemeye inanır, köylüler cahildir ama değişebilirler. Yaptığı fedakârlıklar bugün bir anlamı yokmuş gibi gözükse de o, gelecek için çekilen acıların, gösterilen özverilerin bir anlamı olacağına inanır. Bazarov gibi yüksek sesle ve dikkat çekici şekilde yapmaz eylemlerini Astrov. Omuzlarındaki yorgunluğa rağmen kendinden emin, sessiz ve kederli biçimde mücadele eder, Çehov’un kendisi gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder