Emre Furkan Özdemir
Kaynak: https://gaiadergi.com/
Birçok ünlü kalemin sürgüne gönderildiğini duymuşuzdur.
Sürgün meselesinde ilk aklımıza gelen, yüksek kesimlerin rahatsız oluşundan
ötürü olageldiğidir. Sürgünün bir yazar için ölümden bile daha fena olduğu
aklımıza gelmez. Gelin bir düşünelim! Fakat düşünürken kendimizi 19’uncu
yüzyılın şartlarına adapte edelim.
Elinizde hükûmet tarafından yazılan sürgün kararınız…
Yaşadığınız şehirden apar topar aynı gün içinde gitmek zorundasınız. Üzerinize
çevrilen düşmanca bakışlar, gidişinizin ardında havaya zafer kadehleri
kaldırıyor. Günlerinizi, dakikalarınızı ilgiyle harcadığınız, belki de hayatta
tek değer verdiğiniz yazma işi artık yasak… Rahatlığın ve eğlencenin yer
edindiği şehrinizden sıcak suyun dahi bulunmadığı bir yere gönderiliyorsunuz.
Ne hissederdiniz? Biraz nefret, fazlasıyla hüzün…
Milletinin gidişatını yakından takip etmek isteyen bu
çaresiz kalemler, zorunlu yer değişiklikleriyle aktrislerin yaşadığı büyük
şehirlerden, haydutların gezdiği küçük kentlere gönderiliyordu. İşte biz bu
yazımızda yirmi yaşındaki Aleksandr Puşkin’e sürgün yolunun nasıl açıldığını
işleyeceğiz. Henüz liseyi yeni bitiren bu gencin halkı nasıl kasıp kavurduğunu
hayretler içerisinde okuyacağız. Onun o gözü karalığıyla kimlere kafa tuttuğunu
hayranlıkla birbirimize anlatacağız.
Saat gece yarısını çoktan geçmiş, şehirdeki parlak
ışıkların yerini zifiri karanlık almıştı. O gece Büyük Petro tarafından
kurulan Petersburg şehrinde çıt çıkmıyordu. Küçük parlak kâğıtların döküldüğü,
kırık camların etrafa saçıldığı caddeler boştu. Neva Bulvarı’ndaki küçük esnaf
rengârenk balonlar asılı dükkânlarından evlerine dağılmıştı. Sokaklardaki
muhafız taburları nöbet yerlerinde değil, meyhanelerde sızmıştı. Caddelerde
bekçilerin kulak tırmalayan düdük sesleri duyulmuyordu. Başıboş köpekler
çimlere uzanmış, Petersburg kentinin bu hayret verici görüntüsünü süzüyordu.
Haklılardı aslında. Petersburg şehri kurulduğundan bu yana ilk defa bu kadar
sessizdi. O, sabahlara kadar ışıkları sönmeyen, bağrışlarıyla etrafı inleten kente
ne olmuştu? Gelin, buna cevap vermeden önce İmparatorluk sarayını bir ziyaret
edelim. Şehrin merkezinde yüksek tepelere çıktığınız zaman sizi selamlayacak
olan, kubbeleriyle dikkat çeken bir saray duruyordu. Hisarlarına asılı
bayraklar, özgürlük naraları atıyordu. Bu saray kanlı sahnelerin yaşandığı, tüm
görkemiyle ayakta duran Mihailov Sarayı’ydı.
Mihailov Sarayı’nın belki yüzlerce penceresi vardı fakat o
gece yalnızca birinin ışığı yanıyordu. Bu sarayda sabahleyin bir bayram havası
esmişti. Kutlamalar ve doyasıya eğlence… Saraydaki herkes hatta bütün şehir
Fransız askerlerinin ülkelerinden çekilişini kutluyordu. Savaş bitmiş, Napolyon
kaybetmişti. Kazanan halktı. O halde Rus geleneklerine göre sabaha kadar
eğlenmeleri gerekecekti. Ve böyle de olmuştu. İçilen içkilerin, atılan zafer
nidalarının haddi hesabı yoktu. Zafer kutlamalarının sonucunda sarhoşa dönen
saray efradına izin verilmiş, bu gece kimsenin çalışmamasına karar verilmişti.
Peki, ama o ışığı yanan pencerede kim oturuyordu? Neden uyumamıştı, gecenin bu
saatinde ne düşünüyordu?
Altın kaplama sandalyelerle çevrili, büyük cam masanın
karşısında, ellerini başının arasına almış bir adam oturuyordu. Başı dik
omuzları genişti. Yuvarlak yüzlü, ince burunlu ve sarışın olması onu bir
Rus’tan çok Alman’a benzetiyordu. Koltuğu kaplayan geniş vücuduna, yüksek
yakalı pahalı geceliğine ve kalın parmaklarıyla içkisini yudumlayışına
bakılacak olursa bu adam haşmet sahibiydi. Bacak bacak üstüne atışında
bir zafer edası vardı. Bir asilzadeyi andıran hareketleri, onun önemli bir adam
olduğuna işaret ediyordu. İnce dudaklarına yayılan gülümsemede bir sır
gizliydi. Fransız askerlerini soğuktan kırıp geçiren adam… Rusya’nın
kurtarıcısı… Bu adam hiç kuşku yok ki Çar I. Aleksandr idi. Tüm
Rusya’nın uykuya gömüldüğü gecede zaferini yalnız başına votkasını yudumlayarak
kutluyordu.
I.Aleksandr, Napolyon’u kesin bir mağlubiyete uğrattıktan
sonra kendini herkesten, her şeyden üstün görmeye başlamıştı. Bu savaşta önemli
işler yapmış generallerini bile yanına yaklaştırmıyor, onları görmezden
geliyordu. Kendini Hristiyanlığın koruyucusu, dinin son neferi olarak kabul
ediyordu. Fakat o gece Aleksandr’ın düşündüğü şey yalnızca kazandığı zafer
değildi. Onu asıl düşüren, uykusuz bırakan Rus insanıydı. Evet, I. Aleksandr
Rus insanını sevmiyordu. Ona göre Rus insanı çorak bir tarlaydı. İşe yaramazdı,
tembeldi, sarhoştu… Onu işlemek, verimli hale getirmek gerekiyordu. Bu yolda
çok şey düşündü.
Monarşinin kendisine kattığı gücü kullanmazdı. Çünkü
gençliğinde tanıştığı hürriyetçi düşüncelere aşıktı. Peki, ama ne yapabilirdi?
İşte Aleksandr bu ikilem arasında yavaş yavaş hissizleşiyordu. Ülkesi adına
okuduğu her kitapta, verdiği her kararda monarşinin-bataklıktan farksız-
kendisini içine çeken zorbalığına yavaş yavaş teslim oluyordu. Üstelik yapmayı
düşündüğü reformlarla ülkesinin gideceği yolu göremeyecek kadar kör olmuştu.
“Sanki dünya kudretlileri karşısında yalnız iki yol vardı:
ya sıkı düzen içinde saltanat sürmek, şiddet, düpedüz krallık kuvveti yahut
sevgi içinde tahttan el çekmek.”
I.Aleksandr kendisine sunulan reform önerilerinde aradığını
bulamıyordu. Ta ki eski bir kütüphanede General Servan’ın kitabını okuyana
kadar. Bu kitapta askeri koloniler kurulması öneriliyordu. Aleksandr kararını
vermişti: Rusya’yı Alman disipliniyle ayağa kaldıracaktı. Bu iş için en sağlam
adamını yanına çağırdı: Arakçeyev.
“Arakçeyev, imparatora bir tanrı gibi tapıyordu. Çarın
odasına titreye titreye, istavroz çıkararak girerdi. Devlet parasını çalmazdı.
Has müşavir olması için başka ne lazımdı.”
Aleksandr’ın askeri kolonileri öncelikli olarak bir köyde
denenecekti. Bu reform kısaca köylünün disiplin altına alınarak, savaş zamanı
cephede, barış zamanında ise tarlada devlet yararına çalışmasıydı. (Eh bu iş
için de sıkı bir askeri disiplin gerekiyordu.) Aleksandr böylece ürettiğini
tüketen bir toplum oluşturmaya çabalıyordu. Bu işin yürütülmesinden sorumlu
olan isim Arakçeyev’di. Arakçeyev, imparatora karşı yumuşak başlı gibi
görünse de Rus halkına karşı son derece zalim ve gaddardı. Çarın emrettiği işleri
yapmayanlar, Arakçeyev tarafından şiddetli cezalara çarptırılıyordu. (O dönemin
yazarları Arakçeyev’in I. Aleksandr’ın gözüne daha fazla girebilmek için masum
birçok köylü kadını, hiçbir sebep göstermeksizin kırbaçlattığını söyler.)
Ve gün geldi köylüler bu eziyete daha fazla katlanamadı.
İsyan başlattılar. Fakat bu isyan I. Aleksandr’ın meşhur sözüyle nihayet
buldu. “Petersburg’la Çudov cesetlerle örtmek zorunda da kalsam askerlik
kolonileri yaşayacaktır.” Ve dediği gibi de oldu. Aleksandr’ın kendi deyimiyle
“Almanlaştırma” projesi tam bir katliam örneğiydi. Rus köylerinin mis kokulu
yeşil çimleri artık kan kokusunun hüküm sürdüğü kırmızılığa boyanmıştı…
“I.Aleksandr’la Arakçeyev, eserlerini pek beğeniyorlardı.
Öyle ya, memleket yararına çalışmıyorlar mıydı? … Hem ahlak hem kazanç! Hem
tutumluluk hem medeniyet!”
Her geçen gün “disiplin” adı altında binlerce kişiyi kırıp
geçirmelerine kim dur diyecekti? “Rus insanını adam ediyoruz” hakaretini bir
övünç kaynağı olarak gösteren bu iki katile kim haddini bildirecekti?
1819 yılının ilk çeyreğinde Rusya’nın önde gelen isimleri,
bu baskı reformuna şiddetle karşı çıkmışlardı. Seslerini duyurmak isteyen
küçük topluluklar çarın adamları tarafından dağıtılıyordu. O halde bu işi gizli
yollardan yapmak gerekecekti. Gençler üniversitelerde, yazarlar büyük
yalılarda, bir zamanların seçkin askerleri ise kışlalarda toplanıp,
Aleksandr’ın baskı planlarını kırmak için sayısız suikast planı hazırlıyordu.
Ne yazık ki bu yapılan planlar, birlik olunamaması neticesinde taslak olmaktan
kurtulamıyordu. Sanki onlara yılmayan bir sözcü, yediği her yumruktan sonra
ayağa bir öncekinden daha hırslı kalkan bir boksör lazımdı…
“Bu kanundışı dernekler, hiçbir ortak planla, hiçbir
beraberlik programıyla birbirine bağlı değildi… sadece Rusya’yı sevmede,
Arakçeyev’den tiksinmede birleşiyordu.”
Bu reform karşıtı toplanma yerlerinden en meşhuru ünlü
yazarların evinde faaliyet gösteren Yeşil Fener adındaki edebiyat topluluğuydu.
Bu topluluğa gelecekte adından söz ettirecek olan genç isimler katılıyordu.
Zamanın ünlü politika yazarı Turgenyev, tiyatrocu Tolstoy, dekabrist Puşin,
grubun haşarı çocuğu şair Puşkin, ateşli asker Çadayev ve bu grubun yaratıcısı
Vsevolojski… Yirmiye yakın genç haftanın belirli günlerinde yeşil bir fenerin
altında toplanıp sohbet ederlerdi. Bu sohbetler genellikle lakayt bir
hava içerisinde geçerdi. Grubu biraz da dönemin şairlerinden olan Kukhelbecker’den
dinleyelim:
“Edebiyat hakkında az kadınlar hakkında uzun uzun
konuşulurdu… Bu dernekte başıboşlukla bol bol kuvvetli içkiler hüküm
sürüyordu.”
Aslına bakacak olursak Yeşil Fener üyeleri sadece serseri gençlerden
oluşmuyordu. Yeşil Fener o dönem için “özgürlük yolunda çalışan gençlerin
dinlenme yeri” olarak tanımlanıyordu. Gündüzleri hükümetin zorbalıklarına söz
ile saldıran gençler akşamları buraya gelip kafa dağıtıyordu. Arakçeyev’in
kalplerini sızlatan zalimliklerini sert içkiler ve güzel kızlarla unutmaya
çalışıyorlardı.
“İçtikleri her bir kadehten sonra çara ve onun ülkelerini
sürüklediği yola lanet okuyorlardı.”
İlerleyen günlerde Yeşil Fener üyelerinden bazı gençler
kendi aralarında dekabrist(ihtilalci) bir grup kurmuşlardı. Artık hızlı
hareket etmeleri, bu zulme bir an önce “dur” demeleri gerekti.
“Rus köylerinden gelen acı haberler hele o, babasız kalmış
çocukların gözyaşları, gençlerin damarlarında akan ateşli kanı daha bir yakıp
kavuruyordu…”
Bu gizli çevreye sadece güvendikleri sadık adamları
aldılar. Puşkin’in liseden arkadaşları Delvig ve Puşin, yazar Turgenyev’in
evinde subaylarla bir araya gelip Rusya adına ateşleyici konuşmalara önderlik
ediyorlardı. Politika tartışmaları, gizli planlar ve geleceği kurma yolundaki
hedefleri onları şimdiden çara karşı “suikastçi” yapmıştı. Lakin hürriyet
düşkünü Puşkin bu ciddi konuşmalara çağrılmıyordu. Aslında Yeşil Fener üyeleri
onu çok seviyor fakat onu aralarına almak istemiyorlardı. Çünkü Puşkin dilini
tutamayan, söylediğini sakınmayan bir gençti. İhtilalci gençler, Puşkin’i
“başımıza işler açabilecek, söylediği tek kelimeyle hazırladığımız bütün
planları suya düşürecek” biri olarak görüyordu. Puşkin henüz ergenlik çağında
herkesin sevdiği saydığı birisiydi fakat bu tip ciddi çevrelerde güvenilecek
türden biri değildi. Daima espriliydi, sıkıcı konuşmalara katlanamazdı. Sadece
anı yaşıyor gününü gün etmeye bakıyordu. Lisede edebiyat alanında elde ettiği
başarılar onu ünlü yapmış, birçok dost kazanmasına vesile olmuştu. Her kesimden
dostu olmasına rağmen genelde düşük kadınlarla ve serseri gençlerle oturup
kalkıyordu. Arkadaşları onun bu huyu hakkında şunları söyler
“Hiçbir baloyu kaçırmazdı. Bütün kadınlara kur yapardı.
Kadınlar arasında inkâr edilemez başarılar elde ediyordu.”
Eğlence hayatının kirli ve sahte dünyası içinde kendini
unutan Puşkin’e büyüklerinden birçok mektup yağıyordu. Fakat o, bu
mektuplara aldırmıyor, gecenin fenerini bir başka kadının evinde söndürüyordu.
Her sabah ünlü şair Jukovski’yle karşılaşan genç yazar, ona bu sabah çok
uykusuz olduğundan bahsediyordu. Turgenyev ve Jukovski, Puşkin’in milleti adına
sorumluluk alması gerektiğinden bahsediyorlardı. Bu yolda tek bir düzelme
göstermeyen Puşkin, büyük yazarları üzmekten başka bir şey yapmıyordu.
“Jukovski, Karamzin, Turgenyev , bütün onu sevenler,
beğenenler bu külhani yaşayışı bırak, diye kendisine yalvarıp yakarıyorlar. Ona
şairlik ödevini hatırlatıyorlar. Ama Puşkin onlara aldırış etmiyor. Şairlik
ödevini düşünmeyecek kadar yaşama hevesine kapılmıştır.”
Geçirmediği tek bir kavgasız gün, tartışmadığı tek bir an
neredeyse yoktu. Çevresindekiler onun bu hareketli yapısına karşılık ona
“çekirge” lakabını takmıştı. Kendisi hakkında işittiği en ufak bir eleştiride
karşısındakini düelloya davet ediyordu. Bir gün arkadaşlarını toplayıp Alman
meyhanesinde olay çıkarmış, eve eli yüzü kanlar içinde dönmüştü. Bayan
Karamzin’i dinleyelim:
“Puşkin, Allahın günü bir düello yapar; çük şükür bu
deüllolar, öldürücü değildir…”
Hayatında o kadar çok kadına aşık olmuştu ki bu bayanların
isimlerini deftere not ediyordu. Lidya’lar, Nadya’lar, Katerina’lar Puşkin’le
beraber sayfaların esrarına gömülüp gidiyorlardı.
Üstelik hoşlandığı kadınların mevkiine, evli oluşuna,
yaşantısına bakmadan rahatlıkla onlara aşk mektupları, şiirler gönderiyordu.
(Bunlardan birisi de tarihçi Karamzin’in eşiydi.)
“Uçarak yürüyüşünden
Şehvetli susuşundan
Sıcacık tatlı ağzından
Sevgilini tanıdın mı?”
Şehvetli susuşundan
Sıcacık tatlı ağzından
Sevgilini tanıdın mı?”
İşte, Puşkin’in bu gailesiz sefahat hayatı, ihtilalcilerin
onu toplantılarına çağırmamaları için yeterli bir sebepti. Rusya’nın geçirdiği
buhranlı meselelerle ilgilenmeyen Puşkin kendi hayatını yaşamakla meşguldü. O
ihtilalcilerin heyecanlı ve kavgacı ruhunu seviyordu.
Takındıkları ciddi
tavırlar, yaptıkları resmi konuşmalar ona göre değildi. Onun bu huyunu bilen
arkadaşları Puşkin’in ihtilalci olabileceğine inanmıyordu. Bu durum Puşkin’i
üzdüğü kadar, onu aralarında almak isteyen Dekabrist çevreyi de üzüyordu.
Arkadaşı Puşin, bu konu hakkında şunları söyler:
“Bir gün Turgenyev’in evinde toplantı halindeydik.
Maslov’un istatistik üzerine bir yazı okuduğu sırada omzuma bir el dokundu. Bu
Puşkin’di. Bana ‘Burada ne yapıyorsun ?’ dedi. Besbelli bu yüksek birliğe
alınmayışı onu çok üzüyordu. Neden birliğimizde onu düşünen çıkmamıştı? Beni
korkutan düşünce onları da sarmıştı. Görüşü biliniyordu, ama ona tam bir güven
beslenmiyordu. Onun ciddiyetsizliğinden sızlanmayan mı vardı?”
Her gün bir rutin haline gelen sarhoşluk, uykusuzluk,
kavgalar, kirli yataklarda düşük kadınlarla yatıp kalkmalar… Bir zaman sonra bu
hareketli ve çirkin hayata daha fazla dayanamayan vücudu ölümcül bir hastalığa
tutuldu. Bütün gün ilaçlarla ve ateşle boğuşuyordu. Doktorlar durumunun çok
ciddi olduğunu söylüyordu. Artık dışarıya çıkacak adımı atmaya dahi muktedir
değildi. Fakat iyi olan şeyler de vardı: Geçirdiği hastalık ona çok şey katmış,
onu bilinçlendirmişti. Sanki o eski çocuk gitmiş, yerine zorluklara göğüs geren
olgun birisi gelmişti.
“Artık aynı adam değilim, o yaldızlı saatler,
O ateşli serkeşlik, o şakraklık muziplik…”
O ateşli serkeşlik, o şakraklık muziplik…”
Sözlerinden de anlaşılacağı üzere can sıkıntısından ve
eğlence hayatının sahte dünyasından bezmişti. Alnına yazılan ödevi başkaydı
sanki. O milleti için, haklı bulduğu değerler için kavga etmeliydi.
Haksızlıkla, dünyayı esareti altına alan fenalıklarla göğüs göğüse
çarpışmalıydı. O bunun için doğmuştu. Hasta yatağından kalkıp bir an önce
sorumluklarını yerine getirmek için yanıp tutuşuyordu.
İlkin sefahat yaşamından kurtulan Puşkin dayanıklı yapısı
sayesinde yakında hastalığını da atlatacaktı. Eğlence hayatından sonra
geçirdiği hastalık, ona gelen ilahi bir uyarıcı gibiydi. Zamanla ihtilalci
grupların kendisini istemediğini anlayan Puşkin, yavaş yavaş yaptığı hataların
farkına varmıştı. Hasta yatağında kararını verdi: Hükümeti tek başına
hırpalayacaktı.
“Puşkin, saflarda savaşmak için doğmamıştı. Her türlü
kurumlarda uzak tek başına çalışmaya bırakmalıydı onu. Tek başına ateş
etmeliydi…”
Zamanla büyüklerinin öğütlerine uydu ve ülke sorunlarına
olan ilgisini artırdı. Arkadaşı Mansurov’la mektuplaşarak ondan askeri
koloniler hakkında bilgi aldı. Artık yatağının üstü mısralar yazılı kâğıt
parçalarıyla doluydu. Kendindeki değişimi seziyordu. O azgın, kendini bilmez
genç yoktu. Hastalığını atlattıktan sonra I. Aleksandr, Arakçeyev ve diğer
bütün idare mensuplarına ağır eleştiriler içeren şiirler yazmaya başladı.
Bundan sonraki yaptığı tartışmalar ve girdiği kavgalar şahsi meseleleri için
değil, milleti adına olacaktı. İlk hedefi, “zalimin yardımcıları” dediği,
hükümet yanlılarıydı. Monarşi yanlısı Karamzin’e şunları yazdı:
“O, sade, ince tarihinde
Bize büyük bir tarafsızlıkla
Otokrasinin hikmetlerini,
Kırbacın nimetlerini anlatır.”
Bu hicviyeden sonra Karamzin, Puşkin’den nefret etmeye
başlamıştı. Aralarında ciddi tartışmalar geçti ve bir süre sonra iki taraf da
birbirini görmez oldu. Puşkin, Karamzin dışında Arakçeyev’i destekleyen bir
papaza çattı. Yazdığı mısralar Rusya’nın gündemine oturuyordu. Yırtıcı pençesiyle
hedef aldığı kişiler Puşkin’e karşı cephe almıştı. Düşmanları pek tabii olarak
kendilerine kafa tutan bu genç gibi bir yazma yetenekleri olmadığından, soluğu
Arakçeyev’in yanında alıyorlardı. Kısacası Arakçeyev’e Puşkin’i şikâyet
ediyorlardı.
“Yarı softa, yarı düzenbaz,
Ruh silahlarıyla hem kepazeliği, hem haçı,
Hem kılıcı, hem kırbacı savunuyor.”
Ruh silahlarıyla hem kepazeliği, hem haçı,
Hem kılıcı, hem kırbacı savunuyor.”
Arakçeyev’e Puşkin hakkında yığınla şikâyet geliyordu.
Şikâyetlerde Puşkin’in yazmadığı mısralar, söylemediği sözler, Puşkin
tarafından yazılmış, söylenmiş gibi gösterilmişti. Arakçeyev küçümseyerek
baktığı bu genci bir uyarıyla geçiştirdi.( Kimi yazarlara göre tehdit etti.) Bu
olaya iyiden iyiye sinirlenen Puşkin adının karalanmasına, hakkında asılsız
iftiralar atılmasına çok kızdı. Bu kızgınlığını başka bir hicviyeye döktü.
Askeri kolonilerin büyük üstadı, yüzlerce insanın katili Arakçeyev’i hedef
aldı.
“Bütün Rusların tiranı
Bütün idarecilerin celladı,
Çarın kardeşidir, dostudur.
İçi öfke dolu, öç dolu,
Ruhu yok, kalbi yok, asilliği yok…”
Bütün idarecilerin celladı,
Çarın kardeşidir, dostudur.
İçi öfke dolu, öç dolu,
Ruhu yok, kalbi yok, asilliği yok…”
Puşkin, yazdığı hicviyelerle suikastçi çevrelerin sözcüsü
olup çıkmıştı. Bir zamanlar kapılarından içeri sokmadıkları bu genç şairin
şimdi peşinde koşuyorlardı. Etraftaki insanlar Puşkin’i gördüklerinde
önlerinden çar geçiyormuş gibi davranıyor, ona övgü yağdırıyorlardı. Dur durak
bilmeden yazdığı hicivlerine üstelik bir de milliyetçilik ruhu katmaya
başlamıştı.
“Gel de parçala ünümü şanımı,
Tatlı sesli sazımı kır.
Ben Hürriyeti övmek istiyorum
Tahtlar üstünden kötülüğü kaldırmak…”
Tatlı sesli sazımı kır.
Ben Hürriyeti övmek istiyorum
Tahtlar üstünden kötülüğü kaldırmak…”
Bir gün Turgenyev’in evine ziyarete gitti. Turgenyev,
Mihailov sarayının karşısında oturuyordu. Turgenyev’in evinde bulunan
arkadaşları, Puşkin’den Mihailov sarayına(Aleksandr’ın katliam reformuna karar
verdiği yer) bakarak, özgürlük şiiri yazmasını istediler. O da onların bu
isteğini kırmayarak Hürriyet Kasidesi isimli şiirini yazdı. Şiiri yazarken
orada bulunanlar, Puşkin’in bir kalem ve birkaç kâğıtla güle oynaya birkaç saat
içinde şiiri bitirdiğini söylerler. Bu büyük yeteneğin ilham dünyası gerçekten
de takdire şayandı. Az bir zamanda bitirilen bu önemli şiirde Aleksandr’dan
Fransa kralı Louis’e kadar her türlü atıf vardı. Özellikle şiirde öyle bir yer
vardı ki bu bölüm çar Aleksandr’ın şiiri okuduğu sırada onu üzüntüsünden
hıçkırıklara boğacaktı. (Puşkin, Aleksandr’a -tahtı ele geçirmek için- babası
Pavlov’u öldürmeye gelenlere, haince yardım edişini hatırlatır.)
Kordonlu, sırmalı katiller,
Öfkeyle, şarapla,
Küstahlıkla, korkuyla sarhoş,
Hain gece bekçisi susuyor,
Sessizce köprü indiriliyor,
Satılmış bir hainin eli,
Gece kapılarını açıyor.”
Öfkeyle, şarapla,
Küstahlıkla, korkuyla sarhoş,
Hain gece bekçisi susuyor,
Sessizce köprü indiriliyor,
Satılmış bir hainin eli,
Gece kapılarını açıyor.”
Hürriyet Kasidesi, Rusya’da kısa sürede büyük yankı
uyandırır. Subayların, öğrencilerin ve asilzadelerin elinde gezen şiir
kopyalanır, dağıtılır, elden ele gezer. Çağdaşlarının söylediğine göre, o dönem
bu şiiri ezbere bilmeyen yoktu. O, halk tarafından seçilen ilk şairdi. Yazdığı
her mısra kutsal kabul ediliyordu.
“Bununla beraber bu devirde hükümet baskısı öyle çetin,
polis gözetimi öyle sıkıydı ki, Rus toplumu Puşkin’in en küçük bir yazısını
devrim gösterişi sayıyordu…”
Hükümet aleyhinde yazılan her mısra Puşkin’den bilinmeye
başlanmıştı. Hiç şüphesiz bu durum hükümetin ona büyük bir ceza kesmesine neden
olacaktı. Puşkin artık hafiyeler tarafından takip edilen bir suçlu gibiydi.
Geçtiği her sokak, çatık kaşlı bir polis tarafından gözetiliyordu. Genç şairin
yüreğine takip edilme korkusu düşse de bu, asla şiir yazmasına engel değildi.
“İhtiyar köle, merhametsiz bir efendinin
Tarlalarında sıkıntıyla yere çökmüştür.
Kızları için bir şey hayal etmek, ummak ne haddine !
Onlar ahlaksız bir canavarın
Keyfine, şehvetine bırakılmıştır.”
Tarlalarında sıkıntıyla yere çökmüştür.
Kızları için bir şey hayal etmek, ummak ne haddine !
Onlar ahlaksız bir canavarın
Keyfine, şehvetine bırakılmıştır.”
Puşkin’in yazdığı Hürriyet Kasidesi şiiri öyle
tehlikeli bir noktaya ulaşır ki evinde bu şiirin kopyasını bulunduran dostları
baskın korkusu yaşar. Hükümet tarafından bu şiirlerin okunması, dağıtılması
yasaklanmıştır. Turgenyev, Hürriyet Kasidesi’nin bir kopyasını kendisine
göndermesini isteyen Viazemski’ye şunları yazar.
“Seni de onu da düşündüğüm içindir ki, şiiri göndermekten
korkuyorum. Yerin kulağı vardır.”
Bir gün, Petersburg’un güneşli bir bahar sabahında, yüksek
sosyeteye bir söylenti yayılır:“Puşkin gizlice saraya çağrılmış, siyasi
şiirleri yüzünden adamakıllı kırbaçlanmış.”
Puşkin’in düşmanları tarafından ortaya atılan bu asılsız
iftira, kısa sürede çevreye yayılır. Bunu duyan Puşkin deliye döner. Ama
öfkesini, nefretini kime dökmelidir, kime haykırmalıdır, bu haince fısıldanan
yalanları?
“Kendisini, namusuna dokunulmuş, mahvolmuş sayıyordu. Nasıl
olur, o, Puşkin ,herkesin eğlencesi olsun! O ki, şairlerin en cesaretlisidir…”
Bu olay onu kahrediyordu. Vicdan azabından kurtuluşu çara
mektup yazmada gördü. Fakat bu mektubu göndermedi. Yazdığı mektupta sürgüne
gönderilmek istiyordu:
“Haysiyetimin temizlenmesi için ya Sibirya’yı, ya kalebentliği
ümidediyorum.”
Puşkin’in çar aleyhine yaptığı her eylem, anında
Aleksandr’a bildiriliyordu. Aleksandr’ın bu gence karşı öfkesi iyice artmıştı.
Arakçeyev, halkın desteğini arkasına alan Puşkin belası hakkında Aleksandr’a
bir öneri sundu: “Ona görülmemiş, ibret verici bir ceza verilsin!"
Puşkin’in
evine hafiyeler sokuldu, gizlice aramalar yapıldı. Günlükleri, şiirleri
didik didik edildi. Fakat hükümet karşıtı şiirler bulunamadı. Uşağına para
karşılığı efendisinin şiirlerini ifşa etmesi teklif edildi. Sadık uşak efendisi
Puşkin’e ihanet etmemişti, üstelik efendisine tüm bu olanları anlatmıştı.
Aramalar yapıldığı sırada, yolda Puşkin’e rastlayanlar düşünceli ve sinirli
olduğunu anlatıyordu. Onun bu dalgın halinde yolun sonuna gelmiş bir adam tipi
vardı. Aramalardan bir gün sonra askeri valinin yanına çağrıldı. Vali
Puşkin’den kanun namına yazdığı şiirleri teslim etmesini istedi.
Puşkin başı dik, gözleri manalı bir şekilde gülerek valiye
şu cevabı verdi:
“Kont, bütün şiirlerimi yaktım: yani evimde bir şey
bulamazsınız; ama isterseniz, hepsi şurada’dır ( parmağıyla alnına dokundu.)
emredin, kâğıt getirsinler bütün şiirlerimi yazayım.”
Gerçekten de Puşkin hükümet karşıtı bütün şiirlerini
valinin karşısında tekrar yazmıştı. Vali onun bu cesaretine, güçlü hafızasına
hayran kaldı. Puşkin’in yazdığı şiirler, vali tarafından bir kitap halinde
imparatora sunulur. Puşkin ve onun bütün sevenleri imparatorun genç şair
hakkındaki nihai kararını beklemektedir. Bu sıkıntılı zamanlar, şair için sanki
hiç geçmeyecek bir asır gibi gelir. Puşkin bu sıralarda manevi yönden çok büyük
acılar çeker, fakat çektiği acılar arasında pişmanlık yoktur.
Şairin Sibirya’ya gönderileceği iddiası yayılır. Bunun
anlamı, o dönem için ölümden farksızdır. Ailesi çara yakın olan Karamzin’den
yardım ister. Oğullarıyla olan kavgasını Karamzin’den unutmasını ve Puşkin’e
verilmesi beklenen Sibirya sürgününün hafifletilmesi için çarla konuşmasını
ister. Ailesi ve tüm dostları gerçekten perişan haldedir. Babasının
acınacak hali Karamzin’e yazdığı mektupta anlaşılır:
“Dostum bitkinim, pek bitkinim. Göz yaşlarım yazmama engel
oluyor…”
Turgenyev, Karamzin, Jukovski ve diğer dostları şairin
affedilmesi için çarın ailesine yalvarmakla meşguldür. Öyle ki hiç umulmadık
bir olay da şairin kavgalı olduğu hatta alaya aldığı eski lise müdürünün şairin
haline acıyıp, çara karşı Puşkin’i koruması olmuştur. En sonunda çar kararını
vermiş ve Puşkin’i güney kolonilerinden Ekatarinoslav’a göndermiştir.
Ailesi ve
dostları Sibirya cezasına göre daha hafif olan bu cezaya sevinmiş, bayram
etmişlerdir. Turgenyev bu karardan sonra şunları der:
“Çar Puşkin’e karşı çar gibi davrandı.”
6 Mayıs 1820’de Puşkin cebinde sadece bin kâğıt ruble yol
parasıyla Petersburg’dan ayrılır. Artık hoppalıklarından, kavgalarından,
aşıklarından, sahte asilzade gülüşlerinden ve gece hayatından uzaklaşmak
zorundadır. Her ne kadar şerefini kurtardığını düşünse de yine de gözü yaşlı
ayrılıyordur Petersburg’dan. Elindeki bin rublenin konulduğu zarfa ve arkasına
aldığı şehre son bir kez bakar, Mihailov Sarayının en üst katındaki ışığın
yandığını görür.
(Aleksandr ve Arakçeyev Puşkin’in şehri tek ettiği sırada
zafer kadehlerini içiyorlardır.)
O sırada şunları düşünüyordur:
Ceza almasına sebep, korkak çevrelerin laf ile yürütemediği
gemiyi, cesareti ve yüreğiyle tek başına sırtlayıp götürmesi miydi? Bugün bu
şehri neden sadece o terk ediyordu? Dalkavuk olmadığı için kaybetmişti? Bugün
kazanan kötüler olmuştu fakat bu iş daha bitmeye çok uzaktı. Yeniden dönecek,
kaldığı yerden çok daha sağlam adımlar atarak ilerleyecekti. İnsanların ihtiyaç
duyduğu yerde, dimdik vücuduyla zalimlere karşı haykıracaktı!
“Ey zorbalar, size taç giydiren,
Kanundur tabiat değil
Siz milletin üstündesiniz
Kanun da sizin üstünüzde.”
Kanundur tabiat değil
Siz milletin üstündesiniz
Kanun da sizin üstünüzde.”
O, bir aydın olarak halkına vurulan kırbacın önüne
yatmıştı. Belki kırbacı tutan eli indirememişti. Lakin bu yolda gencecik
yüreğini ortaya koyarak, elinden geleni yapmıştı. Onun istediği monarşinin
devrilmesi, insanların asılıp kesilmesi değildi. Onun tek istediği şiirinde de
dediği gibi “çarın bir işaretiyle köleliği kaldırması” idi. Arakçeyev’in
zalimliklerini sürdürdüğü köylerde, daha edebiyatın adını dahi duymayan
çocuklar Puşkin adını öğrenmişti. Rus gençleri her yerde onun adını sayıklıyor,
onun izinden yürümeye çalışıyorlardı. Bundan daha güzel bir başarı olabilir
miydi ? Üstelik henüz 21 yaşındaysanız…
Puşkin’in sürgüne gönderilmesinden sonra Karamzin, evine
gelen misafirlerine çalışma odasındaki bir köşeyi göstererek, onları üzüntüye
boğacak şu sözleri söyler:
“İşte, Puşkin’in sürgün haberini duyduktan sonra
gözyaşlarıyla ıslattığı yer.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder