Moskova

Moskova

25 Nisan 2016 Pazartesi

Rusya ve Sanat


Hasan Saraç
http://hasansarac.net/

"İçimizden kaç kişi Dinyeper, Don ve Volga’nın nereden doğup nereye aktığını bilir acaba?"

İçimizden kaç kişi Dinyeper, Don ve Volga’nın nereden doğup nereye aktığını bilir acaba? Ya Petersburg’dan Pasifikteki Sahalin adasına kadar uzanan uçsuz bucaksız stepleri aşıp giden dokuz farklı saat diliminden kaçımız haberdardır?

Peki, Rusya tarihi dendiğinde aklımıza ilk ne gelir? On altıncı yüzyılın zalim çarı Korkunç Ivan’ı mı hatırlarız önce, yoksa nedendir bilinmez tüm dünyanın Büyük Petro – Peter The Great adını uygun gördüğü, başkenti Saint Petersburg’a taşıyan bizim Deli Petro’muzu mu?

Romanov hanedanı mıdır? Çarlık Rusya’sını temsil eden, Stalin midir Komünist Rusya’nın sembolü? Bolşevik devriminden sonra çarpışarak Doğu’ya çekilen
Çarlık Rusya’sının Beyaz Ordusu ile Kızıllar birbirini boğazlarken kaç Rus ölmüştü acaba o bozkırlarda?

Politbüro Kremlin’e yerleştikten sonra yüz binlerce insanın sürgün emrini hangi
Komünist Parti Genel Sekreteri verdi kılını bile kıpırdatmadan? Kaç milyon masum insan işini, evini, ailesini, onurunu kaybetti ideallerin ihtirasa yenik düştüğü bir rejim uğruna?

Ruslar dediğimizde kafasına diktiği votka bardağını gürül gürül yanan şömineye fırlatıp atan, yeri göğü titreten kahkahasıyla etrafına korku salan saçı sakalı birbirine karışmış devasa adamlar mı canlanır gözümüzde? Dışarıda lapa lapa kar yağarken birbirleriyle ölümüne Rus Ruleti oynayan gözü kara maçolar mı? Ya da kılıçları bellerinde, heybetli bir duruşla etrafını süzen gaddar savaşçılar mı?

Hoyrat, acımasız çarlık askerleri mi, Troçki’yi dünyanın bir ucunda bulup evinde öldüren KGB ajanları mı, Doğu Avrupa’yı yarım asır demir yumrukla inleten Sovyet liderler mi temsil eder bu koca ırkı?

Peki, nereden çıktı o Aleksandr Puşkin’in, Boris Pasternak’ın, Vladimir Mayakovski’nin kaleminden dökülen dizeler? Hangi topraklarda yetişti Maksim Gorkiler, Vladimir Nabakovlar, Dostoyevskiler, Turgenyevler, Tolstoylar, Çehovlar?

Hangi kudret o büyülü notaları Rimski Korsakovların, Aleksandr Borodinlerin, Sergei Rahmninofların, Boris Çaykosvkilerin yüreğinde demleyip harmanladı?

Anna Pavlova’lar, Galina Ulanova’lar Bolşoy Tiyatrosu’nun sahnesinde bir kuğu gibi nasıl süzüldüler, Rudolf Nureyev’ler, Mihail Barışnikof’lar nasıl asılı kalabildiler havada, yer çekimi hiç yokmuşçasına?

Nasıl oldu da Alekhine, Spassky, Karpov, Kasparov dünya satrancının tacını başlarında taşıdılar bir asır boyu?

Nereden baksak bir başka sırla efsunlanmış bu dünyayı birkaç satıra sığdırmak öylesine beyhude bir çabadır ki! Belki de sırf bu yüzden birçok ülkenin yazarı hakkında portreler yazdım ama bir türlü elim Rus edebiyatı üzerine bir şeyler yazmaya gitmedi ilk başlarda. Cesaret edemedim. Sonra bir de baktım ki zaten birer Rus göçmeni olan birçok yazarın portresini hazırlamışım Edebiyat Haber için! Isaac Asimov, Ayn Rand, Vladimir Nabakov… Hepsi Rusya’da doğmamış mıydı? 

27 Mart 1993 günü İstanbul’dan kalkıp Şeremetova II havaalanına gitmekte olan uçakta ben de vardım. Bir kısmını uzaktan, bazılarını şahsen yakından tanıdığım bir grup turizm yatırımcısı, yöneticisi ile birlikte Moskova’ya uçuyorduk. O güne kadar pek çok ülkeyi gezip görmüş olmama rağmen oldukça heyecanlıydım. Bu kez farklıydı. Hakkında çok şeyler okuduğumuz, yazarlarını, şairlerini, bestecilerini, satranç ustalarını, sporcularını,
politikacılarını uzaktan takip ettiğimiz ama gerçekte hakkında pek az şey bildiğimiz o gizemli ülkeye gidiyorduk.

Arka koltukta seyahat eden bir arkadaşıma hangi otelde kalacağımızı sorduğumda, Mejdunarodnaya (Uluslararası) cevabını almış, böylece ilk Rusça kelimemi de öğrenmiştim. Zaten o yıllarda iş nedeniyle Moskova’ya gelen yabancıların kalabileceği otellerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu.

Koltuğuma gömülmüş pencereden dışarıya bakarken gelecekte bu otellerin çoğunda konaklayacağımı, en az yetmiş kere bu uçuş hattında yolculuk edeceğimi nereden bilebilirdim ki. 

O tarihte glasnost ve perestroika’nın mimarı, Sovyetler Birliği’nin sonunu hazırlayan Gorbaçov bir askeri darbe girişimine maruz kalmış, fırsatı değerlendiren Yeltsin de çoktan başkanlık koltuğuna oturmuştu bile. KGB’de yetişen Putin ise o yıllarda St. Petersburg Belediyesi’nde yönetici olarak çalışmaya devam ediyordu.

Moskova’daki ikinci gecemizde kaldığımız otelin Intourist bürosundan altığım biletle Bolşoy (Büyük) Tiyatrosu’nun yolunu tutmuştum. Balkonlardaki localarda kumaşların yıpranıp solmuşluğuna, parkelerin öfkeyle gıcırdamasına rağmen her haliyle insanı derinden etkileyen ihtişamlı bir mimarisi vardı bu asırlık binanın. Tavandan aşağıya mağrur bir edayla inen o göz kamaştırıcı perde açılıp da Bolşoy Balesi’nin dansçıları zarif bilek hareketleriyle, yer çekimine meydan okuyan figürleriyle sahneyi doldurduğunda, her biri bir başka sanat eseri olan kostümler, arka planda yükselen heybetli dekorlar bizi koltuklarımıza çoktan mıhlamıştı.

Daha sonraki yıllarda çok farklı yöntemlerle o gösterilere bilet temin etmeye çalıştım. Ne yaparsanız yapın, hangi yolu denerseniz deneyin, dilerseniz en kestirmesinden konser salonunun kapısına gidip o ayazda karaborsacılarla kavga döğüş pazarlık edin sonuç değişmiyordu. 3 dolar karşılığı ruble değeri olan o biletlere 70 – 110 dolar arası bir parayı nakit ödemeden o eşikten içeri giremiyordunuz. Perde arasında büfelerden birine uğrayıp havyarlı bir kanepe ile bir kadeh şampanya içmenin bedeli de 20 dolar. Ortada hiç resmi bir fiş, fatura olmadığına göre o toplanan paralar bilinmeyen adreslere ışınlanıyordu bir şekilde. Tüm bu yarı resmi soygun ortamına meydan okurcasına, neredeyse bina ile yaşıt, artık ayakta bile durmakta güçlük çeken, ama işlerini hiç aksatmadan büyük bir ciddiyetle yapan teşrifatçıların, kürkleri, paltoları, kalpakları teslim alıp, program bitişinde sahiplerine iade eden o Moskovalı yaşlı kadınların bir gün bile bahşiş kabul ettiklerine şahit olmadım. Sistem onurunu korumanın yolunu bir şekilde bulmuştu yine. O görkemli salon altı yıl süren ve 700 milyon dolara mal olan renovasyondan sonra geçtiğimiz yıllarda kapılarını dünyaya yeniden açtı. Sanırım bu mabette senelerdir görev yapan o yaşlı kadınlar artık yerlerini daha genç bir nesle bırakmıştır.

Bu ilk tanışmadan çok seneler sonra, karlı bir kış günü, akşamüstü saat dört sularında Moskova’daki büyük parklardan birinin ortasında yürürken, artık antika sayılabilecek bir müzik düzeneğinden yükselen romantik Rus ezgilerine ayak uydurup sessizce birbirleriyle dans eden yaşlı insanlarla karşılaşmıştım birdenbire. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, şehrin kuzeydoğusundaki fuar alanlarının yer aldığı Sokolniki parkıydı burası. Hiç konuşmadan birbirlerine sarılıp, hülyalara dalan bu insanların açık havadaki dans gösterileri beni çok
etkilemişti. Müzik bittiğinde partnerlerini değiştirip yeniden kendi dünyalarına geri dönüyorlardı. Sanki Federico Fellini filmlerinden bir sahne çekiliyor, ben de meraklı turist rolünü oynuyordum. Şurası muhakkak ki çok özel bir ana denk gelmiştim, ne yazık ki bu gösterinin ne anlama geldiği konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. Bir şey mi kutlanıyordu? Bir tanıdıklarının yaş günü müydü? Ölen bir arkadaşlarını mı anıyorlardı?

Bir süre sonra orada öylece dikilmiş, olan biteni şaşkın gözlerle seyreden yabancı halimden utandım. Sanki onların ruhlarını taciz ediyor, yarattıkları büyülü atmosferi bozuyordum. Usulca oradan uzaklaşıp Moskova’nın gürültülü hayatına geri döndüm. Aradan birkaç ay geçmemişti ki, bir tesadüf eseri, bu hikâyenin aslını öğrenme fırsatım oldu.

Birbirlerinden habersiz oraya gelen, yılın belli günlerinde parkın aynı köşesinde
buluşan, konuşmadan anlaşan, mutluluğu kendi sessizliklerinde arayan,
hüzünlerini gözyaşı dökmeden paylaşan yaşlı insanların hikâyesiydi bu. Sayıları
her yıl azalan ama bir kez daha o parkta dans edebilmek uğruna yaşama
tutunan ve o gün bittiğinde birbirlerine veda ederken bir sonraki randevuya
kaçının tekrar gelebileceğini bilemeden evlerine dönenlerin dünyası. Daha
mutlu olduklarını düşündükleri Sovyet döneminde başlatılmış bir geleneği
sürdürmeye kararlı, o devrin kapanmasını içlerine sindiremeyenlerin sessiz baş
kaldırışıydı bu.

Hükümran oldukları o eski dönemde en azından pek çok şey bedavaydı. Her
şeyden önce gençtiler. Bir gelecekleri, henüz gerçekleşmeyen hayalleri vardı.
Sonra bir gün geldi, her şey aniden değişiverdi. Politbüro’nun karşı konulmaz
gücü, parayla yer değiştirmişti. Artık ısınmak, telefonla konuşmak için nakit
gerekti. Seyahat etmek, metroya binmek, konsere gitmek için ödeme yapmak
zorundaydılar. Alışveriş ederken artık sonu gelmez uzun kuyruklarda
beklemiyorlardı velakin onların şehrin caddelerini kaplayan o büyük, ışıklı
mağazalardan bir şeyler alabilecek paraları zaten yoktu ki.

Koca Sovyet İmparatorluğu’nun merkezinde yaşamanın ayrıcalığını artık
hissedemiyorlardı. Sıradan Sovyet vatandaşlarının vize almadan, çalıştığı yere
bilgi vermeden öyle elini kolunu sallayıp ziyaret edemeyeceği o tılsımlı başkent
olmaktan çıkmıştı Moskova. Eskiden Kremlin’in kodamanları için ayrılmış özel
şeritlerden, parayı bastırıp lüks arabalarına özel plaka taktırmış yeni zenginler,
oligarklar geçiyordu artık. (Daha sonraki yıllarda bu saçmalığa son verdiler…)
  
Bu KGB’den bozma mafyavari adamların insan azmanı korumaları bile onlardan yüz kat daha zengindi.

Ne yazık ki onlar artık önemsizdiler.

Devirler, rejimler, iktidarlar hiç durmadan değişti bu yaşlı dünyada. Gün geldi bir karış kanlı toprak uğruna savaştı her ırktan, renkten, görüşten insan. Ve sonra sanat onları yeniden birleştirdi.

Sınır tanımayan edebi eserlerin, şiirlerin, senfonilerin, resimlerin kaç asır hüküm süreceğini kim bilebilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder