Moskova

Moskova

13 Mart 2017 Pazartesi

Önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur.

(İvan Gonçarov-Oblomov; kitabın önsözünden)

İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov'u otuz iki-otuz üç yaşlarında, orta boylu, hoş görünümlü, koyu gri gözlü, ama yüz hatlarında herhangi bir fikir, herhangi bir yoğunluk görünmeyen, odacığında oturan silik bir kahraman olarak yarattığında, aslında roman tarihinin en ünlü kişilerinden birine can veriyordu. Hayatın hep dışında ve uzağında kalan Oblomov okurların gözünden asla kaçmayacak, gitgide insana dair belli bir durumu tanımlamanın adı olacak, hatta Lenin, Bolşevik devriminden sonra "hâlâ içimizde yaşayan" Oblomov'lardan yakınacaktı...

Lenin, "Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar yalnız derebeyleri, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir," diye yazmıştı.




Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur.

Dobrolyubov


Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Miskin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez.

Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır.

Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.

Oblomov, yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi sınıfının çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır; ama kendisi, bütün köklerinden kopmuş derebeyleri gibi, onları bir kâhyaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınmıştır.

Oblomovka, yaşayışı, gelenekleri, inanışları, aile kuruluşu, çalışma düzeniyle eski Rusya'dır. Oblomov'un rüyasında gördüğü bu çiftliği anlatırken, Gonçarov, eski Rusya'nın, yeni bir görüşle, destanını yazmıştır. Ama 1850'de Oblomovka o kadar sönmüş, o kadar cılızlaşmıştır ki, Oblomov bile orada barınamamış, Rus şehirlerinde yeni başlayan, fakat Oblomovka'da yetişen bir adamın kavrayamayacağı, benimseyemeyeceği bir hayata doğru sürüklenmiştir. İşte, bu iki dünya arasında açıkta kalan bir insan, Rusya'da o tarihte yaşayan sayısız insanın temsilcisidir. Oblomovka'da köylülerin hazırlayacağı ekmeği yemek için büyütülmüş Oblomov, ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında ne yapacağını şaşırır; böyle bir hayat için ta küçükten hazırlanmamış olan iradesi yavaş yavaş söner, hayatla arası her gün biraz daha açılarak, sonunda toplumdışı bir insan, kendini taşıyamayan bir yük olur.

Toplumsal bir kaderin Oblomov'u içine düşürdüğü bu kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov'sa hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır. Zaman zaman kendi durumunu açıkça gören Oblomov, üstüne çöken, hayatını bir bataklığa çeviren bu durgunluğa acı acı isyan bile eder: "Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin ve hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık zavallı bir patika gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok imkânlar olduğunu acı acı seziyordu... "

Çok eskiden atalarının kazandığı mülke ve isme hiçbir şey eklemeden rahatça yaşamak imkânını bulan derebeyleri için mutluluk çalışmakta değil, işsizlikte; değer, çalışanda değil, çalışmayanda idi. Toplumun yeni gelişmesinde hiçbir rolü kalmayan derebeyleri, çocuklarını yeni hayata, Rusya'ya yeni giren endüstrinin yarattığı çalışma yollarına sokamıyorlardı. Avrupa'dan gelen bilgilerin, yeni hayatta gittikçe artan gereğini duyuyor, hatta çocuklarını Alman öğretmenlere göndermeye razı oluyorlardı. Ama gene de bunun için eski rahatlıklarından bir şey feda edemiyorlardı. Oblomov işte bu değişen hayat koşullarının ve bu kararsız aile eğitiminin kurbanıdır; annesinin rüyalarına büyük bir devlet adamı olarak giren Oblomov, küçük bir memur bile olamamıştır.

Oblomovka'nın ve eski Rusya'nın yıkıntıları üzerine kurulmaya başlayan yeni hayatın mümessili Ştoltz'dur. Oblomov'un ruh zenginliği yanında pek kuru, basit bir kukla gibi kalan Ştoltz, derebeyi, hatta Rus bile değildir. Yeni hayata çocukluğundan beri hazırlanmış olduğu için, doğmaya başlayan bir hayat görüşünün, Rusya'yı Avrupalılaşma yoluna götürecek insanların temsilcisi olduğu içindir ki, Oblomov'un kendi ülkesinde kazanamadığı mevkii, mutluluğu, refahı kolayca elde ediyor. Oblomov ölüme benzeyen uyuşukluğa gömüldükçe, Ştoltz'un yıldızı her gün biraz daha fazla parlıyor.

Oblomov'un ruhu Ştoltz'unkinden daha zengin, daha derindir. Gonçarov bunu bilmiyor değil; fakat Gonçarov şimdilik bu derinlikten, bu ruh soyluluğundan vazgeçmeye hazırdır. Rusya'nın Ştoltz gibi biraz bayağı, ama güçlü, çalışkan insanlara ihtiyacı vardır.

Büyük Petro'dan beri Rusya'da devam eden büyük Rusya-Avrupa kavgasında, Gonçarov hiç gözünü kırpmadan Avrupa'nın tarafını tutuyor. Diğer büyük Rus romancıları bu yolda o kadar ileriye gidemiyorlar. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy Avrupa'dan çekiniyorlar, Rusya'nın manevi büyüklüğünü kuran değerleri korumaya çalışıyorlar. Zenginleşen, büyük bir işadamı olan Ştoltz, Dostoyevski'nin, hele Tolstoy'un nefret ettiği insanlardan biridir.

Gonçarov, Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski ve yeni Rusya'yı, Doğu'yla Batı'yı karşı karşıya koymuştur. Kardeş gibi sevişen bu iki çocukluk arkadaşı hiçbir zaman birbirini anlayamayacak, Ştoltz Oblomov'a, Oblomov Ştoltz'a her zaman şaşarak bakacaktır.

İşte bütün durgunluğuna rağmen Oblomov'un romanını bir dram haline getiren, bu iki ayrı insan, iki ayrı dünya karşılaşmasıdır. Gonçarov kendinin ve ülkesinin yaşadığı bu dramı anlatırken bir iç dökme acılığına, bir kötüleme ya da öğüt verme tatsızlığına düşebilirdi; fakat gözlemci olduğu kadar da sanatçı olduğu için, romanın en acı yerlerinde bile sakin, hatta babacan bir hikâyeci gülümsemesini yitirmiyor. Ancak Cervantes, Rabelais, Gogol gibi büyük romancılarda görülen bu dram karşısında gülümseme, bu humor olmasaydı, Oblomov bütün önemine rağmen okunamayacak kadar sıkıcı bir kitap olabilirdi. Gonçarov sık sık konusunu, kahramanını unutarak, bir sahneyi, bir konuşmayı hatırda tutulamayacak kadar ince, önemsiz ayrıntılarıyla anlatmak zevkine kapılıyor. Bu yüzden düştüğü tekrarlar, uzunluklar, Fransız çevirmeninin amansız sansürüne uğramış olmakla birlikte, kanımızca romanın en değerli tarafları arasındadır. Özellikle "Oblomov'un Rüyası"nda marazi denebilecek bir incelemeye varan bu ikinci plan tasvirlerinde realist edebiyatın her zaman veremediği doyulmaz tablolar vardır. Geçmiş zamanı, adeta beş duyunun birden yardımıyla dirilten bu "Rüya"yı Marcel Proust okumuş olsaydı, Gonçarov'u kendine en yakın romancılardan sayabilirdi. Proust da onun gibi anlattığı âlemden hiçbir şeyin kaybolmasına razı olmuyor, ilk bakışta tekrar gibi görünen belirsiz renkleri biriktirerek canlı bir bütün yaratıyor.

Tıpkı Ştoltz gibi Avrupalı okuyucu da Oblomov'un hikâyesini hiçbir zaman hakkıyla anlayamayacaktır. Gerçi Oblomov'u ancak Avrupalı bir kafa, Gonçarov'un Avrupalılaşmış kafası edebiyata sokabilmişti. Ama Avrupa edebiyatında bu tipin benzerine bile rastlamak imkânsızdır. Ona benzese benzese Don Kişot, Hamlet, Werther, Adolphe, Rene gibi hasta kahramanlar, işsiz beyzadeler benzeyebilirdi. Ama onlar işsizlikten bile iş çıkarmanın, hayallerini şu ya da bu şekilde yaşamanın, hatta hayalleri uğrunda ölmenin yolunu buluyorlar. Avrupa, hayallerini, gerçekleştirmek için kuran insanların ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur. Doğu'da ise hayal bir keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş hayaller kurar. Oblomov'da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştoltz'da bir teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır.

Rusya'da en çok okunmuş, anlaşılmış, günlük konuşmalara karışmış olan bu romanın, Avrupa'da en aydın okuyucular tarafından bile anlayışsızlıkla karşılanması mukadderdi. Bizde ise Oblomov'un büyük bir anlayış bulması beklenebilir; çünkü Oblomov'u yaratmış olan koşullar bizde de pek yakın zamanlara kadar vardı. Hatta Türk okuyucusu tanıdıkları arasında Oblomov'a benzeyen insanlar görebilecektir. Konya'daki çiftliğinin geliriyle Beyoğlu'nda, bir türlü gerçekleşmeyen hayaller içinde yaşayan işsiz, yarı aydınlar ve memurlar az değildir. Kaldı ki hepimizde, iş hayatına karışanlarımızda bile, Oblomovluk vardır. Avrupalılaşma yolunu tutan her Doğu milletinde Oblomovluk kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam zıddını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya'da bile Oblomov'lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin diyor ki: "Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov'lar kaldı; çünkü Oblomov'lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov'un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir."

Bu çeviriyi Rusça, İngilizce ve Fransızca metinleri karşılaştırarak yaptık. Asıl metinden başka en çok başvurduğumuz metin İngilizce çevirisi oldu. Fransızca çevirisi Oblomov'un Fransa'da ne kadar az anlaşıldığını gösteren bir laubalilikle yapılmıştır. Eserin yarısından fazlası ve belki de en renkli parçaları atılmıştır. Bu çeviride metinden hiçbir parça çıkarılmış değildir. Rusça metinden uzaklaşmış görünecek cümleler genel olarak rahat okunmak kaygısından doğmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder