Kaynak: http://www.turkrus.com/
Yulia’nın başı ağrıyordu.
Ne zaman ağrımıyordu ki?
Müzmin migren ağrıları küçücük yaşlarından beri yakasını
hiç bırakmamıştı Yulia’cığın.
Buğulu gözleri bilgisayar ekranına sabitlenmişti, ama belli
ki aklı başka yerlerdeydi.
Onun o güzel yeşil gözlerindeki ızdırabı her fark ettiğimde
içim parçalanıyordu.
Gitmediği doktor, denemediği ilaç kalmamıştı. Ama nafile…
Ağrı derdi bir yana, bir mit gibi toplumsal bilince
yerleşmiş olan “Migrenin tedavisi yoktur, onunla yaşamayı öğrenmek gerekir”
düşüncesi iyice kahrediciydi.
Serkan’ın yersiz sululuklarını hiç sevmem ya, yine kaşla
göz arasında o densiz şakalarından birini yaptı:
“Senin baş ağrılarından kurtulmanı ancak giyotin sağlar,”
dedi.
Öfff, lafı bile korkunç…İğrenç bir şaka.
Malum giyotin, idam mahkûmlarını
cezalandırmak üzere, başını kesmek amacıyla geliştirilmiş en tiksinç idam
araçlarından biriydi.
Yulia’nın o güzel kafasının bu korkunç aletle vücudundan
ayrılması şakası bile beni kötü yapmaya yetmişti. Oysa o güzel baş o güzel
vücuda ne kadar çok yakışıyordu.
Öğlen arası tatili başlayınca Yulia önce tuvalete gitti,
sonra aniden kayboldu.
Halbuki birlikte yemeğe gideriz diye umuyordum.
Serkan, “Nereye gitti biliyor musun?” dedi.
“Yemeğe, bizim avludaki yemekhaneye, stalovayaya
gitmiştir,” diye cevap verdim.
“Yok, yok,” dedi, “Mutlaka eczaneye gitmiştir. Ben senin
baş ağrılarını ancak giyotin keser derken, gizlice önündeki kağıda not aldığını
gördüm. Giyotini bugüne kadar hiç duymadığı bir ilaç ismi zannetti.”
“Yahu Serkan, niye başkalarının çaresizlikleri seni bu
kadar eğlendiriyor? Bu kötü huyundan hiç vazgeçmeyecek misin?” diye çıkıştım.
***
İgor:
“Lavoisier’i biliyor musun?” diye sordu.
“Biliyorum. Şu ünlü Fransız kimyacı, bilim adamı değil mi?”
“Evet. Lavoisier giyotin sehpasına çıkarken okuduğu kitapta
kaldığı yere ayraç koymus.”
“Demek ki dini bütün bir kimyacıymış. Öbür tarafta devam
ederim diye düşünmüştür.”
Serkan, yine kel alaka bir soru sordu:
“Hangi kitapmış, belli mi?”
İgor, Serkan’ın sorusunu es geçip:
“Çok daha ilginci: Lavoisier'in yakın arkadaşı kafası
kesilecek diye üzülürken o, üzülme, ama senden bir ricam var: kafam sepete
düştüğünde eğer iki kere göz kırparsam anla ki hayat bir süre daha devam ediyor
demektir, demiş ve iki kez göz kırpmış.”
“Ne de olsa bilim insanı!”
“Ya asılsa, ip kopup idamdan kurtulsaydı? Giyotinden kurtuluş
yok,” diyor Serkan.
Ben de bir ekleme yapıyorum:
“Benim de bildiğim benzer, şöyle: İnsanın kafasının
kesildikten sonra bir süre daha yaşayıp yaşamayacağı konusunun açığa çıkmasını
istiyor. Arkadaşına diyor ki kafam düşerken sepete iyi bak. Sana iki defa göz
kırpacağım. Eğer kırparsam beynin hemen ölmediğini anlarsın. Tersi olursa da
öldüğünü… Ve göz kırpıyor.”
Serkan, “Peki, niye idam etmişler adamcağızı?” diye
soruyor.
İgor:
“Topladığı vergilerin ufak bir kısmını deneylerine kaynak
olarak aktardığından giyotine gitmiş.”
Yaşanan korruptsiya ( Коррупция-Rüşvet ) örneklerinden başı
dönen Serkan:
“Yolsuzluğun böylesine can gurban!” diyor.
O dönemde sadece Lavoisier mi, Fransız Devrimi kendi
evlatlarını da yiyor; Danton ve Robespierre de adını mucidi Fransız doktor Guillotin'den
alan giyotinden kafasını kurtaramayanlardan.
Öncesinde Fransa Milli Meclisi’nin idamını onayladığı,
açlıktan bitap düşüp, şikayetlenen yoksul halk için “Ekmek bulamıyorlarsa pasta
yesinler,” diyen kraliçe Marie Antoinette'in de güzel başını
gövdesinden giyotin ayırmıştı.
Birden Yulia’yı giyotinde başı kesilmiş düşerken bana göz
kırptığını düşündüm. İrkildim.
O güzel, buğulu yeşil gözler….
Eminim, pek çok erkek o güzel gözlere doya doya bakabilmek
için açık havada, örneğin Gorki Park’ta, eksi yirmi derecede bile diz dize, göz
göze, hiç kıpırdamadan saatlerce oturmaya can atar.
***
Rusya’da ilk zamanlarda beni en şaşırtan şeylerden biri Türkiye’deki
gibi “nöbetçi eczane” uygulamasının olmayışıydı. Eczanelerin neredeyse tamamı
her gün, yirmi dört saat açıktı.
Bu, güzel bir şeydi. Bir ilaca ihtiyacın olduğunda en yakın,
her zaman açık eczaneden alabiliyorsun.
Türkiye’de olmadık zamanlarda ilaç ihtiyacım olduğunda önüme
ilk çıkan eczanenin yarı karanlık vitrininden nöbetçi eczaneleri ve adreslerini
okumaya, not almaya çalıştığımı, karışık adreslerden eczaneyi bulmak için sokak
sokak arandığımı hatırlayınca bunun büyük bir lüks olduğunu anlamıştım.
Buna karşılık bana tuhaf gelen başka bir şey ise Rusya’daki
eczanelerde her zaman kuyruk olmasıydı. Ruslar ne kadar çabuk ilaca
sığınıyorlardı.
Ya o, televizyonlardaki ilaç reklamları…
İgor’a “Bir gün Putin’le karşılaşırsam televizyonlardaki
ilaç reklamlarının yasaklanmasını tavsiye edeceğim. Halkın psikolojisini
olumsuz etkiliyor. Önüne gelen doktor reçetesi falan olmadan ilaç alıyor.
Ayrıca ne o öyle, sırtınız mı ağrıyor bu ilaç, barsaklarınız mı bozuk şu ilaç
diye hep hastalık halleri hatırlatılıyor,” diyorum. “Hasta olmasam da onları
izleyince kendimi kötü hissediyorum.”
İgor, yine alaycı bir ifadeyle gülümsüyor.
“Putin’le belki Metroda karşılaşırsanız, fikrini söylersin
artık,” diyor.
Benim böyle ikide bir Rusya’yla ilgili “Bu böyle olmaz,
şöyle yapmalısınız,” diye yaptığım eleştirilere alıştı, ama içinden kızıyor.
Bazen, “Yahu kendi memleketinde her şeyi düzelttiniz, şimdi
sıra bizim memleketi adam etmeye geldi, d’il mi?” diye çıkışıyor.
***
Yulia, öğle arasından sonra elinde plastik bir poşetle
ofise döndü.
Poşetin içinde formunu korumak için öğle yemeği niyetine yediği
diyet salatası ve eczacı kadının tavsiyesiyle aldığı yeni bir ağrı kesici ilaç
vardı.
Serkan’a:
“Giyotini ( gilyotin-гильотина ) sordum, ama eczacı kadın
da böyle bir ilacı bilmiyormuş,” dedi.
Moskova,
07 Temmuz 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder