Moskova

Moskova

9 Kasım 2017 Perşembe

Rus Devrimi de Gogol’un “Palto”sundan mı çıktı?


M. Hakkı Yazıcı




Dostoyevskiy’nin, kendisi de dahil, dönemin klasik yazarları ve devamı için “Hepimiz Gogol’un ‘Palto’sundan çıktık” dediği bilinir.

Öyledir de gerçekten! Gogol, çağdaş Rus öykücülüğünde önemli bir kilometre taşıdır.

Bu metaforik ifadeyi daha ileri götürüp, Rus Devrimi de Gogol’un ‘Palto’sundan çıkmıştır dersek biraz fazla mı abartmış oluruz?

Kuşkusuz Rus Devrimcileri, Bolşevikler, gökten zembille inmediler.

1917 Bolşevik Devrimi gerçekleşmeden önce Rusya coğrafyasında 18. ve 19. yüzyılların birikimine sahip çok büyük bir edebiyat vardı. Uçsuz bucaksız ovalarda, bozkırlarda, karla buzla kaplı düzlüklerde yaşayan Ruslar yaşadıkları ortamdan etkilenmişler, kendi kültürlerini yaratmışlardı. Bu toplumsal kültürün parçası olarak Puşkin, Turgenyev, Herzen, Tolstoy, Çehov, Dostoyevski, Lermontov gibi edebiyat alanında çağlarına damga vuran büyük yazarlar yetişti.

Devrimciler, devrime destek veren kitleler, kendi yaşamlarından, içinde yaşadıkları toplumdan ve kuşkusuz hayatın sanatsal ifadesini eserlerinde yeniden yaratan dönemin sanatçılarından; şairlerinden, yazarlarından etkilenmişlerdir.

Kısacası edebiyatın devrimlere, devrimlerin de edebiyata etkisi olmuştur.

Daha sonra ürün veren bütün kültür insanları bu toplumsal birikimin etkisi altında kalmışlar, devraldıkları bu birikimi kendi birikimlerine katmışlardır.

Bu sanatta, edebiyatta da, siyasal düşüncede de böyle olmuştur.

Siyasetten örnek verirsek Korkut Boratav Hocamız bir yazısında şöyle diyor:

“Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevikler hayatlarını sınıfsız, âdil, eşitlikçi bir ütopyayı gerçekleştirme mücadelesine adayan insanlardan oluşan uzun geleneğin temsilcileriydiler.
Bolşevikler eski yoldaşlarıyla, sosyalizmin revizyonist kanadıyla, Menşeviklerle yolları ayrılarak, mücadele ve kavga ederek devrimi gerçekleştirdiler; yeni toplumu oluşturmanın ilk adımlarını atarken, taktik ve strateji tartışmalarını katı, insafsız üsluplarla sürdürdüler. 

Bütün bunlara rağmen, Lenin ve arkadaşları, sözünü ettiğim o uzun geleneğin bir halkası olduklarını hiç unutmadılar.”

Lenin’e göre Marksizm kendi siyasal ve toplumsal kuramını geliş­tirirken, burjuva düşünce ve kültürünün bilimsel olarak ilerici yanlarını içine almıştı. Proleter kültür insanlığın kapitalist, toprak sahibi ve bürokratik toplumların boyunduruğu altında biriktirdiği bilgi bütününün mantıksal devamı olmak durumundaydı.

Keza burjuva kültürü de iktidarın ani ve devrimci bir dönüşümünün sonucu değil, yüzyılların ürünüydü.

Rus edebiyatı, isyanlarla eş zamanlı gelişti.

Lenin, “Tolstoy, Rusya’nın aynasıdır,” demiştir.

Bolşevikler, Rus klasiklerinin şaheserlerinin tamamını büyük bir dikkatle ve zevk alarak okumuşlardır.

Ancak onları eleştirmekten de geri durmamışlardır.

Sadece mevcut edebiyatla yetinmek doğru olmazdı. Yeni yaşamın, yeni edebiyatının olması gerekiyordu. Devrim, daha çok gençtir o zamanlar; yeniliklere gebedir ve sosyalizmin toplumda sağlam kökler oluşturabilmesi için bir “proleter edebiyatı”na ihtiyaç vardır.

Sanat ve edebiyat, devrim arifesinde devrimci düşüncenin fikir ve duygu anlamında olgunlaşmasına katkı sağlayan bir işlev görür. Devrimcilerin kişilikleri bu düşünce ve duygularla olgunlaşırlar. Devrim süreci de kendi edebiyatını yaratır; sadece düzen değiştirilmekle kalınmaz, edebiyatta da devrim yapılır, yeni insan, yeni edebiyat ortaya çıkar.

***
Bizde de böyle olmuştur.

İlk ciddi, kuramsal okumalarını yapmadan önce devrimciler, devrimci edebiyatla tanışmışlardır. Genç zihinlerde devrimci düşüncelere ilk sempati genellikle bu ürünlerle oluşmuştur.

Adettendir; sorguda genellikle polis devrimcilere şöyle sorar:

“Hangi kitapları okudun? En çok hangi yazarları seversin?”

Bu beylik bir sorudur. Öyle ya senin bu yoldan çıkmışlığının bir sebebi vardır.

Ya yakın bir arkadaşından, okuldaki öğretmeninden, bir aile dostundan ya da okuduğun kitaplardan, yazarlarından etkilenmişsindir.

Durumu anlarsın, sevdiklerini koruma çabasına girersin. Ne de olsa işkencede ser verip, sır vermeyen devrimcilerin efsaneleriyle büyümüşsündür.

Ölmüş yazarların, yabancı yazarların ismini versen zararı yok. Zararı yok, zira onları da yakalayıp getirecek halleri yok.

Ama yaşayan bir Türk yazarının adını verirsen, “Ben o yazarın kitaplarından çok etkilendim, haksızlığa, zorbalığa karşı isyana katıldım,” dersen. Adamcağızı da yaka paça yakalarlar.

Polis, elde ettiği cevaplardan yeni listeler yapar, sıkıyönetim komutanlıklarının yasaklarına dahil olur; o yazarların kitapları toplanır, yazarlar da derdest edilir. Aramalarda bu kitapları evlerinde bulunduranlar yakalanır.

Hoş senin demene gerek yoktur, zira o yazar zaten mimlidir;  her olayda kendisini içeride bulur. Bu Türk aydınının kaderidir.

Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Vedat Türkali ve daha pek çoğunun kaderi…

Bu hep böyle olmuştur. 12 Mart, 12 Eylül karanlık dönemlerinde; öncesinde, sonrasında,  her zaman…

***
Dedik ya Rus Devriminin öncesi ve sonrası var.

Önümüzdeki sene Devrim’in 100. Yılı kutlanacak. Çok yazılıp, konuşulacak, tartışılacak.

Lenin’in eşi Nadejda Kurpskaya anılarında şöyle anlatıyor:

“Sibirya'ya giderken yanımda Puşkin'in, Lermontof'un, Nekrasof'un eserlerini de götürmüştüm. Vladimir İlyiç bunları başucuna, Hegel'in yanına yerleştirdi; bu kitapları akşamları tekrar tekrar okuyordu. Özellikle Puşkin'den çok hoşlanıyordu. Ancak önemsediği yalnızca biçim değildi.”

Evet, Lenin, edebiyat ürünlerinin içeriğiyle kuşkusuz ilgiliydi, ancak onların gerçek birer sanat eseri olmaları da önemliydi.

Mesela, Çernişevskiy’i çok sever ve beğenirdi.-Ki onun Türkçeye “Nasıl Yapmalı?” ismiyle yayımlanan kitabından çok esinlenip, etkilenip kendi yazdığı en önemli kitaplarından birine “Ne Yapmalı?” ismini vermişti. Çernişevskiy’i çok beğenirdi, ama yazdıklarını edebi bulmazdı.

Kurpskaya, şöyle anlatıyor:

“Çernişevskiy'nin ‘Nasıl Yapmalı?’ adlı romanını, saf ve basit anlatımına ve hiç de büyük bir edebi değeri olmamasına karşın seviyordu. Bu romanı okuyuşundaki dikkate ve en ince ayrıntıları bile kaçırmayışındaki özene şaştım. Zaten Çernişevskiy'nin her şeyini severdi ve Sibirya'daki albümünde yazarın iki fotoğrafı vardı.”

Lenin, sıkı bir edebiyat okuruydu; sadece Rus yazarlarının değil, diğer dünya yazarlarının da pek çok eserini okumuştu.

Arkadaşlarının, yoldaşlarının ve karısı Nadejda Krupskaya’nın tanıklıklarına göre Lenin doymak bilmez bir okuyucuydu.

Lenin’le Lunaçarski, 1906 yılında bir gece Liaçenko'nun evinde birlikte kalmışlardır. Lenin’i kütüphanenin bulunduğu odada yatırmışlar. Sabahleyin odadan sapsan bir yüzle, yorgun bir halde çıkmış. Korkmuşlar, endişelenmişlerdi; aniden hastalanmış mıydı yoksa? Neden sonra öyle endişe edilecek bir şey olmadığını, ancak sabaha kadar uyumadığını anlamışlar.

Uykusuzluğunun nedenini sormuşlar; Lenin, şöyle cevap vermiş:

"Bütün gece uyumadım, bu kitapları okudum, çok ilginç! Sırayla aldım kütüphaneden ve kendimden geçtim.”

Lenin gibi dünya devrimcilerine kılavuz olmuş 46 ciltlik eser vermiş birinin kütüphaneler dolusu kitabı okumuş olması şaşılacak bir şey değil tabii ki. Bu engin birikimin kaynağı başta Marks ve Engels’inkiler olmak üzere, siyaset, felsefe, ekonomi, tarih alanındaki en önemli eserlerdi. Rus edebiyatının klasikleri de birikiminin önemli bir kaynağıydı.

Dedik ya Lenin, salt eserlerin devrimci içeriğinin yanı sıra sanatsal yanıyla da ilgiliydi.

Krupskaya’nın bunu destekleyen bir başka anısı da şöyle:

“Güzel bir akşam İlyiç gençlerin ‘toplu olarak’ nasıl bir arada yaşadıklarını görmek istedi. Güzel sanatlar akademisinde öğrenci olan Varya Armand'ı ziyaret etmeye karar verdik. Yanılmıyorsam, 1921'de Kropotkin'in gömüldüğü gündü. Kıtlık yılı olduğu halde gençler yine de coşkunluklarını yitirmemişlerdi. Komünlerinde çıplak tahta üzerinde yatıyorlar, ekmek bulamıyorlardı. O akşam hizmet eden genç bir öğrenci ‘Bizim de bulgurumuz var’ dedi gülerek. Hemen bir bulgur çorbası pişirdiler; gerçi çorba tuzsuzdu ama güzeldi. İlyiç bütün bu genç insanlara, kendisini çevreleyen genç sanatçıların parıldayan yüzlerine bakıyor ve onların neşeleri yüzünde yansıyordu. Ona yaptıkları içten resimleri gösteriyorlar, anlamlarını açıklıyorlar ve onu soru yağmuruna tutuyorlardı. İlyiç ise gülüyor, sorularına kaçamak cevaplar veriyor, soruları soru sorarak karşılıyordu:

“Neler okuyorsunuz? Puşkin'i okuyor musunuz?”

İçlerinden biri:

“Hayır, diye bağırdı, burjuvanın biri o. Biz Mayakovski'yi okuyoruz.”

İlyiç gülümsedi.

“Bence Puşkin daha iyi,” dedi.

Bundan sonra İlyiç Mayakovski'ye daha yumuşak davrandı. Bu adı duyunca, her gün konuşulan dilde duygularını yansıtacak nitelikte sözcük bulamayıp, bu ifadeyi Mayakovski'nin oldukça güç anlaşılan şiirinde arayan, Sovyet iktidarı uğrunda her an ölmeye hazır yaşam ve sevinç dolu güzel sanatlar okulu öğrencilerini anımsıyordu.”


Kaynaklar:

- V.İ.Lenin-Sanat ve Edebiyat, Payel Yay. 2.Basım, 1978
- Roland Leroy, Lenin ve Edebiyat; Edebiyat ve sinemada yaşayan Lenin, Sel Yayınları, 2009
- B. Sadık Albayrak, Edebiyat ve Devrim, İleri Haber
- Andrzej Walicki - Rus Düşünce Tarihi- Aydınlanma'dan Marksizme, İletişim Yayınları


-Bu yazı, Evrensel Kültür Dergisi’nin Ekim 2016 sayısında yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder