Kaynak: Turkrus.com
M. Hakkı Yazıcı
Bizim mahallede hikaye hiç eksik olmuyor.
Kesinlikle şikayetim yok bu durumdan, çok eğleniyorum; bana
da anlatacak çokça malzeme çıkıyor.
Benim bu hikayeleri keyifle dinlediğimi bilen komşularım
Türkiye’ye gittiğim, ya da iş seyahatinde olduğum zamanlarda atladığım konular
olduğunda beni kapı önünde, avluda, markette, yakaladıkları her yerde bir
çırpıda anlatıyorlar.
Bizim avluda bugünlerin kahramanlarından biri sahipsiz ya
da evinden uzaklarda kaybolmuş siyah bir köpek.
Komşular ona hemencecik bir isim taktılar: Çernişka. Biraz
bizdeki Karabaş’a karşılık gelen popüler bir köpek ismi.
Çernişka aşağı, Çernişka
yukarı.
Hemen herkesin derdi onun bu sert kış günlerinde ayazda
kalıp, donmaması, karnını doyurabilmesi. Yani yaza salimen çıkabilmesi.
Daha da önemlisi eğer sahibi varsa onun köpeğini bulabilmesine
yardımcı olunması.
Komşulardan biri Çernişka’nın resmini cep telefonuyla
çekip, sosyal medyadaki forumlarda paylaştı. Öyle bir trafik oluştu ki şaşırdım
kaldım. Mesajlaşmalar, telefonlar, falan… Köpeğin resmini gören bir genç kızın
kendi kaybolan köpeği olabileceğini söylemesi hepimize kısa bir sevinç yaşattı.
Kız bir taksiye atlayıp geldi. Ama resimde çok benzeyen Çernişka’nın
kendi köpeği olmadığını anlayınca yanaklarından süzülen gözyaşlarına engel
olamadı.
Çernişka yine sahipsiz kalmıştı. Ama belki sahibi yoktu; belki
de sokakların başına buyruk, tatlı serserisiydi. Özgür olmak onun için sahipli
olmanın lüksünden çok daha önemliydi.
Eğer öyleyse gerçekten çok saygı duyardım.
Benim bir başka kahramanım ise evin önündeki parktaki
sincap. Pencereden her baktığımda karların arasında hoplaya sıçraya dolaştığını
görüyorum. Hop deyince bir çırpıda dallardan dallara atlayıp ağaçların tepesine
tırmanıyor.
O da rızkının peşinde.
“Yav, soğukta üşümez mi bu? Yerin altında falan bir yuvası
var mıdır?” diye soruyorum Vladimir İvanoviç’e.
“Sen bu işlerden hiç anlamıyorsun,” diye gülüyor bana, “Bu
sıçan mı ki? Onun ağaç kovuklarından birinde mutlaka yuvası vardır. Üstelik şunun
kürküne bir bak; bizim hanımı bile kıskandırıyor,” diyor.
Devam ediyor; “Ha, bir de bir yer sincabı (zemlinaya belka)
dedikleri tür var, aslında sincap değil, ama öyle diyorlar. Benim Zelenagrad’da
oturan kuzenimin böyle bir yer sincabı var. Yahu ne sincabı bu basbayağı sıçan
(kırısı) dediğimizde çok fena alınıp, kızıyor.”
***
Rusların hayvan ve doğa sevgisi hep anlattığım şey.
Örneğin kendi deyimiyle hayvanları kocasından daha çok
seven bir komşumuz var. Daçasında beslediği üç köpek, dört kedi, bir at,
onlarca tavuk ve horoza ilâve olarak, kanadı kırıldığı için uçamayan dişi bir
karganın da bakımını üstlendi. Büyük ihtimalle yırtıcı bir kuşun saldırısına
uğrayan yaralı karga için arka bahçesinde yuva yapan komşumuz, kargayı hazmı
kolay et sulu tahıl çorbalarıyla itinayla besliyor.
Sadece bildiğimiz evcil hayvanlara değil, her türlü hayvana
merakı var Rusların.
Çin astrolojisine göre Fare Yılı olarak ilan edilen, benim
henüz Moskova çaylağı olduğum 2008 yılına günler kala Moskova'daki hayvan
dükkanlarında fare ve sıçan satışlarında patlama yaşanmıştı.
Sevdiklerine yılbaşı hediyesi almak amacıyla hayvan dükkanlarına akın eden Moskovalılar fare ve sıçanları adeta kapışıyorlardı. Moskova'nın en kalabalık yerlerinden sayılan Arbat sokağındaki dev evcil hayvan mağazası, müşterilerin sıçan ve fare talebini karşılamakta güçlük çekiyordu.
Nataşa Kerjokova isimli bir müşteri, "Yeni yılın Fare Yılı olması dolayısıyla ben de sarı sıçan almaya karar verdim. Sıçanları çok seviyorum. Yeni hayat arkadaşımla iyi anlaşacağımızı ümit ediyorum," demişti. Svetlana Zubkina isimli bir başkası ise "Ailece hayvanları çok severiz. Evde papağan besliyoruz. Kızımın ısrarı üzerine bu kez de fare satın almak için bu dükkana geldik," diye konuşmuştu.
Sevdiklerine yılbaşı hediyesi almak amacıyla hayvan dükkanlarına akın eden Moskovalılar fare ve sıçanları adeta kapışıyorlardı. Moskova'nın en kalabalık yerlerinden sayılan Arbat sokağındaki dev evcil hayvan mağazası, müşterilerin sıçan ve fare talebini karşılamakta güçlük çekiyordu.
Nataşa Kerjokova isimli bir müşteri, "Yeni yılın Fare Yılı olması dolayısıyla ben de sarı sıçan almaya karar verdim. Sıçanları çok seviyorum. Yeni hayat arkadaşımla iyi anlaşacağımızı ümit ediyorum," demişti. Svetlana Zubkina isimli bir başkası ise "Ailece hayvanları çok severiz. Evde papağan besliyoruz. Kızımın ısrarı üzerine bu kez de fare satın almak için bu dükkana geldik," diye konuşmuştu.
Bana çok tuhaf gelmişti.
İçinde bulunduğumuz bu sene de “Maymun yılı” ya, bütün
evler maymunlarla dolarsa hiç şaşırmamak lazım.
Malum Rusça “mış” fare demek. Rusya’daki Mışkin şehri gibi
adı fareden gelen bir şehir dünyanın bir başka ülkesinde yoktur herhalde?
Anlayın artık.
Üst kat komşum Vladimir İvanoviç’e göre bunun hikayesi de
şöyleymiş:
Şimdi Mışkin kentinin bulunduğu yer, çok eski zamanlarda
bir ormanlık yermiş. Zengin insanlar bu ormanlarda avlanmayı çok seviyorlarmış.
Bir gün ayı avına gelen prens Fedor Mstislavskiy tek bir ayı bile vuramamış,
sonra biraz dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Derken uykudayken yüzünün
üzerinden bir fare koşup geçmiş. Prens, irkilip, hemen ayağa kalkmış ve
ayaklarının yakınında zehirli bir yılan görmüş. Fedor Mstislavski yılanı
kılıçla öldürmüş ve böylece farenin sayesinde ölümden kurtulmuş. Ondan sonra
prens bu yerde küçük bir şapelin inşa edilmesini emretmiş. Şapel yakınına
insanlar yerleşmeye başlamışlar. Ve yeni oluşan bu yerleşim yerine de Mışkin
adı verilmiş.
***
Ben de kesinlikle hayvanları çok seviyorum. Köpeği, kuşu, kedisi,
tavukları olan bir evde büyüdüm. Ancak ona rağmen hayvan sevgisinin böylesini
anlamam bazen zor oluyor. Farklı bir kültürden geldiğimden olsa gerek.
Benim anacığımın farelerin lafına bile tahammülü yoktu. Hele
hele yemek sırasında… Hem korkar, hem tiksinirdi. Ancak kadere bakın ki tek
katlı, bahçeli evimizde fare, sıçan hiç eksik olmazdı.
Bir ara bizim ofiste de fareler ve sıçanlarla ilgili yoğun
bir muhabbet olmuştu.
Serkan yine ilginç sorularından birini ortaya atmıştı:
“Klavyemizin yanındakine ‘mouse’, fare diyen var ya, niye
kimse sıçan demez? Nedir fareyle sıçanın farkı; hepsi aynı cinsten değil mi?”
İgor, Serkan’a sabırla bilimsel açıklamalarda bulunmuştu:
“Genetik bağlamda değerlendirildiğinde farelerin sıçanlara
olan benzerliği, senin bir maymunla olan benzerliğinden daha azdır,” demişti.
Serkan, bu sarsıcı açıklamadan sonra anlamış bir ifadeyle
“Hımm,” diye düşünmüş ve felsefi yorumlarına devam etmişti:
“Fare çizgi filmlerde, sıçan korku filmlerinde olur.
Fare küçük olduğu için pisler, sıçan sıçar.
Fare dostumuz, arkadaşımızdır, ondan Jerry olur, Mickey Mouse
olur; sıçanlardan ise Ratatouille'un Remy'si dışında sevimli bir kahraman bildiğim
kadarıyla çıkmamıştır,” demiş, sonra da eklemişti: “Bu haksızlık bence!”
Ofis ortamı değil mi? Akşam saatlerine doğru herkes
yoruluyor, iş de yoğun olmayınca tamamen gevezeliğe vuruyoruz. Sohbet dallanıp,
budaklanıyor. Konudan konuya atlayıp anlattığım, uzattığım için mazur görülsün;
ama bizim konuşmalarımız da aynen böyle. Yani bu benim kabahatim değil.
İgor, yine mesleki teknik bilgilerini gösteren açıklamalar
yapmaya devam etmişti.
Bizim İgor’u da, komşum Vladimir İvanoviç’i de vakit
uygunsa sözlerini kesmeden dinlemek lazım. İnsan adeta televizyonda belgesel
izliyormuş gibi bilgileniyor. Ben de zaten öyle yapıyorum.
İgor:
“Biz La Fontaine masallarından hep kargaların
ahmaklıklarını biliriz. Hani şu ağzındaki peyniri tilkiye kaptıran gibi... Birçok
edebi eser, dini inanç, masal ve efsanede de kargalardan aleyhte bahsedilir. Oysa
kargalar, töresel ve dini inançların tam tersine, zeka seviyesi -insandan
sonra- en gelişmiş hayvan türüdür.
Yaşadıkları ortama kolaylıkla uyum sağlayabilen kargaların;
kedi miyavlaması, endüstriyel makinelerin motor gürültüleri ve insan seslerini
taklit etme yetenekleri de var. Kargalar farklı gruptaki hemcinsleriyle
iletişim kurmak için melodi ritimli sesleri tercih ederler.”
İgor, ayrıntılardan cimrilik yapmadan, yine konudan konuya
atlayarak konuşuyordu:
“Şöyle bir teori var: Nükleer silahların kullanılacağı bir
Üçüncü Dünya Savaşı sonrasında yeryüzünde hamam böceği imparatorluğu kurulacak.
Zira olası bir nükleer savaşta insanlar 500, hamam böcekleri ise 100.000 birim
rem’lik radyoaktiviteye dayanma gücüne sahipler.”
Bunu duyunca birden irkildim. Yeni bir dünya savaşı
ihtimali mi? Bırrrr!!!
Hemen aklıma bir dize geldi:
“İnsandım,
kargadan çirkin, hamam böceğinden daha acizdim.”
Vah biz garip insan evladının haline, vah!
***
Vladimir İvanoviç’le o gün yarım kalan konuşmamız yüzünden
bunları hatırladım. Onunla muhabbetimizi her karşılaştığımızda bıraktığımız
yerden sürdürüyoruz. Geçen gün onu bizim avluda çöp döktüğümüz konteynerlere muhkem
bir bankta oturmuş, çöpleri karıştıran sıçanları dikkatle izlerken gördüm. Beni
kenara çekip, “Çöpleri sonra atarsın. Gel yanıma otur, sen de bak,” dedi.
Bir süre konuşmadan, beraberce izledik.
“Biliyor musun, bu sıçanlar çok akıllı.”
“Nerden biliyorsun?” diye merakla soruyorum.
Anlatmaya başlıyor:
“Günlerdir şu sıçanları izliyorum. Çöp poşetlerini
tanıyorlar. Mesela şu bizim alışveriş ettiğimiz ucuz hipermarketlerin plastik
poşetlerinin yanına bile yanaşmıyorlar. Haklılar, içinde yenecek ne bulacaklar
ki? Ancak öyle her babayiğidin alışveriş yapamayacağı gurme marketleri var ya,
onların paketlerini gördüklerinde bayram ediyorlar. Hepsi birden gelip, paketi
parçalayıp, içindeki pahalı yiyecek artıklarını yuvalarına taşıyorlar.”
Moskova’nın sıçanları, kargaları ve tarakanları (hamam
böceği) meşhur. Belki de kedi sayısından daha fazla sıçan vardır bu şehirde.
Eee, öyle ya, malum Moskova’nın bir örümcek ağı gibi
kocaman Metro ağı, yeraltı nehirleri, efsanevi sığınakları, savunma tünelleri
düşünüldüğünde bu çok normal. Baş etmek zor…
Moskova’nın üstü gibi yeraltı da kocaman bir dünya.
Tarakanlarla amansız bir mücadele var, ancak kargalara ve
sıçanlara pek dokunulmuyor.
Belki Avrupa Birliği normlarına uyarak hayvanları
zehirlemek istemediklerinden, belki de hayvan sevgisinden diyordum, ama geçen
sene resmi merciler sıçanlara karşı ciddi bir itlaf kampanyasına girişmişti. Ancak
doğa her şeye rağmen hükmünü sürüyordu. İşte hayvanlar yeniden ortaya çıkmaya
başlamıştı.
Bir de güncel, yeni bir mevzu… Geçen gün Belediye’nin ani
bir gece baskınıyla Metro istasyonlarının etrafındaki yıkılan “palatka”ların,
ticari “kiosk”ların temelinden, enkazından çıkan sıçanlar şimdi kim bilir
nerelerde kendilerine yeni yuvalar bulacaklar?
Dertlendiğimi fark eden Vladimir İvanoviç, “Sıçanlara mı
üzülüyorsun, yoksa ekmek teknelerinden olan insancıklara mı?” diye soruyor.
“Her ikisine de diyorum,” kısaca.
Yine öbür konuya devam ediyoruz.
Fare ve sıçanlar son derece zeki yaratıklar. Yaşam kurallarına
sıkı sıkıya bağlılar. Aslında şüpheli herhangi bir yiyeceği tüketmeme
eğilimleri var. Genelde alışkanlıklarına uyar, bilmedikleri, yabancı gelen bir
yiyeceği tüketmezler. Örneğin; fareler insan elinin değdiği yiyecekleri çok
mecbur kalmadıkça yemezler ve topluluk içerisinden bir farenin yediği
yiyecekten hastalanması durumunda o yiyecekten diğer fareler kaçınırlar.
Rusya’da uzmanlar sıçanların boyutlarının giderek
irileşmesini ve sayı olarak çoğalmalarını birçok nedene bağlıyorlar. Öncelikle
evsel atıkları ve iklimin ısınması gibi ekolojik nedenleri, sonra AB’nin
kemirgenlere karşı zehirli madde kullanılmasını kısıtladığından dolayı onlara
karşı mücadelenin zorlaşmasını neden olarak gösteriyorlar.
Viladimir İvanoviç, sıçanların kargalar gibi akıllı
hayvanlar olduğuna dair bir tezinde ısrarcı. Hararetle anlatmaya devam ediyor.
Bu arada bizim yan padiyezdden, yani öteki apartman
girişinden, komşumuz Azeri Hüseyin de geldi. Yanımıza oturdu.
Böylece gelen geçenin gülerek baktığı, sıçanları izleyen tuhaf
bir erkekler grubu oluşturmuştuk.
Hüseyin:
“Bax mən siçanlarla əlaqədar bir hekayə izah edəcəyəm. Mənim
alt qatda oturan qonşumu bilirsiniz. Yoxsul, fukara, pulsuz bir qocadır.”
Hikaye yine bizim komşulardan, pek insan içine çıkmayan, fazla
kimsenin tanımadığı Kolya Dayı’ya aitti.
***
Vladimir İvanoviç tanıyordu ihtiyar Kolya Dayı’yı. Hüzünlü
bir yaşam öyküsü vardı. Bu hikayeyi, bu sırrı saklayacağımı, fazla
dillendirmeyeceğimi bildiği için daha önce bana da anlatmıştı.
Kolya Dayı’nın sol gözü kör, sağ ayağı da aksaktı. Yolda
sağ ayağının üzerinde yaylana yaylana yürürdü. Bu nedenle de savaşta askere
alınmamıştı.
Kolya Dayı eskiden postacıydı. Büyük Anavatan Savunması’nda
postacı olmak zor işti. Zaman gelmiş cephelerden ölüm haberleri ulaşmaya başlamıştı.
Köyden kiminin babasının, kiminin kocasının ölüm haberlerini getiriyordu Kolya
Dayı. Köye gelen yolun başında Kolya Dayı’yı gördüklerinde köyün çocukları,
kadınları tir tir titremeye başlıyorlardı: Acaba kimin babacığı veya oğulcuğu
ya da kocacığı ölmüştü?
Kolya Dayı’nın kuşkusu bunda hiçbir suçu yoktu. Ama
faşistlerin öldürdükleri erkeklerin haberini getirmek onun işiydi. Zamanla tüm
köy adeta düşmanı olmuştu. Nefret ediyorlardı ondan.
Hele hele, sevgili kocasını yitiren bir genç kadın daha onu
daha görür görmez taşa, sopaya sarılıyor, köyün dışına kadar kovalıyordu.
Nihayetinde savaş bitmişti, insanlar acılara alışmıştılar,
ama Kolya Dayı da aklının yarısını yitirmişti. O köyde daha fazla yaşamak
istememişti. Moskova’da yaşayan teyzesinin yanına gelmişti.
Teyzesi ölünceye kadar da bize komşu evlerinde beraberce
yaşamışlardı.
Sonrasında da, bugüne dek aynı evde, Azeri Hüseyin’in
padiyezdinin giriş katındaki küçük evde Kolya Dayı tek başına yaşamını
sürdürüyordu.
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi”ndeki piramidin
üstteki üçünden vazgeçmiş, tabanındaki ilk ikisiyle iktiva ediyordu.
Korkardı insanlardan. Acil ihtiyaçları dışında çok dışarı
çıkmaz, yalnız başına evinde otururdu genellikle. Güvenip, konuştuğu nadir
insanlardan biri komşusu Vladimir İvanoviç’ti.
Kolya Dayı, Mayıs Bayramlarından birinde şöyle demişti:
“Evde nefes alan bir canlının daha bulunması ne güzel… Evde
iki kişi olduk. Bayramı birlikte geçiriyoruz.”
Onun yalnız yaşadığını bilen Vladimir İvanoviç
meraklanmıştı.
Kolya Dayı’nın şimdilerde en yakın arkadaşı evine bir
yolunu bulup giren bir sıçandı.
İlk kez bir sabah gözlerini güçlükle araladığında yatağının
kenarında görmüştü sıçanı. Yerde akşamdan kalma votka kadehinin yanındaki tabağın
içindeki ekmeği kemiriyordu.
Terliğini kapıp, fırlatıp haklamayı düşünmüş; ama hali
olmadığından üşenmişti.
Yattığı yerden izlemeye başlamıştı. Sıçan da alışmış,
kaçmamıştı. Uzun süre karşılıklı bakışmışlardı.
Zararsız bir hayvan diye düşünmüştü.
Daha sonraki günlerde de sıçan ziyaretine gelmişti.
Kolya Dayı, yemek artıklarını çöpe dökmek yerine bir köşeye
bırakmaya başlamıştı. Sıçan geliyor, ona armağan edilen artıkları yiyor, minnet
duygusuyla bakıyordu. Sonra hangi delikten geldiyse dışarı çıkıp kayboluyordu.
Tuhaf bir dostluk oluşmuştu aralarında. Adeta bir anlaşma
yapmışlardı; Kolya Dayı, ona yemeğinden arta kalanları veriyordu; o da onu
fazla rahatsız etmiyor, orayı burayı kemirmiyordu.
Bir sabah Kolya Dayı, uyanıp, uykulu gözlerle etrafına baktığında
gördüklerine inanamamıştı. Sıçan yine gelmişti, ama bu sefer ağzında bin
Rublelik bir banknot vardı.
Parayı yere bırakıp, yemek artıklarını yiyip, yine ortadan
kaybolmuştu.
Bu olayın aynısı neredeyse her hafta tekrarlanmaya
başlamıştı.
Kolya Dayı, hiçbir şey anlamamış, ama olanlardan hoşnut
kalmış, birden çok zengin olduğu hissine kapılmıştı. Hiç denilebilecek emekli
maaşına ek bir geliri olmuştu.
Artık paraya kıyıp, marketten hem kendisi, hem de sıçan
için daha fazla yiyecek almaya başlamıştı.
Mahalle dedikodularını herkesten önce öğrenen, kulağı delik
Hüseyin, olayı anlamış, ancak hiç kimseye bir şey söylememişti. O da severdi
Kolya Dayı’yı.
Bizim avludaki Stalin binalarından birinde, tadilatlı, “evro
remont”lu, çok odalı, lüks bir evde oturan mahallelinin hiç sevmediği zengin
bir adam oturuyordu. Kocaman jipini garajına sığdıramadığı için dışarıya, üç
arabalık bir yeri işgal edecek şekilde park ediyordu. Garajını da depo gibi kullanıyordu. Kimse bir
şey diyemiyordu. Herif belalıydı. Ne iş yaptığını ise kimse bilmiyordu.
Bir gün karısı, Hüseyin’in karısı Elena İvanovna’ya salya
sümük ağlayarak anlatmıştı. Meğer adam, büyük bir ihtimalle pek temiz olmayan
işlerden temin ettiği paralarını korkudan bankaya yatıramaz, evinde muhafaza
edemez, garajındaki zulasında saklarmış.
Böyle adamların huyudur ya, bizim herif de Walt Disney’in
resimli roman kahramanı Varyemez Amca (Ruslar “Dyadya Skruç” diyorlar) gibi
bazen garajına kapanır, paralarını sayarmış. Bir gün paraların yavaş yavaş
eksildiğini fark etmiş. Yapsa, yapsa bizim hanım yapmıştır diye, hışımla, koşa
koşa eve gidip kadıncağızı haşlamış.
Adamın karısı, sabaha kadar ağlayıp, ertesi günü de bizim
Hüseyin’in hanımı Elena İvanovna’ya dertlenip, “Beni hırsızlıkla suçluyor,
paralarımı benden habersiz alıyorsun diyor,” diye anlatmış.
Karısı da haberi hemen Hüseyin’e yetiştirmiş. Tabii,
Hüseyin zeki adam, hemen kafasında irtibatları kuruvermiş.
Eeee, boşuna “haydan gelen huya gider,” dememişler.
Böylece Kolya Dayı’nın sıçanının sırrını anlamış oluyoruz;
ancak bu, aramızda bir sır olarak kalacak tabii ki.
Azeri Hüseyin, Kolya Dayı’nın evindeki sıçanı Robin Hood’a
benzetiyor:
“Bu siçan Robin Hood kimi,” diyor, “Zəngindən alıb, kasıba
verir.”
***
Hava soğuk, güneş de batınca üzerimizdeki kalın paltolar,
kaşkol, şapka, eldiven de bir işe yaramıyor. En iyisi sohbeti tadında bırakıp,
evlere kaçmak. Hep yaptığımız gibi araya yine günün mana ve önemine uygun bir
anekdot sokuşturup muhabbeti noktaladık.
Kaç sene önce gazetelerde okuduğum komik bir olay olmuştu
onu anlattım:
Avrupa Birliği üye ülke bakanlarının Brüksel'de yediği öğle
yemeği sırasında "casus fare heyecanı" yaşanmıştı.
Bakanlar sofradayken yemek masasına yaklaşan bir fare,
canlı olarak yakalanmıştı.
O zamanki İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband,
"Umarım bu çalışma yemeğinin en akılda kalacak yanı, fare vakası olmaz.
Fakat kimse çığlık atmadı," demişti.
Bir soru üzerine esprili bir karşılık veren David Miliband
şöyle konuşmuştu:
"Farenin üstüne mikroçip takılı gibi görünmüyordu.
İngiltere ile kriz yaşayan Moskova'nın bizi farelerle dinlemeye çalıştığını da
düşünmüyorum."
Vladimir İvanoviç, şu ambargo olayları falan için Avrupa
Birliği’ne çok kızgın ya, “Aslında yemek masasına değil tabağın içine
girmeliydi. Fare bile biliyor nereyi basacağını,” diyor.
Bense son zamanlarda her gün bir yenisini yaşadığımız
olumsuz olayların yorgunluğu nedeniyle fazla yorum yapmak istemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder