Anna Karenina - "“Aşkın bulunması
gereken boşluğu örtmek için icat edilen” saygıya isyanın romanı"
Hasan Saraç
|
Kaynak: http://www.dijitalgazete.com/
“ ‘O adamla burada görüşmeyeceksin ve ne
toplumun ne de hizmetçilerin seni ayıplayabileceği bir davranışta
bulunmayacaksın… Onu görmeyeceksin. Ve bunun karşılığında, görevlerini yerine
getirmeden de, sadık bir eşin tüm ayrıcalıklarına sahip olacaksın. Sana
söyleyeceklerimin hepsi bundan ibaret. Şimdi gitme vaktim geldi. Akşam yemeğini
evde yemeyeceğim.’ Ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü.”
Leo
Tolstoy, Anna Karenina
Rus
Çarı Büyük Petro’nun terk edilmiş bir bataklıkta sıfırdan yarattığı Saint Petersburg
şehri, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Rus aristokrasisinin, sanatçıların,
saray soylularının buluşma merkezi olmuştur. Rimski Korsakovların, Aleksandr
Borodinlerin, Sergei Rahmaninofların, Boris Çaykosvkilerin notalara hayat
verdiği o dönemde Rus Edebiyatı da altın çağını yaşamaktadır.
Nikolay
Gogol ve Aleksandr Puşkin ile başlayan güçlü hareket, Dostoyevski ve Turgenyev’le
ivme kazanıp Tolstoy ile bir yanardağ patlamasına dönüşür.
Toprak
ve güç sahibi bir kontun oğlu olarak dünyaya gelen Tolstoy, gençlik yıllarında
yaşadıklarını İtiraflarım adlı eserinde şöyle anlatır:
“Tiksinti, iğrenme, dehşet duygularıyla,
yürek parçalayan bir sızıyla hatırlarım o günleri. Savaşta askerleri öldürdüm,
sivil hayatta öldürmek kastıyla insanları düellolara davet ettim. İçtim,
kumarda kaybettim, vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. Serflerime ihanet
ettim, kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları
kandırdım. Vahşet, öldürme, sahtekârlık, kitapta yazan tüm suçları işledim…
İşte bir on yılı böyle geçirdim ben.”
Genelde
on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatını, özelde Anna Karenina romanını
daha iyi kavrayabilmek için Rus toplumunun dayandığı toprak sahipliği ve
serflik sistemine kısaca bir göz atmakta yarar olacaktır.
On
ikinci yüzyılda resmiyet kazanan bu sistem ile birlikte, bir nevi esir
statüsünde yaşayan serflerin toprak sahiplerine kulluğu tam yedi asır
sürecektir. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, o zamanki Rus İmparatorluğu’nun
topraklarında yaşayan kırk milyon köylünün yarısını oluşturan serfler,
toprağın, mülkün bir parçası olarak doğmakta ve derebeylikler arasında ticari
bir meta gibi alınıp satılabilmekteydiler.
On
yedinci yüzyıl başlarında tacı eline geçiren Romanov Hanedanı da uzun süre bu
sistemin koruyucusu olur. 1861 yılında bu uygulamaya son verilse de serflik
sisteminde oluşan sosyal yapı, geleneklerini uzun süre devam ettirir. Nitekim,
Tolstoy Anna Karenina romanında bu düzende evlilik müessesine ilişkin
geleneksel beklentileri, sistemin nasıl işlediğini, ya da neden işlemediğini şu
sözlerle anlatır:
“Fransız usulü, yani çocukların geleceğini
ebeveynin şekillendirmesi, kabul görmez hatta kınanırdı. İngilizlerin kızları
tamamen serbest bırakma usulü de kabul görmezdi ve bunun Rus toplumunda
uygulanması mümkün değildi. Aracı kişileri temsilen birinin çöpçatanlık yapması
şeklindeki Rus usulü de her nedense utanç verici bulunur, herkes ve bizzat
prenses tarafından alaya alınırdı. Ama kızların nasıl evlendirileceğini ve anne
babaların onları nasıl evlendireceğini de kimse bilmezdi.”
Tolstoy
işte bu ekonomik düzen ve sosyal ortam içinde doğmuş, Çocukluk, İlk
Gençlik ve Gençlik (1852 – 1856),Kazaklar (1863), Harp
ve Sulh (1869) adlı eserleri bu topraklarda yazılmıştır.
*
* *
Artık
sıra ‘Her şeyi yazdım Anna Karenina’da, geriye hiçbir şey kalmadı’’
dediği tarihi esere gelmiştir. Dostoyevski’nin “bir sanat eseri
olarak katıksız bir mükemmellik” olarak kutsadığı, William Faulkner’in
o güne dek “yazılmış en iyi eser” diye göklere çıkardığı bu başyapıt için Orhan
Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında şöyle yazar:
“Anna Karenina’nın dışarıda kar yağarken
gece treninde kitap okumaya çalışmasını düşlerken, buna benzer duyumsal
tecrübeler yaşadığımızı hatırlarız. Kendimiz de dışarıda kar yağarken yolculuk
yapmışızdır belki, ya da kafamızda başka şeyler varken okumanın zorluğunu
yaşamızdır… Bu günlük hayat ortaklığı, romanların evrensel gücünü ve
sınırlarını belirler.”
Hakkında
yazılanlar doğruysa, Tolstoy bir keresinde trenle seyahat etmek üzere istasyona
gittiğinde, bir toprak sahibinin metresi olan genç bir kadının intiharıyla
karşılaşmıştır. Yıllar sonra “tek sahici romanım” dediği bu sekiz yüz
sayfalık dev eseri yazmak üzere masasının başına geçtiğinde şahit olduğu o
kederli sona doğru yapılan yolculuğu zihninde kurgulamaya başlar. Ve “Bütün
mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir
mutsuzluğu vardır” diye başlar yazmaya.
1877
yılında yayınlanan roman başlangıçta birbiriyle uzaktan yakından hiçbir bağı
olmayan iki karakter üzerine inşa edilmiştir:
İlki
herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesi ziyaret ettiği St. Petersburg
sosyetesinin gözde gelinlerinden, devlet adamı Aleksey Karenin’in karısı, küçük
oğulları Seryozha’nın annesi Prenses Anna Karenina’dır. Anna kocasına büyük bir
aşkla bağlı olmasa da hayal edebileceği her şeye sahiptir, ya da öyle olduğuna
inanmaktadır. Ta ki, romanın ikinci kahramanı genç, karizmatik Kont Vronski ile
tanışana kadar.
“Öyle sanıyorum ki… ne kadar kafa varsa o
kadar da akıl vardır sözü eğer doğruysa, ne kadar kalp varsa o kadar çeşit de
sevgi olmalıdır bu hayatta.”
Eserin
paralel öyküsü ise yazarın kendisini temsil eden, doğanın içinde mütevazı bir yaşam
sürmeyi tercih eden Konstantin Levin ile Kont Vronski’ye aşık olduğu için
Konstantin’in evlenme teklifini reddeden Kiti adlı genç kadının etrafında
gelişir.
Bir
yanda genç bir rütbeli askerin aşkı uğruna ailesini ve sahip olduklarını terk
etmeyi göze alan sosyetik bir kadın olan Anna Karenina. Öte yanda sıradan bir
yaşam düşleyen ve kendinden daha üst bir sınıfa mensup bir kadına aşık olan, bu
durum karşısında ne yapacağını kestiremeyen genç bir çiftçi kimliğini taşıyan
Konstantin Levin.
Yazar
böylece üst tabakadan insanların ve işçi sınıfının on dokuzuncu yüzyıldaki
konumlarını, kendi içlerindeki ilişkilerini ve birbirleri hakkındaki
düşüncelerini, önyargılarını anlatırken, kast sistemi içindeki çekişmeleri de
okurları için yorumlamaktadır.
Anna
kendinden yaşça büyük, varlıklı, duygularını gizlemeye alışkın, buna karşın
karısına aşık bir adamla evlidir. Ebeveynine tapan, mutlu olmayı isteyen, aile
yuvasının sevgisini arayan bir de oğulları vardır. Bir anda, Kiti ile
evlenmeye hazırlanırken o genç ve zengin kadını gördükten sonra güzel
sevgilisini terk edip Anna’nın peşinde koşan yakışıklı ve maceraperest bir
erkek, Kont Vronski çıkar ortaya.
Anna “Bazen
neyi arzuladığını, neden korktuğunu bilmiyordu: Olmuş ya da olacak olanlar
mıydı onda korku ya da arzu uyandıran, tam olarak ne istiyordu, bilmiyordu.”
Daha
önce böylesine güçlü bir duygu yaşamamış olan Anna başlangıçta direnmeye
çalışsa da Vronski’nin çekim alanından kurtulamayacak, aşkı uğruna eşini ve
çocuğunu terk edecektir. Bir süre sonra o tutkulu aşk yerini kedere bırakır.
Sosyete Anna’ya ve kapıldığı maceraya sırtını dönmüştür. Anna artık oğlunu da
görememektedir, boşanmak ister ancak bu isteği kocası tarafından geri çevrilir.
İşler
ters gitmeye başladığı sırada yasadışı beraberliklerini sürdüren Anna ve
Vronski’nin bir kızları olur. Eski bir arkadaşları onları evinde ağırlar. Yine
de, beklenen mutluluk gelmeyecektir. Vronski “kaderimiz neyse, ya da
ne olacaksa, onu biz yazdık ve bundan şikâyet etmiyoruz” dese
de, Anna yeni doğan kızına yakınlık duymamakta, ruhunu esir alan
korkuların, kuşkuların etkisi altında ezilmektedir. Vronski’nin sevgisinden de
şüphe duymaya başlamıştır.
“Ve bilirsiniz, ölümü düşündüğünüzde hayat
daha az çekicidir, ama daha huzurludur.”
Asla
huzura kavuşamayacağını anlayan Anna, hikâyenin sonunda kendini ölümün soğuk
kollarına teslim eder.
Tıpkı
bir tren istasyonunda intihar eden o meçhul kadın gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder