Moskova

Moskova

29 Eylül 2018 Cumartesi

Lüzumsuz Şeyler / Öykü



Tatyana Tolstaya



Bu ayıcığın bir zamanlar, her birinin içine gözbebeği ve iris yerleştirilmiş özel camdan yapılma kehribar rengi gözleri vardı. Keçe gibi gri, sertti tüyleri. Onu severdim.

Sonrasında ömür geçti gitti tabii. Kendime St. Petersburg’ta nezih bir aile apartmanından bir daire aldım ve bütün zamanımı kıyafetler, kitaplar istifleyerek geçirmeye başladım. Bir yandan da anneme eski sandıkların içinde duran bibloları, yırtık pırtık çaputları, ıvır zıvırları bana vermesi için yalvarıyordum. Nasılsa kimsenin böyle lüzumsuz şeylere ihtiyacı yoktu, hatta annemin, hatta benim bile. Ama ben lüzumsuz şeyleri seviyordum. Bütün önemini, maddi değerini, çekiciliğini, anlamını yitirmiş olan, tüm yararı üstünden uçup gitmiş, buharlaşmış, çırılçıplak bir ruhla ve geçen onca zamanın hayhuyundan gizlenip su katılmamış bir benlikle baş başa kalmış eşyaya tapıyordum ben!

Bir gün annemin evinde, merdivenlerin altındaki üstü tozlu bir örtüyle kaplı dolabı karıştırırken, karanlıkta sandıkla duvar arasındaki boşlukta, kimsenin onca zaman neden atmadığını bilmediğim eski bir kayak sopasına rastladım önce. Sonra da o ayıcığı buldum, daha doğrusu, ondan kalanları: tek pençeli bir bacak, tüylü ahşap bir iskelet, gözünün birinin yerinde özensizce duran plastik bir düğme ve diğerinin yerinde de küçük küçük siyah ipler.

Elime aldım, sıkıca tuttum, tozlu, tüylü, başsız, kolsuz gövdesini kavradım iyice, sonra gözlerimi kapattım, öyle sıkı kapattım ki yanaklarımdan aşağı aniden düşen bir gözyaşı olursa üstüne damlamasın diye. Orada, o boğucu ve daracık, yarı aydınlık yerde, deli gibi çarpan kalbimi dinleyerek öylece kaç dakika dikildim bilmiyorum. Kim bilir, belki ayıcık da benim kadar mutluydu, belki de o çarpan ayıcığın kalbiydi, kim bilir? Yahu şimdi nasıl anlatsam? Hani bebekleriniz olur, büyürler, kırk yaşına gelirler, siz de bu gerçeğe alışmış ve bununla yaşamaktasınızdır. Sonra birden çekmeceleri karıştıracağınız tutar ve o da ne, bebeğiniz oradadır. O sekiz aylık, daha konuşamayan, yulaf ve elma sosu kokan, yumuş yumuş ağlak suratlı bebek karşınızdadır. Sanki bunca zamandır kayıptır da yeni bulmuşsunuzdur onu, asırlardır çekmecenin içinden size seslenmiştir ama siz onu duyamamışsınızdır. Sonunda da kavuşmuşsunuzdur işte.

Aldım onu öyle bir hisle yeni evime götürdüm. Ev incitici bir şekilde yeniydi ki bu da kimsesiz ve yabancı hissettiriyordu eşyaya kendini. Her yerde antikacıdan ve ikinci el dükkânlardan satın alınmış, başkalarının evinde yaşamaya alışkın, yeni habitatlarına uyum sağlamaya çalışan eski eşya vardı. Ortamdaki bu yabancılığı ve soğuk havayı dağıtmak için elimden geleni yapmıştım. Orayı burayı annemin ıvır zıvırları ve çaputlarıyla doldurmuştum. Ama yine de aşinalık duygusu yeterli değildi hâlâ. Ayıcığı yatağımın üstüne koydum. Onunla başka ne yapacağımı bilemedim o an.

O gece ona sarılıp yattım. O da tek pençesiyle bana cılızca sarıldı biraz. Bulutlu bir yaz gecesiydi. Tan ağarana kadar uykum gelmedi bu yüzden uykuya bir yandan sancılı bir özlem de duyuyordum. Ayıcık tozu, tozlu seneleri, on yılları, bin yılları kokladı, çekti içine uykusunda. Gecenin gökyüzünü karanlık sular gibi bulanıklaştırdığı bir vakitte ben gözlerimi açtım, ayıcığın gözünün olması gereken yerde ufak siyah iplerin sarktığı boşluğu gördüm. Onun tahta kafasını okşadım; yara bere kaplıydı her yeri. Kulaklarına dokundum. Sonra birden içim ürperdi.

Hayır, dedim, bu böyle devam edemez. William Faulkner’ın bir kısa öyküsü vardır hani, adı “Emily İçin Bir Gül”, o geldi aklıma. Sevgilisi tarafından terk edilmemek için onu zehirleyen ve akabinde de kendini eve kilitleyip kırk yıl boyunca orada kalan bir kadının hikâyesidir. Kadının cenazesinin ardından evin içinde buldukları çürümüş bir pijamanın içinde çürümüş bir erkek cesedi, sanki yanında yatan birine sarılıyormuş gibi yan dönmüş yatmaktadır. Tepesinde bir tutam kır saçı kalan kafasını altında durmaktan çukurlaşmış bir yastığa koymuş, öylece uzanıyordur.

Ertesi gün, sabah olur olmaz, onarılamaz bir kararlılıkla Moskova’dan ayrıldım. Ama bir ay sonra, çaresizce geri döndüm. Döndüğümde, ayıcık ortadan kaybolmuştu. Yatağın üstünde değildi. Altında da değildi. Ne çekmecelerin içinde ne de döşemelerin altındaydı. Hiçbir yerde yoktu. Anlatabildim mi? Hiçbir yerde hem de.

İngilizceden çeviren: Eda İşler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder