Çeviren:
M. Tanju Akad
Kaynak: http://gercekedebiyat.com/
Alexandr
Blok (1880-1921), Rus sembolist şairlerinin en önemlisidir. “Uzaktaki
gökgürültüsü”ne ait mistik endişelerinde ve toprağın kadim dünyası ile kent ve
teknolojinin modern dünyası arasındaki çelişkide, Birinci Dünya Savaşı ve Rus
Devrimi’yle gelen büyük altüst oluşun işaretlerini görmüştür. “Doğa ve
Kültür” yazısında Sicilya’daki Etna Yanardağı’nın patlamalarını sosyal
felaketlerle ilgili bir metafor olarak kullanmaktadır. Bu metin 30 Aralık 1908
tarihinde St. Petersburg Dini Felsefe Cemiyeti’nde okunmuştur. İngilizceye
çevirisi I. Freidman tarafından yapılmış olup “Alexander Blok, The Spirit of
Music,London, 1956, sf. 50-52 ve 55”den alınmıştır.
Telgraf
telleri tüm Avrupa’da vınlıyor, ama bir zamanlar Messina olan görkemle ilgili
tek bir kelime yok. Haber telegramlarının kaba sözleri eski İtalyan
kronikerlerin gücünü ele geçirirken, Etna’da sarı duman sütunları gökyüzüne
yükseliyor. Sicilya sürekli titriyor ama korkulu sarsıntıları yatıştırılamıyor.
Bu
gerçekler karşısında iyimser olmaya gerek var mı? Ve yaklaşan fırtınanın
gürlemeleri uzaktan her duyulduğunda kültür bayrağının daima indirilebileceğine
işaret etmek için gerçekten karamsar ya da batıl inançlı mı olmalı?
Dünya
bir kez daha derinlerdeki siyasi heyecanların sarsıntılarını yaşıyor. Ve biz
tekrar veba, açlık ve ayaklanma ve korku karşısındaki kararsızlığımızı
kutladık. Asırlar boyu bağrımızda biriktirdiğimiz, hangi ürkütücü
kindarlıktır? Giderek daha katı ve mekanik hale gelen insan tabiatı her geçen
gün ateş, hava, toprak ve suyun intikamının hazırlandığı dev bir laboratuvarı
andırıyor. Bilim, dünyayı baskı altına almak için gelişiyor; sanatlar –tıpkı
kanatlı bir gündüz rüyası, gizemli bir uçak gibi- dünyadan uçup gitmek üzere
tomurcuklanıyor; sanayi, insanlar dünyadan ayrı düşsün diye ha bire büyüyor.
Kültürü
geliştiren herkes bir iblis gibi dünyaya küfrediyor ve uçup ondan uzaklaşmak
için kanatlar tasarlıyor. İlerlemenin avukatı, dünyaya, havaya, suya ve
toprağa, yeterince sertleşmemiş yer kabuğuna, bütün zor zamanlarına ve sonsuz
uzaklıklarına, neden ve sonuç arasındaki paslı külfete, hayatın ve ölümün
adaletsizliğine tüm kalbiyle intikam üflüyor. Kültürlü insanlar, ilerlemeyi
savunanlar, seçilmiş entelektüeller ağızları köpürerek makineler inşa ediyor,
gizli bir garezle bilimi ileri taşıyarak yeraltında ve yer üstünde, şurada ve
burada kımıldayan toprağın, ateşin ve suyun gümbürdemelerini duymamaya ve
onları unutmaya çalışıyorlar. Arada sırada uyanıp etraflarına bakınca
–lanetlenmiş, ancak sakin acılarını yaşayan- biraz toprak görüyorlar ve saçma,
cazip bir hikaye ya da bir tiyatro performansı izler gibi ona bakıyorlar.
Başkaları
da var ve onlar için dünya bir hikaye değil fakat harika ve sürekli bir gerçek.
Onlar havayı, suyu, toprağı ve ateşi ve dahi onlardan gelmiş gibi kendilerini
biliyorlar. Bunlar toprağın ve diğer unsurların çocukları. Toprak gibi sakin
duruyorlar ama bir süreliğine faaliyetleri yer altı sarsıntılarının uzaklardan
gelen ilk gümbürtülerini andırıyor. Biliyorlar ki her şeyin bir mevsimi ve
güneşin altındaki her amacın bir mevsimi var: doğmanın, ölmenin, tohumları
ekmenin ve ekilmiş olanı biçmenin bir zamanı, keza öldürmenin ve sağaltmanın,
yıkmanın ve inşa etmenin de bir zamanı var.” (Ecclestiastes.)
Uyguladıkları
meslek, onlar için sanayi ve kültürden daha gerekli ve daha uygun.
Onlar
da bir rüyada yaşıyorlar. Fakat rüyaları bizimkilerden farklı, tıpkı Rusya’nın
tarlalarının Nevsky Bulvarı’nın pırıltılı kaynaşmasından farklı olduğu gibi.
Rüyalarımızda görüyoruz ve gerçeklik içerisinde rüyaya dalıyoruz, bir uçağa
binip dünyadan uçup gideceğimizi, radyum sayesinde dünyanın bağırsaklarını ve
vücudumuzu nasıl inceleyeceğimizi, kuzey kutbuna nasıl gideceğimizi ve
zihnimizdeki son gram sentetik enerjiyi kullanarak kainatı tek bir üstün kanuna
nasıl tabi kılacağımızı düşünüyoruz.
Onlar,
esas insanlar, dünya ile ilgili düşler görüyor ve efsaneler yaratıyorlar.
Yeryüzüne yayılmış tapınaklar, bir perdenin gerisinde duran ve kimsenin
görmediği manastırlar, mucizeler yaratan Nikola’nın heykelini ve geceleri
çavdar başaklarını sallayan rüzgarları –çavdarın içinde raks eden kadını– derin
bir havuzun dibinden yüzeye çıkan tahtaları düşlüyorlar. –Ki bunlar yabancı
gemilerin parçalarıdır çünkü bu havuz okyanusun rüzgarlarını üflemektedir.
Dünya onlardır ve onlar da dünyanın bir parçasıdır. Onları dünyadan ayıran
hiçbir fark yoktur. Ara sıra tepe, ağaç, kilise ve köylünün kendisi canlanmış,
harekete geçmiş gibi görünür. Bu arada her şey hala uykudadır ama bir
sarsıldığı zaman duran her şey harekete geçip gidecektir: köylülere gidecektir,
koru ve kilise gidecektir ve Tanrı’nın insan kılığına girmiş olan anaları
tepelerden gidecek ve göller kıyılarına taşacak, nehirler kaynağına doğru
akacak ve tüm dünya yok olacaktır.
* * *
Öfkeden
kudurmuş iki intikam ateşinin, iki kampın arasında yaşıyoruz.
İşte
bu nedenle o derece ürkütüyor. Lav kabuğunun altından ışığa çıkan ne türden bir
ateştir?
Kalabria’yı
yakıp yıkan türden midir, yoksa saflaştıran, arındıran bir ateş midir?
Hangisi
olursa olsun, korkunç bir krizin içerisindeyiz. Bizi bekleyen olayları tam
olarak bilmiyoruz; fakat kalbimizde, sismografın iğnesi daha şimdiden
saptırılmış durumda. Daha şimdiden adeta hafif ve güven telkin etmeyen bir
uçakla dünyadan çok yükseklerde, adeta bir köz ışıltısının üzerinde
uçuyoruz, fakat altımızda gürleyen ve ateş saçan bir dağ var ve eteklerine
doğru, kül bulutlarının arkasında, kızıl lav ırmakları akıyor.
Not: Kalabriya, Messina’nın
(boğazın) hemen kuzeyinde, Etna’ya yakın bölgenin adıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder