Moskova

Moskova

20 Mayıs 2016 Cuma

Doğa ve Kültür / Alexandr Blok


Çeviren: M. Tanju Akad

Alexandr Blok (1880-1921), Rus sembolist şairlerinin en önemlisidir. “Uzaktaki gökgürültüsü”ne ait mistik endişelerinde ve toprağın kadim dünyası ile kent ve teknolojinin modern dünyası arasındaki çelişkide, Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi’yle gelen büyük altüst oluşun işaretlerini görmüştür. “Doğa ve Kültür” yazısında Sicilya’daki Etna Yanardağı’nın patlamalarını sosyal felaketlerle ilgili bir metafor olarak kullanmaktadır. Bu metin 30 Aralık 1908 tarihinde St. Petersburg Dini Felsefe Cemiyeti’nde okunmuştur. İngilizceye çevirisi I. Freidman tarafından yapılmış olup “Alexander Blok, The Spirit of Music,London, 1956, sf. 50-52 ve 55”den alınmıştır.

Telgraf telleri tüm Avrupa’da vınlıyor, ama bir zamanlar Messina olan görkemle ilgili tek bir kelime yok. Haber telegramlarının kaba sözleri eski İtalyan kronikerlerin gücünü ele geçirirken, Etna’da sarı duman sütunları gökyüzüne yükseliyor. Sicilya sürekli titriyor ama korkulu sarsıntıları yatıştırılamıyor.

Bu gerçekler karşısında iyimser olmaya gerek var mı? Ve yaklaşan fırtınanın gürlemeleri uzaktan her duyulduğunda kültür bayrağının daima indirilebileceğine işaret etmek için gerçekten karamsar ya da batıl inançlı mı olmalı?

Dünya bir kez daha derinlerdeki siyasi heyecanların sarsıntılarını yaşıyor. Ve biz tekrar veba, açlık ve ayaklanma ve korku karşısındaki kararsızlığımızı kutladık.  Asırlar boyu bağrımızda biriktirdiğimiz, hangi ürkütücü kindarlıktır? Giderek daha katı ve mekanik hale gelen insan tabiatı her geçen gün ateş, hava, toprak ve suyun intikamının hazırlandığı dev bir laboratuvarı andırıyor. Bilim, dünyayı baskı altına almak için gelişiyor; sanatlar –tıpkı kanatlı bir gündüz rüyası, gizemli bir uçak gibi- dünyadan uçup gitmek üzere tomurcuklanıyor; sanayi, insanlar dünyadan ayrı düşsün diye ha bire büyüyor.

Kültürü geliştiren herkes bir iblis gibi dünyaya küfrediyor ve uçup ondan uzaklaşmak için kanatlar tasarlıyor. İlerlemenin avukatı, dünyaya, havaya, suya ve toprağa, yeterince sertleşmemiş yer kabuğuna, bütün zor zamanlarına ve sonsuz uzaklıklarına, neden ve sonuç arasındaki paslı külfete, hayatın ve ölümün adaletsizliğine tüm kalbiyle intikam üflüyor. Kültürlü insanlar, ilerlemeyi savunanlar, seçilmiş entelektüeller ağızları köpürerek makineler inşa ediyor, gizli bir garezle bilimi ileri taşıyarak yeraltında ve yer üstünde, şurada ve burada kımıldayan toprağın, ateşin ve suyun gümbürdemelerini duymamaya ve onları unutmaya çalışıyorlar. Arada sırada uyanıp etraflarına bakınca –lanetlenmiş, ancak sakin acılarını yaşayan- biraz toprak görüyorlar ve saçma, cazip bir hikaye ya da bir tiyatro performansı izler gibi ona bakıyorlar.

Başkaları da var ve onlar için dünya bir hikaye değil fakat harika ve sürekli bir gerçek. Onlar havayı, suyu, toprağı ve ateşi ve dahi onlardan gelmiş gibi kendilerini biliyorlar. Bunlar toprağın ve diğer unsurların çocukları. Toprak gibi sakin duruyorlar ama bir süreliğine faaliyetleri yer altı sarsıntılarının uzaklardan gelen ilk gümbürtülerini andırıyor. Biliyorlar ki her şeyin bir mevsimi ve güneşin altındaki her amacın bir mevsimi var: doğmanın, ölmenin, tohumları ekmenin ve ekilmiş olanı biçmenin bir zamanı, keza öldürmenin ve sağaltmanın, yıkmanın ve inşa etmenin de bir zamanı var.” (Ecclestiastes.)

Uyguladıkları meslek, onlar için sanayi ve kültürden daha gerekli ve daha uygun.

Onlar da bir rüyada yaşıyorlar. Fakat rüyaları bizimkilerden farklı, tıpkı Rusya’nın tarlalarının Nevsky Bulvarı’nın pırıltılı kaynaşmasından farklı olduğu gibi. Rüyalarımızda görüyoruz ve gerçeklik içerisinde rüyaya dalıyoruz, bir uçağa binip dünyadan uçup gideceğimizi, radyum sayesinde dünyanın bağırsaklarını ve vücudumuzu nasıl inceleyeceğimizi, kuzey kutbuna nasıl gideceğimizi ve zihnimizdeki son gram sentetik enerjiyi kullanarak kainatı tek bir üstün kanuna nasıl tabi kılacağımızı düşünüyoruz.

Onlar, esas insanlar, dünya ile ilgili düşler görüyor ve efsaneler yaratıyorlar. Yeryüzüne yayılmış tapınaklar, bir perdenin gerisinde duran ve kimsenin görmediği manastırlar, mucizeler yaratan Nikola’nın heykelini ve geceleri çavdar başaklarını sallayan rüzgarları –çavdarın içinde raks eden kadını– derin bir havuzun dibinden yüzeye çıkan tahtaları düşlüyorlar. –Ki bunlar yabancı gemilerin parçalarıdır çünkü bu havuz okyanusun rüzgarlarını üflemektedir. Dünya onlardır ve onlar da dünyanın bir parçasıdır. Onları dünyadan ayıran hiçbir fark yoktur. Ara sıra tepe, ağaç, kilise ve köylünün kendisi canlanmış, harekete geçmiş gibi görünür. Bu arada her şey hala uykudadır ama bir sarsıldığı zaman duran her şey harekete geçip gidecektir: köylülere gidecektir, koru ve kilise gidecektir ve Tanrı’nın insan kılığına girmiş olan anaları tepelerden gidecek ve göller kıyılarına taşacak, nehirler kaynağına doğru akacak ve tüm dünya yok olacaktır.

* * *

Öfkeden kudurmuş iki intikam ateşinin, iki kampın arasında yaşıyoruz.

İşte bu nedenle o derece ürkütüyor. Lav kabuğunun altından ışığa çıkan ne türden bir ateştir?

Kalabria’yı yakıp yıkan türden midir, yoksa saflaştıran, arındıran bir ateş midir?

Hangisi olursa olsun, korkunç bir krizin içerisindeyiz. Bizi bekleyen olayları tam olarak bilmiyoruz; fakat kalbimizde, sismografın iğnesi daha şimdiden saptırılmış durumda. Daha şimdiden adeta hafif ve güven telkin etmeyen bir uçakla dünyadan çok yükseklerde, adeta bir köz ışıltısının üzerinde uçuyoruz, fakat altımızda gürleyen ve ateş saçan bir dağ var ve eteklerine doğru, kül bulutlarının arkasında, kızıl lav ırmakları akıyor.


Not: Kalabriya, Messina’nın (boğazın) hemen kuzeyinde, Etna’ya yakın bölgenin adıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder