Moskova

Moskova

19 Eylül 2015 Cumartesi

Ah Turnalar, Ah Kardeşlerimiz, Sevdiklerimiz…


Kaynak: http://deligaffar.com/ 

Eski Sovyet coğrafyasında çok gezdim, çok şehirler gördüm. Gördüğüm, yaşadığım hemen her kentte yaşadığım duygular hep aynıydı: müthiş bir iç burkulmasıyla beraber sürekli bir “ağlayacakmış gibi olma” hali. Bir zamanlar Dünyanın en güçlü, en onurlu halkı olan bu insanlar bugün kesif bir yoksulluğun ve sömürünün kucağında yaşam kavgası veriyorlar. Afrikada allahın bile unuttuğu ülkelere yardım eli uzatanların bugün kendi yaralarını bile saracak takatleri yok. Şu ya da bu sebeple yıkılan sosyalizmden geriye köhnemiş bir hayat, tozlu anılar ve adam boyu, yollar boyu, parklar, nehirler, caddeler boyu hüzün kalmış…

Yıllar önce Kiev’e ilk gittiğimde ilk birkaç günüm bu şekilde geçmişti. Baktığım her yerde geçmişin ihtişamı ve güzel günlerinin izlerini seçebiliyorum, ve fakat onların yanıbaşında bugünün yoksunluğu, bugünün yoksulluğu, bugünün çürümüşlüğü…

Cumartesi gecesi bir arkadaşımın işlettiği gece kulübüne gittim. Kiev’in eğlence yerleri de kendisi gibi muhteşemdir. Ancak iki gündür gördüğüm üzücü tabloların üstüne bir de kulüpteki manzaralar eklendi. Amerika’dan, İtalya’dan, Türkiye’den ve bilmem nerelerden gelen kalın beyefendiler, işadamları, yanlarında çocukları yaşındaki kızlar… Nasıl olur, nasıl olur da bir halk bu kadar sahipsiz olabilir, insanlık nasıl olur da bu kadar ucuzlar…

Bu sorulara hiçbir yanıt bulamadığım için içebildiğim kadar içtim. Zaten başlayınca frenim tutmuyor, üstüne bir de böyle bir ruh hali eklenince ancak sabah saat beş gibi alkolden alev alacak halde attım kendimi dışarı. Bir taksiye bindim, nehir kenarında Sagaydaçnago’da kaldığım eve gideceğim. Moralim o denli bozuk ki hiç yapmayacağım bir şeyi yaptım, cebime zor sığan Nokia telefonumu çıkardım, içindeki üç beş şarkıdan birini açıp dinlemeye başladım. Kulağıma dayayarak dinliyorum, şoför de radyodan bir şeyler dinliyor. Ben şarkıyı açtıktan bir süre sonra, şarkı dinlediğimi fark edince, beklenmedik bir hareket yaptı, radyoyu kapattı ve yavaşladı. Aynadan göz göze geldik. Çok tanıdık, masmavi gözler, o kısacık anda sanki çok uzun yıllardır tanışan iki arkadaş gibi baktık birbirimize, ya da bilmiyorum, belki bana öyle geldi. Bana “sesini açabilir misiniz” dedi… Sesi yükselttim, camdan üstünde gelinliğiyle yaşlanmış bir hüzünlü kadın gibi uzanan Kiev’e baktım. Daha fazla kendimi tutamadım, ağlamaya başladım…

Kiev’deki taksi şoförlerinin neredeyse tamamı bunu ek iş olarak yaparlar. Sonrasında yıllar boyu arkadaşım olan Boris de aslında bir öğretmen. Hala görüşürüz ve hala aynı şarkıyı dinleyip birbirimize bakarız. O daha sağlam bir adamdır, kolay kolay ağlamaz, parmaklarını sapsarı kısacık saçları arasında gezdirip dudağını büzer ve votkasından bir yudum alır. Bense her seferinde gözümden akanları durduramam. İkimiz de biliriz neye ağladığımı, neye hüzünlendiğimizi, konuşmadan yakılan bir ağıttır işte bu.

Kiev’in en büyük anıtı İkinci Dünya Savaşı’nda ya da yaygın deyimle Anayurt Savaşı’nda ölenler için yapılan anıt parktır. İçinde bir de büyük savaş müzesi yer alır. Boris’le tanışmamdan bir iki gün sonra Buğra beni o müzeye götürdü. İnsan hemen her galeride ayrı bir öyküyle sarsılıyor, ama en son galeride yaşadığım sanıyorum hepsinden öte bir sarsıntıydı.

Bu son galeride savaşın bittiğinde Kiev’lilerin kurduğu kutlama masalarından birinin örneği vardır. Kasalar üzerine serilmiş gazete kağıdından örtüler ve onun üstünde sadece votka ve bir iki parça turşudan oluşan dünyanın belki de en yoksul kutlama masası. Sadece yoksul değil aynı zamanda en acı, en buruk kutlaması da… Çünkü savaş milyonlarca insanı alıp götürmüştür ve barışı kutlayanlar bu kayıpların acısı yüreklerinin ta en derininde taşımaktadır.

Galerinin duvarları işte bu kaybedilenlerin resimleriyle doluydu. Masanın çevresinde de onbinlerce vesikalık fotoğraf misinalarla sarkıtılmıştı ve fonda sürekli olarak o aynı müzik çalıyordu. Her dinlediğimde beni ağlatan, bizimle aynı ruhu paylaşanlarla aramızda görünmez bir yol olan o şarkı.

O şarkının adı Juravli, Rusça Turnalar demek. Savaşta ölen askerler ve yitip giden insanlar için yazılmış bir şarkı. Ve benin ömrüm boyunca duyduğum en dokunaklı, en iyi şarkılardan biri.

Diyor ki “Savaşta ölen askerler, bir gün evlerine kar kadar beyaz bir turna olarak dönerler…”
Eski Sovyet coğrafyasında o kadar önemsenen bir şarkı ki en az yirmi farklı şekilde yorumlanmış. Benim en çok sevdiğim versiyonunu, Mark Bernes’ten.

Şarkının sözlerini Avar dilinin büyük şairi Dağıstanlı Resul Hamzatov yazmış. Bestesini ise Mark Bernes yapmış. Şiirin ve şarkının hayli ilginç bir öyküsü var. Şimdilik sadece küçük bir detayı verip kalanını bir sonraki yazıya bırakayım : Hamzatov bu şiiri Hiroşima’daki atom bombasını anıtında yer alan Sadako Sasaki heykelini gördükten sonra yazmıştı. Sasaki’nin öyküsü savaşın en hüzünlü öykülerinden biriydi. Atom bombası patladığında iki yaşında olan Sasaki tam on yıl boyunca hayatta kalma mücadelesi verdi ve 1955 yılında öldü. Japonya’daki bir inanışa göre bir dileği olan kişi orgimaiyle kağıttan beyaz turna kuşları yaparmış. Atom bombasının onbinlerce kurbanından biri olan Sasaki’nin dileği de iyileşmek, hayatta kalmakmış ve bin tane kağıt turna kuşu yaparsa bu dileğin olacağına inanıyormuş. Resul Hamzatov turnaların ilhamını işte bu talihsiz kız çocuğunun dramından almış.

Bir iki tane daha çok güzel versiyonu var şarkının. Dinleyelim, yazanların söyleyenlerin ve dünyanın tüm savaşlarında ölen masumların, kız ve erkek kardeşlerimizin ruhuna değsin…





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder