Kaynak: http://deligaffar.com/
Eski Sovyet coğrafyasında çok gezdim, çok şehirler gördüm.
Gördüğüm, yaşadığım hemen her kentte yaşadığım duygular hep aynıydı: müthiş bir
iç burkulmasıyla beraber sürekli bir “ağlayacakmış gibi olma” hali. Bir
zamanlar Dünyanın en güçlü, en onurlu halkı olan bu insanlar bugün kesif bir
yoksulluğun ve sömürünün kucağında yaşam kavgası veriyorlar. Afrikada allahın
bile unuttuğu ülkelere yardım eli uzatanların bugün kendi yaralarını bile
saracak takatleri yok. Şu ya da bu sebeple yıkılan sosyalizmden geriye köhnemiş
bir hayat, tozlu anılar ve adam boyu, yollar boyu, parklar, nehirler, caddeler
boyu hüzün kalmış…
Yıllar önce Kiev’e ilk gittiğimde ilk birkaç günüm bu
şekilde geçmişti. Baktığım her yerde geçmişin ihtişamı ve güzel günlerinin
izlerini seçebiliyorum, ve fakat onların yanıbaşında bugünün yoksunluğu,
bugünün yoksulluğu, bugünün çürümüşlüğü…
Cumartesi gecesi bir arkadaşımın işlettiği gece kulübüne
gittim. Kiev’in eğlence yerleri de kendisi gibi muhteşemdir. Ancak iki gündür
gördüğüm üzücü tabloların üstüne bir de kulüpteki manzaralar eklendi.
Amerika’dan, İtalya’dan, Türkiye’den ve bilmem nerelerden gelen kalın
beyefendiler, işadamları, yanlarında çocukları yaşındaki kızlar… Nasıl olur,
nasıl olur da bir halk bu kadar sahipsiz olabilir, insanlık nasıl olur da bu
kadar ucuzlar…
Bu sorulara hiçbir yanıt bulamadığım için içebildiğim kadar
içtim. Zaten başlayınca frenim tutmuyor, üstüne bir de böyle bir ruh hali
eklenince ancak sabah saat beş gibi alkolden alev alacak halde attım kendimi
dışarı. Bir taksiye bindim, nehir kenarında Sagaydaçnago’da kaldığım eve
gideceğim. Moralim o denli bozuk ki hiç yapmayacağım bir şeyi yaptım, cebime
zor sığan Nokia telefonumu çıkardım, içindeki üç beş şarkıdan birini açıp
dinlemeye başladım. Kulağıma dayayarak dinliyorum, şoför de radyodan bir şeyler
dinliyor. Ben şarkıyı açtıktan bir süre sonra, şarkı dinlediğimi fark edince,
beklenmedik bir hareket yaptı, radyoyu kapattı ve yavaşladı. Aynadan göz göze
geldik. Çok tanıdık, masmavi gözler, o kısacık anda sanki çok uzun yıllardır
tanışan iki arkadaş gibi baktık birbirimize, ya da bilmiyorum, belki bana öyle
geldi. Bana “sesini açabilir misiniz” dedi… Sesi yükselttim, camdan
üstünde gelinliğiyle yaşlanmış bir hüzünlü kadın gibi uzanan Kiev’e baktım.
Daha fazla kendimi tutamadım, ağlamaya başladım…
Kiev’deki taksi şoförlerinin neredeyse tamamı bunu ek iş
olarak yaparlar. Sonrasında yıllar boyu arkadaşım olan Boris de aslında bir
öğretmen. Hala görüşürüz ve hala aynı şarkıyı dinleyip birbirimize bakarız. O
daha sağlam bir adamdır, kolay kolay ağlamaz, parmaklarını sapsarı kısacık
saçları arasında gezdirip dudağını büzer ve votkasından bir yudum alır. Bense
her seferinde gözümden akanları durduramam. İkimiz de biliriz neye ağladığımı,
neye hüzünlendiğimizi, konuşmadan yakılan bir ağıttır işte bu.
Kiev’in en büyük anıtı İkinci Dünya Savaşı’nda ya da yaygın
deyimle Anayurt Savaşı’nda ölenler için yapılan anıt parktır. İçinde bir de
büyük savaş müzesi yer alır. Boris’le tanışmamdan bir iki gün sonra Buğra beni
o müzeye götürdü. İnsan hemen her galeride ayrı bir öyküyle sarsılıyor, ama en
son galeride yaşadığım sanıyorum hepsinden öte bir sarsıntıydı.
Bu son galeride savaşın bittiğinde Kiev’lilerin kurduğu
kutlama masalarından birinin örneği vardır. Kasalar üzerine serilmiş gazete
kağıdından örtüler ve onun üstünde sadece votka ve bir iki parça turşudan
oluşan dünyanın belki de en yoksul kutlama masası. Sadece yoksul değil aynı zamanda
en acı, en buruk kutlaması da… Çünkü savaş milyonlarca insanı alıp götürmüştür
ve barışı kutlayanlar bu kayıpların acısı yüreklerinin ta en derininde
taşımaktadır.
Galerinin duvarları işte bu kaybedilenlerin resimleriyle
doluydu. Masanın çevresinde de onbinlerce vesikalık fotoğraf misinalarla
sarkıtılmıştı ve fonda sürekli olarak o aynı müzik çalıyordu. Her dinlediğimde
beni ağlatan, bizimle aynı ruhu paylaşanlarla aramızda görünmez bir yol olan o
şarkı.
O şarkının adı Juravli, Rusça Turnalar demek. Savaşta ölen
askerler ve yitip giden insanlar için yazılmış bir şarkı. Ve benin ömrüm
boyunca duyduğum en dokunaklı, en iyi şarkılardan biri.
Diyor ki “Savaşta ölen askerler, bir gün evlerine kar kadar
beyaz bir turna olarak dönerler…”
Eski Sovyet coğrafyasında o kadar önemsenen bir şarkı ki en
az yirmi farklı şekilde yorumlanmış. Benim en çok sevdiğim versiyonunu, Mark
Bernes’ten.
Şarkının sözlerini Avar dilinin büyük şairi Dağıstanlı
Resul Hamzatov yazmış. Bestesini ise Mark Bernes yapmış. Şiirin ve şarkının
hayli ilginç bir öyküsü var. Şimdilik sadece küçük bir detayı verip kalanını
bir sonraki yazıya bırakayım : Hamzatov bu şiiri Hiroşima’daki atom bombasını
anıtında yer alan Sadako Sasaki heykelini gördükten sonra yazmıştı. Sasaki’nin
öyküsü savaşın en hüzünlü öykülerinden biriydi. Atom bombası patladığında iki
yaşında olan Sasaki tam on yıl boyunca hayatta kalma mücadelesi verdi ve 1955
yılında öldü. Japonya’daki bir inanışa göre bir dileği olan kişi orgimaiyle
kağıttan beyaz turna kuşları yaparmış. Atom bombasının onbinlerce kurbanından
biri olan Sasaki’nin dileği de iyileşmek, hayatta kalmakmış ve bin tane kağıt
turna kuşu yaparsa bu dileğin olacağına inanıyormuş. Resul Hamzatov turnaların
ilhamını işte bu talihsiz kız çocuğunun dramından almış.
Bir iki tane daha çok güzel versiyonu var şarkının.
Dinleyelim, yazanların söyleyenlerin ve dünyanın tüm savaşlarında ölen
masumların, kız ve erkek kardeşlerimizin ruhuna değsin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder