Moskova

Moskova

21 Eylül 2015 Pazartesi

"Ben Nâzım’ın gözlerine o benim örgülerime baktı


CANAN AYDIN - Birgün

Rus yazar Larisa N. Vasilyev Lenin ve Stalin’den başlayıp Kremlin Sarayı’nın kapılarını aralayarak bizi içeriye aldı. O kunt duvarların arasında kadınlar ne yaşadı kimse merak etmemişti. Vasilyev içeriye girdi, Sovyet liderlerinin ve eşlerinin ilginç anılarını, bilinmeyen, gölgede kalmış özelliklerini anlattığı kitabı ‘Kremlin Kadınları’nı kaleme aldı. Yazarın 1993’te yazdığı kitap başta ülkesi olmak üzere Amerika, İngiltere, İtalya ve daha birçok ülkede ilgi gördü. Türkiye’de ise Eton Yayıncılık tarafından fark edildi ve ilk kez Türkçe’ye çevrildi.

Kitabın tanıtım programı için İstanbul’a da gelen Larisa Vasilyeva’yla konuşma fırsatımız oldu. Tabii mevzu Rusya olunca Nazım konuşulmaz mı! Vasileva “Nazım edebiyat dünyasını süslüyordu… Yurtdışında mülteci olarak yaşamak onun için çok zordu mutlaka. Ama bir şey çok açıktı. Sovyetler Birliği’nde dostluk ve aşk buldu; bu kesin” diyerek Nazım’la yollarının nasıl kesiştiğini anlattı. Tüm bu sohbetimizi gerçekleştirmemize Rusça çevirisiyle yardımcı olan kitabın da çevirmenlerinden Serdar Arıkan’a da teşekkür ederek başlayalım sohbete.

Genel olarak mutlu musunuz, çok dinç görünüyorsunuz?

Evet mutluyum. Mesela genelde kaç yaşımda olduğumu düşünmüyorum. Unuttum kaç yaşımda olduğumu. Şunu söyleyebilirim; biliyorsunuz Rusya soğuk bir ülke. Her sabah çıplak ayakla yatağımdan kalkıp başımdan aşağı üç kova soğuk buz gibi suyu boşaltıyorum. Yıllardır yapıyorum bunu. Hiç hasta olmuyorum, üşütmüyorum; nezle bile olmuyorum. Ve daima pozitif düşünüyorum.

Yazarlar ve şairler bu dünyayı anlamaya çalışan, olup bitene dair sözü olan insanlar. Siz de bunlardan birisiniz. Mutlaka hayata daha içsel bakıyorsunuz. Dünyada olup biten tüm bu olumsuzluklarla nasıl baş ediyorsunuz?

Maalesef bu dünyada erkekler olması gerektiği gibi davranıyor. Biz ataerkil bir toplumda, böyle bir dünyada yaşıyoruz. Toprakların, ülkelerin insanlara ait olduğuna inanmıyorum. Bence insanlar toprağa aitler. Ben de kendi rolümü bu kocaman dünyada insanların daha mutlu olması için gayret edip bunun için çabalıyorum. Benim şiirlerimi okuduklarında duygulanıyor ve bizi anlatıyorsun diyorlar. Onların üzüntülerini, acılarını dünyaya anlattığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Bu kadınsı ve annelikle dolu yaklaşım; bu beni sağaltıyor, iyileştiriyor. Ve okurlarımın bundan dolayı iyileştiğini düşünüyorum.

Kremlin Kadınları’nın hikâyelerinin de peşine düşmenizin nedeni bu sanırım?

Edebiyatta, sanatta kadınların bir nesne olarak çok az kişiyi ilgilendirdiğine, onlarla ilgili çok az eser olduğunu fark ettim öncelikle. Sanki kadınlar bütün bu eserlerde dekoratif bir nesne olarak kullanılmakta. Ve bunu benim kırmam lazımdı. Bir yerinden bunu değiştirmem gerekiyordu. Rusya tarihini ve Rusya tarihinin en başını almaya karar verdim. En yukarıya tepeye bakmak gerekiyordu. Aşağıya baksaydım orada pek kimseyi göremeyecektim. Zaten herkesi tepedekiler ilgilendiriyordu.

Peki ne vardı yukarda?

Çiftler, aileler görüyorduk ama onların arasında pek aşk yoktu. Sözleşmeler vardı, parasal ilişkiler, çıkar ilişkileri vardı. Bu ilişkiler ağı içerisinde insanlar kendilerini hayal olarak, hayalet olarak ancak yansıtabiliyorlardı. O zaman ben dedim ki; her şeyin en başına, en tepeye çıkayım ve orada arayayım aşkı. Var mı acaba aşk ve şöyle bir plan yaptım. Rus Çarları’nın Eşleri I, Rus Çarları’nın Eşleri II. Sonra Kremlin Kadınları, sonra da Kremlin Çocukları diye bir plan yapmaya başladım.

Benim sevgili akıllı kocam dedi ki; “Bu çariçelerle uğraşıp durma. Onlar zaten çoktan ölmüşler. Ama Kremlin kadınları yani Bolşevikler iktidara geldikten sonra sarayda yaşayan kadınların arasında hâlâ yaşayanlar var. Kaçıracaksın, onlar da ölecek yakında. Hatta onların çocukları bile vefat etmeye başladılar. Bir an önce bunu bırak, yaşayan insanların peşine düş”.

Onu dinledim. Kremlin Sarayı’nda yaşayan, o dönemin iktidarda bulunan kişilerin eşlerinin peşine düştüm. O yüzden ilk başlamış olduğum planı, yani çariçeler sonra devlet adamların eşleri, sonra çocuklarda bir değişiklik yapmış oldum.

Kremlin’in kunt duvarları arasında neler oluyordu?

Benim ülkemde hiçbir dönemde hiç kimse Kremlin’e gidip kapıları açıp “Kremlin’de aileler de yaşıyor. Bunlar ne yapıyor. Bu yöneticilerin eşleri nasıl yaşıyor” diye merak edip bakmamıştı. Bu işi yapmam için benim sağcı ya da solcu olmam, demokrat ya da liberal olmam gerekmiyordu. Benim olmam gereken şey bu arayışta kadın olmaktı. Ve ben kapıyı açıp baktığımda orada daha önce kimsenin olmadığını gördüm. O zaman ben ilk gelendim 
ve kadınları ilk anlatacak olan bendim. O zaman keşfedilecek çok şey var diye düşündüm.

İlk gördüğünüz neydi, Kremlin’de kadınlar mutlu muydu?

Kremlin’de o koca kale gibi yapının kocaman kalın kapılarının arkasında oturan garip hüzünlü kadınlar var diye düşündüm. Sovyetler Birliği döneminde orada bulunan Kremlin liderlerinin eşleri nasıl insanlardı şöyle bir hatırlayalım. Krupskaya, Lenin’in eşi. Nadejda Krupskaya’yla ilgili söylenenlere baktığımızda onun çok çirkin olduğunu, kocaman bir kurbağaya benzediğini gözlerinin patlak olduğunu, hastalıklı olduğunu falan söylerler, anlatırlar insanlar. Ama onun Kremlin’e gelmeden önceki haline, yani gençliğine baktım. Mükemmel güzellikte bir kadın gördüm. Ivan Sergeyeviç Turgenev’in romanından çıkmış genç bir kadın kahraman gibiydi örgülü saçlarıyla ve işte karşımdaydı Lenin’in eşi Nadejda Krupskaya.

Devrimden sonra çok farklı kadınlar Kremlin’e geldiler.

Nasıl farklı?

Güçlü bir kadın olan Krupskaya ki; bu kadın Lenin’e ilk baktığında onda gördüğü güzel gözleri kara kaşları olmamıştı. Yani güçlü kollarıyla bana nasıl güzel sarılacak kendimden geçirecek falan diye düşünmemişti Nadejda. Lenin’e baktığında onun gördüğü devrim, devrimin yakın olduğu ve gerçekleşebileceğiydi. Lenin’de devrimin kendisini görüyordu Nadejda.

O anlamda aslında âşık olduğu Lenin değil, devrimdi. Ve kocası için değil, devrim için çalıştı o zaman Nadejda?

Evet. Nadejda Lenin’in çalışırken daha iyi hissetmesi için Inessa (Armand) adlı güzel kadına âşık olması gerekiyorduysa lütfen bırak olsun. Nadejda devrimin peşinde. Nasılsa o aşk gelip geçici. Nadejda’ya lazım mı, değil. Nadejda onun peşinde mi, değil. Ama öyle bir yapmalıydı ki Nadejda, öyle bir davranmalıydı ki Lenin’le sadece öpüşmemeliydiler. Yapması gereken Lenin’in sevgilisi olduğu iddia edilen Inessa’nın da devrim için çalışmasıydı. Ve Inessa gerçekten devrim için çok yararlı bir kadındı. Pek çok yabancı dil biliyordu, bütün dünyayı dolaşmıştı. Amerika’ya gitmişti. Amerikalı işçilere Lenin’in kim olduğunu anlatmıştı, propagandasını yapmıştı. O zamanlar Batı’daki, Amerika’daki kişiler Rusya’daki devrimcileri, Lenin’i tanımıyorlardı. Ve Inessa bir anlamda devrimin parlak ışığıydı. Nadejda ise devrimin yük beygiriydi. Çünkü Nadejda çok hamarat ve çok çalışkan bir insandı. Kadının karakteri böyleydi, güzelliği buydu. Cehaletle, yoksullukla dolu Rusya’da cehaletin son bulması için yetimlerin, öksüzlerin, doyurulması barındırılması, eğitilmesi okutulması için çok büyük gayretlerde bulundu. Ve eğer biz bugün cahil değilsek hepimiz iyi okumuşsak bunu Nadejda Kurupsya’ya borçluyuz.

Onun eğitim alanında yaptıkları sayesinde oldu. Bu arada kadın Milli Eğitim Bakanı’ydı. Nadejda anne olamadı, çocuk doğuramadı çünkü Çarlık tarafından Sibirya’ya gönderildiği sürgünde yumurtalıklarından hastalanmıştı. Bu nedenle de çocuğu olmadı.

Peki ya Stalin’in eşi Nadezjda Allilujeva. Onun dünyasında neler oluyordu?

Dikkatle Stalin’e baktığınızda kim evlenirdi sizce? Kimse. O yüzden zorla, genç bir kadın olan Nadezjda Allilujeva’yla evlendi. O genç kız ona âşık oldu ama her gün kavga ediyorlardı. Evliliğin dramla sonuçlanacağı başından belliydi. Nadezjda Allilujeva bir anlamda kendini vurmaya mahkûmdu ki öyle de yaptı. Nadezjda kendini öldürerek Stalin’i cezalandırmış oldu aslında ve tarihe geçti. Nadezjda bir bakıma teslim olmayacağını göstermiş oldu. Bu onun direnişiydi. Değer miydi? Elbette değmezdi. Ancak bence başka bir çıkış yolu bırakılmamıştı. Bizim ülkemizde hiç kimse bütün bunları bilmiyordu. Ben bunların içerisine girdiğimde o evraklara dokümanlara ulaştığımda, o insanlarla konuşmaya başladığımda anladım ki ben bu sırları ortaya çıkarabilirim. Bu kitapta bunları anlattığım zaman da insanlar büyük merakla bu kitabı alıp okumaya başladı.

Mesela ülkenin ikinci adamı Vyaçeslav Molotov’un (Molotof kokteylinin mucidi) eşi Polina Zhemchuzhina. Kocası Kremlin’de sarayda yaşarken o Sovyetlerin meşhur hapishanesi Lubyanka’daydı. Kendisine yapılan hiçbir suçlamayı kabul etmedi. Bunların hepsi yalan dedi, iftira dedi. Elinizde kanıt yok dedi bu kadın. Aslında direnen hayatta kaldı. Ama kabul eden iftiraya zorlanıp baskılar altında boyun eğen onları yok ettiler, onları kurşuna dizdiler.

Sürgüne gönderilen, zulmedilen, kurşuna dizilen bu kadınlar için eşleri neden hiçbir şey yapmadı?

Bu benim temel sorumdu. Niye erkekler eşlerini savunmadılar? Ve sanki bir yasallık keşfettim. Polina’ya işkence ediyorlar ama Molotov’un karısı için hiçbir şey yapmıyor.
Bir dönem hakkında yargıya varmak için o dönemin değerlerine göre hareket etmeniz gerekir. Bugünün değerleriyle o dönemi yargılamanız yanlış olacaktır. Bunu aklınızda tutun lütfen.

İşte niye bir şey yapmıyorlar?

Hapse atmadan önce Polina Zhemchuzhina Molotov’a ne dedi biliyor musunuz? “Eğer benim hapse girmem Stalin’e gerekiyorsa, Stalin için lazımsa ya da benim hayatım gerekiyorsa onun istediği gibi davranalım.” Hatta kendi isteğiyle kocasından boşanıyor Polina. Boşanma davasını kendisi açıyor. “Seni ve ailemizi kurtarmalıyım hiç olmazsa. Nasıl olsa bunu yapacaklar” diyor.

Peki Kremlin’de hiç yolsuzluk oldu mu?

Sovyetler Birliği döneminde böyle bir kavram yoktu ki. Çıkamazdı da zaten. Yolsuzluk o yüzden yoktu kesinlikle. Ama erkek önde kadın arkada geleneğini bozan Gorbaçov'un karısı Raisa Gorbaçov oldu. O arkada kalmadı, erkeğin yanına geçti. Raisa’yla birlikte Sicilya’ya gittim. Sicilya’da Raisa Hanım’a çok değerli mercandan bir kolye hediye ettiler. Onu bana gösterdi. Çok güzel, gerçekten şahane bir kolye. Ona sordum, “Şimdi siz bunu hazineye mi vermek zorundasınız? Çok güzel, bunu taksanız dedim. Hiç olmazsa bir yazı yazın, eşiniz görevden ayrılıncaya kadar takacağınızı sonra iade edeceğinizi söyleyin.” Dedi ki “İade etmek zorundayım”. Kime? “Devlet hazinesine”. “Ama çok aptalca” dedim “Orada kimse görmeyecek ki bunu” o zaman sinirlendi, “Buna siz karar veremezsiniz. Tabii ki onu hazineye iade edeceğim” dedi.

Sosyalist sistemin saraylarıyla dönemin sarayları arasındaki ne tür benzerlikler ya da farklılıklar var?

Sosyalist sistemdeki saraylar devlete aitti ve göreve gelen yönetimdekilere yazlık bir ev tahsis ediliyordu. Kategori olarak mütevazıydı, üç yıldızlı bir otel ayarındaydı. Bugün iktidarın sahip olduğu yazlık evlerin görkemiyse onları çok çok geride bırakmış durumda. Sosyalizmdekiler çok daha mütevazı yaşıyordu. Bunun dışında Kremlin’deki ailelerde önemli bir önderin oğluyla evlenmiş bir kadınla sohbet ettim. Koca bir çekmece dolusu takısı vardı. Ama hiçbirini takamıyordu. Çünkü mütevazı olmak zorunda olduğunu anlatmıştı. Yani biraz yalancı bir mütevazılık aslında; var ama takamıyorsun, gösteremiyorsun. Ama biz bunu bilmiyorduk halk olarak. İşte ben o kapıyı aralamaya başladım ve sonrada yüksek sesle anlatmaya başladım. İnsanlar öğrenmeye başladılar.

Peki bu kaynaklara ulaşmak zor oldu mu? Kolay açıldı mı bu kapılar?

Görmek kolaydı, yazmak da. Ama sansürden bunu geçirmek, o zordu işte. Ama aptal ve neşeli bir kadın olduğum için farkına bile varmadım (gülüyor). ‘Sansür mü, sansür mü var bizim ülkemizde!” Sansürcüler de galiba benim farkıma varmadılar ve geri adım attılar.

Bizim kıymetlimiz Nazım Hikmet sizin ülkenizde yaşadı ve unutulmaz eserler bıraktı. Siz kendisiyle tanıştınız mı?

Nazım Hikmet’i ilk gördüğüm yıl 1957 olması lazım. Moskova Devlet Üniversitesi’nde okuyordum. Son sınıf öğrencisiydim ve okulu ziyarete gelen yabancı konukların gezisi sırasında onlara mihmandarlık yapmakla görevlendirilen pek çok kızdan biriydim. Farklı ülkelerden gelen bir kısmı ünlü devlet yöneticisi, siyasetçi vardı aralarında. Nazım bunların arasında sanatçı olan, şair olan ender insanlardan birisiydi. Nazım çok yakışıklıydı. Hemen bakışlarım onu buldu. O sırada saçlarım uzun ve iki örgülüydü. O da benim saçlarıma baktı gördüm ben onun gözlerine. Ve biz sanki bir gizli güç tarafından birbirimize yaklaştırıldık. Birbirimizi seçmiş gibiydik. Ben onun mihmandarı oldum kendiliğinden. Ve bu sıkıcı geziye başladık. Okulu tanıtmam gerekiyordu. Çok sıkıcıydı, işte binalar beton… Baktım bir süre sonra çok da dikkatli dinlemiyor beni. Sonra kolumdan tuttu dedi ki; “Boşver, en iyisi gel bir yere oturalım bir kahve içelim”. Tabii ki gittim onunla. Çay içtik sohbet ettik. Ondan sonra da ayrıldık. Hep hatırlıyordum onu.

Ne konuştunuz, sohbetiniz nasıldı?

Daha çok şiir konuştuk. Onun şiirleri ve benim şiirlerim üzerine bir sohbetti. Tabii ben daha sonra şiirlerinin tercümelerini okudum. Bazı tercümeler başarılıydı ama bazıları çok kötüydü maalesef. Epey bir zaman sonra bir daha karşılaştık. Ama ben artık bir yazardım ve yazarlar birliğinin evinde bir araya geldik. Kafeteryada bir kadınla oturuyordu. Kadından hiç hoşlanmamıştım (gülüyor). Yanına yanaşıp bir şey söyleyecek kadar tanışık değildim. Sonra birkaç kere bir takım kabullerde, resepsiyonlarda karşılaştık. Bu anlamda yakın tanışıklığımız olduğunu dostluk ettiğimizi söyleyemem. Ama şunun farkına vardım; edebiyat dünyasını gerçekten süslüyordu varlığıyla. Ortaya çıktığında yazarlar evinin kapısından içeri girdiğinde hemen ayırt ediliyordu diğer bütün insanlardan.

Kendinizi hatırlatmadınız mı Nazım’a?

Yok hiç hatırlatmadım, gereği yoktu. O zaten orada yaşandı bitti. Çünkü daha sonra bir daha saçımı hiç o şekilde taramadım, örmedim. Özel hayatı hakkında bilgim yoktu. Çok ilgilenmiyordum aslında. Sonra duydum Rus bir kadınla evlendiğini. Hayatının son döneminde yurtdışında mülteci olarak yaşamak onun için çok zordu mutlaka. Ama bir şey çok açıktı. Sovyetler Birliği’nde dostluk ve aşk buldu; bu kesin.

Türkiye’ye ilk kez geliyorsunuz. Bizim de bir sarayımız olduğunu biliyor musunuz?


Bu çok modaymış, bunu duydum. Tabii Türk halkına bundan dolayı üzüntümü ifade etmek isterim. Belki onun adına sevinmek de gerekir. Çünkü yıllar geçecek ve insanoğlu kendi kendini yok etmezse eğer-kendi kendini yok etmesi için bayağı bir temel var aslında- gelecekteki kuşaklar o binayı bizim Süleymaniye Camii’yi seyrettiğimiz gibi dışardan bakıp “Neler de yapmış bizim atalarımız. Süleymaniye Camii’nden de büyük” derler belki. Ama o kadar. Sonra da yolsuzluklardan bahsederler. Çok fazla şey tekrarlıyor tarihte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder