CANAN
AYDIN - Birgün
Rus yazar Larisa N. Vasilyev Lenin ve Stalin’den başlayıp
Kremlin Sarayı’nın kapılarını aralayarak bizi içeriye aldı. O kunt duvarların
arasında kadınlar ne yaşadı kimse merak etmemişti. Vasilyev içeriye girdi,
Sovyet liderlerinin ve eşlerinin ilginç anılarını, bilinmeyen, gölgede kalmış
özelliklerini anlattığı kitabı ‘Kremlin Kadınları’nı kaleme aldı. Yazarın
1993’te yazdığı kitap başta ülkesi olmak üzere Amerika, İngiltere, İtalya ve
daha birçok ülkede ilgi gördü. Türkiye’de ise Eton Yayıncılık tarafından fark
edildi ve ilk kez Türkçe’ye çevrildi.
Kitabın tanıtım programı için İstanbul’a da gelen Larisa
Vasilyeva’yla konuşma fırsatımız oldu. Tabii mevzu Rusya olunca Nazım
konuşulmaz mı! Vasileva “Nazım edebiyat dünyasını süslüyordu… Yurtdışında
mülteci olarak yaşamak onun için çok zordu mutlaka. Ama bir şey çok açıktı.
Sovyetler Birliği’nde dostluk ve aşk buldu; bu kesin” diyerek Nazım’la
yollarının nasıl kesiştiğini anlattı. Tüm bu sohbetimizi gerçekleştirmemize
Rusça çevirisiyle yardımcı olan kitabın da çevirmenlerinden Serdar Arıkan’a da
teşekkür ederek başlayalım sohbete.
Genel
olarak mutlu musunuz, çok dinç görünüyorsunuz?
Evet mutluyum. Mesela genelde kaç yaşımda olduğumu
düşünmüyorum. Unuttum kaç yaşımda olduğumu. Şunu söyleyebilirim; biliyorsunuz
Rusya soğuk bir ülke. Her sabah çıplak ayakla yatağımdan kalkıp başımdan aşağı
üç kova soğuk buz gibi suyu boşaltıyorum. Yıllardır yapıyorum bunu. Hiç hasta
olmuyorum, üşütmüyorum; nezle bile olmuyorum. Ve daima pozitif düşünüyorum.
Yazarlar
ve şairler bu dünyayı anlamaya çalışan, olup bitene dair sözü olan insanlar.
Siz de bunlardan birisiniz. Mutlaka hayata daha içsel bakıyorsunuz. Dünyada
olup biten tüm bu olumsuzluklarla nasıl baş ediyorsunuz?
Maalesef bu dünyada erkekler olması gerektiği gibi
davranıyor. Biz ataerkil bir toplumda, böyle bir dünyada yaşıyoruz.
Toprakların, ülkelerin insanlara ait olduğuna inanmıyorum. Bence insanlar
toprağa aitler. Ben de kendi rolümü bu kocaman dünyada insanların daha mutlu
olması için gayret edip bunun için çabalıyorum. Benim şiirlerimi okuduklarında
duygulanıyor ve bizi anlatıyorsun diyorlar. Onların üzüntülerini, acılarını
dünyaya anlattığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Bu kadınsı ve annelikle
dolu yaklaşım; bu beni sağaltıyor, iyileştiriyor. Ve okurlarımın bundan dolayı
iyileştiğini düşünüyorum.
Kremlin
Kadınları’nın hikâyelerinin de peşine düşmenizin nedeni bu sanırım?
Edebiyatta, sanatta kadınların bir nesne olarak çok az
kişiyi ilgilendirdiğine, onlarla ilgili çok az eser olduğunu fark ettim
öncelikle. Sanki kadınlar bütün bu eserlerde dekoratif bir nesne olarak
kullanılmakta. Ve bunu benim kırmam lazımdı. Bir yerinden bunu değiştirmem
gerekiyordu. Rusya tarihini ve Rusya tarihinin en başını almaya karar verdim.
En yukarıya tepeye bakmak gerekiyordu. Aşağıya baksaydım orada pek kimseyi
göremeyecektim. Zaten herkesi tepedekiler ilgilendiriyordu.
Peki
ne vardı yukarda?
Çiftler, aileler görüyorduk ama onların arasında pek aşk
yoktu. Sözleşmeler vardı, parasal ilişkiler, çıkar ilişkileri vardı. Bu
ilişkiler ağı içerisinde insanlar kendilerini hayal olarak, hayalet olarak
ancak yansıtabiliyorlardı. O zaman ben dedim ki; her şeyin en başına, en tepeye
çıkayım ve orada arayayım aşkı. Var mı acaba aşk ve şöyle bir plan yaptım. Rus
Çarları’nın Eşleri I, Rus Çarları’nın Eşleri II. Sonra Kremlin Kadınları, sonra
da Kremlin Çocukları diye bir plan yapmaya başladım.
Benim sevgili akıllı kocam dedi ki; “Bu çariçelerle uğraşıp
durma. Onlar zaten çoktan ölmüşler. Ama Kremlin kadınları yani Bolşevikler
iktidara geldikten sonra sarayda yaşayan kadınların arasında hâlâ yaşayanlar
var. Kaçıracaksın, onlar da ölecek yakında. Hatta onların çocukları bile vefat
etmeye başladılar. Bir an önce bunu bırak, yaşayan insanların peşine düş”.
Onu dinledim. Kremlin Sarayı’nda yaşayan, o dönemin
iktidarda bulunan kişilerin eşlerinin peşine düştüm. O yüzden ilk başlamış
olduğum planı, yani çariçeler sonra devlet adamların eşleri, sonra çocuklarda
bir değişiklik yapmış oldum.
Kremlin’in
kunt duvarları arasında neler oluyordu?
Benim ülkemde hiçbir dönemde hiç kimse Kremlin’e gidip
kapıları açıp “Kremlin’de aileler de yaşıyor. Bunlar ne yapıyor. Bu
yöneticilerin eşleri nasıl yaşıyor” diye merak edip bakmamıştı. Bu işi yapmam
için benim sağcı ya da solcu olmam, demokrat ya da liberal olmam gerekmiyordu.
Benim olmam gereken şey bu arayışta kadın olmaktı. Ve ben kapıyı açıp
baktığımda orada daha önce kimsenin olmadığını gördüm. O zaman ben ilk gelendim
ve kadınları ilk anlatacak olan bendim. O zaman keşfedilecek çok şey var diye
düşündüm.
İlk
gördüğünüz neydi, Kremlin’de kadınlar mutlu muydu?
Kremlin’de o koca kale gibi yapının kocaman kalın
kapılarının arkasında oturan garip hüzünlü kadınlar var diye düşündüm.
Sovyetler Birliği döneminde orada bulunan Kremlin liderlerinin eşleri nasıl
insanlardı şöyle bir hatırlayalım. Krupskaya, Lenin’in eşi. Nadejda
Krupskaya’yla ilgili söylenenlere baktığımızda onun çok çirkin olduğunu,
kocaman bir kurbağaya benzediğini gözlerinin patlak olduğunu, hastalıklı
olduğunu falan söylerler, anlatırlar insanlar. Ama onun Kremlin’e gelmeden
önceki haline, yani gençliğine baktım. Mükemmel güzellikte bir kadın gördüm.
Ivan Sergeyeviç Turgenev’in romanından çıkmış genç bir kadın kahraman gibiydi
örgülü saçlarıyla ve işte karşımdaydı Lenin’in eşi Nadejda Krupskaya.
Devrimden sonra çok farklı kadınlar Kremlin’e geldiler.
Nasıl
farklı?
Güçlü bir kadın olan Krupskaya ki; bu kadın Lenin’e ilk
baktığında onda gördüğü güzel gözleri kara kaşları olmamıştı. Yani güçlü
kollarıyla bana nasıl güzel sarılacak kendimden geçirecek falan diye
düşünmemişti Nadejda. Lenin’e baktığında onun gördüğü devrim, devrimin yakın
olduğu ve gerçekleşebileceğiydi. Lenin’de devrimin kendisini görüyordu Nadejda.
O
anlamda aslında âşık olduğu Lenin değil, devrimdi. Ve kocası için değil, devrim
için çalıştı o zaman Nadejda?
Evet. Nadejda Lenin’in çalışırken daha iyi hissetmesi için
Inessa (Armand) adlı güzel kadına âşık olması gerekiyorduysa lütfen bırak
olsun. Nadejda devrimin peşinde. Nasılsa o aşk gelip geçici. Nadejda’ya lazım
mı, değil. Nadejda onun peşinde mi, değil. Ama öyle bir yapmalıydı ki Nadejda,
öyle bir davranmalıydı ki Lenin’le sadece öpüşmemeliydiler. Yapması gereken
Lenin’in sevgilisi olduğu iddia edilen Inessa’nın da devrim için çalışmasıydı.
Ve Inessa gerçekten devrim için çok yararlı bir kadındı. Pek çok yabancı dil
biliyordu, bütün dünyayı dolaşmıştı. Amerika’ya gitmişti. Amerikalı işçilere
Lenin’in kim olduğunu anlatmıştı, propagandasını yapmıştı. O zamanlar
Batı’daki, Amerika’daki kişiler Rusya’daki devrimcileri, Lenin’i
tanımıyorlardı. Ve Inessa bir anlamda devrimin parlak ışığıydı. Nadejda ise
devrimin yük beygiriydi. Çünkü Nadejda çok hamarat ve çok çalışkan bir insandı.
Kadının karakteri böyleydi, güzelliği buydu. Cehaletle, yoksullukla dolu
Rusya’da cehaletin son bulması için yetimlerin, öksüzlerin, doyurulması
barındırılması, eğitilmesi okutulması için çok büyük gayretlerde bulundu. Ve
eğer biz bugün cahil değilsek hepimiz iyi okumuşsak bunu Nadejda Kurupsya’ya
borçluyuz.
Onun eğitim alanında yaptıkları sayesinde oldu. Bu arada
kadın Milli Eğitim Bakanı’ydı. Nadejda anne olamadı, çocuk doğuramadı çünkü
Çarlık tarafından Sibirya’ya gönderildiği sürgünde yumurtalıklarından
hastalanmıştı. Bu nedenle de çocuğu olmadı.
Peki
ya Stalin’in eşi Nadezjda Allilujeva. Onun dünyasında neler oluyordu?
Dikkatle Stalin’e baktığınızda kim evlenirdi sizce? Kimse.
O yüzden zorla, genç bir kadın olan Nadezjda Allilujeva’yla evlendi. O genç kız
ona âşık oldu ama her gün kavga ediyorlardı. Evliliğin dramla sonuçlanacağı
başından belliydi. Nadezjda Allilujeva bir anlamda kendini vurmaya mahkûmdu ki
öyle de yaptı. Nadezjda kendini öldürerek Stalin’i cezalandırmış oldu aslında
ve tarihe geçti. Nadezjda bir bakıma teslim olmayacağını göstermiş oldu. Bu
onun direnişiydi. Değer miydi? Elbette değmezdi. Ancak bence başka bir çıkış
yolu bırakılmamıştı. Bizim ülkemizde hiç kimse bütün bunları bilmiyordu. Ben
bunların içerisine girdiğimde o evraklara dokümanlara ulaştığımda, o insanlarla
konuşmaya başladığımda anladım ki ben bu sırları ortaya çıkarabilirim. Bu
kitapta bunları anlattığım zaman da insanlar büyük merakla bu kitabı alıp
okumaya başladı.
Mesela ülkenin ikinci adamı Vyaçeslav Molotov’un (Molotof
kokteylinin mucidi) eşi Polina Zhemchuzhina. Kocası Kremlin’de sarayda yaşarken
o Sovyetlerin meşhur hapishanesi Lubyanka’daydı. Kendisine yapılan hiçbir
suçlamayı kabul etmedi. Bunların hepsi yalan dedi, iftira dedi. Elinizde kanıt
yok dedi bu kadın. Aslında direnen hayatta kaldı. Ama kabul eden iftiraya
zorlanıp baskılar altında boyun eğen onları yok ettiler, onları kurşuna
dizdiler.
Sürgüne
gönderilen, zulmedilen, kurşuna dizilen bu kadınlar için eşleri neden hiçbir
şey yapmadı?
Bu benim temel sorumdu. Niye erkekler eşlerini
savunmadılar? Ve sanki bir yasallık keşfettim. Polina’ya işkence ediyorlar ama
Molotov’un karısı için hiçbir şey yapmıyor.
Bir dönem hakkında yargıya varmak için o dönemin
değerlerine göre hareket etmeniz gerekir. Bugünün değerleriyle o dönemi
yargılamanız yanlış olacaktır. Bunu aklınızda tutun lütfen.
İşte
niye bir şey yapmıyorlar?
Hapse atmadan önce Polina Zhemchuzhina Molotov’a ne dedi
biliyor musunuz? “Eğer benim hapse girmem Stalin’e gerekiyorsa, Stalin için
lazımsa ya da benim hayatım gerekiyorsa onun istediği gibi davranalım.” Hatta
kendi isteğiyle kocasından boşanıyor Polina. Boşanma davasını kendisi açıyor.
“Seni ve ailemizi kurtarmalıyım hiç olmazsa. Nasıl olsa bunu yapacaklar” diyor.
Peki
Kremlin’de hiç yolsuzluk oldu mu?
Sovyetler Birliği döneminde böyle bir kavram yoktu ki.
Çıkamazdı da zaten. Yolsuzluk o yüzden yoktu kesinlikle. Ama erkek önde kadın
arkada geleneğini bozan Gorbaçov'un karısı Raisa Gorbaçov oldu. O arkada
kalmadı, erkeğin yanına geçti. Raisa’yla birlikte Sicilya’ya gittim. Sicilya’da
Raisa Hanım’a çok değerli mercandan bir kolye hediye ettiler. Onu bana
gösterdi. Çok güzel, gerçekten şahane bir kolye. Ona sordum, “Şimdi siz bunu
hazineye mi vermek zorundasınız? Çok güzel, bunu taksanız dedim. Hiç olmazsa
bir yazı yazın, eşiniz görevden ayrılıncaya kadar takacağınızı sonra iade
edeceğinizi söyleyin.” Dedi ki “İade etmek zorundayım”. Kime? “Devlet
hazinesine”. “Ama çok aptalca” dedim “Orada kimse görmeyecek ki bunu” o zaman
sinirlendi, “Buna siz karar veremezsiniz. Tabii ki onu hazineye iade edeceğim”
dedi.
Sosyalist
sistemin saraylarıyla dönemin sarayları arasındaki ne tür benzerlikler ya da
farklılıklar var?
Sosyalist sistemdeki saraylar devlete aitti ve göreve gelen
yönetimdekilere yazlık bir ev tahsis ediliyordu. Kategori olarak mütevazıydı,
üç yıldızlı bir otel ayarındaydı. Bugün iktidarın sahip olduğu yazlık evlerin
görkemiyse onları çok çok geride bırakmış durumda. Sosyalizmdekiler çok daha
mütevazı yaşıyordu. Bunun dışında Kremlin’deki ailelerde önemli bir önderin
oğluyla evlenmiş bir kadınla sohbet ettim. Koca bir çekmece dolusu takısı
vardı. Ama hiçbirini takamıyordu. Çünkü mütevazı olmak zorunda olduğunu anlatmıştı.
Yani biraz yalancı bir mütevazılık aslında; var ama takamıyorsun,
gösteremiyorsun. Ama biz bunu bilmiyorduk halk olarak. İşte ben o kapıyı
aralamaya başladım ve sonrada yüksek sesle anlatmaya başladım. İnsanlar
öğrenmeye başladılar.
Peki
bu kaynaklara ulaşmak zor oldu mu? Kolay açıldı mı bu kapılar?
Görmek kolaydı, yazmak da. Ama sansürden bunu geçirmek, o
zordu işte. Ama aptal ve neşeli bir kadın olduğum için farkına bile varmadım
(gülüyor). ‘Sansür mü, sansür mü var bizim ülkemizde!” Sansürcüler de galiba
benim farkıma varmadılar ve geri adım attılar.
Bizim
kıymetlimiz Nazım Hikmet sizin ülkenizde yaşadı ve unutulmaz eserler bıraktı.
Siz kendisiyle tanıştınız mı?
Nazım Hikmet’i ilk gördüğüm yıl 1957 olması lazım. Moskova
Devlet Üniversitesi’nde okuyordum. Son sınıf öğrencisiydim ve okulu ziyarete
gelen yabancı konukların gezisi sırasında onlara mihmandarlık yapmakla
görevlendirilen pek çok kızdan biriydim. Farklı ülkelerden gelen bir kısmı ünlü
devlet yöneticisi, siyasetçi vardı aralarında. Nazım bunların arasında sanatçı
olan, şair olan ender insanlardan birisiydi. Nazım çok yakışıklıydı. Hemen
bakışlarım onu buldu. O sırada saçlarım uzun ve iki örgülüydü. O da benim
saçlarıma baktı gördüm ben onun gözlerine. Ve biz sanki bir gizli güç tarafından
birbirimize yaklaştırıldık. Birbirimizi seçmiş gibiydik. Ben onun mihmandarı
oldum kendiliğinden. Ve bu sıkıcı geziye başladık. Okulu tanıtmam gerekiyordu.
Çok sıkıcıydı, işte binalar beton… Baktım bir süre sonra çok da dikkatli
dinlemiyor beni. Sonra kolumdan tuttu dedi ki; “Boşver, en iyisi gel bir yere
oturalım bir kahve içelim”. Tabii ki gittim onunla. Çay içtik sohbet ettik.
Ondan sonra da ayrıldık. Hep hatırlıyordum onu.
Ne
konuştunuz, sohbetiniz nasıldı?
Daha çok şiir konuştuk. Onun şiirleri ve benim şiirlerim
üzerine bir sohbetti. Tabii ben daha sonra şiirlerinin tercümelerini okudum.
Bazı tercümeler başarılıydı ama bazıları çok kötüydü maalesef. Epey bir zaman
sonra bir daha karşılaştık. Ama ben artık bir yazardım ve yazarlar birliğinin
evinde bir araya geldik. Kafeteryada bir kadınla oturuyordu. Kadından hiç
hoşlanmamıştım (gülüyor). Yanına yanaşıp bir şey söyleyecek kadar tanışık
değildim. Sonra birkaç kere bir takım kabullerde, resepsiyonlarda karşılaştık.
Bu anlamda yakın tanışıklığımız olduğunu dostluk ettiğimizi söyleyemem. Ama
şunun farkına vardım; edebiyat dünyasını gerçekten süslüyordu varlığıyla.
Ortaya çıktığında yazarlar evinin kapısından içeri girdiğinde hemen ayırt
ediliyordu diğer bütün insanlardan.
Kendinizi
hatırlatmadınız mı Nazım’a?
Yok hiç hatırlatmadım, gereği yoktu. O zaten orada yaşandı
bitti. Çünkü daha sonra bir daha saçımı hiç o şekilde taramadım, örmedim. Özel
hayatı hakkında bilgim yoktu. Çok ilgilenmiyordum aslında. Sonra duydum Rus bir
kadınla evlendiğini. Hayatının son döneminde yurtdışında mülteci olarak yaşamak
onun için çok zordu mutlaka. Ama bir şey çok açıktı. Sovyetler Birliği’nde
dostluk ve aşk buldu; bu kesin.
Türkiye’ye
ilk kez geliyorsunuz. Bizim de bir sarayımız olduğunu biliyor musunuz?
Bu çok modaymış, bunu duydum. Tabii Türk halkına bundan
dolayı üzüntümü ifade etmek isterim. Belki onun adına sevinmek de gerekir.
Çünkü yıllar geçecek ve insanoğlu kendi kendini yok etmezse eğer-kendi kendini
yok etmesi için bayağı bir temel var aslında- gelecekteki kuşaklar o binayı
bizim Süleymaniye Camii’yi seyrettiğimiz gibi dışardan bakıp “Neler de yapmış
bizim atalarımız. Süleymaniye Camii’nden de büyük” derler belki. Ama o kadar.
Sonra da yolsuzluklardan bahsederler. Çok fazla şey tekrarlıyor tarihte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder