Moskova

Moskova

29 Eylül 2015 Salı

Poe’dan Dostoyevski’ye “Kötü İkiz”


Meltem Gürle

Dostoyevski’nin önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine dönüştüğü hikâyeler, bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır.

Mitolojik kökenleri açısından eski bir hikâye olan doppel-gänger, yani “kötü ikiz” teması, 19. yüzyılda Avrupa’da hâkim olan romantik edebiyat geleneğiyle birlikte yeniden ortaya çıkan izleklerden biridir. Romantik dönem, ya da bizi ilgilendiren kısmıyla “gotik romantik” edebiyat, sadece aşk ve romansı değil, aynı zamanda dünyanın “tekinsiz” bir yer olabileceği meselesini de konu eder. Evet, belki güzel ve dokunaklı olanı anlatır, ama bunu her zaman ürkütücü bir bilinmeyenin karşısına koyarak yapar. Kötü ikiz teması, bu iki özelliği de aynı anda barındırdığı için gotik yazarlara mükemmel bir malzeme sağlar. Bu izleği taşıyan hikâyeler, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, dahası hiçbir şeyin kendisiyle aynı kalamadığı, tedirginlik verici bir gerçekliği yeniden ve yeniden kurarlar.

Almanca bir sözcük olan doppel-gänger, tam olarak çevirmek istersek, “çift-gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz beklenir. Korkunçluk da buradan başlar ya zaten. Hikâyenin kahramanı, kendisine tıpatıp benzeyen bir kopya-karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya da “yanında”) taşımaya mahkûm olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan ama bana benzeyen şey felaketimdir. Çünkü eşsiz ve tek olmak isterim. Kötü ikiz teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kâbuslarımızın en korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.

Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı kitabına ismini veren kahramanı, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nin şeytani karakteri “kötü ikiz” temasının başarılı örnekleri arasında sayılabilir. Aslına bakarsanız dönemin edebiyatı, kimi zaman açık kimi zaman da üstü örtülü bir şekilde, tümüyle bu temanın etkisi altındadır denebilir. Heinrich Heine, bir şiirinde ruhunu şeytana satan ve gerçekten satıp satmadığından bir türlü emin olamayıp eziyet çeken Peter Schlemihl adında bir adamdan bahseder. Aynada yansıması olmayan aynı zavallı Schlemihl, Jacques Offenbach’ın komik operası ve Hoffman’ın Masalları’nda da karşımıza çıkar. Fransız öykücü Guy de Maupassant’ın meşhur öyküsü Le Horla ise, tek başına yaşadığı büyük evde hayatını çalmak üzere gelen kötü ikizine karşı direnmeye çalışan bir genç adamı anlatır.

Amerika’ya doğru gittiğimizde ise, o dönemde kendi yurttaşları tarafından pek de anlaşılmayan ve hatta deli muamelesi gören Edgar Allan Poe çıkar karşımıza. Amerikalı öykücü Poe, klasik doppelgänger hikâyelerini klişelerden ayıklayıp sıradan korku hikâyeleri olmaktan çıkarmış ve onlara psikolojik bir derinlik ekleyerek insan ruhunun karanlığını anlatan unutulmaz metinler yaratmıştır. Büyük romancı Dostoyevski’nin dünyanın öbür ucundan kalkıp Poe’yu savunmaya çalışması ve, “Bu adam bir dâhidir!” demesinin sebebi de ancak bu olabilir bizce.

Poe’nun “Geveze Yürek” (“The Tell-tale Heart”), “Kara Kedi” (“The Black Cat”) ve “Çan Kulesindeki Şeytan” (“The Devil in the Bellfry”) adlı öykülerinin Rusçada yayımlanmasının ardından yazdığı kitap yazısında, Dostoyevski, “Bay Poe ne yetenekli ve garip bir adam!” diye başladıktan sonra bu genç yazara duyduğu hayranlığı açık bir şekilde ifade eder. Ona göre, sıradışı olayları anlatmasına rağmen Poe asla fantastik metinler üreten bir yazar değildir. En azından Hoffmann’ın anladığı anlamda değildir. Hoffmann büyülü bir dünyayı esas alır ve metinlerinde onun gerektirdiği gerçeküstü olaylardan yararlanır. Poe ise bunu yapmaz. İlginç olan da budur zaten. Kullandığı gündelik detaylar ve karakterlerini içine soktuğu karmaşık psikolojik durumlar nedeniyle, Dostoyevski ona neredeyse gerçekçi bir yazar diyecek olur. Ama sonra vazgeçer ve aşağıdaki tanımı yapmakta karar kılar:
“[Poe] … fantastik değil, kaprislidir daha çok. Üstelik onun hayal gücünün iniş çıkışları ne kadar değişken, ne kadar şaşırtıcıdır bazen! Hemen her zaman en inanılmaz gerçekliği seçer, karakterlerini en sıradışı, en yadırgatıcı durumlara sokar, ondan sonra da bu kişilerin iç dünyasını müthiş bir incelik ve inandırıcılıkla tarif eder.”

Poe’nun büyük bir incelikle anlattığı bu iç dünyada tutarsızlıklar ve çatışmalar olması Dostoyevski’yi rahatsız etmez. Çünkü Poe gibi o da gayet iyi bilir ki, insan ruhu birbirine zıt eğilimlerden beslenir. Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlar ve öykülerde de kişiler kendileriyle örtüşemez ve aynı kalamazlar. Karakterlerin iç dünyaları hemen her zaman içsel çatışmalara gebedir. Benlik dediğimiz şey de, ölçülemez ve sabitlenemez bu karmaşık bilincin vücuda gelmiş halidir.

Dostoyevski ve Poe, temel meseleleri ve üslupları hiç benzemese de, benliğin tanımı açısından birbirlerine yakın bir yerde dururlar. Her ikisi de, karakterlerini hep bir bölünmüşlük içinde temsil etmeyi tercih eder. Bunun edebi olduğu kadar felsefi bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikilik (ya da bölünmüşlük), bu yazarların ontolojik açıdan “tek ve bütün” bir benlik fikriyle barışık olmadıklarının göstergesidir. Bu bakış açısının izlerini neredeyse bütün eserlerinde görebiliriz. Ama bu durum, kendini en açık bir şekilde Dostoyevski’nin Türkçeye Öteki adıyla çevrilen Dvojnik (The Double) adlı eseri ile Poe’nun meşhur öyküsü “William Wilson”da gösterir.

Öteki Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinden biridir ve eleştirmenler tarafından diğer romanlarıyla karşılaştırıldığında genellikle zayıf bir hikâye olarak değerlendirilir. Ancak, daha sonra yaratacağı birçok roman kişisinin habercisi olarak görebileceğimiz Golyadkin karakteri ve bu karakterin iç dünyası üzerine kurduğu anlatı tekniğiyle Dostoyevski daha bu dönemde bile felsefi olarak nerede duracağının işaretini vermiştir. Ona göre insan kolayca çözümlenebilecek, bir tren tarifesi gibi hızla okunup kavranabilecek bir varlık değildir. Aksine kendisiyle aynı kalmayı başaramayan, kendisini hep “öteki”nin tehdidi altında bulan bir varlıktır.

Mektuplarından birinde Dostoyevski, Öteki adlı hikâyesinde hayatının en önemli fikirlerinden birini dile getirmeye çalıştığını söyler. Daha sonra geliştireceği ve mesela Yeraltından Notlar’da olduğu gibi, karşımıza başka şekillerde yeniden çıkaracağı bu çelişkili karakterde, kötü ikiz temasını kullanarak aslında insan ruhunun esaslı bir resmini çizmek istemiştir.
Öteki, Golyadkin adlı dokuzuncu dereceden bir küçük memurun, bütünüyle birbirinden bağımsız iki varlığa dönüşmeden önce, iç dünyasında yaşadığı bölünmeyi anlatarak başlar. Bütün Dostoyevski karakterleri gibi ağır bir aşağılık duygusu ile iflah olmaz bir gurur arasında gidip gelen Golyadkin, yükselme ve iyi bir yere gelme arzusuyla doludur. Daha zengin, daha itibarlı görünmek ve Klara Olsufyevna’nın takdir edip sevebileceği biri olmak ister. Ancak bunu istediği ölçüde, kendini maskeler dünyasının içinde bulacak ve bu maskelerden birine, yani kendi kötü kopyasına, mağlup olacaktır.

İlk bakışta Golyadkin’in meselesi, kişilik bölünmesine uğramış ve yavaş yavaş delirmekte olan bir karakterin trajedisi gibi görünebilir. Ama bu hikâye aslında bundan çok daha karmaşık bir durumu anlatır. Romanın bir yerinde, Golyadkin’in kâbuslarını okuruz. Bunlardan birinde, kendi kötü ikizinden kaçmak isteyen Golyadkin utanç ve korku içinde sokağa fırlar ama sokakta yüzlerce binlerce başka kopyayla karşılaşır. İçinde yaşadığı dünyanın tamamen bir taklitler –ya da roman içinde birkaç kez söylediği gibi “maskeler”– dünyası olduğunu fark eder. Böylece, kötü ikiz teması kişisel bir yarılmanın belirtisi olmaktan çıkıp evrensel bir soruna işaret eder hale gelir: Bütün dünya bir görüntüler dünyasıdır. 

Gerçek ulaşılamaz bir yerdedir.

Benzer bir temayı Poe’nun “William Wilson” adlı öyküsünde de görürüz. Görüntüler gerçeğe galebe çalar. Kötü ikiz temasının en önemli işaretlerinden biri olan, birinin diğerinin yerine geçmesi ve böylece “dünyanın gölgeleşmesi” meselesi ortaya çıkar.

Öykünün başında, adının William Wilson olduğunu söyleyen anlatıcıyla tanışırız. Bize biraz heyecanlı ve duygusal bir kişiliği olduğunu, soylu bir aileden geldiğini ve çocukluğundan beri fazlaca kuvvetli hayal gücü nedeniyle sıkıntı çektiğini söyler. Katı kurallarıyla meşhur bir yatılı okula gönderilmiş ve orada kendisiyle aynı isme ve aşağı yukarı aynı görünüşe sahip başka bir oğlan çocuğuyla karşılaşmıştır. Dostoyevski’nin hikâyesinden farklı olarak, Poe’nun hikâyesindeki anlatıcı, kopyasına iyi özellikler atfeder ve onun kendisinden her açıdan daha üstün olduğunu düşünür. Ama kötü ikizin en fena hali de bu değil midir? Bize benzeyen ama bizden çok daha başarılı, çok daha yetenekli, çok daha akıllı biri? Aynı olasılıklarla başlamış ama onları çok daha iyi değerlendirmiş biri? William Wilson’ın gölgesi de ondan çok daha iyidir. Ve bunda sinir bozucu bir yan vardır.

Öykü boyunca gölgesi, William Wilson’ı her yerde takip eder. Genç bir adam olduktan sonra da peşini bırakmaz. Bütün davranışlarını, giyinişini ve konuşmasını taklit etmekle kalmaz, bir de ona tavsiyeler vermeye kalkar. William günaha ve suça battıkça, ikizi daha da iyi ahlaklı ve erdemli bir karakter haline gelir. Her düşkün halinde William’ın karşısına maskeli bir şekilde çıkar ve ona kendini hatırlatır. Yani sonuçta, Golyadkin’in kopyası gerçeğine ne kadar işkence ettiyse, William’ın kısık sesli gölgesi de onu o kadar taciz eder.

Yine de hayatı boyunca peşini bırakmamış ikizine bir türlü açıklayamadığı bir yakınlık duyar William: “Garip olan şu ki, üzerimde yarattığı bitmez tükenmez endişeye, sürekli rekabet etme arzusuna ve hep bana karşı çıkıyor olmasına rağmen, Wilson’dan nefret etmeyi başaramıyordum.” Onun varlığına dair ilk hatırasının “hafızanın ortaya çıkmasından da eski” olduğunu söyler bize. Karmaşık duygularla geriye gidip bebekliğine dair anıları geri çağırmaya çalışır ama “öteki”nin hep orada olmuş olabileceğine dair bir histen başka bir şey geçmez eline. O zaman anlarız ki, bu çatışma ve rekabet onun varlığının temelidir. Kötü ikizini de bilinçaltından çıkarıp gerçek dünyaya dahil etmiştir. Öykü, hangisinin gerçek hangisinin görüntü olduğunu bilemediğimiz bir sahneyle sona erer ve bizi sonsuz yansımalarla dolu bir aynanın tekinsizliği içinde bırakır.

Böylece Dostoyevski’nin sürekli önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile birlikte bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine dönüştüğü bu hikâyeler, öncelikle bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır elbette. Ama bir yandan da, Platon’dan Kant’a kadar uzanan akılcılık geleneğine bir itirazı dile getirir. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve her ikisi de gayet iyi tanımlı iki dünyanın tahayyülü üzerine kurulu böyle bir anlayış, her iki yazara göre de insan ruhunu tasvir etmekten uzaktır. Poe böyle bir akılcılığı her zaman reddedecek ve bizi onun arkasında yatan ve açıklanamaz dürtülerle belirlenen bir dünyaya bakmaya zorlayacaktır. 

Dostoyevski’de olduğu gibi, onun dünyasında da kötülük nedensiz bir şekilde ortaya çıkar. Kökeni belirsiz ama varlığı bizimkine bağlı bir gölge gibi bizi takip eder ve hayatımızı cehenneme çevirir.

Hem de sadece “William Wil-son”da değil. Benzer bir “ikilik” Poe’nun hemen her hikâyesinde karşımıza çıkacaktır. “Kara Kedi”nin iyicil ve şefkatli karakterinin nasıl bir canavar haline geldiğini bir türlü anlayamamamız bundandır mesela. Ya da “Geveze Yürek”in anlatıcısının hikâyesine, “Yaşlı adamı severdim,” diye başlamasına şaşırırız. “Amontillado Fıçısı”nda birbirinin benzeri olan iki karakterin (Montresor ve Fortunato’nun isimleri bile birbirini andırır) iktidar savaşı olarak; “Oval Portre”de gerçeğinin yerini alan bir tablo ile; “Morella”da bir dünyadan ötekine, “Eleonora”da bir kişiden diğerine geçişi hikâye ederek; “Berenice”de takıntılı bir anlatıcının çatışmalar içindeki iç dünyasını okura göstererek aslında hep aynı şeyi yapar Poe. Hikâyeyi insan zihninin karmaşık labirentlerine doğru sürer ve bize ruhumuzun karanlıkta kalan “öteki” tarafını gösterir.

Poe’nun öykülerini okurken irkilmemiz de bundandır. Her seferinde bize aynı şeyi söylüyor gibidir. Sandığımız kişi değilizdir aslında. İyi, güzel ve sevecen yüzümüzün hemen arkasında duran, omzumuzun üzerinden bakan kötücül ve bencil ikizimiz resme girmek için sırada beklemektedir. Hem de en umulmadık anda.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder