Meltem Gürle
Dostoyevski’nin önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile
bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun karmaşıklığının ifadesi
değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve tekdüzeliğine itirazı olarak da
okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine dönüştüğü hikâyeler, bilinçaltının
karanlık labirentlerini anlatır.
Mitolojik kökenleri açısından eski bir hikâye olan doppel-gänger,
yani “kötü ikiz” teması, 19. yüzyılda Avrupa’da hâkim olan romantik edebiyat
geleneğiyle birlikte yeniden ortaya çıkan izleklerden biridir. Romantik dönem,
ya da bizi ilgilendiren kısmıyla “gotik romantik” edebiyat, sadece aşk ve
romansı değil, aynı zamanda dünyanın “tekinsiz” bir yer olabileceği meselesini
de konu eder. Evet, belki güzel ve dokunaklı olanı anlatır, ama bunu her zaman
ürkütücü bir bilinmeyenin karşısına koyarak yapar. Kötü ikiz teması, bu iki
özelliği de aynı anda barındırdığı için gotik yazarlara mükemmel bir malzeme
sağlar. Bu izleği taşıyan hikâyeler, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı,
dahası hiçbir şeyin kendisiyle aynı kalamadığı, tedirginlik verici bir
gerçekliği yeniden ve yeniden kurarlar.
Almanca bir sözcük olan doppel-gänger, tam olarak
çevirmek istersek, “çift-gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte
yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz
beklenir. Korkunçluk da buradan başlar ya zaten. Hikâyenin kahramanı, kendisine
tıpatıp benzeyen bir kopya-karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya
da “yanında”) taşımaya mahkûm olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte
dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan
ama bana benzeyen şey felaketimdir. Çünkü eşsiz ve tek olmak isterim. Kötü ikiz
teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere
dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kâbuslarımızın en
korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.
Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı
kitabına ismini veren kahramanı, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nin
şeytani karakteri “kötü ikiz” temasının başarılı örnekleri arasında
sayılabilir. Aslına bakarsanız dönemin edebiyatı, kimi zaman açık kimi zaman da
üstü örtülü bir şekilde, tümüyle bu temanın etkisi altındadır denebilir.
Heinrich Heine, bir şiirinde ruhunu şeytana satan ve gerçekten satıp
satmadığından bir türlü emin olamayıp eziyet çeken Peter Schlemihl adında bir
adamdan bahseder. Aynada yansıması olmayan aynı zavallı Schlemihl, Jacques
Offenbach’ın komik operası ve Hoffman’ın Masalları’nda da karşımıza çıkar.
Fransız öykücü Guy de Maupassant’ın meşhur öyküsü Le Horla ise, tek
başına yaşadığı büyük evde hayatını çalmak üzere gelen kötü ikizine karşı
direnmeye çalışan bir genç adamı anlatır.
Amerika’ya doğru gittiğimizde ise, o dönemde kendi
yurttaşları tarafından pek de anlaşılmayan ve hatta deli muamelesi gören Edgar
Allan Poe çıkar karşımıza. Amerikalı öykücü Poe, klasik doppelgänger hikâyelerini
klişelerden ayıklayıp sıradan korku hikâyeleri olmaktan çıkarmış ve onlara
psikolojik bir derinlik ekleyerek insan ruhunun karanlığını anlatan unutulmaz
metinler yaratmıştır. Büyük romancı Dostoyevski’nin dünyanın öbür ucundan
kalkıp Poe’yu savunmaya çalışması ve, “Bu adam bir dâhidir!” demesinin sebebi
de ancak bu olabilir bizce.
Poe’nun “Geveze Yürek” (“The Tell-tale Heart”), “Kara Kedi”
(“The Black Cat”) ve “Çan Kulesindeki Şeytan” (“The Devil in the Bellfry”) adlı
öykülerinin Rusçada yayımlanmasının ardından yazdığı kitap yazısında,
Dostoyevski, “Bay Poe ne yetenekli ve garip bir adam!” diye başladıktan sonra
bu genç yazara duyduğu hayranlığı açık bir şekilde ifade eder. Ona göre,
sıradışı olayları anlatmasına rağmen Poe asla fantastik metinler üreten bir
yazar değildir. En azından Hoffmann’ın anladığı anlamda değildir. Hoffmann
büyülü bir dünyayı esas alır ve metinlerinde onun gerektirdiği gerçeküstü
olaylardan yararlanır. Poe ise bunu yapmaz. İlginç olan da budur zaten.
Kullandığı gündelik detaylar ve karakterlerini içine soktuğu karmaşık
psikolojik durumlar nedeniyle, Dostoyevski ona neredeyse gerçekçi bir yazar
diyecek olur. Ama sonra vazgeçer ve aşağıdaki tanımı yapmakta karar kılar:
“[Poe] … fantastik değil, kaprislidir daha çok. Üstelik
onun hayal gücünün iniş çıkışları ne kadar değişken, ne kadar şaşırtıcıdır
bazen! Hemen her zaman en inanılmaz gerçekliği seçer, karakterlerini en
sıradışı, en yadırgatıcı durumlara sokar, ondan sonra da bu kişilerin iç
dünyasını müthiş bir incelik ve inandırıcılıkla tarif eder.”
Poe’nun büyük bir incelikle anlattığı bu iç dünyada
tutarsızlıklar ve çatışmalar olması Dostoyevski’yi rahatsız etmez. Çünkü Poe
gibi o da gayet iyi bilir ki, insan ruhu birbirine zıt eğilimlerden beslenir.
Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlar ve öykülerde de kişiler kendileriyle
örtüşemez ve aynı kalamazlar. Karakterlerin iç dünyaları hemen her zaman içsel
çatışmalara gebedir. Benlik dediğimiz şey de, ölçülemez ve sabitlenemez bu
karmaşık bilincin vücuda gelmiş halidir.
Dostoyevski ve Poe, temel meseleleri ve üslupları hiç
benzemese de, benliğin tanımı açısından birbirlerine yakın bir yerde dururlar.
Her ikisi de, karakterlerini hep bir bölünmüşlük içinde temsil etmeyi tercih
eder. Bunun edebi olduğu kadar felsefi bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Bu
ikilik (ya da bölünmüşlük), bu yazarların ontolojik açıdan “tek ve bütün” bir
benlik fikriyle barışık olmadıklarının göstergesidir. Bu bakış açısının
izlerini neredeyse bütün eserlerinde görebiliriz. Ama bu durum, kendini en açık
bir şekilde Dostoyevski’nin Türkçeye Öteki adıyla çevrilen Dvojnik (The
Double) adlı eseri ile Poe’nun meşhur öyküsü “William Wilson”da gösterir.
Öteki Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinden biridir
ve eleştirmenler tarafından diğer romanlarıyla karşılaştırıldığında genellikle
zayıf bir hikâye olarak değerlendirilir. Ancak, daha sonra yaratacağı birçok
roman kişisinin habercisi olarak görebileceğimiz Golyadkin karakteri ve bu
karakterin iç dünyası üzerine kurduğu anlatı tekniğiyle Dostoyevski daha bu
dönemde bile felsefi olarak nerede duracağının işaretini vermiştir. Ona göre
insan kolayca çözümlenebilecek, bir tren tarifesi gibi hızla okunup kavranabilecek
bir varlık değildir. Aksine kendisiyle aynı kalmayı başaramayan, kendisini hep
“öteki”nin tehdidi altında bulan bir varlıktır.
Mektuplarından birinde Dostoyevski, Öteki adlı
hikâyesinde hayatının en önemli fikirlerinden birini dile getirmeye çalıştığını
söyler. Daha sonra geliştireceği ve mesela Yeraltından Notlar’da olduğu
gibi, karşımıza başka şekillerde yeniden çıkaracağı bu çelişkili karakterde,
kötü ikiz temasını kullanarak aslında insan ruhunun esaslı bir resmini çizmek
istemiştir.
Öteki, Golyadkin adlı dokuzuncu dereceden bir küçük
memurun, bütünüyle birbirinden bağımsız iki varlığa dönüşmeden önce, iç
dünyasında yaşadığı bölünmeyi anlatarak başlar. Bütün Dostoyevski karakterleri
gibi ağır bir aşağılık duygusu ile iflah olmaz bir gurur arasında gidip gelen
Golyadkin, yükselme ve iyi bir yere gelme arzusuyla doludur. Daha zengin, daha
itibarlı görünmek ve Klara Olsufyevna’nın takdir edip sevebileceği biri olmak
ister. Ancak bunu istediği ölçüde, kendini maskeler dünyasının içinde bulacak
ve bu maskelerden birine, yani kendi kötü kopyasına, mağlup olacaktır.
İlk bakışta Golyadkin’in meselesi, kişilik bölünmesine
uğramış ve yavaş yavaş delirmekte olan bir karakterin trajedisi gibi
görünebilir. Ama bu hikâye aslında bundan çok daha karmaşık bir durumu anlatır.
Romanın bir yerinde, Golyadkin’in kâbuslarını okuruz. Bunlardan birinde, kendi
kötü ikizinden kaçmak isteyen Golyadkin utanç ve korku içinde sokağa fırlar ama
sokakta yüzlerce binlerce başka kopyayla karşılaşır. İçinde yaşadığı dünyanın
tamamen bir taklitler –ya da roman içinde birkaç kez söylediği gibi “maskeler”–
dünyası olduğunu fark eder. Böylece, kötü ikiz teması kişisel bir yarılmanın
belirtisi olmaktan çıkıp evrensel bir soruna işaret eder hale gelir: Bütün
dünya bir görüntüler dünyasıdır.
Gerçek ulaşılamaz bir yerdedir.
Benzer bir temayı Poe’nun “William Wilson” adlı öyküsünde
de görürüz. Görüntüler gerçeğe galebe çalar. Kötü ikiz temasının en önemli
işaretlerinden biri olan, birinin diğerinin yerine geçmesi ve böylece “dünyanın
gölgeleşmesi” meselesi ortaya çıkar.
Öykünün başında, adının William Wilson olduğunu söyleyen
anlatıcıyla tanışırız. Bize biraz heyecanlı ve duygusal bir kişiliği olduğunu,
soylu bir aileden geldiğini ve çocukluğundan beri fazlaca kuvvetli hayal gücü
nedeniyle sıkıntı çektiğini söyler. Katı kurallarıyla meşhur bir yatılı okula
gönderilmiş ve orada kendisiyle aynı isme ve aşağı yukarı aynı görünüşe sahip
başka bir oğlan çocuğuyla karşılaşmıştır. Dostoyevski’nin hikâyesinden farklı
olarak, Poe’nun hikâyesindeki anlatıcı, kopyasına iyi özellikler atfeder ve
onun kendisinden her açıdan daha üstün olduğunu düşünür. Ama kötü ikizin en
fena hali de bu değil midir? Bize benzeyen ama bizden çok daha başarılı, çok
daha yetenekli, çok daha akıllı biri? Aynı olasılıklarla başlamış ama onları
çok daha iyi değerlendirmiş biri? William Wilson’ın gölgesi de ondan çok daha
iyidir. Ve bunda sinir bozucu bir yan vardır.
Öykü boyunca gölgesi, William Wilson’ı her yerde takip
eder. Genç bir adam olduktan sonra da peşini bırakmaz. Bütün davranışlarını,
giyinişini ve konuşmasını taklit etmekle kalmaz, bir de ona tavsiyeler vermeye
kalkar. William günaha ve suça battıkça, ikizi daha da iyi ahlaklı ve erdemli
bir karakter haline gelir. Her düşkün halinde William’ın karşısına maskeli bir
şekilde çıkar ve ona kendini hatırlatır. Yani sonuçta, Golyadkin’in kopyası
gerçeğine ne kadar işkence ettiyse, William’ın kısık sesli gölgesi de onu o
kadar taciz eder.
Yine de hayatı boyunca peşini bırakmamış ikizine bir türlü
açıklayamadığı bir yakınlık duyar William: “Garip olan şu ki, üzerimde
yarattığı bitmez tükenmez endişeye, sürekli rekabet etme arzusuna ve hep bana
karşı çıkıyor olmasına rağmen, Wilson’dan nefret etmeyi başaramıyordum.” Onun
varlığına dair ilk hatırasının “hafızanın ortaya çıkmasından da eski” olduğunu
söyler bize. Karmaşık duygularla geriye gidip bebekliğine dair anıları geri
çağırmaya çalışır ama “öteki”nin hep orada olmuş olabileceğine dair bir histen
başka bir şey geçmez eline. O zaman anlarız ki, bu çatışma ve rekabet onun
varlığının temelidir. Kötü ikizini de bilinçaltından çıkarıp gerçek dünyaya
dahil etmiştir. Öykü, hangisinin gerçek hangisinin görüntü olduğunu
bilemediğimiz bir sahneyle sona erer ve bizi sonsuz yansımalarla dolu bir
aynanın tekinsizliği içinde bırakır.
Böylece Dostoyevski’nin sürekli önümüze koyduğu bölünmüş
kişilik, Poe ile birlikte bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan
ruhunun karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve
tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine
dönüştüğü bu hikâyeler, öncelikle bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır
elbette. Ama bir yandan da, Platon’dan Kant’a kadar uzanan akılcılık geleneğine
bir itirazı dile getirir. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve her ikisi
de gayet iyi tanımlı iki dünyanın tahayyülü üzerine kurulu böyle bir anlayış,
her iki yazara göre de insan ruhunu tasvir etmekten uzaktır. Poe böyle bir
akılcılığı her zaman reddedecek ve bizi onun arkasında yatan ve açıklanamaz
dürtülerle belirlenen bir dünyaya bakmaya zorlayacaktır.
Dostoyevski’de olduğu
gibi, onun dünyasında da kötülük nedensiz bir şekilde ortaya çıkar. Kökeni
belirsiz ama varlığı bizimkine bağlı bir gölge gibi bizi takip eder ve
hayatımızı cehenneme çevirir.
Hem de sadece “William Wil-son”da değil. Benzer bir
“ikilik” Poe’nun hemen her hikâyesinde karşımıza çıkacaktır. “Kara Kedi”nin
iyicil ve şefkatli karakterinin nasıl bir canavar haline geldiğini bir türlü
anlayamamamız bundandır mesela. Ya da “Geveze Yürek”in anlatıcısının
hikâyesine, “Yaşlı adamı severdim,” diye başlamasına şaşırırız. “Amontillado
Fıçısı”nda birbirinin benzeri olan iki karakterin (Montresor ve Fortunato’nun
isimleri bile birbirini andırır) iktidar savaşı olarak; “Oval Portre”de
gerçeğinin yerini alan bir tablo ile; “Morella”da bir dünyadan ötekine,
“Eleonora”da bir kişiden diğerine geçişi hikâye ederek; “Berenice”de takıntılı
bir anlatıcının çatışmalar içindeki iç dünyasını okura göstererek aslında hep
aynı şeyi yapar Poe. Hikâyeyi insan zihninin karmaşık labirentlerine doğru
sürer ve bize ruhumuzun karanlıkta kalan “öteki” tarafını gösterir.
Poe’nun öykülerini okurken irkilmemiz de bundandır. Her
seferinde bize aynı şeyi söylüyor gibidir. Sandığımız kişi değilizdir aslında.
İyi, güzel ve sevecen yüzümüzün hemen arkasında duran, omzumuzun üzerinden
bakan kötücül ve bencil ikizimiz resme girmek için sırada beklemektedir. Hem de
en umulmadık anda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder