Moskova

Moskova

3 Eylül 2015 Perşembe

Söyleşi: Günay Çetao ile Rusça, Rus edebiyatı ve çeviriler üzerine



Kaynak: https://sarapdumanlari.wordpress.com/ 

Ataol Behramoğlu, Ayşe Hacıhasanoğlu, Mazlum Beyhan, Mehmet Özgül, Faruk Ünlütürk, Ergin Altay, Kayhan Yükseler, Uğur Büke, Sabri Gürses, Hülya Arslan, Birsen Karaca, Hüseyin Kandemir, Sevinç Üçgül, Koray Karasulu, Ferda Yaraş, Erdem Erinç, Günay Çetao… Nisyan ile malul ama gelişmeye açık olan bu listeye İngiliz dilli Nabokov’un çevirmeni Yiğit Yavuz’u da ekleyebiliriz. Rus edebiyatının ölmez eserlerini bu yaşayan isimlerin Türkçelerinden okuyoruz. Bununla birlikte birkaç istisna hariç haklarında bildiklerimiz çok sınırlı. Halbuki Rus ve Türk edebiyatları arasındaki asimetrik diyaloğun XXI. yüzyıl başlarında ulaştığı seviyeyi tam anlamıyla kavramak isteyen, kafasındaki sorulara yanıt arayan herkes muhakkak bu isimlere ve yapıtlarına daha yakından bakmak durumunda. Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye’yi kucaklayan Nuri Bilge Ceylan ile “Kış Uykusu’nun çıkış noktası” dediği öykülerin yazarı Anton Çehov’u Türkçede buluşturan çevirmenimiz kimdi örneğin? Filmin başarısında az da olsa bir katkısından söz edebilir miyiz? Hepsi bir yana, klasik Rus yazarların tümüyle, çağdaşların da büyük çoğunluğuyla yapıtları hakkında doğrudan konuşma olanağını sonsuza dek yitirmiş durumdayız. Ancak bu yapıtları Türkçeleştiren isimlerle mütevazı ölçülerde de olsa söyleşme imkanımız hala var. Andrey Platonov’un ödüllü çevirmeni Günay Çetao ile başlayalım.

Biraz kendinden bahseder misin, Günay Çetao kimdir?

Çerkes bir ailenin üç kızının en küçüğü olarak 1981’de doğdum. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra diasporalı Çerkeslerin bir bölümü vaktiyle sürüldükleri topraklara dönmeye başladı. Babam da bu harekete katılanlardan birisi oldu ve 1994’de Rusya’ya bağlı Adigey Cumhuriyeti’ne dönüş yaptık. Yani benim kişisel tarihimi belirleyen olaylar 1864 yılında Çerkeslerin Çarlık Rusya’sı tarafından Osmanlı’ya sürülmesiyle başlamış. Bir de Sinop Durağan’a bağlı Çerkesler Köyü’nün Altınkaya Barajı’nın suları altında kalması ailemizi ikinci kez köksüzleştirmiş. Bu yerinden edilme, memur ailesi olmanın devamlı taşınma mecburiyetleri ve nesilden nesle geçtiğini düşündüğüm dönüş eğilimi benim de hayatımı ve kişiliğimi büyük ölçüde şekillendirdi. Türkiye’den Maykop’a (Adigey’in başkenti) ailece göçtüğümüzde 13 yaşındaydım. Türkiye’ye geri döndüğümdeyse 26… Şimdi Ankara’da yaşıyorum.

Rusça’yı nerede öğrendin? Çeviriye nasıl başladın?

Rusçayı Maykop’da öğrendim. Maykop, Çerkesçe ve Rusçanın resmi dil olduğu bir şehir, fakat eğitimde ve günlük hayatta ağırlıklı olarak Rusça kullanılıyor. 13 yaş yeni bir dil öğrenmeye başlamak için garip bir yaştı. Çocukların farkında olmadan dil öğrenivermesi gibi doğal bir şekilde öğrendim diyemem, ama yetişkinlere göre daha şanslıydım. O zamanki hayatımda bana en cazip gelen şey Rus edebiyatını yazıldığı dilde okuyabilecek olmamdı. 

Okuma düşkünlüğü dil öğrenimini hızlandırdı. Lisenin ardından Adigey Devlet Üniversitesi’nin Rus Filolojisi Bölümü’ne girdim.

Hayat beni ufak tefek işlerle çevirmen olmaya hazırladı. Maykop’da bir diasporalı Çerkes cemaati vardı ve sık sık Rusçayı iyi bilmeyenlere yardımcı olmam, evrak vs. çevirmem gerekiyordu. Konuşamamak, anlatamamak büyük çaresizlik – insan yabancı bir dil ortamına girince ilk olarak bunu öğreniyor. Dil öğrenmek koca bir duvarı küçücük bir aletle santim santim yıkmak gibi. Sadece dilleri değil, dünya görüşlerini, bakış açılarını, akıl yürütme tarzlarını da birbirine çevirmek gerekiyor.

Edebiyat çevirisine nasıl başladığıma gelince, okulun bitmesine yakın, Çerkesçe çevirmeni Mevlüt Atalay’la Puşkin’in çocuk masallarını çevirebiliriz diye düşünmüştük. (Bir masal çevirdik). O beni cesaretlendirdi ve başlamama vesile oldu. O vakit beni etkileyen ve Türkçede az tanındığını bildiğim Leonid Andreyev’den öyküler çevirmeye başladım. Bir Türkiye’ye gelmemde yayınevleriyle görüşüp Andreyev’i bir yerlere önermek istedim. Andreyev’i isteyen olmadı. O zaman Türkiye’de birkaç tür çeviri ihtiyacıyla karşılaştım. Birileri “biz sana çevrilmiş romanları veririz, sen biraz günümüze adapte ediverirsin” diyerek intihal önerdi. Birileri “çevrilmemiş yeni eserler bul, değerlendirelim” diyordu. Bir yayınevi de bana deneme çevirisi yaptırdı ve klasik serisine çeviri yapmamı önerdi. O sıra artık bir an önce para kazanmam gerekiyordu. Bu yüzden sonuncuyu seçtim. Böylece klasik çevirileriyle bu dünyaya giriş yaptım.

Andreyev’in hangi öykülerini çevirmiştin?

“Jili-bıli” – “Bir Varmış Bir Yokmuş” adıyla çevirmiştim. “Armağan” (Gostinets) adında bir kısa öykü. Bir de “Vasiliy Fiveyski’nin Yaşamı”nı çevirmeye başlayıp bırakmıştım yarıda.

Edebiyatseverler seni Platonov çevirmeni olarak tanıdı. Üç romanını ve çok sayıda öyküsünü Türkçeleştirdin. Nasıl başladı bu çeviriler?

Platonov çevirmem ÇEVBİR üyeliğimle başladı. Meslek birliği sayesinde başka Rusçacılar ve yayıncılarla tanışmış oldum. Metis Yayınları editörü Tuncay Birkan bana Andrey Platonov’u önerdi. Öykülerle yola çıktık. Doğrusu öncesinde Platonov sevdiğim yazarların başında gelmiyordu. Lisede ve üniversitede ders olarak önüme geldiğinde zorlanıp bıraktığım bir yazardı. Öyküleri çevirirken bir yandan da Çevengur’u okumaya başladım. Çeviri ve Çevengur okuması sırasında Platonov’a iyiden iyiye ısındım, onu yakın bir dost gibi benimsedim. Ben de o yılların Rusya’sında yaşasam devrim beni öyle heyecanlandırırdı, ben de öncelikle insanın kaderi için endişelenirdim diye düşündüm. Platonov’un yol kıyısındaki bitkileri tarif edişi, kırık dökük çitleri anlatışı bana çocukça bir merhamet duygusunu hatırlatıyordu. Çevengur’u, Can’ı ve Mutlu Moskova’yı çevirirken bir yandan da çevirilerimin okunduğunu, sevildiğini görmek bana ilham verdi. Platonov’la ilgili güzel yazılar yazıldı, okurlar arasından devamı gelecek mi diye soranlar oldu, yazar Ahmet Büke bir Platonov hayranı oldu. Bunlar çevirmen için çok özel ve genellikle az bulunur ilgiler.

Platonov’un dili seni zorladı mı?

Dili beni zorladı. Aslında herhangi bir yazar için “çevirmesi kolaydır” diyemem. Platonov’un zorluğu üslubuyla ilgili, kendi kurduğu bir dil var, onunla yazıyor. Kalıpların dışında bir dil, içinde döneme özgü klişeler var, sovyetizm dediğimiz türden kelimeler, bürokratik dilin hayata sirayet edişi, bir devrimci jargonu var, sosyalizmin yarım yamalak anlaşılıp yorumlanışından kaynaklanan bir kavram karmaşası var, ince bir mizah ve elbette bolca şiir var. Platonov’un trajik diyebileceğimiz bir yaşamı olmuş ama olayların komik tarafını da çok iyi gören bir yazar. Onu fıkra anlatan ama kendi gülmeyen bir adam olarak hayal ediyorum. Ciddi birisiymiş çünkü, her şeyi çok ciddiye alan, toplumsal olaylara varoluşsal açıdan bakan biri, ona göre her şey ölüm kalım meselesi, ama aynı zamanda da biraz gülünç. Bütün bunları aktarmaya çalışırken Türkçede doğal bir dil tutturmanın güçlüğü vardı. Çok uzun, çetrefil cümlelerin içinde kaybolduğum oluyordu. Platonov’un eserlerini yayına hazırlayan Özde Duygu Gürkan’dan çok şey öğrendim. O beni Türkçeden yana tavır almaya ikna etti. Orijinal metne yönelik bazı gereksiz ısrarlarımdan vazgeçirdi ama bunu yaparken de Platonov’a ihanet etmedik, onu Türkçe konuşturmaya çalıştık sadece.

Bundan sonra kimleri çevirmek istersin? Öte yandan, yayınevlerinin önerdiği ama senin çevirmeyi istemediğin kitaplar oldu mu?

Bundan sonra, en azından yakın gelecekte bir süre çeviri yapmayı düşünmüyorum aslında. Uzun bir okuma molası verdim. Bu arada belki sadece şiir çeviririm. En yakın hissettiğim şairler Boris Pasternak ve Osip Mandelştam.
Bugüne dek yayınevinin önerdiği ve benim istemediğim hiçbir şey çevirmedim. Bu eziyet gibi bir şey olur herhalde, çünkü en sevdiğiniz yazarı da çevirseniz, zaman zaman çok bunalabiliyorsunuz.

Türkçede ilk kez senin çevirinle yayınlananan bir Tolstoy yapıtı var: Holstomer. Bence yazarın en iyi anlatılarından biri. Neler söylemek istersin bu çeviriyle ilgili?

Holstomer’i bana İş Bankası Yayınları editörü Rusçacı arkadaşım Koray Karasulu önerdi ve Rusça üzerinden redaksiyonunu kendisi yaptı. Tolstoy sade ve anlaşılır cümlelerle yazan bir yazar, sanırım marifet onun sadeliğini basitliğe dönüştürmeden çevirmekte. Holstomer bir atın ağzından anlatılan bir öykü. Atlarla ilgili zerre kadar bilgim olmadığı için o çeviri esnasında bir sözlük oluşturmam gerekti ve at anatomisi, at yetiştiriciliği konusunda bir miktar araştırma yaptım. Yine de eksiklerim çıkabilir. Bu çevrilmemiş bir öyküydü, o yüzden de ilk benim çevirmiş olmam tabii ki heyecan vericiydi. Kitap “Üç Ölüm” adıyla yayımlandı, içinde kitaba adını veren öykü ve birkaç güzel Tolstoy öyküsü daha var.

Holstomer gibi geç kalmış yapıtlar olsa da Türkçe okurun Klasik Rus edebiyatıyla arası genel olarak oldukça iyi. Peki çağdaş Rus edebiyatıyla diyaloğumuzu nasıl görüyorsun? Tanışmamız gereken başka hangi yazarlar ve yapıtlar var? Aynı soruyu suyun öteki yakası için de tekrarlamak istiyorum. Rusça okurun tanışması gereken yazarlarımız kimler sence?

Çağdaş Rus edebiyatını ben de çok iyi takip edemiyorum. Bence Venedikt Yerofeyev çevrilmeli, Tatyana Tolstaya, Saşa Sokolov oldukça iyi yazarlar, Vasiliy Aksyonov öyle. Bu da bir derya, dikkatli editörler bu deryadan çok iyi kitaplar çıkarabilir. Türk edebiyatına gelince, kuşkusuz çok daha az biliniyor Rusya’da. Sovyet döneminde yapılan bazı çevirilerin ötesinde Apollinariya Avrutina’nın Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Orhan Pamuk gibi önemli yazarları çevirdiğini biliyorum. Sait Faik Abasıyanık, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay muhakkak çevrilmeli. Ve tabi ki şiirimiz. Keşke yetenekli bir şair/çevirmen çıksa ve tüm İkinci Yeni’yi çevirse.  Anadili Rusça olan çevirmenler bizden daha şanslı, bu yakada balta girmemiş bir orman onları bekliyor.

Sosyal medyayla aran nasıl? Şiir çevirilerini yayınladığın bir blogun var sanırım.

Sosyal medyayı daha çok takip ediyorum, kendim yazmadan. Bloğum var evet, orada hem şiirlerimi, hem şiir çevirilerimi paylaşıyorum. Şiiri çok önemsiyorum ve hayalim o âleme dalıp kaybolmak. Blog çok az takip ediliyor ama orada bir sesim olsun istedim.


Günay Çetao’nun kendi şiirlerini ve Rusçadan şiir çevirilerini yayınladığı blog: gunaycetao.blogspot.com.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder