Kaynak: https://sarapdumanlari.wordpress.com/
Ataol Behramoğlu, Ayşe Hacıhasanoğlu, Mazlum Beyhan, Mehmet
Özgül, Faruk Ünlütürk, Ergin Altay, Kayhan Yükseler, Uğur Büke, Sabri Gürses,
Hülya Arslan, Birsen Karaca, Hüseyin Kandemir, Sevinç Üçgül, Koray Karasulu,
Ferda Yaraş, Erdem Erinç, Günay Çetao… Nisyan ile malul ama gelişmeye açık olan
bu listeye İngiliz dilli Nabokov’un çevirmeni Yiğit Yavuz’u da ekleyebiliriz. Rus
edebiyatının ölmez eserlerini bu yaşayan isimlerin Türkçelerinden okuyoruz. Bununla
birlikte birkaç istisna hariç haklarında bildiklerimiz çok sınırlı. Halbuki Rus
ve Türk edebiyatları arasındaki asimetrik diyaloğun XXI. yüzyıl başlarında
ulaştığı seviyeyi tam anlamıyla kavramak isteyen, kafasındaki sorulara yanıt
arayan herkes muhakkak bu isimlere ve yapıtlarına daha yakından bakmak durumunda.
Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye’yi kucaklayan Nuri Bilge Ceylan ile “Kış
Uykusu’nun çıkış noktası” dediği öykülerin yazarı Anton Çehov’u Türkçede
buluşturan çevirmenimiz kimdi örneğin? Filmin başarısında az da olsa bir
katkısından söz edebilir miyiz? Hepsi bir yana, klasik Rus yazarların tümüyle,
çağdaşların da büyük çoğunluğuyla yapıtları hakkında doğrudan konuşma olanağını
sonsuza dek yitirmiş durumdayız. Ancak bu yapıtları Türkçeleştiren isimlerle
mütevazı ölçülerde de olsa söyleşme imkanımız hala var. Andrey Platonov’un
ödüllü çevirmeni Günay Çetao ile başlayalım.
Biraz
kendinden bahseder misin, Günay Çetao kimdir?
Çerkes bir ailenin üç kızının en küçüğü olarak 1981’de
doğdum. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra diasporalı Çerkeslerin bir
bölümü vaktiyle sürüldükleri topraklara dönmeye başladı. Babam da bu harekete
katılanlardan birisi oldu ve 1994’de Rusya’ya bağlı Adigey Cumhuriyeti’ne dönüş
yaptık. Yani benim kişisel tarihimi belirleyen olaylar 1864 yılında Çerkeslerin
Çarlık Rusya’sı tarafından Osmanlı’ya sürülmesiyle başlamış. Bir de Sinop
Durağan’a bağlı Çerkesler Köyü’nün Altınkaya Barajı’nın suları altında kalması
ailemizi ikinci kez köksüzleştirmiş. Bu yerinden edilme, memur ailesi olmanın
devamlı taşınma mecburiyetleri ve nesilden nesle geçtiğini düşündüğüm dönüş
eğilimi benim de hayatımı ve kişiliğimi büyük ölçüde şekillendirdi. Türkiye’den
Maykop’a (Adigey’in başkenti) ailece göçtüğümüzde 13 yaşındaydım. Türkiye’ye
geri döndüğümdeyse 26… Şimdi Ankara’da yaşıyorum.
Rusça’yı
nerede öğrendin? Çeviriye nasıl başladın?
Rusçayı Maykop’da öğrendim. Maykop, Çerkesçe ve Rusçanın
resmi dil olduğu bir şehir, fakat eğitimde ve günlük hayatta ağırlıklı olarak
Rusça kullanılıyor. 13 yaş yeni bir dil öğrenmeye başlamak için garip bir
yaştı. Çocukların farkında olmadan dil öğrenivermesi gibi doğal bir şekilde
öğrendim diyemem, ama yetişkinlere göre daha şanslıydım. O zamanki hayatımda
bana en cazip gelen şey Rus edebiyatını yazıldığı dilde okuyabilecek olmamdı.
Okuma düşkünlüğü dil öğrenimini hızlandırdı. Lisenin ardından Adigey Devlet Üniversitesi’nin Rus Filolojisi Bölümü’ne girdim.
Hayat beni ufak tefek işlerle çevirmen olmaya hazırladı.
Maykop’da bir diasporalı Çerkes cemaati vardı ve sık sık Rusçayı iyi
bilmeyenlere yardımcı olmam, evrak vs. çevirmem gerekiyordu. Konuşamamak,
anlatamamak büyük çaresizlik – insan yabancı bir dil ortamına girince ilk
olarak bunu öğreniyor. Dil öğrenmek koca bir duvarı küçücük bir aletle santim
santim yıkmak gibi. Sadece dilleri değil, dünya görüşlerini, bakış açılarını,
akıl yürütme tarzlarını da birbirine çevirmek gerekiyor.
Edebiyat çevirisine nasıl başladığıma gelince, okulun
bitmesine yakın, Çerkesçe çevirmeni Mevlüt Atalay’la Puşkin’in çocuk
masallarını çevirebiliriz diye düşünmüştük. (Bir masal çevirdik). O beni
cesaretlendirdi ve başlamama vesile oldu. O vakit beni etkileyen ve Türkçede az
tanındığını bildiğim Leonid Andreyev’den öyküler çevirmeye başladım. Bir
Türkiye’ye gelmemde yayınevleriyle görüşüp Andreyev’i bir yerlere önermek
istedim. Andreyev’i isteyen olmadı. O zaman Türkiye’de birkaç tür çeviri
ihtiyacıyla karşılaştım. Birileri “biz sana çevrilmiş romanları veririz, sen
biraz günümüze adapte ediverirsin” diyerek intihal önerdi. Birileri
“çevrilmemiş yeni eserler bul, değerlendirelim” diyordu. Bir yayınevi de bana
deneme çevirisi yaptırdı ve klasik serisine çeviri yapmamı önerdi. O sıra artık
bir an önce para kazanmam gerekiyordu. Bu yüzden sonuncuyu seçtim. Böylece
klasik çevirileriyle bu dünyaya giriş yaptım.
Andreyev’in
hangi öykülerini çevirmiştin?
“Jili-bıli” – “Bir Varmış Bir Yokmuş” adıyla çevirmiştim.
“Armağan” (Gostinets) adında bir kısa öykü. Bir de “Vasiliy Fiveyski’nin
Yaşamı”nı çevirmeye başlayıp bırakmıştım yarıda.
Edebiyatseverler
seni Platonov çevirmeni olarak tanıdı. Üç romanını ve çok sayıda öyküsünü
Türkçeleştirdin. Nasıl başladı bu çeviriler?
Platonov çevirmem ÇEVBİR üyeliğimle başladı. Meslek birliği
sayesinde başka Rusçacılar ve yayıncılarla tanışmış oldum. Metis Yayınları
editörü Tuncay Birkan bana Andrey Platonov’u önerdi. Öykülerle yola çıktık.
Doğrusu öncesinde Platonov sevdiğim yazarların başında gelmiyordu. Lisede ve
üniversitede ders olarak önüme geldiğinde zorlanıp bıraktığım bir yazardı.
Öyküleri çevirirken bir yandan da Çevengur’u okumaya başladım. Çeviri ve
Çevengur okuması sırasında Platonov’a iyiden iyiye ısındım, onu yakın bir dost
gibi benimsedim. Ben de o yılların Rusya’sında yaşasam devrim beni öyle
heyecanlandırırdı, ben de öncelikle insanın kaderi için endişelenirdim diye
düşündüm. Platonov’un yol kıyısındaki bitkileri tarif edişi, kırık dökük
çitleri anlatışı bana çocukça bir merhamet duygusunu hatırlatıyordu.
Çevengur’u, Can’ı ve Mutlu Moskova’yı çevirirken bir yandan da çevirilerimin
okunduğunu, sevildiğini görmek bana ilham verdi. Platonov’la ilgili güzel
yazılar yazıldı, okurlar arasından devamı gelecek mi diye soranlar oldu, yazar
Ahmet Büke bir Platonov hayranı oldu. Bunlar çevirmen için çok özel ve
genellikle az bulunur ilgiler.
Platonov’un
dili seni zorladı mı?
Dili beni zorladı. Aslında herhangi bir yazar için
“çevirmesi kolaydır” diyemem. Platonov’un zorluğu üslubuyla ilgili, kendi
kurduğu bir dil var, onunla yazıyor. Kalıpların dışında bir dil, içinde döneme
özgü klişeler var, sovyetizm dediğimiz türden kelimeler, bürokratik dilin
hayata sirayet edişi, bir devrimci jargonu var, sosyalizmin yarım yamalak
anlaşılıp yorumlanışından kaynaklanan bir kavram karmaşası var, ince bir mizah
ve elbette bolca şiir var. Platonov’un trajik diyebileceğimiz bir yaşamı olmuş
ama olayların komik tarafını da çok iyi gören bir yazar. Onu fıkra anlatan ama
kendi gülmeyen bir adam olarak hayal ediyorum. Ciddi birisiymiş çünkü, her şeyi
çok ciddiye alan, toplumsal olaylara varoluşsal açıdan bakan biri, ona göre her
şey ölüm kalım meselesi, ama aynı zamanda da biraz gülünç. Bütün bunları
aktarmaya çalışırken Türkçede doğal bir dil tutturmanın güçlüğü vardı. Çok
uzun, çetrefil cümlelerin içinde kaybolduğum oluyordu. Platonov’un eserlerini
yayına hazırlayan Özde Duygu Gürkan’dan çok şey öğrendim. O beni Türkçeden yana
tavır almaya ikna etti. Orijinal metne yönelik bazı gereksiz ısrarlarımdan
vazgeçirdi ama bunu yaparken de Platonov’a ihanet etmedik, onu Türkçe
konuşturmaya çalıştık sadece.
Bundan
sonra kimleri çevirmek istersin? Öte yandan, yayınevlerinin önerdiği ama senin
çevirmeyi istemediğin kitaplar oldu mu?
Bundan sonra, en azından yakın gelecekte bir süre çeviri
yapmayı düşünmüyorum aslında. Uzun bir okuma molası verdim. Bu arada belki
sadece şiir çeviririm. En yakın hissettiğim şairler Boris Pasternak ve Osip Mandelştam.
Bugüne dek yayınevinin önerdiği ve benim istemediğim hiçbir
şey çevirmedim. Bu eziyet gibi bir şey olur herhalde, çünkü en sevdiğiniz
yazarı da çevirseniz, zaman zaman çok bunalabiliyorsunuz.
Türkçede
ilk kez senin çevirinle yayınlananan bir Tolstoy yapıtı var: Holstomer. Bence
yazarın en iyi anlatılarından biri. Neler söylemek istersin bu çeviriyle
ilgili?
Holstomer’i bana İş Bankası Yayınları editörü Rusçacı
arkadaşım Koray Karasulu önerdi ve Rusça üzerinden redaksiyonunu kendisi yaptı.
Tolstoy sade ve anlaşılır cümlelerle yazan bir yazar, sanırım marifet onun
sadeliğini basitliğe dönüştürmeden çevirmekte. Holstomer bir atın ağzından
anlatılan bir öykü. Atlarla ilgili zerre kadar bilgim olmadığı için o çeviri
esnasında bir sözlük oluşturmam gerekti ve at anatomisi, at yetiştiriciliği
konusunda bir miktar araştırma yaptım. Yine de eksiklerim çıkabilir. Bu
çevrilmemiş bir öyküydü, o yüzden de ilk benim çevirmiş olmam tabii ki heyecan
vericiydi. Kitap “Üç Ölüm” adıyla yayımlandı, içinde kitaba adını veren öykü ve
birkaç güzel Tolstoy öyküsü daha var.
Holstomer
gibi geç kalmış yapıtlar olsa da Türkçe okurun Klasik Rus edebiyatıyla arası
genel olarak oldukça iyi. Peki çağdaş Rus edebiyatıyla diyaloğumuzu nasıl
görüyorsun? Tanışmamız gereken başka hangi yazarlar ve yapıtlar var? Aynı
soruyu suyun öteki yakası için de tekrarlamak istiyorum. Rusça okurun tanışması
gereken yazarlarımız kimler sence?
Çağdaş Rus edebiyatını ben de çok iyi takip edemiyorum.
Bence Venedikt Yerofeyev çevrilmeli, Tatyana Tolstaya, Saşa Sokolov oldukça iyi
yazarlar, Vasiliy Aksyonov öyle. Bu da bir derya, dikkatli editörler bu
deryadan çok iyi kitaplar çıkarabilir. Türk edebiyatına gelince, kuşkusuz çok
daha az biliniyor Rusya’da. Sovyet döneminde yapılan bazı çevirilerin ötesinde
Apollinariya Avrutina’nın Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Orhan Pamuk gibi önemli
yazarları çevirdiğini biliyorum. Sait Faik Abasıyanık, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay
muhakkak çevrilmeli. Ve tabi ki şiirimiz. Keşke yetenekli bir şair/çevirmen
çıksa ve tüm İkinci Yeni’yi çevirse. Anadili Rusça olan çevirmenler bizden daha
şanslı, bu yakada balta girmemiş bir orman onları bekliyor.
Sosyal medyayla aran nasıl? Şiir çevirilerini yayınladığın
bir blogun var sanırım.
Sosyal medyayı daha çok takip ediyorum, kendim yazmadan. Bloğum
var evet, orada hem şiirlerimi, hem şiir çevirilerimi paylaşıyorum. Şiiri çok
önemsiyorum ve hayalim o âleme dalıp kaybolmak. Blog çok az takip ediliyor ama
orada bir sesim olsun istedim.
Günay Çetao’nun kendi şiirlerini ve Rusçadan şiir
çevirilerini yayınladığı blog: gunaycetao.blogspot.com.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder