Apollinaria Avrutina
Rusçadan çeviren:
Mehmet Özgül
Kaynak: http://www.notosoloji.com/
Türkiye,
ülkesini bütün dünyaya tanıtan, bundan dolayı birçok insanın oraya gitmesini
sağlayan yazarlarına mı borçludur, yoksa Türk yazarların yapıtlarını başka
dillere aktararak onların ilgiyle okunmasını sağlayan çevirmenlerine mi?
Türk edebiyatı tıpkı Türkiye’nin ekonomik başarıları gibi
bende “mucize” etkisi bırakıyor. Aslında “mucize” sözcüğü, topu topu yirmi
küsur yılda yoksulluktan kurtulup zengin bir ülke konumuna gelen Güney Kore
için kullanılırdı. 1960-1970 yıllarında bir tarım ülkesi olarak anılan Türkiye,
günümüzde eşine az rastlanır büyüme temposu ve hayal edilmesi zor projeleri
gerçekleştirmedeki başarısıyla bütün dünyayı şaşırtıyor. Aynı duruma benzer
olgu, Türk edebiyatında da gözlemleniyor. 1990’lı yıllarda konunun uzmanları
dışında kimsenin sözünü etmediği Türk edebiyatı, bugün dünyanın en popüler ve
en beğenilen edebiyatları arasına giriyor.
Öbür Yakındoğu ve Müslüman ülkelerin edebiyatlarından
farklı olarak kendine özgü bir yolda ilerleyen Türk edebiyatı, tipik Avrupa
roman tarzını daha 19. yüzyıl ortalarında benimsemişti (o dönemde Türkiye
Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur, Osmanlı Devleti hâlâ egemenliğini
sürdürmektedir) ve günümüzde de aynı alanda gelişmesine devam ediyor. Namık
Kemal’in, Fransız romanlarına öykünerek 1876’da yazdığı ilk Osmanlı serüven
romanı Ali Bey’in Maceraları’nın yayımlanmasından beri Avrupa roman
geleneği Türk kültür ortamına uyum sağlayarak başarıyla gelişip serpilmektedir.
Her ne kadar Türkiye’ye özgü tipik bir roman yazım tarzı şimdiye değin
görülmemişse de, Avrupa edebiyatındaki romantizm, realizm, modernizm, postmodernizm
evreleri bu ülkede Doğu kültürünü yansıtan öğelerin de katkısıyla 20. ve 21.
yüzyıllarda bol örnekler veriyor. Böylesine parlak sonuçlar elde edilmesinin
nedeni elbette ki Türkiye’nin zengin bir tarihe sahip olması.
Öğrencilerime Türk Edebiyat Tarihi dersi vermeye
hazırlanırken konuya girmeden önce bu adla ilgili bir açıklama yapma gereğini
duyarım. Her ne kadar dersimin adı Türk Edebiyat Tarihi ise de, çok uzun bir
süre için Türk edebiyatı diye bir olgu bulunmadığını söylerim öğrencilerime.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, tarih sahnesine ancak 1923’te çıkmıştır.
1299’dan
1922’ye kadar bu bölgenin tarihinde Osmanlı İmparatorluğu, bununla birlikte
Osmanlı edebiyatı yer alır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan önce de Küçük Asya’da
birkaç Türk devleti, bu duruma uygun olarak da Anadolu’da varlığını sürdüren
eski Türk edebiyatı bulunmaktadır.
Bu katı bilimsel terimleri kullanma geleneği iki temel
nedene dayanıyor. Nedenlerden ilki, tarihsel dönemlerin değişerek sıralanması
(hanedan değişikliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumu, yükselişi, çöküşü,
bunların ardından cumhuriyetin kuruluşu), dolayısıyla kültürel yaşamın hızla
değişmesidir. Bu durum gecikmeden dilin yapısına, sonuçta da edebiyata
yansımıştır. Öyle sanıyorum ki ikinci neden, Türk dilinin inanılmaz bir hızla
gelişmesi, açıkça söyleyecek olursak, Türkçenin bütün yenilikleri, insan
yaşamında oluşan bütün değişimleri özümseme yeteneğidir.
Bu süreç, dünya dillerinin pek çoğunda yaşamdaki çeşitli
olguların ve gerçeklerin anlamını veren önemli sayıda yabancı sözcüğün
benimsenmesi sonucunu doğurur. Ancak, başka dillerden alınan sözcük sayısı,
bünyesine yabancı sözcük katan dilin kendi söz varlığını kat kat geçmeye
başlar. İşte, Türkçede de böyle oldu Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkçe,
İslam kültürünün önde gelen iki dilinin, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalarak
bu dillerden bünyesine öylesine bol sözcük katmıştır ki, bu iki dilden alınan
sözcük sayısı ezici çoğunluğa ulaştı. Sonuçta, Türkçeden yabancı sözcükleri
ayıklamak, bunların yerine öz Türkçe karşılıklar bulmak amacıyla 1932’de Türk
Dil Kurumu oluşturuldu. 20. ve 21. yüzyıllarda Türk dilinin gelişimi
çelişkiler, ikilikler içerir. Türkler bir yandan dillerine büyük sayıda yabancı
kökenli sözcük almak zorunda kaldı, öbür yandan da bunlarla eşanlam taşıyan
karşılıklar koymak için yapay yollarla sözcük türetmeye çalıştı.
Bu dildeki değişimin hızı bir çevirmen olarak beni hayli
şaşırtıyor. Biz Ruslar 18. ve 19. yüzyıl edebiyat yapıtlarını nispeten kolay
okuruz. Bu iki yüzyılın yapıtları daha ne ki! Kültürlü bir Rus 16., 17.
yüzyıllardan kalma Geçmiş Yılların Öyküleri’ni, İgor Alayı Destanı’nı
anlayabilir. Türkler ise kendi dillerinde bunu yapamaz. Ancak Osmanlı kültürü
alanında yetişmiş seçkin uzmanlar ünlü bir ortaçağ Divan Edebiyatı şiirini
Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevirebilir. İstanbul’un göbeğindeki İstiklal
Caddesi’nde güzel bir evde karşılaşırsınız. Her Türkün bildiği ama hiçbirinin
kolayca anlayamayacağı ölümsüz Güzellik ve Aşk adlı manzumeyi yazan
Mevlevi tarikatı dervişi şair Şeyh Galip 18. yüzyıl sonlarında burada
yaşamıştır. Biz Ruslar, neredeyse aynı dönemde yaşamış Aleksandr Puşkin’in
şiirlerini aklımızda tutup ezbere okuyabiliriz. Ama Türkler, Şeyh Galip’in
şiirlerini ezbere okuyamaz. Daha da ilginci, Türk insanı 20. yüzyıl başlarında,
hatta ortalarında yazılmış kendi edebiyat yapıtlarını bile dipnotlar,
açıklamalar olmaksızın güçlük çekerek okur.
Edebiyat çevirmeni olarak bana sık sık, Türkçeden çeviri
yapmanın kolay olup olmadığını, çevirdiğim yapıtlardan hangisini en çok
sevdiğimi sorarlar. Kitap çevirmenin zor olduğunu, edebiyat çevirisinin büyük
yetenek gerektirdiğini anlatarak ilk soruyu yanıtlarım. İkinci soruya da
çevirdiğim bütün yapıtları sevdiğimi söyleyerek karşılık veririm. Bir kitabı
anadilinize çevirmek, yapıtı yeniden yazmaya benzer, çeviri bittiğinde kitabı
kendi yapıtınız sayarsınız. Bu ikililik durumu, yani eseri yazarıyla ortak
yarattığınız duygusu, Türk yazarlarının çok sevdikleri yaklaşım biçimine son
derece uygun düşer. Türkçe eserlerde ya anlatıcının ya da başkahramanın
ikizini, yani bir benzerini daha yapıta sokmaktan çok hoşlanılır. Bu ikiz,
yazardan da, başkahramandan da daha yeteneklidir, üstelik onlarla bütünüyle
aynı bakış açısını, aynı görüşü paylaşır.
Yazarın, iki benzer kişi yaratma, aynı kişide hem
anlatıcıyı hem de başkahramanı kaçınılmaz biçimde etkileyen birini eserine
dahil etme yöntemi, Yakındoğu ve Türk edebiyatında yaygın biçimde kullanılır,
üstelik çok da sevilir. Günümüzün edebiyatında benimsenen bu tutumun kaynağı
oldukça eskiye dayanıp başlangıcı sufi tasavvuf geleneğine, sufi şiirine kadar
uzanır. Sufi tasavvufunda Tanrı’ya duyulan mistik aşk çeşitli görüntülerle
karşımıza çıkar, sıklıkla yakışıklı bir delikanlıya ya da çok güzel bir kıza
duyulan aşk şeklinde dile getirilir. Yüce Tanrı’nın insan güzelliği
aracılığıyla kendi ilahi güzelliğini görünür kıldığı düşünülür. İnsan güzelliğine
duyulan aşk bir çeşit ilahi güzelliğe saygı biçiminde algılanıp katıksız mistik
bir aşka, gerçek Tanrı sevgisine dönüşür. Bu geleneğin doğuşundan söz edilirken
Hz. Muhammed’in göğe çıktığı (miraç) gecede onun Tanrı’ya yakışıklı bir
delikanlı olarak göründüğüne inanılır. Yeri gelmişken belirtelim, benzer motif
Homeros’un İlyada’sında da vardır. Çağdaş Türk edebiyatında birbirine
bağımlı ikizler olarak Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde Hoca ile Kölesi, Kara
Kitap’ında Galip ile Celal, Sabahattin Ali’nin romanı Kürk Mantolu Madonna’da
anlatıcıya tıpa tıp benzeyen Raif Efendi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında
ise Mümtaz ile amcaoğlu İhsan birlikte yer alır.
Edebiyattaki bu ikililiği, kendine benzer bir kişiyle
yaşama alışkanlığını izlemek bana ilginç geliyor. Duruma bakarak şuna
inanıyorum ki, Türkler yalnızca edebiyat yapıtlarında değil, günlük yaşamda da
ikiz olmayı seviyor. Türkiye’nin Doğu ile Batı arasındaki konumu ve iki ayrı
kültürün, iki değişik uygarlığın kesişme noktasında bulunması dolayısıyla yazarların,
gazetecilerin sevdiği bu ünlü ikizlik kavramı sonunda beni de etkiledi. Bugüne
değin hangi tarafa ait olduğuma karar veremedim. Onların mı, yoksa bizimkilerin
mi yanındayım? Batılı mıyım, yoksa Doğulu mu? Neyim ben? Yazar mı, çevirmen mi?
Birçok kişi, iyi bir edebiyat çevirmeni olabilmek için her
şeyden önce çeviri yapacağınız yabancı dili mükemmel derecede bilmeniz
gerektiğine inanır. Bu kesinlikle doğrudur. Bunun yanında çevirmenin anadilini,
yani çeviride kullanacağı dili de kusursuz biçimde bilmesi gerekir. Yazarın
dünya görüşünü, yazın tarzının özelliklerini, kullandığı dilin inceliklerini
çeviride koruması istenir. Bu arada kendi sanatsal yaratıcılığı anadile
çevrilen metne yansımalıdır. O bakımdan, ortaya çıkan yeni metnin yazarı
olmuştur artık. Anadilini eksiksiz bilmenin yanında çevirmenin kendi hayal
gücünden yararlanması kaçınılmazdır.
Orhan Pamuk denemelerinde, kitap yazmayı ya da okumayı
zihninde canlandırdığı bir sinema filmini izlemeye benzetir sık sık. Pamuk’un
bütün denemelerini topladığı Öteki Renkler aslında bir çeşit Yazarlar
İçin Ders Kitabı olarak da adlandırılabilir. Bu kitabın, çevirmenleri de
yakından ilgilendirdiğini belirtmeliyim. Çeviri yaparken zihinlerinde
canlandırdıkları bir filmi seyrettiğini düşünmelidir çevirmenler. Zihinde
canlandırma, yazarın olayı anlamasına, onun yaşadığı yeri ve zamanı hayal
etmesine, tutturduğu yolu görmesine yardım eder. Ayrıca yazar birtakım mantık
hataları yapmışsa, okurlar bunları çevirmenin hatası olarak kabul edeceğinden,
yazarın bulunduğu ortamı hayal etmek çevirmeni bu ithamdan kurtarır. Bu
nedenle, çevirinin bazı yerlerde özgün metinden farklı olmasından
korkmamalıdır.
Çevirmenler çoğu kez ünlü yazarların yapıtlarına karşı
abartılı bir saygı besler. Bu durumdan kaynaklanan gereksiz ürkeklik, yapılan
işin bozulmasına neden olur. Yazarın kullandığı sözcüklerin tıpa tıp aynısıyla
çeviri yapmak nasıl özgün yapıtın değerini düşürürse, yazarın farkına varmadan
yaptığı yanlışların düzeltilmeden çevrilmesi de özgün yapıtın değerini azaltır.
Okurlar yanlışların, eksikliklerin yazardan değil de zayıf bir çevirmenden ya
da yetersiz bir editörden kaynaklandığını düşünecektir büyük bir olasılıkla.
Çevirmen, yapıtını çevireceği yazarı sıradan
arkadaşlarından daha fazla tanımalıdır. Ne yazık ki şimdi yaşamayan,
Türkiye’nin en önemli yazarlarından Bilge Karasu’nun Ölmüş Kediler Bahçesi adlı
romanını bir süre önce çevirdim. Kitap 12 bölümden oluşuyor. Bölümler günün
saatlerinin ilerlemesine uygun biçimde başlık numaraları büyüyerek sıralanıyor.
Akşam vakti yaklaştıkça bölümlerin havası kararıyor, kötümserleşiyor, saatin
akrebi ile yelkovanı şafağın sökmesine doğru gitgide aydınlanıyor, parlamaya
başlıyor. Rusçada “rak” sözcüğünün hem ıstakoz hem de kanser anlamına
gelmesinden dolayı bölümlerin çoğunda tuhaf bir biçimde “rak” sözcüğü üzerinde
duruluyor, yazar köylerde kullanılan sade dile başvurarak ilginç söz oyunları
yapıyor. Basit köylü dilindeki sözcükler düpedüz kanser hastalığını
betimlemekle birlikte “bana dokunma”, “beni rahatsız etme”, “canımı yakma”
anlamlarını taşıyor. Kitabın çevirisi sırasında yazar hakkında fazla bilgim
yoktu. Bilge Karasu’yu anlatan biyografi yazarları fazla ayrıntıya girmeden
onun Ankara’daki felsefe bölümlerinden birinde öğretim görevlisi olduğunu, ağır
bir hastalık sonucu 1995’te öldüğünü anlatıyordu. Çevirisi üzerinde çalıştığım
kitabı ölümünden hayli zaman önce yazdığını, ondan sonra birkaç roman daha
yazdığını, okuduğum yazarlardan öğrenebildim. Karasu’nun büyük bir olasılıkla
kansere yakalandığı ve sonunda bu hastalıktan öldüğü düşüncesi uzun süre kafamı
kurcaladı. Kanserden öleceğini bir türlü aklından çıkaramadığından olacak,
çevirdiğim romandan anladığıma göre bir çeşit ruhsal kargaşa bile yaşamış
olmalıydı. Aradan bir süre daha geçince yazarı çok yakından tanıyan biriyle
tanışma fırsatı yakaladım. Bu kişinin anlattıklarına göre Bilge Karasu
gerçekten bu hastalıktan ölmüştü, ölümünden önce ise kanserden yaşamını yitiren
birkaç yakın arkadaşını toprağa vermişti.
Okumakta olduğunuz yazıma Türkiye’nin ekonomik gelişimine,
Türk kültürüne ve edebiyatına duyduğum hayranlığı dile getirerek başladım.
Nedense, hayli geçmişte kalan 1980’li, 1990’lı yıllar geldi aklıma. O dönemde
Türkiye, Rusya’dan epeyce uzaktaydı, günümüzün “Türk edebiyatı” da aynı
durumdaydı. O yılların ardından iki taraf da hayli yol aldı, hem yazarlarıyla
Türkiye, hem de biz Türkologlar, Türkçeden çeviri yapanlar. Anlaşılan, Türkler
gibi ben de yeniden şu “çift kişilik” gerçeğiyle karşı karşıya gelmiş
bulunuyorum. Kimin kime hangi sırayla bağımlı olduğuna karar vermek zorundayım.
Türkiye, ülkesini bütün dünyaya tanıtan, bundan dolayı birçok insanın oraya
gitmesini sağlayan yazarlarına mı borçludur, yoksa Türk yazarların yapıtlarını
başka dillere aktararak onların ilgiyle okunmasını sağlayan çevirmenlerine mi?
Ya çevirmenler için ne demeli? Onlar da kendilerini derinden etkileyen,
anadillerine çevirme zorunluluğu hissettikleri olağanüstü güzellikteki Türkçe
yapıtlara bağımlı olmasınlar. Ya da edebiyat söz konusu edildiğinde genelde
olduğu gibi asıl bağımlılık okurların tutumunda gözleniyordur belki de. Yabancı
yatırımlara bağımlı Türk ekonomi mucizesinin temelinde kısmen de olsa sıradan
okurların ilgisi yatıyordur herhalde. Kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder