Moskova

Moskova

21 Ekim 2015 Çarşamba

İnsanı Şaşkına Çeviren Şu Türk Edebiyatı


Apollinaria Avrutina

Rusçadan çeviren: Mehmet Özgül

Türkiye, ülkesini bütün dünyaya tanıtan, bundan dolayı birçok insanın oraya gitmesini sağlayan yazarlarına mı borçludur, yoksa Türk yazarların yapıtlarını başka dillere aktararak onların ilgiyle okunmasını sağlayan çevirmenlerine mi?

Türk edebiyatı tıpkı Türkiye’nin ekonomik başarıları gibi bende “mucize” etkisi bırakıyor. Aslında “mucize” sözcüğü, topu topu yirmi küsur yılda yoksulluktan kurtulup zengin bir ülke konumuna gelen Güney Kore için kullanılırdı. 1960-1970 yıllarında bir tarım ülkesi olarak anılan Türkiye, günümüzde eşine az rastlanır büyüme temposu ve hayal edilmesi zor projeleri gerçekleştirmedeki başarısıyla bütün dünyayı şaşırtıyor. Aynı duruma benzer olgu, Türk edebiyatında da gözlemleniyor. 1990’lı yıllarda konunun uzmanları dışında kimsenin sözünü etmediği Türk edebiyatı, bugün dünyanın en popüler ve en beğenilen edebiyatları arasına giriyor.

Öbür Yakındoğu ve Müslüman ülkelerin edebiyatlarından farklı olarak kendine özgü bir yolda ilerleyen Türk edebiyatı, tipik Avrupa roman tarzını daha 19. yüzyıl ortalarında benimsemişti (o dönemde Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur, Osmanlı Devleti hâlâ egemenliğini sürdürmektedir) ve günümüzde de aynı alanda gelişmesine devam ediyor. Namık Kemal’in, Fransız romanlarına öykünerek 1876’da yazdığı ilk Osmanlı serüven romanı Ali Bey’in Maceraları’nın yayımlanmasından beri Avrupa roman geleneği Türk kültür ortamına uyum sağlayarak başarıyla gelişip serpilmektedir. Her ne kadar Türkiye’ye özgü tipik bir roman yazım tarzı şimdiye değin görülmemişse de, Avrupa edebiyatındaki romantizm, realizm, modernizm, postmodernizm evreleri bu ülkede Doğu kültürünü yansıtan öğelerin de katkısıyla 20. ve 21. yüzyıllarda bol örnekler veriyor. Böylesine parlak sonuçlar elde edilmesinin nedeni elbette ki Türkiye’nin zengin bir tarihe sahip olması.

Öğrencilerime Türk Edebiyat Tarihi dersi vermeye hazırlanırken konuya girmeden önce bu adla ilgili bir açıklama yapma gereğini duyarım. Her ne kadar dersimin adı Türk Edebiyat Tarihi ise de, çok uzun bir süre için Türk edebiyatı diye bir olgu bulunmadığını söylerim öğrencilerime. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, tarih sahnesine ancak 1923’te çıkmıştır. 

1299’dan 1922’ye kadar bu bölgenin tarihinde Osmanlı İmparatorluğu, bununla birlikte Osmanlı edebiyatı yer alır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan önce de Küçük Asya’da birkaç Türk devleti, bu duruma uygun olarak da Anadolu’da varlığını sürdüren eski Türk edebiyatı bulunmaktadır.

Bu katı bilimsel terimleri kullanma geleneği iki temel nedene dayanıyor. Nedenlerden ilki, tarihsel dönemlerin değişerek sıralanması (hanedan değişikliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumu, yükselişi, çöküşü, bunların ardından cumhuriyetin kuruluşu), dolayısıyla kültürel yaşamın hızla değişmesidir. Bu durum gecikmeden dilin yapısına, sonuçta da edebiyata yansımıştır. Öyle sanıyorum ki ikinci neden, Türk dilinin inanılmaz bir hızla gelişmesi, açıkça söyleyecek olursak, Türkçenin bütün yenilikleri, insan yaşamında oluşan bütün değişimleri özümseme yeteneğidir.

Bu süreç, dünya dillerinin pek çoğunda yaşamdaki çeşitli olguların ve gerçeklerin anlamını veren önemli sayıda yabancı sözcüğün benimsenmesi sonucunu doğurur. Ancak, başka dillerden alınan sözcük sayısı, bünyesine yabancı sözcük katan dilin kendi söz varlığını kat kat geçmeye başlar. İşte, Türkçede de böyle oldu Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkçe, İslam kültürünün önde gelen iki dilinin, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalarak bu dillerden bünyesine öylesine bol sözcük katmıştır ki, bu iki dilden alınan sözcük sayısı ezici çoğunluğa ulaştı. Sonuçta, Türkçeden yabancı sözcükleri ayıklamak, bunların yerine öz Türkçe karşılıklar bulmak amacıyla 1932’de Türk Dil Kurumu oluşturuldu. 20. ve 21. yüzyıllarda Türk dilinin gelişimi çelişkiler, ikilikler içerir. Türkler bir yandan dillerine büyük sayıda yabancı kökenli sözcük almak zorunda kaldı, öbür yandan da bunlarla eşanlam taşıyan karşılıklar koymak için yapay yollarla sözcük türetmeye çalıştı.

Bu dildeki değişimin hızı bir çevirmen olarak beni hayli şaşırtıyor. Biz Ruslar 18. ve 19. yüzyıl edebiyat yapıtlarını nispeten kolay okuruz. Bu iki yüzyılın yapıtları daha ne ki! Kültürlü bir Rus 16., 17. yüzyıllardan kalma Geçmiş Yılların Öyküleri’ni, İgor Alayı Destanı’nı anlayabilir. Türkler ise kendi dillerinde bunu yapamaz. Ancak Osmanlı kültürü alanında yetişmiş seçkin uzmanlar ünlü bir ortaçağ Divan Edebiyatı şiirini Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevirebilir. İstanbul’un göbeğindeki İstiklal Caddesi’nde güzel bir evde karşılaşırsınız. Her Türkün bildiği ama hiçbirinin kolayca anlayamayacağı ölümsüz Güzellik ve Aşk adlı manzumeyi yazan Mevlevi tarikatı dervişi şair Şeyh Galip 18. yüzyıl sonlarında burada yaşamıştır. Biz Ruslar, neredeyse aynı dönemde yaşamış Aleksandr Puşkin’in şiirlerini aklımızda tutup ezbere okuyabiliriz. Ama Türkler, Şeyh Galip’in şiirlerini ezbere okuyamaz. Daha da ilginci, Türk insanı 20. yüzyıl başlarında, hatta ortalarında yazılmış kendi edebiyat yapıtlarını bile dipnotlar, açıklamalar olmaksızın güçlük çekerek okur.

Edebiyat çevirmeni olarak bana sık sık, Türkçeden çeviri yapmanın kolay olup olmadığını, çevirdiğim yapıtlardan hangisini en çok sevdiğimi sorarlar. Kitap çevirmenin zor olduğunu, edebiyat çevirisinin büyük yetenek gerektirdiğini anlatarak ilk soruyu yanıtlarım. İkinci soruya da çevirdiğim bütün yapıtları sevdiğimi söyleyerek karşılık veririm. Bir kitabı anadilinize çevirmek, yapıtı yeniden yazmaya benzer, çeviri bittiğinde kitabı kendi yapıtınız sayarsınız. Bu ikililik durumu, yani eseri yazarıyla ortak yarattığınız duygusu, Türk yazarlarının çok sevdikleri yaklaşım biçimine son derece uygun düşer. Türkçe eserlerde ya anlatıcının ya da başkahramanın ikizini, yani bir benzerini daha yapıta sokmaktan çok hoşlanılır. Bu ikiz, yazardan da, başkahramandan da daha yeteneklidir, üstelik onlarla bütünüyle aynı bakış açısını, aynı görüşü paylaşır.

Yazarın, iki benzer kişi yaratma, aynı kişide hem anlatıcıyı hem de başkahramanı kaçınılmaz biçimde etkileyen birini eserine dahil etme yöntemi, Yakındoğu ve Türk edebiyatında yaygın biçimde kullanılır, üstelik çok da sevilir. Günümüzün edebiyatında benimsenen bu tutumun kaynağı oldukça eskiye dayanıp başlangıcı sufi tasavvuf geleneğine, sufi şiirine kadar uzanır. Sufi tasavvufunda Tanrı’ya duyulan mistik aşk çeşitli görüntülerle karşımıza çıkar, sıklıkla yakışıklı bir delikanlıya ya da çok güzel bir kıza duyulan aşk şeklinde dile getirilir. Yüce Tanrı’nın insan güzelliği aracılığıyla kendi ilahi güzelliğini görünür kıldığı düşünülür. İnsan güzelliğine duyulan aşk bir çeşit ilahi güzelliğe saygı biçiminde algılanıp katıksız mistik bir aşka, gerçek Tanrı sevgisine dönüşür. Bu geleneğin doğuşundan söz edilirken Hz. Muhammed’in göğe çıktığı (miraç) gecede onun Tanrı’ya yakışıklı bir delikanlı olarak göründüğüne inanılır. Yeri gelmişken belirtelim, benzer motif Homeros’un İlyada’sında da vardır. Çağdaş Türk edebiyatında birbirine bağımlı ikizler olarak Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde Hoca ile Kölesi, Kara Kitap’ında Galip ile Celal, Sabahattin Ali’nin romanı Kürk Mantolu Madonna’da anlatıcıya tıpa tıp benzeyen Raif Efendi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında ise Mümtaz ile amcaoğlu İhsan birlikte yer alır.

Edebiyattaki bu ikililiği, kendine benzer bir kişiyle yaşama alışkanlığını izlemek bana ilginç geliyor. Duruma bakarak şuna inanıyorum ki, Türkler yalnızca edebiyat yapıtlarında değil, günlük yaşamda da ikiz olmayı seviyor. Türkiye’nin Doğu ile Batı arasındaki konumu ve iki ayrı kültürün, iki değişik uygarlığın kesişme noktasında bulunması dolayısıyla yazarların, gazetecilerin sevdiği bu ünlü ikizlik kavramı sonunda beni de etkiledi. Bugüne değin hangi tarafa ait olduğuma karar veremedim. Onların mı, yoksa bizimkilerin mi yanındayım? Batılı mıyım, yoksa Doğulu mu? Neyim ben? Yazar mı, çevirmen mi?

Birçok kişi, iyi bir edebiyat çevirmeni olabilmek için her şeyden önce çeviri yapacağınız yabancı dili mükemmel derecede bilmeniz gerektiğine inanır. Bu kesinlikle doğrudur. Bunun yanında çevirmenin anadilini, yani çeviride kullanacağı dili de kusursuz biçimde bilmesi gerekir. Yazarın dünya görüşünü, yazın tarzının özelliklerini, kullandığı dilin inceliklerini çeviride koruması istenir. Bu arada kendi sanatsal yaratıcılığı anadile çevrilen metne yansımalıdır. O bakımdan, ortaya çıkan yeni metnin yazarı olmuştur artık. Anadilini eksiksiz bilmenin yanında çevirmenin kendi hayal gücünden yararlanması kaçınılmazdır.

Orhan Pamuk denemelerinde, kitap yazmayı ya da okumayı zihninde canlandırdığı bir sinema filmini izlemeye benzetir sık sık. Pamuk’un bütün denemelerini topladığı Öteki Renkler aslında bir çeşit Yazarlar İçin Ders Kitabı olarak da adlandırılabilir. Bu kitabın, çevirmenleri de yakından ilgilendirdiğini belirtmeliyim. Çeviri yaparken zihinlerinde canlandırdıkları bir filmi seyrettiğini düşünmelidir çevirmenler. Zihinde canlandırma, yazarın olayı anlamasına, onun yaşadığı yeri ve zamanı hayal etmesine, tutturduğu yolu görmesine yardım eder. Ayrıca yazar birtakım mantık hataları yapmışsa, okurlar bunları çevirmenin hatası olarak kabul edeceğinden, yazarın bulunduğu ortamı hayal etmek çevirmeni bu ithamdan kurtarır. Bu nedenle, çevirinin bazı yerlerde özgün metinden farklı olmasından korkmamalıdır.

Çevirmenler çoğu kez ünlü yazarların yapıtlarına karşı abartılı bir saygı besler. Bu durumdan kaynaklanan gereksiz ürkeklik, yapılan işin bozulmasına neden olur. Yazarın kullandığı sözcüklerin tıpa tıp aynısıyla çeviri yapmak nasıl özgün yapıtın değerini düşürürse, yazarın farkına varmadan yaptığı yanlışların düzeltilmeden çevrilmesi de özgün yapıtın değerini azaltır. Okurlar yanlışların, eksikliklerin yazardan değil de zayıf bir çevirmenden ya da yetersiz bir editörden kaynaklandığını düşünecektir büyük bir olasılıkla.
Çevirmen, yapıtını çevireceği yazarı sıradan arkadaşlarından daha fazla tanımalıdır. Ne yazık ki şimdi yaşamayan, Türkiye’nin en önemli yazarlarından Bilge Karasu’nun Ölmüş Kediler Bahçesi adlı romanını bir süre önce çevirdim. Kitap 12 bölümden oluşuyor. Bölümler günün saatlerinin ilerlemesine uygun biçimde başlık numaraları büyüyerek sıralanıyor. Akşam vakti yaklaştıkça bölümlerin havası kararıyor, kötümserleşiyor, saatin akrebi ile yelkovanı şafağın sökmesine doğru gitgide aydınlanıyor, parlamaya başlıyor. Rusçada “rak” sözcüğünün hem ıstakoz hem de kanser anlamına gelmesinden dolayı bölümlerin çoğunda tuhaf bir biçimde “rak” sözcüğü üzerinde duruluyor, yazar köylerde kullanılan sade dile başvurarak ilginç söz oyunları yapıyor. Basit köylü dilindeki sözcükler düpedüz kanser hastalığını betimlemekle birlikte “bana dokunma”, “beni rahatsız etme”, “canımı yakma” anlamlarını taşıyor. Kitabın çevirisi sırasında yazar hakkında fazla bilgim yoktu. Bilge Karasu’yu anlatan biyografi yazarları fazla ayrıntıya girmeden onun Ankara’daki felsefe bölümlerinden birinde öğretim görevlisi olduğunu, ağır bir hastalık sonucu 1995’te öldüğünü anlatıyordu. Çevirisi üzerinde çalıştığım kitabı ölümünden hayli zaman önce yazdığını, ondan sonra birkaç roman daha yazdığını, okuduğum yazarlardan öğrenebildim. Karasu’nun büyük bir olasılıkla kansere yakalandığı ve sonunda bu hastalıktan öldüğü düşüncesi uzun süre kafamı kurcaladı. Kanserden öleceğini bir türlü aklından çıkaramadığından olacak, çevirdiğim romandan anladığıma göre bir çeşit ruhsal kargaşa bile yaşamış olmalıydı. Aradan bir süre daha geçince yazarı çok yakından tanıyan biriyle tanışma fırsatı yakaladım. Bu kişinin anlattıklarına göre Bilge Karasu gerçekten bu hastalıktan ölmüştü, ölümünden önce ise kanserden yaşamını yitiren birkaç yakın arkadaşını toprağa vermişti.

Okumakta olduğunuz yazıma Türkiye’nin ekonomik gelişimine, Türk kültürüne ve edebiyatına duyduğum hayranlığı dile getirerek başladım. Nedense, hayli geçmişte kalan 1980’li, 1990’lı yıllar geldi aklıma. O dönemde Türkiye, Rusya’dan epeyce uzaktaydı, günümüzün “Türk edebiyatı” da aynı durumdaydı. O yılların ardından iki taraf da hayli yol aldı, hem yazarlarıyla Türkiye, hem de biz Türkologlar, Türkçeden çeviri yapanlar. Anlaşılan, Türkler gibi ben de yeniden şu “çift kişilik” gerçeğiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Kimin kime hangi sırayla bağımlı olduğuna karar vermek zorundayım. Türkiye, ülkesini bütün dünyaya tanıtan, bundan dolayı birçok insanın oraya gitmesini sağlayan yazarlarına mı borçludur, yoksa Türk yazarların yapıtlarını başka dillere aktararak onların ilgiyle okunmasını sağlayan çevirmenlerine mi? Ya çevirmenler için ne demeli? Onlar da kendilerini derinden etkileyen, anadillerine çevirme zorunluluğu hissettikleri olağanüstü güzellikteki Türkçe yapıtlara bağımlı olmasınlar. Ya da edebiyat söz konusu edildiğinde genelde olduğu gibi asıl bağımlılık okurların tutumunda gözleniyordur belki de. Yabancı yatırımlara bağımlı Türk ekonomi mucizesinin temelinde kısmen de olsa sıradan okurların ilgisi yatıyordur herhalde. Kim bilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder