Moskova

Moskova

7 Ocak 2025 Salı

Yevgeny Zamyatin’in Distopik Romanı: Biz


Sheila Fitzpatrick

Kaynak: https://oggito.com/

 

Devrime geç katılmış olmak, her zaman pişmanlık duyduğu şeydi – ve bu, “hiç âşık olamadan evlenmeye, günün birinde on yıllık evli olarak uyanmaya benziyordu.”

Geçtiğimiz yıl, Rus yazar Yevgeny Zamyatin’in distopik romanı Biz’in yüzüncü yıl dönümüydü. Bu erken dönem distopik kurgu, o sıralar yeni yeni gelişmekte olan bilim kurgu türüne ciddi anlamda katkı sağlamış ve George Orwell’in 1984’ü yazarken başlıca ilham kaynaklarından biri olmuştu.

Biz ve 1984, Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyetler Birliği’nin Batı tarafından totaliter bir devlet olarak tahayyül edilmesinde can alıcı bir role sahipti. Fakat Orwell hiçbir zaman orada değildi, Zamyatin ise distopyasını 1920 yılında, yani Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçirdikten üç yıl sonra ama Sovyetler Birliği resmen kurulmadan iki yıl önce, kaos ve iç savaş döneminde yazdı.

Her iki roman da bireyin topluma karışıp birey olma halini yitirdiği bir devlet tasvir eder: “Ben” ve “Biz” arasında artık ayrım kalmamıştır. Devlet, evrensel refah ve bilgelik kaynağı olarak saygı gören, uzak fakat her şeyi gören bir lider (Zamyatin’de “Velinimet”, Orwell’de “Büyük Birader”) tarafından yönetilir. Lideri destekleyense sorun çıkarma potansiyeli olanları ortadan kaybetmekle görevli gizli servistir (Güvenlik Bürosu, Düşünce Polisi).

Yaşam, devlet tarafından öngörülen bir plan doğrultusunda titizlikle düzenlenirken kişiye asgari düzeyde şahsi alan bırakılır. Zamyatin’in romanında bütün evler camdan yapılmıştır. Perdeler yalnızca devlet tarafından onaylanmış olan bir partnerle seks yapılırken indirilir. Farklı düşünmekse devlete karşı suç işlemek anlamına gelir. 

Her iki romanda da aşık olmak, “Biz’in” hayatında yeri olmayan bir “Ben’in” yaşamsal öneme sahip ifadesidir. 

İçgüdüsel bir hiciv yazarı

Zamyatin bu romanını Petrograd’da (şimdiki St. Petersburg) sanatçılara ayrılan özel bir konutta yaşarken, yazarları ve sanatçıları İç Savaş Dönemi’nin mahrumiyetlerinden ve yeni kurulan devrim polisi Çeka’dan koruyan, bunu yapabilmek için de Bolşevik liderler nezdindeki nüfuzunu kullanan yazar Maksim Gorki’nin koruması altındayken yazdı. 

Zamyatin’in, Çar yönetimindeyken moda olduğu üzere radikal düşünceler ileri süren ancak öfkeli güruhların gerçeğinden olabildiğince uzak dururken Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidara gelmesine yol açan politik ve toplumsal çöküntüden de uzak kalan Rus entelektüellerinden biri olduğu farz edilebilir ancak gerçek pek öyle değildi. Zira Zamyatin, her ne kadar partide aktif rol almasa da, bir Bolşevikti. 

Zamyatin 1884 yılında, Moskova’nın 370 kilometre güneyinde yer alan Lebedyan’da doğdu. Babası rahipti, annesiyse şaşırtıcı ama bir piyanist. Bu da aileyi neredeyse bütün komşularına nazaran marjinal, taşralı entelektüeller haline getirmişti. 

Lebedyan’la ilgili kasvetli anılarına bakılırsa Yevgeny, okumaya sığınan yalnız bir çocuktu. Gençliğinde sosyalist hareketin büyüsüne kapıldı ve St. Petersburg Politeknik’te öğrenci olduğu sıralar Bolşevik Partisi’ne katıldı. Bunu tutuklamalar ve sürgünler izlediyse de, bir şekilde gemi mühendisi olarak mezun olmayı başardı. Söz konusu süreçte yazmaya başlamış, taşranın önlenemez can sıkıntısını ve ataletini inanılmaz bir biçimde tasvir ettiği Bir Taşra Masalı isimli novellasıyla eleştirmenlerin övgüsünü kazanmıştı.  

Rus hükümeti tarafından 1916 yılında İngiltere’ye,  Newcastle rıhtımlarındaki buz kıranların inşasında çalışmaya gönderilen Zamyatin, atandığı bu görev sebebiyle Şubat Devrimi’ni kaçırdı ve müteakip olaylara dahil olamadı. Rusya’ya ancak Ekim ayından kısa bir süre önce, o da “antika denebilecek kadar eski bir İngiliz gemisiyle” dönebildi. Seyahati yaklaşık elli saat sürmüş ve seyir süresince can yeleklerini üstlerinden çıkarmayan yolcular bütün bu zamanı Alman denizaltılarından korkarak geçirmişlerdi. 

Devrime geç katılmış olmak, her zaman pişmanlık duyduğu şeydi – ve bu, “hiç âşık olamadan evlenmeye, günün birinde on yıllık evli olarak uyanmaya benziyordu.” Yine de Zamyatin’in 1917’de Rus aydınlarını sarpasaran gerçek dışı coşkuya teslim olduğunu düşünmek güç çünkü tabiatı itibariyle yalnızdı ve eleştirel içgörüsü sebebiyle kendiliğinden olan biteni hicvetmeye, kolektif coşkular karşısında muhalif kalmaya meyilliydi. 

Zamyatin’in ilk etkileyen Ekim Devrimi’nden sonraki günlerde olup bitenlerdi. 1917-1918 kışını, “neşeli, ürkütücü […] her şeyin halatlarından kurtulup bilinmeyen sularda bilinmeyen bir yere doğru sürüklendiği” zamanlar olarak anımsıyordu. 

Devrim Rusya’sı beraberinde getirdiği bütün yoksunluklar, yetersizlikler, kimlik kargaşaları ve kibirli retoriğiyle hiciv için çok fazla fırsat sunuyordu ve bu tür, 1920’li yıllar süresince Mikhail Zoshchenko, Mikhail Bulgakov, Ilya Ilf ve Yevgeny Petrov gibi yazarların eserleri sayesinde gelişti. Fakat bunlar doğrudan rejimi hedef alan eleştirilerden ziyade içerideki yazarların kederli ve şefkatli hicivleriydi. Bulgakov’un Usta ve Margarita isimli romanı 1920’lerin sonunda siyasi engellemelere maruz kaldıysa da, Ilf ve Petrov’un kitapları Sovyet klasikleri haline gelerek uzun bir süre boyunca hem yetişkinler hem de çocuklar tarafından okunmaya devam etti. 

Zamyatin’in hicivleriyse soğuk ve sertti. Egemen iktidar ister çarlık rejimi olsun ister Bolşevik, alışılmışın dışında olmak onun için içsel bir gereklilikti – ve “gerçek edebiyat” için mücadele vermekten asla vazgeçmedi. 

Bolşeviklerin güttüğü sürüde yerini alarak yeni rejime yaltaklanan, kendilerini “saray okulu” ilan ederek havayı “sarı, yeşil ve ahududu kırmızı zafer çığlıklarıyla” dolduran “açıkgöz” yazar ve sanatçıları – fütüristleri, proleterleri ve benzerlerini – küçümsedi. 

Erken dönem Sovyet Rusya’sının ziyadesiyle politik ve hizipleşmiş sanat camiasında bu küçümseme elbette karşılığını buldu. Aleyhinde edebiyat dergilerinde yayımlanan yazılar süregelen sıkıntılarından biriydi ve üstüne üstelik onu birkaç kez tutuklayan Çeka sürekli peşindeydi. 

1920’de yazdığı Biz, Sovyet sansürüne takıldı ve yayımlanması reddedildi. Roman ancak Amerikalı yayıncı E.P. Dutton tarafından Gregory Zilboorg çevirisiyle İngilizce olarak 1924 yılında yayımlanacak fakat Sovyetler Birliği’nde yayımlanması için 1988 yılını beklemesi gerekecekti.

Makinenin dişlileri 

Biz, neredeyse herkesin kendi iradesiyle, hatta kendi arzusuyla bireyselliğini feda ettiği ve makinedeki dişlilerden biri haline geldiği, Güvenlik Büro’nun da muhaliflerle başa çıkmak için orada olduğu bir toplumu tasvir eder. 

Zamyatin’in ilham kaynağının bir parçasının da Çeka’yla, sansürcülerle ve sisteme uyum sağlayan yazar meslektaşlarıyla yaşadığı deneyimler olduğu açık. Velinimet’in “Sokrates’i andıran kel kafası” hiç kuşkusuz Lenin’e bir göndermedir fakat ahlaki kendini beğenmişliğini muhtemelen   Felix Dzerzhinsky’e, Çeka’nın ilk başkanına borçludur.   

Fakat eğitimli çağdaşları bakımından Velinimet’in daha yüce öncülleri vardı: Fyodor Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncusu ve Vladimir Solovyev’in Antichrist’ı. 

Bu hikâyelerin her ikisinde de kurumsallaşmış kolektif bilgeliğin (yerleşik Hristiyan kilisesi) sözcüsü, yazarların sempati duyduğu sıra dışı bir kişilikle (İsa) tartışır. Nitekim Hristiyanlığı geride bırakmış olsa da bir rahibin oğlu olan Zamyatin, Bolşevik Devrimi’nin yeni yeni ortaya çıkmakta olan Ortodoksluğunu, “kabul görmüş doktrinlere ters düşen bütün kelimelere karşı tıpkı eskiden olduğu gibi korku duyan Katolikliğin yeni bir kolu” olarak adlandırır. 

Biz’de anlatılan totaliter toplum yapısı Sovyetler Birliği’nin geleceğini yansıtıyor olabilir ancak romanda yazılanlar, yazıldığı dönemin Sovyet gerçeğinden bir hayli uzaktı. Devrimden sonraki ilk yıllarda Sovyet Rusya,  daha sonraları “Savaş Komünizmi” olarak adlandırılan doğaçlama bir sistemle yönetildi. Bu, görünürdeki her şeyin kamulaştırılması ve köylülerden alınan tahılla – o esnada yabancı devlet destekli Beyaz Ordu’yla savaşan – Kızıl Ordu’yu besleyebilmek için olağan usullere başvurmak yerine güç kullanmak anlamına geliyordu.  

Sovyet Rusya, tıpkı Zamyatin’in Yeşil Duvarının yaptığı gibi, dünyanın geri kalanından kopuktu. Fakat bu durum Bolşeviklerin tercihi değil, savaşın, yabancı devlet müdahalesinin ve ekonomik yaptırımların sonucuydu. Bolşevikler ekonomik planlamaya inanıyordu ancak bunun gerçekleştirilmesi için her şeyin yerli yerine oturması, neredeyse bir on yılın geçmesi gerekecekti. Başka bir deyişle 1920’li yıllardaki Bolşevik iktidarı, Biz’deki kusursuz düzene ulaşmanın epey uzağındaydı. 

Zamyatin’in romanı sıklıkla Stalinizmin gelişini öngören bir kehanet olarak okunur. Olabilir. Ancak Zamyatin, çok daha yakınındaki bir kaynaktan faydalanıyordu: geleceğin Sovyet toplumu vizyonu. Zamyatin’in, Bolşevik Devrimi’ne olan yakınlıklarını şüpheli gördüğü hep aynı fütürist ve konstrüktivist sanatçılar tarafından gündeme getirilen bu vizyona göre söz konusu gelecek toplumu katı kurallar altında yönetiliyordu ve tamamen mekanikleştirilmişti.

Biz’de birkaç kez bahsi geçen önemli figürlerden biri de işçi şair Alexei Gastev’di. Zamyatin gibi Gastev de uzun süredir Bolşevikti ve 1920’de, işçileri makine misali çalışmak üzere eğitmek için Merkezi Çalışma Enstitüsü’nü kurdu. 

Kapitalizmin aşina olduğumuz kavramlarından Taylorizmin bu devrimci versiyonunun amacı, işçi verimliliğini en üst düzeye çıkarmak ve böylece üretimi artırmaktı. Ancak Sovyet Sanayi Bakanlığı ve sendikalar tarafından hoş karşılanmadı ve Sovyetler Birliği’nin ciddi bir sanayileşme hamlesinde bulunduğu 1920’li yılların sonlarında faaliyetine son verildi. 

Fakat yaşamın bu şekilde devletin devrimci müdahalesiyle düzenlenmesi, makine kültü ve bireyin kolektif içerisinde kaybolması yalnızca Gastev’in değil, şair Vladimir Mayakovski’nin, tiyatro yönetmeni Vsevolod Meyerhold’un ve Vladimir Tatlin gibi konstrüktivist sanatçıların “fütürist” hayal gücünün temel yapıtaşlarıydı. 

Devrimci avangard büyük sanatsal başarılara imza attı ancak hoşgörü göstermek karakteristiklerinden biri değildi. Ters düştüğü yazar ve sanatçılara karşı zorbalık yapıyor, muhalif olarak gördüğü isimleri işsiz bırakabilmek için sıklıkla otoriteye, çoğunlukla Komünist Parti’ye ara sıra da Çeka’ya, şikayette bulunuyordu. 

Zamyatin, 1921 tarihli Korkuyorum başlıklı denemesinde bu hususa değindi çünkü kendisi de hedeflerden biriydi. Parti’yi temsil ettiği iddiasında bulunan ve bu iddiası kısmen doğru olan Rus Proleter Yazarlar Birliği, 1920’li yıllarda edebiyat üzerinde adeta diktatörce denebilecek bir dizi kural öngördü. Bu, Zamyatin için oldukça ağır bir yenilgiydi – özellikle de Biz’in bazı kısımları bilgisi olmaksızın burjuva Çekoslovakya’da yayımlandıktan sonra. 

Zamyatin’in 1931 yılında Stalin’e yazdığı ünlü mektup bu durumdan bahsediyordu. O sıralar Stalin halihazırda Velinimet misali bir görünüme sahipti ama zaman zaman Birlik tarafından verilen kararlara müdahale ediyor ve yazarları koruyordu. Zamyatin, bilhassa da Birlik’in Leningrad şubesini ve çıkardığı haftalık edebiyat dergisini hedef göstererek,  “her geçen gün şiddetlenmekte olan bu sistematik zulüm altında” çalışamadığını belirtti ve eşiyle birlikte yurt dışına çıkmak için izin istedi. 

Zamyatin mektubunda – daha sonra Stalin tarafından onaylanan – talebinin geçici bir talep olduğunu ifade etmiş, “küçük adamlara yalakalık yapmadan edebiyatın büyük fikirlerine hizmet etmek mümkün olur olmaz ülkeye dönme hakkını,” saklı tutmuştu. 

Rus Proleter Yazarlar Birliği, gerçekten de bir sonraki yıl Stalin’in inisiyatifinde çıkarılan bir hükümet kararnamesiyle feshedildi ve bir süredir Avrupa’da yaşayan Maksim Gorki Sovyetler Birliği’ne döndü ancak Zamyatin dönmedi. Hatta ileri düzeyde İngilizce biliyor olmasına ve kendisine Rusya’da sık sık “İngiliz” olarak hitap edilmesine rağmen o sıralar Rus göçmen kültürünün merkezi haline gelen Fransa’ya yerleşti. 

1937 yılında Paris’te kalp krizinden vefat ettiğinde hâlâ bir Sovyet vatandaşıydı ve Sovyetler Birliği’nde kalmış olsaydı da Büyük Tasfiye’ye tanıklık edecek, büyük ihtimalle öldürülecekti. 

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder