Sheila
Fitzpatrick
Kaynak:
https://oggito.com/
Devrime
geç katılmış olmak, her zaman pişmanlık duyduğu şeydi – ve bu, “hiç âşık
olamadan evlenmeye, günün birinde on yıllık evli olarak uyanmaya benziyordu.”
Geçtiğimiz yıl, Rus yazar Yevgeny Zamyatin’in distopik
romanı Biz’in yüzüncü yıl dönümüydü. Bu erken dönem distopik kurgu, o
sıralar yeni yeni gelişmekte olan bilim kurgu türüne ciddi anlamda katkı
sağlamış ve George Orwell’in 1984’ü yazarken başlıca ilham kaynaklarından biri
olmuştu.
Biz ve 1984, Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyetler
Birliği’nin Batı tarafından totaliter bir devlet olarak tahayyül edilmesinde
can alıcı bir role sahipti. Fakat Orwell hiçbir zaman orada değildi, Zamyatin
ise distopyasını 1920 yılında, yani Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele
geçirdikten üç yıl sonra ama Sovyetler Birliği resmen kurulmadan iki yıl önce,
kaos ve iç savaş döneminde yazdı.
Her iki roman da bireyin topluma karışıp birey olma halini
yitirdiği bir devlet tasvir eder: “Ben” ve “Biz” arasında artık ayrım
kalmamıştır. Devlet, evrensel refah ve bilgelik kaynağı olarak saygı gören,
uzak fakat her şeyi gören bir lider (Zamyatin’de “Velinimet”, Orwell’de “Büyük
Birader”) tarafından yönetilir. Lideri destekleyense sorun çıkarma potansiyeli
olanları ortadan kaybetmekle görevli gizli servistir (Güvenlik Bürosu, Düşünce
Polisi).
Yaşam, devlet tarafından öngörülen bir plan doğrultusunda
titizlikle düzenlenirken kişiye asgari düzeyde şahsi alan bırakılır.
Zamyatin’in romanında bütün evler camdan yapılmıştır. Perdeler yalnızca devlet
tarafından onaylanmış olan bir partnerle seks yapılırken indirilir. Farklı
düşünmekse devlete karşı suç işlemek anlamına gelir.
Her iki romanda da aşık olmak, “Biz’in” hayatında yeri
olmayan bir “Ben’in” yaşamsal öneme sahip ifadesidir.
İçgüdüsel
bir hiciv yazarı
Zamyatin bu romanını Petrograd’da (şimdiki St. Petersburg)
sanatçılara ayrılan özel bir konutta yaşarken, yazarları ve sanatçıları İç
Savaş Dönemi’nin mahrumiyetlerinden ve yeni kurulan devrim polisi Çeka’dan
koruyan, bunu yapabilmek için de Bolşevik liderler nezdindeki nüfuzunu kullanan
yazar Maksim Gorki’nin koruması altındayken yazdı.
Zamyatin’in, Çar yönetimindeyken moda olduğu üzere radikal
düşünceler ileri süren ancak öfkeli güruhların gerçeğinden olabildiğince uzak
dururken Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidara gelmesine yol açan politik ve
toplumsal çöküntüden de uzak kalan Rus entelektüellerinden biri olduğu farz
edilebilir ancak gerçek pek öyle değildi. Zira Zamyatin, her ne kadar partide
aktif rol almasa da, bir Bolşevikti.
Zamyatin 1884 yılında, Moskova’nın 370 kilometre güneyinde
yer alan Lebedyan’da doğdu. Babası rahipti, annesiyse şaşırtıcı ama bir
piyanist. Bu da aileyi neredeyse bütün komşularına nazaran marjinal, taşralı
entelektüeller haline getirmişti.
Lebedyan’la ilgili kasvetli anılarına bakılırsa Yevgeny,
okumaya sığınan yalnız bir çocuktu. Gençliğinde sosyalist hareketin büyüsüne
kapıldı ve St. Petersburg Politeknik’te öğrenci olduğu sıralar Bolşevik
Partisi’ne katıldı. Bunu tutuklamalar ve sürgünler izlediyse de, bir şekilde
gemi mühendisi olarak mezun olmayı başardı. Söz konusu süreçte yazmaya
başlamış, taşranın önlenemez can sıkıntısını ve ataletini inanılmaz bir biçimde
tasvir ettiği Bir Taşra Masalı isimli novellasıyla eleştirmenlerin
övgüsünü kazanmıştı.
Rus hükümeti tarafından 1916 yılında İngiltere’ye,
Newcastle rıhtımlarındaki buz kıranların inşasında çalışmaya gönderilen
Zamyatin, atandığı bu görev sebebiyle Şubat Devrimi’ni kaçırdı ve müteakip
olaylara dahil olamadı. Rusya’ya ancak Ekim ayından kısa bir süre önce, o da
“antika denebilecek kadar eski bir İngiliz gemisiyle” dönebildi. Seyahati
yaklaşık elli saat sürmüş ve seyir süresince can yeleklerini üstlerinden
çıkarmayan yolcular bütün bu zamanı Alman denizaltılarından korkarak
geçirmişlerdi.
Devrime geç katılmış olmak, her zaman pişmanlık duyduğu
şeydi – ve bu, “hiç âşık olamadan evlenmeye, günün birinde on yıllık evli
olarak uyanmaya benziyordu.” Yine de Zamyatin’in 1917’de Rus aydınlarını
sarpasaran gerçek dışı coşkuya teslim olduğunu düşünmek güç çünkü tabiatı
itibariyle yalnızdı ve eleştirel içgörüsü sebebiyle kendiliğinden olan biteni
hicvetmeye, kolektif coşkular karşısında muhalif kalmaya meyilliydi.
Zamyatin’in ilk etkileyen Ekim Devrimi’nden sonraki
günlerde olup bitenlerdi. 1917-1918 kışını, “neşeli, ürkütücü […] her şeyin
halatlarından kurtulup bilinmeyen sularda bilinmeyen bir yere doğru
sürüklendiği” zamanlar olarak anımsıyordu.
Devrim Rusya’sı beraberinde getirdiği bütün yoksunluklar,
yetersizlikler, kimlik kargaşaları ve kibirli retoriğiyle hiciv için çok fazla
fırsat sunuyordu ve bu tür, 1920’li yıllar süresince Mikhail Zoshchenko,
Mikhail Bulgakov, Ilya Ilf ve Yevgeny Petrov gibi yazarların eserleri sayesinde
gelişti. Fakat bunlar doğrudan rejimi hedef alan eleştirilerden ziyade
içerideki yazarların kederli ve şefkatli hicivleriydi. Bulgakov’un Usta ve
Margarita isimli romanı 1920’lerin sonunda siyasi engellemelere maruz kaldıysa
da, Ilf ve Petrov’un kitapları Sovyet klasikleri haline gelerek uzun bir süre
boyunca hem yetişkinler hem de çocuklar tarafından okunmaya devam etti.
Zamyatin’in hicivleriyse soğuk ve sertti. Egemen iktidar
ister çarlık rejimi olsun ister Bolşevik, alışılmışın dışında olmak onun için
içsel bir gereklilikti – ve “gerçek edebiyat” için mücadele vermekten asla
vazgeçmedi.
Bolşeviklerin güttüğü sürüde yerini alarak yeni rejime
yaltaklanan, kendilerini “saray okulu” ilan ederek havayı “sarı, yeşil ve
ahududu kırmızı zafer çığlıklarıyla” dolduran “açıkgöz” yazar ve sanatçıları –
fütüristleri, proleterleri ve benzerlerini – küçümsedi.
Erken dönem Sovyet Rusya’sının ziyadesiyle politik ve
hizipleşmiş sanat camiasında bu küçümseme elbette karşılığını buldu. Aleyhinde
edebiyat dergilerinde yayımlanan yazılar süregelen sıkıntılarından biriydi ve
üstüne üstelik onu birkaç kez tutuklayan Çeka sürekli peşindeydi.
1920’de yazdığı Biz, Sovyet sansürüne takıldı ve
yayımlanması reddedildi. Roman ancak Amerikalı yayıncı E.P. Dutton tarafından
Gregory Zilboorg çevirisiyle İngilizce olarak 1924 yılında yayımlanacak fakat
Sovyetler Birliği’nde yayımlanması için 1988 yılını beklemesi gerekecekti.
Makinenin
dişlileri
Biz, neredeyse herkesin kendi iradesiyle, hatta kendi
arzusuyla bireyselliğini feda ettiği ve makinedeki dişlilerden biri haline
geldiği, Güvenlik Büro’nun da muhaliflerle başa çıkmak için orada olduğu bir
toplumu tasvir eder.
Zamyatin’in ilham kaynağının bir parçasının da Çeka’yla,
sansürcülerle ve sisteme uyum sağlayan yazar meslektaşlarıyla yaşadığı
deneyimler olduğu açık. Velinimet’in “Sokrates’i andıran kel kafası” hiç
kuşkusuz Lenin’e bir göndermedir fakat ahlaki kendini beğenmişliğini muhtemelen
Felix Dzerzhinsky’e, Çeka’nın ilk başkanına borçludur.
Fakat eğitimli çağdaşları bakımından Velinimet’in daha yüce
öncülleri vardı: Fyodor Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncusu ve Vladimir
Solovyev’in Antichrist’ı.
Bu hikâyelerin her ikisinde de kurumsallaşmış kolektif
bilgeliğin (yerleşik Hristiyan kilisesi) sözcüsü, yazarların sempati duyduğu
sıra dışı bir kişilikle (İsa) tartışır. Nitekim Hristiyanlığı geride bırakmış
olsa da bir rahibin oğlu olan Zamyatin, Bolşevik Devrimi’nin yeni yeni ortaya
çıkmakta olan Ortodoksluğunu, “kabul görmüş doktrinlere ters düşen bütün
kelimelere karşı tıpkı eskiden olduğu gibi korku duyan Katolikliğin yeni bir
kolu” olarak adlandırır.
Biz’de anlatılan totaliter toplum yapısı Sovyetler
Birliği’nin geleceğini yansıtıyor olabilir ancak romanda yazılanlar, yazıldığı
dönemin Sovyet gerçeğinden bir hayli uzaktı. Devrimden sonraki ilk yıllarda
Sovyet Rusya, daha sonraları “Savaş Komünizmi” olarak adlandırılan
doğaçlama bir sistemle yönetildi. Bu, görünürdeki her şeyin kamulaştırılması ve
köylülerden alınan tahılla – o esnada yabancı devlet destekli Beyaz Ordu’yla
savaşan – Kızıl Ordu’yu besleyebilmek için olağan usullere başvurmak yerine güç
kullanmak anlamına geliyordu.
Sovyet Rusya, tıpkı Zamyatin’in Yeşil Duvarının yaptığı gibi,
dünyanın geri kalanından kopuktu. Fakat bu durum Bolşeviklerin tercihi değil,
savaşın, yabancı devlet müdahalesinin ve ekonomik yaptırımların sonucuydu.
Bolşevikler ekonomik planlamaya inanıyordu ancak bunun gerçekleştirilmesi için
her şeyin yerli yerine oturması, neredeyse bir on yılın geçmesi gerekecekti.
Başka bir deyişle 1920’li yıllardaki Bolşevik iktidarı, Biz’deki kusursuz
düzene ulaşmanın epey uzağındaydı.
Zamyatin’in romanı sıklıkla Stalinizmin gelişini öngören
bir kehanet olarak okunur. Olabilir. Ancak Zamyatin, çok daha yakınındaki bir
kaynaktan faydalanıyordu: geleceğin Sovyet toplumu vizyonu. Zamyatin’in,
Bolşevik Devrimi’ne olan yakınlıklarını şüpheli gördüğü hep aynı fütürist ve
konstrüktivist sanatçılar tarafından gündeme getirilen bu vizyona göre söz
konusu gelecek toplumu katı kurallar altında yönetiliyordu ve tamamen
mekanikleştirilmişti.
Biz’de birkaç kez bahsi geçen önemli figürlerden biri de
işçi şair Alexei Gastev’di. Zamyatin gibi Gastev de uzun süredir Bolşevikti ve
1920’de, işçileri makine misali çalışmak üzere eğitmek için Merkezi Çalışma
Enstitüsü’nü kurdu.
Kapitalizmin aşina olduğumuz kavramlarından Taylorizmin bu
devrimci versiyonunun amacı, işçi verimliliğini en üst düzeye çıkarmak ve
böylece üretimi artırmaktı. Ancak Sovyet Sanayi Bakanlığı ve sendikalar
tarafından hoş karşılanmadı ve Sovyetler Birliği’nin ciddi bir sanayileşme
hamlesinde bulunduğu 1920’li yılların sonlarında faaliyetine son verildi.
Fakat yaşamın bu şekilde devletin devrimci müdahalesiyle
düzenlenmesi, makine kültü ve bireyin kolektif içerisinde kaybolması yalnızca
Gastev’in değil, şair Vladimir Mayakovski’nin, tiyatro yönetmeni Vsevolod
Meyerhold’un ve Vladimir Tatlin gibi konstrüktivist sanatçıların “fütürist”
hayal gücünün temel yapıtaşlarıydı.
Devrimci avangard büyük sanatsal başarılara imza attı ancak
hoşgörü göstermek karakteristiklerinden biri değildi. Ters düştüğü yazar ve
sanatçılara karşı zorbalık yapıyor, muhalif olarak gördüğü isimleri işsiz
bırakabilmek için sıklıkla otoriteye, çoğunlukla Komünist Parti’ye ara sıra da
Çeka’ya, şikayette bulunuyordu.
Zamyatin, 1921 tarihli Korkuyorum başlıklı denemesinde bu
hususa değindi çünkü kendisi de hedeflerden biriydi. Parti’yi temsil ettiği
iddiasında bulunan ve bu iddiası kısmen doğru olan Rus Proleter Yazarlar
Birliği, 1920’li yıllarda edebiyat üzerinde adeta diktatörce denebilecek bir
dizi kural öngördü. Bu, Zamyatin için oldukça ağır bir yenilgiydi – özellikle
de Biz’in bazı kısımları bilgisi olmaksızın burjuva Çekoslovakya’da
yayımlandıktan sonra.
Zamyatin’in 1931 yılında Stalin’e yazdığı ünlü mektup bu
durumdan bahsediyordu. O sıralar Stalin halihazırda Velinimet misali bir
görünüme sahipti ama zaman zaman Birlik tarafından verilen kararlara müdahale
ediyor ve yazarları koruyordu. Zamyatin, bilhassa da Birlik’in Leningrad
şubesini ve çıkardığı haftalık edebiyat dergisini hedef göstererek, “her
geçen gün şiddetlenmekte olan bu sistematik zulüm altında” çalışamadığını
belirtti ve eşiyle birlikte yurt dışına çıkmak için izin istedi.
Zamyatin mektubunda – daha sonra Stalin tarafından
onaylanan – talebinin geçici bir talep olduğunu ifade etmiş, “küçük adamlara
yalakalık yapmadan edebiyatın büyük fikirlerine hizmet etmek mümkün olur olmaz
ülkeye dönme hakkını,” saklı tutmuştu.
Rus Proleter Yazarlar Birliği, gerçekten de bir sonraki yıl
Stalin’in inisiyatifinde çıkarılan bir hükümet kararnamesiyle feshedildi ve bir
süredir Avrupa’da yaşayan Maksim Gorki Sovyetler Birliği’ne döndü ancak
Zamyatin dönmedi. Hatta ileri düzeyde İngilizce biliyor olmasına ve kendisine
Rusya’da sık sık “İngiliz” olarak hitap edilmesine rağmen o sıralar Rus göçmen
kültürünün merkezi haline gelen Fransa’ya yerleşti.
1937 yılında Paris’te kalp krizinden vefat ettiğinde hâlâ
bir Sovyet vatandaşıydı ve Sovyetler Birliği’nde kalmış olsaydı da Büyük
Tasfiye’ye tanıklık edecek, büyük ihtimalle öldürülecekti.
Çeviren:
Fulya Kılınçarslan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder