Ulus
Baker
Kaynak: https://filmkafa.wordpress.com/
Dostoyevski’yi Tarkovski’ye bağlayan bağ, üzerinden onca
tank, bombardıman, acı, hayal kırıklığı, devrim ve karşı devrim, hatta varoluş
üstünde tepinen onca olumlu şey –bilim, sanat, ahkâm ve şeriat– geçtiği halde
nasıl yaşadı? Acaba neden Dostoyevski edebiyatın en yüksek noktasında yer
alıyor? Ve bir asır sonra Tarkovski başka bir alanda sinemada, en yüksek
filmleri yapabiliyor? Rusların edebiyatlarını yok etmek için ellerinden geleni
yaptıklarını artik biliyoruz. Bunu filmlerini yeraltına gömdükleri Eisenstein,
Vertov ve Dovjenko için de yaptılar. Ama birdenbire Tarkovski çıkıverdi ve
sadece tek şeyin garantisiyle –hayatın ifadesini Dostoyevski’nin yaptığı gibi
yaparsanız onu siz ifade etmekle uğraşmak zorunda kalmazsınız, o gelir sizin
ifade araçlarını doldurur, taşar, ve kendini sizin aracılığınızla ifade eder.
Dostoyevski-Tarkovski bağının sırrı işte budur.
Durumu biraz daha ciddiye almak da gerekir: hiçbir yazarı
Dostoyevski ile karsılaştırmaya kolay kolay cesaret edemeyeceğimiz gerçeğiyle
Dostoyevski okuyanlar –nihayetinde– karşılaşırlar. Neredeyse İngiliz dilini
yaratmış olan Shakespeare, Antik Yunan dilini bize topyekun veren Homeros, ve
Fransızcayı kuranlar: Rabelais ile Montaigne… Ve sonra Cervantes… Bunlardan
bazılarının gerçekten yaşamışolduklarından, giderek eserlerinin “edebi” manada
otantik olup olmadığından bile çok emin değiliz. Bu anlamda Dostoyevski bir
ilktir –onun orada, Saint-Petersburg’da yaşadığını, tutuklanıp kurşuna
dizilmesine ramak kaldığını, sürüldüğünü –hep biliriz. Bazı iyi romanlarını
salt para kazanmak için parça başı yazdığını da öğrenebiliriz kolayca. (ve
bugün Orhan Pamuk, bir taraftan kendi kötü fantezi romanlarını pazarlamaya
çalışırken, diğer taraftan nedendir bilmem oldukça kötü Dostoyevski
tercümelerini İletişim Yayınlarında “sunmaktadır” –ve bu tercümelerde
“merdivenin kenarında yere yuvarlandı ve kafasını halıya tok bir sesle çarptı”
gibi bırakın Dostoyevski’yi, ortalama bir romancının bile asla telaffuz
edemeyeceği bir cümleyi bulabiliyoruz…) O cümleyi bulup yeniden yazıyorum
(tercüme etmiyorum, yeniden yazıyorum): “merdivenin kenarına eriştiğinde artık
dayanamayıp koyuverdi. Tok bir ses geldi kafasıyla halıdan…”
Tarkovski’nin Dostoyevsi’yi bir “yakını” gibi gördüğü
biliniyor –hayatı boyunca onun bir romanını çekmek istemiş ve anlaşılan buna ya
fırsat bulamamış, ya da –bu daha doğru ve haklı bir neden herhalde– cesaret
edememiş… Ama benim gördüğüm her imajının içine Dostoyevski tamtamına
işlemiştir. Gerçekten de, nasıl Dostoyevski okuyana her şeyi yazabilecek gibi
görünüyorsa, bir Tarkovski görüntüsü de her şeyi gösterebilecek gibi gelir…
Onun filmleriyle “barışamazsanız” ilk yirmi dakikanın sonunda terk etmenizin
daha iyi olacağı gerçeği (bu çoğu kişinin deneyimidir)iyi bilinir… Ama
Tarkovski de her şeyi “çekebilecek” gibi gelen bir filmcidir. Ve bunun nedeni
belki de Dostoyevsiesk anlatımla göbekbağından çok, her ikisini birbirine
bağlayan bağın oluşabildiği o dirençli zemindir.
Bu zemin bir coğrafya değil –Rusya coğrafya oluşturamayacak
kadar geniş ve son tahlilde epeyce ıssızdır. Orada insan bir seyrelme içinde
yaşar. Elbette modern batılı toplumlardaki o çok yoğun nüfus içinde, kentin
kalabalığında yaşanan “seyrelme” –daha doğrusu “izolasyon”– gibi değildir bu.
Ama bir devir ya da “zaman” da değil. Daha doğrusu mekânın bir kasılmasıyla
zamanın bir gevşemesi karşısındayız. Ya da, Tarkovski’de daha kolay olduğu
ölçüde bunun tersiyle. Deleuze’un anlattığı ve örnek olarak Tarkovski’yi
gösterdiği “kristal imaj” hem kasılma hem de gevşeme olmalıdır –kalp gibi
çalışmalıdır. Bahtin Dostoyevski eserindeki bu ritmik “olayları” epeyce
çözümledi. Ve orada dilin kasılıp gevşediğini de gösterdi. Dostoyevski “her
şeyi yazabilir” — Tarkovski “her şeyi gösterebilir”. Demek ki esas mesele her
şeyi yazıp durmak değil, her şeyin yazılabileceği ortamı, arkaplanı, fonu
oluşturmak, inşa etmektir.
Ve işte, Dostoyevski edebiyatta, Tarkovski ise sinemada
bunu en yetkin şekilde basarmış olanlardır. Ve Dostoyevski’den şöyle bir cümle
duyabilirsiniz: “bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir
fırçanın gölgesiyle temizliyordu.”
Daha da gidersek şunu da: “il faut inventer” –nedense hep
Fransızca telaffuz ediliyor esasında Rusça olan bir romanda. Herhalde bir vurgu
kazandırmak için. Eğer tanrı yoksa onu “icat etmek gerekir”. Adalet yoksa onu
da. Ama Dostoyevski eserlerinde sürekli tekrarlanan bu talep romanın
kahramanları tarafından nedense hep Fransızca olarak telaffuz edilir. Neden?
Dostoyevski’den hep alıntılanan bir cümle: “eğer Tanrı
yoksa her şey mubah”. Oysa bunun çok sayıda değişkenini de bulabilirsiniz
orada: “eğer tanrı öldüyse benim yüzbaşılık apoletlerim ne işe yarayacak peki?”
(Ecinniler) Dostoyevski’de ikinci tip sorgular ilkinden (ki sorgu değil
önermedir bunlar) çok daha derin, dolayısıyla çok daha önemlidir. Nietzsche
bize şunu gösterdiydi (ki sanıyorum Dostoyevski’den çok uzakta olmayan bir
düşünme hali içinde başına geldi bu): Tanrı öldü. Ama ekledi. Onu siz öldürdünüz.
Nasıl kalkacaksınız bakalım bu işin altından. Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her
şey mubah” formülünün daha derininde “Tanrının öldürülmesi” yatıyor. Çünkü çok
açık. Tanrı bir zamanlar varken şimdi yoksa ya olmuş olması, ya da öldürülmüş
olması gerekir. Ama Ecinniler’de Tanrı’nın öldüğü düşüncesi ön plana çıkıyor
–yokluğu değil. Tanrı hiç yoksa apoletlerim ve yüzbaşılık rütbem olmazdı. Ama
Tanrı var idiyse ve şimdi artık öldüyse benim apoletlerim ve rütbem ne anlama
gelir?
Bugün Dostoyevski ile başınızı ağrıtıyor, gözlerinizi
yoruyorum ama bence buna değer: bu adamın toplumsal tipler yaratmakta
Simmel’den bile daha başarılı olduğunu düşünüyorum artık. Ayrıca toplumsal
tipler hem sosyolojik-psikolojik realiteler, hem de estetik-analitik
kategoriler olduğu ölçüde benim epeydir uğraştığım Spinoza’nın esas antitezi
olarak da ortaya çıkıyor. Ve bu antiteze gerçekten ihtiyaç duyuyorum. Heidegger
“hala bir Tanrıya gücümüz yeter mi?” diye sormuştu. Spinoza felsefesi
antidotsuz alınmaması gereken bir şey. Hiçbir özgürlük alanı bırakmıyor gibi
görünüyor, ama salt felsefe yapmakta alabildiğine özgür. Oysa Dostoyevski’de
bulacağınız hiçbir iddiayı önce Spinoza’da bulamaz değilsiniz. Dostoyevski
(sonra belki de Simmel) –insan olarak sonluluğumuzdan kurtulamayacağımız
konusunda ısrar ediyorlar; oysa Spinoza eğer felsefe yapacaksak her şeye
Tanrının gözüyle bakmamız gerektiğini söyleyecek kadar umutluydu. Spinoza güç
derecelerinin toplamını görmek istiyordu (bu Tanrıdır). Dostoyevski ve
“modernlik” ise Tanrı yokken güç derecelerinin ne menem bir şey olabileceğini
tartışıyor –ve bunu tartışmanın en iyi yolu edebiyattır artık, felsefe değil.
Lacan Dostoyevski’nin “eğer Tanrı yoksa her şey mubah”ını
tersine çevirdi –“eğer Tanrı yoksa her şey yasak”. Çünkü eğer bir “temel gösteren”
artık yoksa o zaman dünyayı şöyle yaşamaya başlamanın önü açılıyor –kahve için
ama sağlığa zararlı = kafeinsiz kafein… Seks yapın elbette, çünkü her şey
mubah, ama dikkat edin, çünkü AIDS. Yiyin, ama dikkat edin, çünkü yağ ve
kolesterol var.
Her şey Spinoza’nın doğal felsefesinden kurtulmak üzere
modern çağların yediği haltların toplamını gösteriyor. Spinoza diyordu ki,
ilkel olduğumuz ve çocuklar gibi kendi hallerimizi yönetmeye muktedir
olmadığımız ölçüde emirlerle güdülürüz. Bu bir “performatifler yasasıdır”. Adem
elmayı yemenin kendine zarar vereceğini bilecek durumda değildir, bu yüzden
Tanrı ona elmayı yemeyi “yasaklamak” zorunda kalır. Ama kapitalizmin
“rasyonalitesi” para getirecek herhangi bir şeyi yasaklamak istemeyeceğinden,
eğer kendime mazoşistik bir işkence çektirmek istersem, üzerinde “do not use
for…” gibisinden bir etiket basılı bir kırbacı üretip bana satacaktır.
Dostoyevski, Spinoza, Nietzsche, Lacan hep aynı şeyleri
söylüyorlar. Ve farklı dönemlerde, farklı anlarda dünyanın bu düşünme
tarzlarını gerektirme tarzlarının o muazzam çeşitliliğinin bütün bu bakış
açılarından çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Sanırım şöyle bir durum var ultra-kapitalizmde. Richard
Gere’in oynadığı şu bombok filmde olduğu gibi (affedersiniz) kıçınıza bir fare
sokarsınız –çünkü sapkınsınızdır ve başka türlü olmanızın da pek imkanı yoktur.
Ama o arada Richard Gere büyük bir hata yaparak, içini kemirmeye başlayan (bu bir
süre zevk sonra da acı veren bir durumdur) fareyi acının ilk anında can
havliyle dışarı çeker: sonuç –kuyruk kopar, fare içeride kalır (örneğin
aşırılığı kendi gücünün parçasıdır, bu yüzden kusura bakmayın).
Ama derim ki “her şey mubah” ve “her şey yasak”. İkisi aynı
şey. Dostoyevski’nin “mubah”ı göstermek için Tanrının yokluğuna başvurduğu
gibi, Lacan da “yasağın yokluğu”na başvuruyordu. Bir romancı değil bir
göstergebilimci olduğu için –tıpkı Spinoza’nın bir zamanlar yaptığı gibi–
rahatça şunu diyebilirdi: yasak yok, her şey mubah, demek ki Tanrı yok. Tıpkı
Godard’ın o eğlenceli ve tuhaf Cogito’su gibi: “demek ki ölmemişim, çünkü bütün
hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi.”
Leibniz denen adam ise biliyordu ki ister Tanrının
yokluğuna, ister varlığına sığının aynı duruma düşersiniz: varsa şu, yoksa bu.
Her iki durum da mubahtır. Biliyoruz şeyler var. Sezar Rubikon ırmağını geçti
ve Galya’yi işgal etti. Bu olay hep var ve olacak –yani her tarih kitabında
varsayılacak. Ama onun Rubikon ırmağını geçmemesi de mümkündü –ve bu durumda
olmamış, harcanmış koskoca bir dünyalar sonsuzluğu var demektir. Bütün bunlar
tek bir bireyde ancak bir Dostoyevski romanında birleştirilebilir. Sezar’ın
Rubikon’u geçtiği rahatça kabul edilebilir –mümkündü, çünkü oldubitti. Ama daha
derin bir soru doğmuyor mu bundan: Tanrı mümkün müdür? Ve bu soruya ayni tipten
bir cevap verebilir miyiz?
Dostoyevski bence “Tanrı olmasaydı” sorusunu “her şey mubah
olurdu” cevabını vermeden soramazdı. Başka bir deyişle cevap sorudan önce
geliyor –ve biz o zaman buna soru değil, problem, sorun filan diyoruz. Sorun
Şudur: her şeyin mubah olduğu bu dünya nedir? Hangi şartlarda tesis edilmiştir?
. Ve biliriz ki mubah basitçe “yasaklanmamış olan şey” değildir.
Yasağın henüz
dokunmadığı şeydir. Ya da daha derinden, “yasaklamanın” da “yasaklanması”
gereken bir hayat yoludur. Başka bir deyişle her şeyin mubah olduğu bir dünya
Tanrıyı öldürmüş olmak zorundadır. Öldürmezse bazı şeylerin mubah olduğunu bize
sürekli olarak hatırlatmak, vaaz etmek zorunda olan bir Tanrıya ihtiyaç
duyuyoruz demektir. Tanrı dildeki emir kipinin ötesinde bir varlığa sahip olma
ihtiyacında değil. Ve emir vermek için var olmak ihtiyacını bile duymuyor. O
“transandantal” bir imaj ve görünmesi bile gerekmiyor. Yani Kant’ın dediği gibi
onu ancak içinizden buyruk veren şey olarak tanıyorsunuz.
Ama bütün bunları birtakım toplumsal tiplere tartıştırmak
işte tam da Dostoyevski’nin dehasıydı. Onun karşısında Spinoza’ya kendi
nedenlerimle hak veririm –ama çok da karşıt olduklarını düşünmüyorum
bazılarının aksine. “apoletlerim neye yarar o halde” diye soran bir adam orada
mümkün kılınmıştır. Spinoza da hep bu tür şeyleri somut olarak sorup duruyordu:
neden veya nasıl Tanrı kadar büyük bir kavram ile apolet kadar saçma sapan bir
şey arasında bu kadar sıkı fıkı bir bağ oluyor?
Ek:
Dostoyevski’den bahsetmek zorunda kalmıştım –biraz daha
ötesiyle devam ediyorum: (ve diyelim ki bu Rus insanını biraz da kaderini
paylaşarak daha iyi tanıma şansım oldu) –bu mesele Fyodor Dostoyevski’nin
Bratya Karamazovyi (Karamazovgiller) adlı romanında Dmitryi’ye söyletilen bir
cümlede hazır bulunur: neden acaba bütün Ruslar filozofturlar, ve bu içlerine
işlemiştir? Çok tuhaf bir durum, çünkü benim bildiğim Vladimir Solovyov dışında
Rusya herhangi bir sistematik filozof yetiştirmemiştir –çünkü bence buna zaten
ihtiyacı yoktur ve yazarları eleştirmenleri düşünme gücünün belli bir miktarını
ayakta tutmaya yetip artmışlardır bile.
Ama şimdi inanırım artık –Ruslar yalnızca Dostoyevski’nin
söylediği gibi filozof olmakla kalmadılar, aynı zamanda felsefi bir projeyi
hayata geçirmeye kalkışan tek tarihsel uygarlığı oluşturdular. Projenin
kendisinin önemi (Marksizm veya başka bir şey) apayrı bir konudur –mesele daha
çok felsefeyi bu kadar ciddiye almaktır ve bu Rus Devrimine kadar varabilmiş
bir süreçte gerçekleşmiş bulunuyor. Sonrasını hiç sormayın, çünkü buna cevap
vermekle uğraşmak zorunda değilim…
Ama Sovyetler deneyimi totaliter değil (Hannah Arendt’in ve
takipçilerinin sandığının aksine) bambaşka türden bir totallik ve saflık taşır.
Marksizm okunur ve devrim “uygulanır” –ve bu Anglo-Sakson dünyadakinden çok
farklı bir “pragmatizm” türüdür. Tarih bir “bakalım görelim” sürecine
hemencecik dönüşebilir. Anglo-Sakson pragmatizmi ise bir nevi ikiyüzlülüğü hep
korumuş olan burjuva ideolojisine denk düşer. O bir felsefedir ve her
“doğrunun” faydaya ve iş görmeye dayanması gerektiğini kabul ederken de öyle
kalır: yani bir felsefe. Kimse önerilmiş bir felsefeyi uygulamaya geçirmeye
kalkışmayacaktır, çünkü İngiliz-Amerikan pragmatizminin doğası zaten yapılıp
edilmekte olan işlerin bir dökümüyle, giderek meşrulaştırılmasıyla sınırlanmış
bir haldedir. Yalnız Rus pragmatizmi böyle bir şeyi göze almıştır –bir felsefe
mi var, tamam uygulayalım bakalım…
Karikatürize ettiğimi düşünebilirsiniz –asla öyle değil.
Yalnızca Sovyetler Birliği’nde felsefe her türlü ekonomik, siyasi ve kültürel
faaliyetin temeli ve yönlendirici ilkesi olarak kabul edilmiştir. Bu felsefenin
oldukça özetlenmiş ve kötüye kullanılmış bir Marksizm-Leninizm olması bence burada
tartışmakta olduğum konu açısından o kadar önemli değil. Daha doğrusu, 19.
yüzyıldan beri Rusya’da yeşeren felsefi kültürün niteliğine uygun olan şeyleri
Sovyetik deneyimden, baskılardan, perseküsyondan filan ayıklayıp bir kavram
haline getirmeye çabaladığımızda orada işte bahsettiğim bu tuhaf pragmatizmin
ta kendisini buluruz. Ve Dostoyevski’den Sokurov’a bu pragmatizm ilginç bir
yaşam sürdürmüş, biricik bir deneyim oluşturmuş gibidir.
Rus aydını (ki “intelligentsia” terimine bir somutluk
kazandırmıştır) Berdyayev’in gösterdiği gibi kendine mahsus bir insan türüdür
–ve bu “kendine mahsusluk” bütün Ondokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatının her
köşesinde belirir. Mesela Solovyov anarşist-nihilist olarak başladığı felsefi
hayatını mutlak ortodoks bir dindarlığın –yani argümanları en uca kadar
götürülmüş bir dinselliğin– doruğunda tamamlayacaktır. Ruslar önlerinde
felsefenin Batılı bir versiyonunu görmeye dayanamıyorlardı: hep bir hic et
nunc’un, burada ve şimdinin iğvasına kapılıyorlardı. Belki de bu yüzden “tamam
artık Sovyetler faslını kapatıp şu kapitalizmi de deneyelim bakalım” tipinden
bir davranışa girmelerinin nedeni de budur. Lenin’in yazıları ve eylemleri tam
manasıyla bir “deneysel devrim teorisi” oluşturur. Bu yüzden onu yüzyıl sonra
hala alıntılayıp duran bir “sol literatüre” ve “pratiğe” çok fazla burun
kıvıramıyoruz.
Neçayev’den Şestov’a Rus felsefesi (ki teknik bakımdan
Batıdakinden çok geridedir) büyük Rus edebiyatının yanında biricik bir çizgi
oluşturur; ince, kırılgan, ama bir bakıma çok güçlü, Mesianik bir çizgi.
Descartesçı mısınız, o halde hemen gidip uygulayalım… Descartes’ın neyini
uygulayacaksınız? Hemen ruhsal dünyayı cismani dünyadan koparalım, bakalım ne
oluyor. Batıda yüzyıllardır okunan Descartes felsefesi asla böyle bir girişimi
Fransa’da ya da başka bir yerde uygulamaya koymaya kalkmış değildir. Batı
metafiziği söyler, uygulanır, ama uygulanmaya “adanmış” değildir. Yalnızca
(Nietzsche’nin deyimiyle) bazı “kuyrukluyıldızlar”, Spinoza ve Nietzsche
felsefelerini hayatlarının bir ölçüsü ve ritmi haline getirmeyi başardılar –ki
bunlar Deleuze’ün deyişiyle “kamusal” değil “özel” filozoflardı.
Bu aynı zamanda Dostoyevski’nin “her şey mübah” formülünün
zorunlu bir uzantısıdır. Rus anarşizmi, “her şey mübah ise o halde yapalım”
diyen bir tavırdır. Oysa hala bir Alman olan Nietzsche şu entellektüel-ahlaki
anekdotu hala sürdürüyordu: Tanrı Öldü, Onu Siz öldürdünüz; nasıl arınacaksınız
bu kandan bakalım.
Tarkovski veya Eisenstein seyredenler hemen hissedebilirler
ki yukarıda bahsettiğim “somutlaştırıcı ruh” bir Poltergeist gibi her an iş
başındadır ve izin verildikçe
yolunu bulur… Bu izin kurumsallaştığı andan itibaren
–diyelim ki Stalin döneminde– Sovyet projesi çöküşüne zaten girmişti. Benim
bildiğim 1960’lı yıllarda o güzelim Leningrad’ın bile gri üstüne gri bir hayatı
şenlendirmeyi başaramadığıdır. Ve bu şenlendirmeyi ancak (a) büyük Rus edebiyatı;
(b) büyük Rus sineması başarabilmişti, ta ki yok edilene kadar. Bütün bunların
Batıda alıştığımız “komünizm” projesiyle bir alakası yok. Olsa bile bambaşka
bir tarzda ve bambaşka bir yoldan. Eisenstein’in tutkusal profili ancak
komünist adanmışlığını hissedebildiğiniz ölçüde sizin için “şahane” bir eser
haline gelebilir. Yoksa filmlerini anlamamışsınızdır. Dziga Vertov basitçe
“makineler mi?” diye sormuştu –evet tamam, makineler, Taylorizm ve Stahanovizm:
ama benim elimdeki kamera da bir makine –o halde ben de bir işçiyim, bir
görüntü işçisi, bir iletişim işçisi. O halde “sinemanın özü” diye anlatılan
şeyi hemen “uygulayalım”.
Entegre kapitalizm bir uygulama değil ve Marx’ın bir asır
önceki sözünü doğrulamaktan başka bir şey yapmıyor: “kapitalizm pratikte
gerçekleşmiş idealizmdir”. Pratikte gerçekleşmek. Rusların ruh haline
başvurduğunuzda (ki Marx pek çok sayıda Rus devrimciyle tanışıktı, düşmanlıklar
ve dostluklar kuruyordu onlarla) bu “pratikte gerçekleşmek” meselesinin oldukça
karmaşık ve eş oranda hayati bir mesele olduğu anlaşılır. Kapitalizm bir
idealizm ise demek ki bizimki değildir dersiniz hemen. Ama idealden önce gelen
“pratik” pek dayanılabilecek bir durum değildir. İşte böyle bir şeye sadece ve
sadece Rus filozofların, Solovyov’un, Lenin’in, Neçayev’in, Berdyayev’in,
Kojeve’in katlanabildiklerini düşünüyorum…
Üstelik Kojeve gibi bir Rus, Almanya gibi soğuk nevale bir
ülkede Husserl’den ders aldıktan sonra Hegel’in en iyi yorumcularından biri
haline geldiği (diğeri de Rustu, yani Aleksandr Koyre) Fransa’da ikinci Dünya
Savaşı ardından ve henüz Avrupa Birliği pek samimi bir şekilde telaffuz
edilmezken bir Akdeniz Birliği önerebilmişti. Dünya entegrasyonu onun
ütopyasıyla kurulsaydı elbette Wilson, Truman ve Marshall doktrinlerini takip
ederek bugünkü hale gelemezdi. Belki daha az, belki daha çok acı çekiyor
olurduk ama muhakkak ki bambaşka bir şey olurdu. Bu Rus düşünürlerini bütün
Spinozacılığıma, onların bütün irrasyonelliğine rağmen kendime çok yakın
buluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder