Moskova

Moskova

29 Haziran 2020 Pazartesi

Tarihten ibretlik dersler...



Mehmet Tanju Akad





1695 yılının 10 Temmuz günü Çar Petro aniden Azak kalesi önünde belirdiği sırada Osmanlı devleti henüz Rusya’yı önemli bir tehdit saymıyordu.

Karadeniz tümüyle bir Türk gölü, Baltık kıyıları ise İsveç hakimiyetindeydi. Kuzey Denizi’nde yılın büyük bölümünde buzlarla kaplı Archangelsk hariç, tam bir kara devleti olan Rusların tek bir sandalları bile yoktu. Ayrıca, karşılarındaki Yeniçeriler gibi ikide bir barakalarından fırlayıp Moskova’yı dehşetten titreten “strelsy” askerleri ile köylülerden oluşan Rus ordusu kuşatma teknikleri konusunda bilgisiz, kalabalık bir güruhtan ibaretti.

Nitekim üç ay dört gün süren çok çetin çatışmalardan sonra Ruslar otuz binden fazla ölü vererek çekildiler. Azak müftüsü İsmail Efendi burada elinde kılıçla vuruşurken şehit düşmüştü.

Bu durum çok kısa bir süre içerisinde değişecekti. Dünya tarihine “Büyük Petro” (Peter the Great) adıyla geçecek olan çar ardarda dev reformlar yapacak ve kürk ticareti dışında hiçbir konuda önemsenmeyen Rusya yirmi yıl içerisinde birinci sınıf devletler arasına yükselecek; üstelik ayrıca bir deniz gücü oluşturacaktı. O kış Petro ordusunu yeniden düzenledi, kuşatma işlerini bilen Gordon adlı bir İskoç ile Lefort adlı bir Fransızı ordularının başına getirdi.

Ancak esas başarısı bir kış içerisinde çok sayıda gemi inşa ederek Don Nehri ve Azak Denizi’ndeki Türk üstünlüğüne darbe vurmasıydı. Azak Kalesi ise yeterli tamir görmemiş, takviye alamamıştı. 1696 yılında, sefer mevsiminin hemen başında harekete geçen Petro bu kez Osmanlı gemilerini ele geçirdi ve takviyelerin ulaşmasını önleyerek 2 ay 3 gün süren bir kuşatmadan sonra kaleyi aldı. O sırada yıllardır Avusturya ve Venedik başta olmak üzere “Kutsal İttifak” güçleriyle savaşan ve üç yıl sonra Karlofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalacak olan Osmanlı İmparatorluğu Azak’ı koruyacak gücü ayıracak halde değildi. Petro buna rağmen Osmanlıların üzerine daha fazla gitmeyi düşünmedi ve kuzeye, İsveç’in elindeki Baltık kıyılarına yöneldi.

İSVEÇ OSMANLI İTTİFAK ARAYIŞI

Osmanlılar İsveç ile ilk olarak on altıncı yüzyılın sonlarında temas kurmuş ancak ilişkilerin siyasi anlamda önem kazanması 1632 yılında Gustaf Adolph tarafından İstanbul’a gönderilen Paul Strassburg ile başlamıştır.

Protestan İsveç bu sırada Avrupa’yı kasıp kavuran otuz yıl savaşlarının önemli taraflarından biri olarak Avusturya ile savaş halindeydi. Osmanlılar ise genel olarak katoliklere karşı protestanları destekleme politikası güdüyordu.

Ne var ki dünyanın ilk modern ordularından birisini kurmuş olan Gustav kısa süre sonra muharebede hayatını yitirdi. Yine de İsveçliler önce Avusturyalılara, sonra da Ruslara karşı ittifak arayışlarını sürdürdüler. İsveç komutanı Torstenson Erdel Kralı Rakoçi ile bir savunma antlaşması yapmış ve bu sayede onun Avusturya’dan bazı kaleleri almasını sağlamıştı. Otuz Yıl Savaşları 1648 yılında sona ermiş, İsveç 1652 yılında Osmanlıların üst otoritesini kabul eden Erdel ile bu kez Ruslara karşı bir antlaşma yapmıştı.

1656’da İstanbul’a elçi olarak Claude Soholam gönderilmiş, kendisi kuzeyden Ruslara hücum ederken Kırım Hanı’nın da güneyden ilerleyerek birlikte hareketlerini önermişti. Ne var ki İsveç kralı Karl Gustaf o dönemde Polonya ile savaş halindeydi ve Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa onun önce Polonya ile barış yapmasını şart koştu.

Anti-katolik politikalarına rağmen Osmanlılar zayıf bir katolik Polonya’nın varlığının devamından yanaydılar. İsveçliler yine de bir Erdel heyeti ile İstanbul’a geldiler. Osmanlı hükümeti Lehistan kralı olmak isteyen Rakoçi’nin elçisini Yedikule’de hapsederek İsveçlileri eli boş geri gönderdi. Daha sonra İsveçlilerle birlikte Polonya’ya yürüyen Rakoçi, Kırım Hanı tarafından bozguna uğratıldı ve 18. yüzyıl başına kadar İsveç ile ticari veya siyasi hiçbir ilişki kurulmadı.

İşte, tam da bu dönemde Büyük Petro Rusya’yı modern bir devlet haline getirdi.

Osmanlıların “Deli” adını verdikleri Petro hanedan içinde uzun bir mücadeleyi takiben  iktidara gelirken Rusya’yı gerilik ve ilkellikten kurtarmaya karar vermişti. Bunun için seçtiği yol, Osmanlıların yüz yıl sonra başvuracakları yolun aynısı idi: askerlikten eğitime, hukuktan devlet yönetimine kadar her alanda batı kurumlarını almak.

Henüz bir prens iken maiyetinden iki bölük oluşturarak yeni taktikleri denemeye başlamış, bu birlikler daha sonra 1917’ye kadar yaşayacak olan Preobrazenshky ve Semyonovsky alaylarına dönüşmüştü. Denize çıkmadan büyük bir devlet olunamayacağını görmüştü.

Henüz çar olmadan Pleschev gölünün kıyısında Rusya’nın ilk sandalını inşa etti. Bu sandal Rus donanmasının atası sayılarak müzeye kaldırılacaktı.

Söz konusu başlangıç  girişimleriyle, daha on altıncı yüzyılda yetmiş tersanede her yıl yüzlerce gemi yapan Osmanlıları denizde yenecek bir gücü oluşturması büyük bir ibret dersidir.

Petro bundan sonra Yeniçeriler gibi başlarına buyruk olan strelsy birliklerini çok kanlı bir şekilde lağvetmişti. Osmanlı ise Yeniçerileri kaldırmak için yüz yirmi yıl daha bekleyecekti.

Petro gemi yapımını öğrenmek için Hollanda’ya giderek sade bir işçi olarak aylarca tersanede çalışmış, Avrupa’yı gezerek krallar ve bilim adamlarıyla tanışmış, yeni icatları ve parlamento uygulamalarını öğrenmiş ve her alanda uzman kişileri ülkesine getirmişti.

Askerlikte de topçu erliğinden başlamış ve her rütbeyi tek tek sıra ile kazandıktan sonra ordusunun başına geçmişti.

Osmanlıların ona deli demeleri yaptıklarını anlayamadıklarını gösterir. Petro Baltık kıyılarını alınca Neva Nehri’nin denize kavuştuğu yerde kendi adıyla anılan Petrograd kentini kurmuş ve büyük bir idari, ticari merkez haline getirmiş, bu kent aynı zamanda Rusya’nın bilim ve sanat merkezi olmuştur. Rusya’nın Avrupa kültürünü ve kurumlarını almakta Osmanlılardan daha başarılı olmasının nedeni, hiç kuşkusuz Hıristiyan olmasıydı.

Petro yeni Rus ordusunu hazırlarken önce savaşa girmeye cesaret edememiş, ancak Polonya Kralı Jan Sobieski, Karlofça öncesinde Türkler ile ayrı bir barış yapacağını söyleyince Azak’a karşı harekete geçmişti.

Acelesinin nedeni Kutsal İttifak karşısında sıkışan Osmanlılar ile yapılacak anlaşmada kendisinin de çıkar beklemesiydi.

Azak’a karşı ikinci seferinde kendisine güven gelince bu kez İsveç ile savaşı göze aldı. 1700 yılında Osmanlılar ile İstanbul’da bir antlaşma yaparak güneyini sağlama aldı, Polonya ve Danimarkalılar ile Saksonları yanına alarak harekete geçti. Ne var ki karşısında dişli bir rakip olan XII. Karl’ı buldu.

1697 yılında henüz on beş yaşında kral olan XII. Karl tüm hayatını askerlik mesleğine adamıştı. Önce Danimarka üzerine yürüyüp onları barışa razı ettikten sonra 30 Kasım 1700 tarihinde Narva’da Rusları yendi. 1701’de Dvina’da Saksonları, 1702 yılında da Polonyalıları bozguna uğratıp kendi istediği Stanizlav Leszczynski’yi kral seçtirdi. Bundan sonraki beş yıl boyunca Baltık kıyısındaki nehir ve bataklıklarda Ruslar ile kale almaca oynadılar. O sırada yelken teknolojisine tam hakim olamamış olan Ruslar sığ sular için inşa ettikleri kadırgalarla etkin oluyorlardı.

1707 yılında Karl Petro’nun günden güne kuvvet kazandığını görerek kesin sonuçlu bir muharebe için Rusya’yı istila etmeye karar verdi. Kaynakları sınırlı olan İsveç Rusya ile sonsuza kadar savaşamazdı.

İsveç ordusu hazırlıklarını tamamladıktan sonra Rusların Polonya sınırında savunma mevzileri hazırlamalarını bekledi. 1908 yılının ilk günlerinde tüm mevzilerin uzağından geçip savaşmadan ilerleyerek Rusya’ya girdiler. Ne var ki burada ilerde Napoleon ve Hitler’in karşılaşacakları şeylerin aynısıyla, yani karakış, gerilla savaşı ve yanmış toprak politikasıyla karşı karşıya geldiler. Buna rağmen seferi sürdürecek kaynakları toplayabildiler, çünkü Baltık kıyılarından destek alabiliyorlardı. Bütün yıl İsveçliler kesin sonuçlu muharebe aradılar ve Ruslar her şeyi yakıp yıkarak çekildiler. Bu arada Karl’a ikmal maddeleri götüren bir İsveç birliğinin ele geçirilmesi Rusların moralini yükselti. Buna rağmen Petro İsveçlilerin karşısına çıkabilmek için daha uygun bir fırsatın oluşmasını bekliyordu. İsveçliler ise Ukrayna Kazaklarının şefi Mazeppa’nın kendilerine katılmasıyla bir miktar destek buldular.

Petro derhal harekete geçerek Kazakların başkenti Baturin’i ele geçirdi ve Karl gelmeden bütün cephane ve yiyecek maddelerini yaktı, halkı kılıçtan geçirdi.

İsveçliler şimdi Rusya’nın ortasında ikmalsiz kalmışlardı.

1908 kışı Karl için son derece zor geçti ve Petro her geçen gün kuvvetlenirken İsveç ordusu soğuk, açlık ve küçük muharebelerle erimeye başladı.

İSTANBUL'DA NELER OLUYORDU?

Tüm bunlar olurken İstanbul’da muazzam bir diplomatik hareketlilik vardı. Protestan İsveçliler, Katolik Polonyalılar ve Müslüman Kırım Tatarlarının Hanı Devlet Giray, nefret edilen Ortodoks Ruslara karşı savaş açılması için padişahı sıkıştırıyorlardı.

Petro’nun İstanbul’daki elçisi Peter Tolstoy ise Osmanlıların tarafsızlığını sağlamak için bunlara karşı sürekli mücadele içerisindeydi.

Bu tarihi an Rusya’nın kaderini belirleyecekti. Ne var ki 1703 yılındaki darbe sonunda tahtı kardeşi II. Mustafa’dan devralmak zorunda kalan III. Ahmet savaş yapmamaya kararlıydı.

Bu büyük bir basiretsizlikti, çünkü aradan iki yıl bile geçmeden Rusya’ya karşı tek başına savaşmak zorunda kalacaktı.

İkmal hatları kesilmiş durumda Rusya’nın ortasında kalan Karl, 8 Temmuz 1709 günü Poltava’da nihayet savaşı kabul eden Petro karşısında yenildi ve ordusunu yitirerek yanında kalan altı yüz askeriyle birlikte Osmanlılara sığınarak Bender kalesindeki uzun misafirliğine başladı.

Karl’ın Rusya’da iki kış geçirerek iyice yıprandıktan sonra Poltava’da dağılan ordusu o dönemde dünyanın en etkili birliklerinden oluşuyordu ve birebir girdiği her muharebeyi kazanacak güçteydi.

Osmanlılar bu ordunun dağılmasını beklemek yerine birlikte hareket etmeyi seçselerdi dünyanın kaderi değişecekti!

Poltava’dan sonra Petro, küstah bir şekilde Karl ve Mazeppa’nın iadesini isteyip ayrıca Balkanlardaki Ortodoks tebayı isyana teşvik edince III. Ahmet savaşa mecbur oldu. Osmanlı ordusu 1711 yazında Rus ordusunu Prut kıyısındaki bataklıklarda sıkıştırdı.

Petro barış istedi ve bunun hemen kabul edilmesi kendisinin de şaşırmasına neden oldu.

Baltacı Mehmet Paşa’nın kıpırdayacak hali kalmayan kuşatılmış Petro ile son derece ılımlı koşullarla antlaşma yaptıklarını öğrenen Karl onun ordugahına gelerek bu durumu şiddetle protesto etti.

Baltacı’nın Azak kalesinin iadesi karşısında Petro’nun tüm ordusuyla çekip gitmesine izin vermesinin nedenleri daima tartışma konusu olmuş, hatta bu konuda Petro’nun eşi Katerina’ya rol veren birçok asılsız efsaneler uydurulmuştur.

Rus ordusu imha edilseydi Petro’nun yeni bir ordu kurması çok uzun bir zaman alabilirdi. Olayın gerçek nedenini tam olarak bilmemekle birlikte Paşa’nın son hücum için Yeniçerilere güvenmemesi birçok tarihçi tarafından nakledilen bir konudur.

Ama sadece birkaç gün beklese bile Ruslar açlıktan bitap düşeceklerdi.

Diğer nedenler de Osmanlı yönetiminin içinde bulunduğu kargaşalık, paşaların sürekli olarak birbirleri aleyhine komplo kurmaları ve kimsenin ordu ve bürokrasiye hakim olamamasıdır.

Karl bu sırada, Osmanlıların Rusya politikasını etkilemek için sınıra yakın Bender’deki ikametini uzattıkça uzatıyordu.

Aradan 3.5 yıl geçtikten sonra Osmanlılar 1713 yılında onu zorla Dimetoka’ya getirdiler. Burada da 1.5 yıl kaldıktan sonra nihayet ülkesine döndü.

Bu zorunlu misafirlik Rusya yerine Avusturya ve Venedik ile hesaplaşma peşindeki Osmanlı yönetimi için ciddi bir sıkıntı yarattı.

Gitmemekte direndiği için ona “demirbaş” dediler.

Olaylar Osmanlıların çok yıpranmış oldukları bir dönemde meydana geldi ama krizi son derece basiretsiz bir şekilde yönettikleri ve ellerine geçen hiçbir avantajı kullanamadıkları da bir gerçektir. Bunun nedeni yönetimin çözülme sürecine girmesiydi.

Karl 1718 yılında Norveç’te bir kaleyi kuşatırken bir keskin nişancının kurşunuyla öldü. İsveç, Baltık’taki kayıplarından sonra artık büyük güçler arasından çıkmıştı. Petro ise 1725 yılında öldüğü zaman Rusya artık büyük güçler arasında yer alıyordu.

III. Ahmet’e gelince, bir ayaklanma sonucunda hükümdar olan bu padişah yine bir ayaklanma ile 1730 yılında tahtı bırakmak zorunda kaldı. Daha acısı bu hareketin liderinin Patrona Halil bir hamam tellağı olmasıydı.

III. Ahmet sadrazam ve kaptan paşayı öldürtüp cesetlerini at meydanına gönderdiği halde asileri tatmin edememiş ve hayatı  için pazarlık ve feragat etmişti. Çekildiği saray dairesinde altı yıl daha yaşadı.

ÇORLULU ALİ PAŞA’NIN İDAMI

Krizin tırmanmakta olduğu 1706 yılında sadrazam olan Çorlulu Ali Paşa Karl’ı destekleyerek III. Ahmet’i Ruslara karşı savaşa razı etmek istiyordu. Padişahtan gizli olarak Kırım Hanı’na haber göndererek İsveçlilere yardım etmesini istemişti.

Ama başka paşalar bu durumu padişaha anlatınca hem azarlandı, hem de engellenip, Karl’a karşı sözünde durmamış vaziyete düştü. Ona gönderdiği aracılar ve hediyeler de kabul edilmedi.

Ne var ki Poltava muharebesinden sonra İsveçlilerin aleyhine dönerek Karl’ın ülkeden çıkartılması için girişimde bulundu.

Karl’ın İstanbul’daki elçisi Kont Poniatowski  bu değişikliğin Rus elçisi Tolstoy’dan alınan rüşvete bağlı olduğunu III. Ahmet’e anlatınca 1710 Haziran’ında sadrazamlıktan alındı ve Kefe’ye tayin edildi.

Ne var ki Rusya ile ilişkiler giderek gerginleşirken hiddete kapılan III. Ahmet Kapıcıbaşı Mustafa Ağa’yı peşinden gönderip onu yoldan döndürdü. Gelibolu’dan bir çektiriye bindirilip Midilli’ye gönderildi. Kendisinden de iki bin kese altın istendi.

Bu parayı vermedi ama esas itibariyle Rus politikasındaki değişikliği ihanet olarak görüldüğü için idamı için Şeyhülislam Parmakçızade Seyyid Efendi’den fetva alındı.

27 Aralık 1711 günü idam edildi, başı kesilip İstanbul’a getirilerek Divanyolu’ndaki cami ve medresesinin yanına defnedildi.

Kendisinin İstanbul’da başka hayratları da bulunmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder