Moskova

Moskova

22 Eylül 2010 Çarşamba

Rusya’da gaz çok, ama gaz yok…

Hakan Aksay
Birgün
















Rusya’da “ısınma mevsimi” başlıyor. Bugünlerde sona erecek pastırma yazı sonrasında etkisi 6-7, hatta 8 ay kadar sürecek olan soğuklar başlayacak.

Isınma demek yakıt demek. Adaaam sen de, diyebilirsiniz, Rusya’da da bu sorun mu! Adamlar doğalgaz şampiyonu! Bütün dünyaya yüksek fiyatlarla gaz veriyorlar. Hatta bazen gazı kesme tehdidi ile ortalığı sarsıyorlar. Yüzlerce milyonluk coğrafyalara gaz ihraç eden bu koca ülke için, 140 milyonluk iç pazarın ihtiyacını karşılamak da iş mi?

Yanılıyorsunuz. İç pazar ucuz, yerli tüketici parasız. Onun için gaz yatırımlarının çoğu dışarıya yapılıyor: Mavi Akım, Güney Akımı, Kuzey Akımı…

Rusya’daki yerleşim bölgelerinin üçte birinde gaz yok. Köylerin neredeyse yarısı gaz nedir bilmiyor. Gazprom, “5-6 yılda hallederiz” diyor. Ama bugünkü durum bu: Doğalgaz imparatorluğunda on milyonlarca insan doğalgazın yolunu gözlüyor.

“Büyük devlet” olmak böyle bir şey bazen. Dünyaya hükmetmeye çalışırken içerdeki vatandaşı geri plana itmek…

Bizde de öyle değil mi: Bir taraftan dünyanın en büyük 16. ekonomisi, uğrunda nice mücadeleler verilen bölge liderliği hedefi; öteki taraftan çözümü ertelenen onca ekonomik ve sosyal sorun…

“Büyük devlet” olmak zor iş! Herkesin aklı ermez bu işe!..

Türk olmak, Rus olmak ve 'dünya vatandaşı' olmak

Artık ara sıra misafiri olduğum Moskova’ya geldiğimde iki ana işim var. Biri, buraya geliş nedeni olan işlerimi yapmak… İkincisi, kendimi dinlemek, yirmi yıllık “Moskovalılık” dönemimle bugünkü hislerimi karşılaştırmak, nereden gelip nereye gittiğimi ve mutluluk haritasının neresine düştüğümü kurcalamak...

Memlekete dönüş sonrasında daha bir yıl bile geçmedi. Türkiye ile tümüyle kaynaşma duygusu için henüz erken, ama Rusya’dan uzaklaşma izlenimi için artık yeterli. Yani bir tür “ortada kalmışlık”. Ama bu her zaman “bocalama” anlamına gelmiyor, keyfi çıkarılacak bir “dışarıdan bakma ayrıcalığı” da tanıyor insana.

* * *

Türkiye’de karşılaştığım arkadaşlar sık sık aynı soruları soruyor:

- Döndüğüne pişman mısın?

- Uyum sorunu yaşıyor musun?

Rusya seyahatlerimde gördüklerimin soruları da bir başka ilginç:

- Ne oldu, Rusya’ya döndün mü tekrar?

- Moskova’yı özlüyor musun?

Ve verdiğim cevaplar ne onları ne ötekileri tatmin ediyor sanki. Benden hep olumsuz bir şeyler duymak ister gibiler. Çünkü “dönenler” genellikle mutsuz oluyormuş, bu ülkede mutlu olmanın imkânı yokmuş…

* * *

Ben ne bir cennetten çıktım, ne de bir cennete girdim. Hem Rusya, hem de Türkiye, insanı canından bezdirebilecek sorunlar açısından maalesef çok zengin.

İkisi de benim vatanım. Ama ikisine karşı fanatik bağlarla bağlı değilim. Her ikisinin de hoşlandığım ve tepki duyduğum tarafları var.

Yakın arkadaşım diyemeyeceğim bazı tanıdıkların yorumları daha bir yüzeysel:

- Sonunda memlekete döndün. Zaten herkes sonunda memleketine döner. İnsan ancak doğduğu ve geleneğini-göreneğini bildiği yerlerde mutlu olabilir!

Hiç de değil! Dünyada yüz milyonlarca insan kendi memleketinde yaşamıyor. Hepsi daha iyi bir hayat arayışında. Bu neden bir başka ülkede olmasın? Belki de çok uzak bir ülkede…

“İnsan doğduğu değil, doyduğu yerde…” diyorlar ya; doymayı açlık duygusunu gidermenin çok ötesine de taşıyabiliyorsak, söylenilen doğru.

* * *

Benim yakın bir arkadaşım İsveç’te yaşıyor. Bir başkası Kanada’da. Anlattıklarına göre, oralardaki hayat çok daha insanca. Neden o ülkelerde yaşamasınlar? Neden onlara memlekete dönmediler diye “vatan haini” muamelesi yapalım?

Üstelik insan, yaşadığı her yerde kendisi ve başkaları için daha iyi bir hayat mücadelesi verebilir.

Bunun için illa Türk, Rus, Kürt veya Amerikalı olmak şart değil.

“Dünya vatandaşı”olmak yeter!..

Ne yazık ki bunu anlatabilmek şöyle dursun, söyleyebilmek bile neredeyse cesaret meselesi. Çünkü herkeste bir milliyetçilik, içi boş bir “vatanseverlik söylemi”, sağcısında da solcusunda da öylesine yerel bir sıkışmışlık, dünyaya kapalılık!..

* * *

İki iş görüşmesi arasında Moskova sokaklarında geçmişimi arar gibi dolaşıyorum. Duygularım karışık.

Buraya ilk gelişimin üzerinden tam 29 yıl geçmiş.

Seviyorum Rusya’yı ve Rusları. Kızdığım da oluyor. Savunuyorum Rusya’yı. Ama bir o kadar da eleştiriyorum. Bazen anladığımı düşünüyorum Rusya’yı. Başımı iki elimin arasında sıkıştırarak ondan korktuğumu da biliyorum. Umutsuzluğa düştüğüm oluyor kimi zaman. Ama yine de inanıyorum bu ülkenin geleceğine.

Sevdiğim, kızdığım, savunduğum, eleştirdiğim, anladığım, korktuğum, umutsuzluğa düştüğüm ve inandığım bu ülkenin nüfus cüzdanını taşımıyor olmam hiç önemli değil. Yukarıda aktardığıma benzer duygu ve düşünceleri kendi ülkemle ilgili olarak da yazabilirdim.

Kim bilir, yirmi yaşında çıkıp geldiğim ülke ABD veya Fransa olsaydı, belki de onlarla ilgili benzer duygularım olurdu.

Çünkü insanların her şeyden önce Türk, Rus, Alman ya da Arap değil,“dünyalı” olduğunu düşünüyorum.

Ve birbirine şu gökyüzündeki dokunulası yıldızlardan bile daha yakın olan ülkeler ve oralarda yaşayan farklı milletlerden insanlar, aslında öylesine benzeşiyorlar ki...

Yaban ellerde hemşeri muhabbetleri

Cep telefonumun, Rusların deyişiyle mobil telefonumun ödemesini yapmak için Moskova merkezinde büyük bir salondaki çok sayıdaki sıradan birine giriyorum. Şansa bak! Hemen önümde bir Türk var.

Cebimden bir an için çıkardığım pasaportu görünce hemen Türkçe bir şeyler söylüyor. Çevredekiler bu anlaşılmaz dile kulak kabartıyorlar.

Bu zoraki kısa konuşma, bana yıllar boyunca gördüğüm aynı filmi ve onunla ilgili defalarca kağıda döktüğüm “içimden gelenleri” hatırlatıyor.

Filmin başı hep aynı:

- Türk müsünüz?

Toplam yirmi sekiz yıl yurtdışında yaşadığımdan dolayı Türkçe olarak sorulan bu soruyla defalarca karşılaştım. Doğrusu yurtdışına çoktan alışmış biri olarak her fırsatta memleketimden birilerini bulup hasret giderme ihtiyacı hissetmiyorum. Ama bazı Türklerin yalnız hemşerilerine gösterdikleri bir sıcaklıkla yanıma yaklaşıp bu soruyla bir söyleşi başlatma girişimlerinde bir beis görmüyorum.

- Evet, Türküm…

Bu cevap, hiç tanışmayan ve söz gelimi Adana veya İstanbul’da karşılaşsalar birbirlerine kesinlikle ilgi göstermeyecek iki insanın dostluk denemesinin başlangıcı olabiliyor. Yaşları, meslekleri, huyları, tuttukları takımlar, siyasi, ideolojik, dinsel ve cinsel tercihleri çok farklı olan iki kişinin arasında yalnızca yabancı bir ülkede buluşmalarından dolayı bir yakınlaşma oluyor. En azından başlangıçta.

- Rusya’da ne iş yapıyorsunuz?

Bu soruyla birlikte meraklı midelere cevap lokmaları birbiri ardına indirilmeye başlanıyor.

- Ne kadardır Rusya’dasınız?

- Nerede oturuyorsunuz?

- Rusya’da yaşamak hoşunuza gidiyor mu?

Bu son soru biraz risk içeriyor. Ortak yönlerinizi perçinlemenize yarayabileceği gibi, apayrı iki insan olduğunuzun ortaya çıkmasına da yol açabiliyor.

- Rusları nasıl buluyorsunuz?

İşte daha riskli bir soru. Ruslar, gelenekleri, siyasi ve toplumsal hayatları, sanat ve kültürleri, Rus kadınları… derken yorumlarınızın birbirinden çok farklı olduğu su yüzüne çıkabiliyor. Sorduğu sorularla bazen bütün dünyayı “biz Türkler ve ötekiler” olarak ikiye bölmeye eğilimli kişiler, Rus dedikodusu yapmaya, biz Türklerin ne kadar üstün olduğunu anlatmaya heveslenebiliyor.

- Memleketi özlediniz mi?

Bu soru ilk bakışta zararsız görünüyor. Ama “vatan hasreti”, “taşı toprağı” derken bazen yine kendinizi kaba milliyetçilik kokan geyik sohbetlerinin içinde bulabiliyorsunuz.

Tesadüfen rastladığınız hemşerinizle vedalaşırken bazen sizin ve/veya onun ses tonunda tanışmanın pek mutluluk getirmediğini fısıldayan limoni bir vurgu hissedilebiliyor. Sonuçta “yeni hemşeri” çabucak unutuluyor.

Tabii bütün bunların tersinin çıkması ve başlayan söyleşinin güçlü bir dostluğa uzanması ihtimali de bulunuyor.

Ama yirmi sekiz yıl içinde bu konuda fazla şanslı olmadığımı sanıyorum.

Yine de sorulan soruya aynı cevabı vermek gerekiyor:

- Evet, Türküm…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder