Moskova

Moskova

14 Ekim 2025 Salı

Moskova'daki Food City


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Büyük bir şehri beslemek kolay bir iş değil.

Ve bu zorluğun üstesinden sadece zincir mağazalar değil, gıda marketleri de geliyor. Şehir yetkilileri uzun zamandır Moskova'da büyük bir gıda merkezi kurmayı düşünüyorlardı, ancak bunu 2016'da hayata geçirebildiler. Böylece, güneybatı Moskova'daki eski bir giyim pazarının yerinde, 1 Aralık 2016'da Food City "Gıda Şehri" pazarı açıldı.

Avrupa'nın en büyük gastronomi kümesi, bir "yemek şehri" olarak tasarlandı. Proje, Moskova yetkilileri ve özel yatırımcıların desteğiyle geliştirildi. Başkentin en büyük pazarını inşa ettiler ve 80.000 metrekareyi aşan bir alanı kapladılar, bu yüzden her şeyi aynı anda görebilmek imkansız. 

Pazar, faaliyete geçtiği ilk yıllarda toptan fiyatları ve geniş taze ve çeşitli ürün yelpazesi sayesinde restoran işletmecileri, aşçılar ve sıradan alışverişçiler arasında popüler hale geldi. 

Hatta nar suyu bile sıkıyorlar

Burada dünyanın dört bir yanından ürünler satılıyor: Devekuşu yumurtası, Türk kahvesi, Arjantin'den sığır eti, Şili'den üzüm ve İsviçre'den peynir satın alabilirsiniz. Ancak buradaki ürünlerin çoğu Moskova bölgesindeki çiftliklerden ve dost Orta Asya ülkelerinden geliyor. 

Burada ticaret yapanların çoğu bu ülkelerden geliyor.

Genel olarak, bu pazar sadece toptancılar için karlı. Perakende fiyatları, şehrin birçok yerindeki tezgahlardaki fiyatlardan pek farklı değil.

Pazar kapanmadan önceki akşam bazı ürünlerde indirim yapılabileceğini söylüyorlar, ama ben denemedim ve örneğin bütün gün tezgahta bekleyen eti satın almak isteyip istemediğimden emin değilim.

Bu arada, burada çalışanların çoğunluğu sıcak Asya ülkelerinden olmasına rağmen, ortam doğu pazarlarındaki gibi değil (Moskova herkesi şımartır), pazarlık pek yapılmaz, denemeye bile izin verilmez, geriye sadece "canım" adresi ve fiyat etiketlerinin olmaması kalır. 

Sabahları burada Moskova restoranlarından gelen alıcıları görebilirsiniz (ama bana pek fazla değillermiş gibi geldi; muhtemelen birçoğu teslimatla çalışıyordur) ve malları metroya yakın dükkanlara götürecek toptancıları görebilirsiniz. 

Food City’de neler satın alabilirsiniz?

- Et (sığır eti, domuz eti, kümes hayvanları, kuzu eti, kuyruk yağı, koç başı, sosis bağırsağı gibi nadir parçalar dahil);

- Balık ve deniz ürünleri (taze, dondurulmuş, lezzetler);

- Sebze ve meyveler (egzotik ve mevsimlik olanlar dahil), ürün yelpazesi çok geniş, kalite genellikle mükemmel (ama bir kilo kiraz için buraya gelmeye değer mi? Emin değilim);

- Peynirler, sosisler, süt ürünleri (çoğu çiftlik ve Belarus);

- Kuruyemişler, kuru meyveler, baharatlar (Orta Asya pazarlarında satılan her şey, hatta hemen hemen her şey, nadir baharatlar bulabilirsiniz ama burada helva bulamadım, onu da özlüyorum);

- Bakkaliye (tahıllar, bitkisel yağlar, soslar, konserve ürünler, çeşitli çaylar).

Ama yine de şu soru ortaya çıkıyor: Tüm bunlar için seyahat etmeye değer mi? Yakınlarda yaşıyorsanız, muhtemelen evet. Aksi takdirde, yalnızca çok özel bir şeye ihtiyacınız varsa. 

Ama ziyaret etmeye değer olan, hazır yemekler. Yemek Şehri'ne boşuna yemek şehri denmiyor - burada hepsi otantik, çok çeşitli lokantalar var.

Bu özellikle Orta Asya ve Kafkas mutfağı için geçerli. Buradaki birçok kafe kendi halkı için yemek pişiriyor, bu yüzden yemekler lezzetli ve otantik. Örneğin, burada yağlı bir tabakaya sarılmış ciğer şiş buldum, tıpkı Özbekistan'daki kadar lezzetli. Ararsanız, arka sıralarda "yerliler için" olan ama herkesi doyuran otantik (ve oldukça ucuz) Vietnam pho çorbası veya "Gürcülerin kendi yaptıkları otantik Gürcü haçapurisi" bulabilirsiniz. Ve Özbek pidelerinin kokusu da harika! 

Genel olarak burada her türlü Güneydoğu Asya yemeğini (suşi, ramen, wok, çeşitli mantılar ve börekler), birçok Kafkas yemeğini (şaşlık, haçapuri, khinkali), Rus krepleri ve böreklerini, makarna ve pizzayı, her türlü burgeri yiyebilirsiniz, hatta Talış gibi nadir mutfaklardan yemekler bile var.

Bu kafelerdeki yemekler oldukça iştah açıcı görünüyor, ancak fiyatlar her zaman düşük değil ve bazı yerlerde dışarıdan gelenler için menülerin yerlilerden daha pahalı olduğunu düşünüyorum.

Ama lezzetli, ulusal yemekler için Food City'ye tam da ihtiyacınız olan şey bu. En azından birkaç ziyaret daha planlıyorum ama her şeyi tek seferde deneyemedim. 

 

Food City Market Nerede?

Moskova, Kaluga Otoyolu'nun 22. kilometresinde, 10 numaralı bina, Kornilovskaya metro istasyonunun yakınında. 

Açılış-kapanış saatleri: 09:00–21:00 (haftada yedi gün).

Arbat'taki "Çebureçnaya SSSR", Sovyet geçmişinden izler


Mihail Kostin

Kaynak: https://dzen.ru/

  

Bu sonbaharda Arbat Caddesi'ndeki yeni bir Çin restoranını görmeye gittim, ancak kapalı olduğunu fark ettim. Arkamı dönüp tam devam edecekken, gözüm yaya caddesinin karşısındaki kırmızı kapıya ve tabelaya takıldı. Tabela da nostaljikti: "Çebureçnaya SSSR": "Yabancı emperyalist fast food"a cevabımız olarak konumlanan bir zincirin altı şubesinden biri. Bu arada, bu şube eskiden Sovyet dönemine gönderme yapan bir başka zincir olan "Şokoladnitsa"ya ev sahipliği yapıyordu.

Cumartesi akşamının geç saatleri, sert turistik Arbat'ı, karanlık bir kemer, bir geçit, bir binanın köşesi, parlak ama eski püskü bir tabela, havada asılı duran "Sovyet dönemi" ruhu ve yalnız bir kapının yanında sarhoş sigara içenler, arkasında tulumlu bir üçlü ve "Dost, Yoldaş ve Kardeş" yazısının bulunduğu bir posterin yanından dar bir merdiven bir tür fuayeye iniyor.

 

İç mekan ve atmosfer

Sovyet sinemalarından kalma iki atari makinesi, "Deniz Savaşı" (favorim) ve "Keskin Nişancı", camın arkasında markalı ürünler ve yukarı bakan bir merdiven daha var; bu merdiven birkaç bölüme ayrılmış uzun, ucuz ve salaş bir yemek alanına çıkıyor. En uçta tezgahı, kasayı ve duvarda bir menü görebilirsiniz. Dekor temalı ve yıpranmış. Tavan alçak. Zemin basit fayans. Pencere yok, ama bu anlaşılabilir bir durum; bodrum katı. Dekorda Şokoladnitsa restoranından sahte beyaz tuğlalar, çok renkli duvar kağıtları, perdeler, aynalar, çizimler, Sovyet filmlerinden sahne fotoğrafları, posterler, Komsomol eşyaları, siyah bir piyano ve geçmişten kalma çeşitli mutfak eşyaları yer alıyor. Her şey yerli yerinde ve bir köy toplum merkezinin oturma odası gibi görünüyor. Mobilyalar sade ve ucuz, çoğu ziyaret ettiğimde zaten çok neşeli olan misafirlerin eziyetine dayanacak şekilde tasarlanmış. Aydınlatma değişken; Odanın bazı kısımları loş, bazıları ise daha aydınlık. Gürültülü. Sinekler de sürekli etrafta.

 

Yiyecek

Menü, sıradan bir Sovyet kafeteryasından tanıdık bir seçkiden oluşuyor. Ayrıca, marka şefi Natalya Matveyevna'nın birkaç çeşit çebureki ve pelmenisi de mevcut. Matveyevna'nın adı ne web sitesinde ne de yasaklı zincirlerde belirtiliyor. Yemekler arasında Moskova usulü balık, Kiev usulü tavuk ve Fransız usulü et bulunuyor, ancak hangi et olduğu belirtilmiyor. Fiyatlar düşük, ancak çeburekiler rakipleriyle hemen hemen aynı fiyatta. Porsiyonlar cömert.

"Kuzu Çiburek" (190 ruble) oldukça büyük ve altın sarısıydı, ancak delik deşik çıktı. Kaldırdığımda tüm suyu ağzıma değil tabağıma döküldü, bu yüzden bıçak ve çatal kullanmak zorunda kaldım. Hamuru boldu ve içi pek içli değildi, ama suluydu, tam kıvamında baharatı vardı ve aşırı soğanlı değildi. Deliğe rağmen, ona tam puan veriyorum.

"Patates ve Mantarlı Çeburek" (190 ruble) – aynı şekilde iştah açıcı, çok az iç malzemeyle ve bu az miktardaki malzeme ince bir tabaka halinde yayılmış, yani neredeyse hiç iç malzemesi yok ve tadı hüzünlü, kuru ve boş. Yanlış.

Vitamin Salatası (130 ruble) – Sonuncusunu tezgahtan streç filmle kaptım. İçinde lahana, havuç, şekerin tatlılığı ve aromatik yağ var. Görüntüsü de, tadı da beklediğim gibi. Sebzeler çıtır çıtır, ki bu da 130 ruble için oldukça iyi.

"Etli Solyanka" (220 ruble), ek ücret karşılığında ekşi kremalı sıcak bir portakal çorbası. Et suyu kusursuzdu. Yeterince zengindi ve et çeşitliliğinden, soğan, zeytin, salatalık turşusu, güzel baharatlardan ve hafif bir limon ekşiliğinden de ödün vermemişler. Sıradan görünüyor, ama bir "Sovyet bodrumunda" başka neye benzerdi ki? Bayıldım.

"Pelmeni (Dana + Domuz)" (260 ruble) – et suyu ile veya et suyu olmadan tercih edilebilir; et suyu aldım. Bulanık, tatsız, neredeyse su gibiydi. Pelmeniler de pek iyi değildi: hamur kalın ve çatlaktı, iç harcı yoğun, aşırı soğanlıydı ve ucuz bir market ürünü izlenimi veriyordu. Tam bir hayal kırıklığı.

"Moskova Usulü Balık" (350 ruble) – beyaz fırınlanmış, yavan bir krema soslu (muhtemelen peynirli) bir kare; altına mutfak, ekşimsi bir tada sahip birkaç yavan, kuru omlet katmanı, çıtır çıtır, tatsız patatesler ve yine yavan soğanlı kuru, boş balıklar gömmüştü. Ağırdı, bu yüzden dikkatlice denedim ve uzaklaştım; riske atmamak en iyisiydi.

Su "Çernogolovka" 0,5 durgun - 140 ruble.

 

Hizmet

Hizmet: Kasada sıraya girip siparişinizi verin, size peçete ve çatal bıçak takımıyla birlikte içeceklerin bulunduğu bir tepsi verilecek; sıcak yemekler hazır olduğunda daha sonra geliyor. Kasanın tavrı elbette sert, Sovyet tarzında, hiçbir tavsiye veya açıklama yok, ama bazen esprili.

 

Sonuç olarak

Yemek: 3/5

Hizmet: 3/5

Atmosfer: 3/5

İç mekan: 3/5

Genel puan: 3.0

 

Arbat'taki "Cheburechnaya SSSR", şehir merkezinde hızlı bir lokma çeburek, pelmeni, bira ve tercihen votka için sade ve bütçe dostu bir mekan. O zamanların gerçekliğiyle hiçbir ilgisi olmayan sahte bir Sovyet geçmişine yerleşmiş olan bodrum kat salonları kahkaha ve neşeyle dolu; ara sıra "işlerin nasıl gittiği", içten sohbetler ve küçük bir kavgaya dönüşebilecek hararetli hakaret alışverişlerine dönüşüyor. Yemeklere gelince, tipik bir kafeterya yemeği; bazen lezzetli, bazen şüpheli, ama fiyatları uygun.

13 Ekim 2025 Pazartesi

Sovyet pazar filesi “Avoska” neden bir dönemin sembolü haline geldi?


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Bugün "avoska" kelimesi gülümseme ve nostaljik hiler uyandırıyor. Cepte saklanabilen basit bir pazar filesi, günlük Sovyet yaşamının vazgeçilmez bir parçasıydı.

İnsanlar "ne olur ne olmaz" diye alırlardı, çünkü "bir şeyleri nereden bulacaklarını" asla bilemezlerdi. Ancak çok az kişi, avoskanın belirli bir yaratıcısı ve kökleri yalnızca SSCB'de değil, Avrupa'da da uzanan büyüleyici bir geçmişi olduğunun farkında.

İcadın aslı

Pazar filesi, Sovyet günlük yaşamının gerçek bir sembolü haline gelmiş olsa da, Sovyetler Birliği'nde icat edilmemiştir. Filenin prototipi 1920'lerde Çekoslovakya'da ortaya çıkmıştır. Yerel bir girişimci olan Vavřinec Krhoust, market alışverişlerini paketlemenin ucuz, hafif ve dayanıklı bir yolunu arıyordu. Böylece, bükülmüş iplikten yapılmış bir "file" olan síťovka doğmuş oldu. İnanılmaz derecede pratik olduğu kanıtlandı: 50 gramdan hafifti, ancak 10 kilograma kadar yük taşıyabiliyordu.

Bu fikir hızla Doğu Avrupa'ya yayıldı ve 1930'lara gelindiğinde SSCB'de de benzer çantalar üretilmeye başlandı. Ancak, filenin yeni bir isim, kültürel bir anlam ve yaygın bir kabul görmesi Sovyetler Birliği'nde gerçekleşti.

Neden "ip file"

Çanta, adını şans ve iyi talih umudunu ifade eden bir edat olan "avos" (belki) kelimesinden almıştır. Sovyet dönemindeki kıtlık döneminde insanlar, bir yerlerde "bir şey vereceklerini" veya "bir mağazada bir şey atacaklarını" umarak sürekli yanlarında böyle bir çanta taşırlardı. "Belki şanslı olurum" ifadesi, "belki işe yarar" ilkesiyle yaşayan bir neslin felsefesiydi.

Böylece file çanta sadece bir ev eşyası olmaktan çıkıp, Sovyet iyimserliğinin ve yaratıcılığının bir sembolü haline geldi.

Halkın icadı

Sovyet sanayisi bu fikri hemen benimsemedi. Başlangıçta, file çantalar elle üretiliyordu; tığ işi, tığ işi veya naylon iplik, sicim hatta misinadan yapılıyordu. Hafif sanayi fabrikalarında seri üretime ancak 1960'larda geçilebildi. O dönemde, çantanın kompakt bir top haline katlanmasını sağlayan metal halkalar ve kulplar ortaya çıktı.

Kırmızı, sarı ve mavi gibi çok renkli iplerden yapılmış çantalar özellikle popülerdi. Modaya uygun olarak kabul ediliyorlardı ve birçok kadın bunları ayakkabı veya paltolarıyla uyumlu olarak tercih ediyordu.

Neden dönemin simgesi haline geldi?

SSCB'de file, hayatın ayrılmaz bir parçasıydı ve bunun tek sebebi kıtlık değildi. Sovyet zihniyetini yansıtıyordu: her şeye hazırlıklı olmak, uyum sağlayabilmek ve bir şeylerin yoluna gireceği umudu. Çanta yer kaplamıyordu, ucuzdu ve yıllarca dayanıyordu.

İpli çanta tüm toplumsal kesimleri bir araya getiriyordu. Aydınlar, işçiler ve emekliler tarafından taşınıyordu. Bir ceket cebinde veya çantada, ihtişam anını bekliyordu; hayatın beklenmedik anlarına karşı sonsuz hazırlığın küçük bir hatırlatıcısıydı.

21. Yüzyılda Canlanma

SSCB'nin dağılmasının ardından fileler geçici olarak sokaklardan kayboldu ve yerini plastik poşetler aldı. Ancak çevre dostu yaşam tarzlarına artan ilgi ve tek kullanımlık plastiklerin reddedilmesiyle file çantalar yeniden popülerlik kazandı. Günümüzde fileler, şık ve kullanışlı bir aksesuar olarak pazarlandığı Avrupa butiklerinde, defilelerde ve süpermarketlerde görülebiliyor.

İlginçtir ki, modern üreticiler sıklıkla Sovyet kökenlerini pratikliğin ve minimalizmin sembolü olarak vurguluyorlar.

Yaşayan bir miras

Sovyet pazar filesi (avoska), basit bir faydacı eşyadan kültürel bir fenomene dönüşerek dikkat çekici bir yaşam sürdü. Görünüşü, her şeye hazırlıklı olunması gereken bir dönemin ruhunu yansıtıyordu. Belki de "avos" (çanta) kelimesinin ismine girmesi tesadüf değildi; sonuçta, Sovyet karakterinin özünü mükemmel bir şekilde yansıtıyordu: umut, ironi ve bir gün, bir yerde şansın mutlaka karşınıza çıkacağına dair inanç.

SSCB'de süt neden üçgen paketteydi?


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Bu sorunun ilginç, mantıklı yanıtını Rus "Popüler Bilim" sitesi açıkladı: "Sovyet mutfaklarının nostaljik sembollerinden biri olan üçgen süt paketleri, sadece estetik bir tercih değildi. 1960’ların başında Sovyet gıda sanayisi cam şişe kıtlığıyla karşı karşıyaydı; yeniden kullanım, yıkama ve nakliye süreçleri yavaş ve maliyetliydi.

Sütü açıkta satmak ise hijyen açısından neredeyse imkânsızdı. İşte tam o dönemde Moskova’daki gıda mühendisleri, İsveçli bir mucidin buluşuna yöneldi: Erik Wallenberg’in 1944’te geliştirdiği tetahedron, yani dört üçgen yüzeyden oluşan piramit biçimli ambalaj. Bu biçim, daha az malzeme kullanıyor, az sayıda kaynak dikişi gerektiriyor ve üretim hatalarını minimuma indiriyordu.

Tetra Pak şirketinin kurucusu Ruben Rausing, Wallenberg’in bu fikrini ticari hale getirerek 1951’de ilk “üçgen süt makinesini” piyasaya sürdü. Sovyetler Birliği bu yeniliği hızla benimsedi; 1959’da Moskova’daki Çerkizovski Süt Fabrikası’nda ilk hat devreye girdi. Üretim hızı dakikada 5800 pakete ulaşıyordu. O dönemin cam şişe hattından neredeyse üç kat daha verimliydi. Üstelik tetahedron formu yalnızca üretimde değil, hijyen ve raf ömründe de avantaj sağlıyordu. Süt dolum anında hava dışarı atıldığı için, oksijenle temas olmuyor ve süt daha geç bozuluyordu.

Üçgen form, yalnızca mühendislik açısından değil, fiziksel açıdan da zekiceydi. Tetrahedral yapının sağlamlığı, kutunun ezilmesini ve sızıntıyı önlüyordu. Üçgen yüzeyler yükü eşit dağıttığından, bu ambalaj “kırılmaz” nitelikteydi; hem depolarda hem de alışveriş torbalarında büyük kolaylık sağlıyordu. Sovyet halkı içinse süt paketinin köşesini makasla kesip sürahiye dökmek, sabah ritüelinin parçasıydı. Sade, pratik ve her evde tekrarlanan bir jestti.

Ancak “piramit sütün” saltanatı uzun sürmedi. 1980’lerin sonuna gelindiğinde, üçgen paketlerin lojistikte verimsiz olduğu anlaşıldı. Kare biçimli dünyada, üçgen paketler ne kasalara ne kamyonlara tam oturuyordu; taşıma hacmi artıyor, depolama maliyeti yükseliyordu. Küresel ticaret hızlandıkça ve dağıtım zincirleri büyüdükçe, Tetra Pak bu kez “tuğla” biçimli dikdörtgen kutulara geçti. Üçgen süt kutusu tarihe karıştı ama ardında, Sovyet teknolojisinin estetikle birleştiği o sade ama akıllı mühendisliğin izini bıraktı."

12 Ekim 2025 Pazar

Rusça “karandaş”ın Türkçe kökeni


Halil Ocaklı

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Elinize aldığınız ya da gördüğünüz herhangi bir nesnenin adının kökenini merak eder misiniz? Ben merak ederim.

Her ad, geçmiş kültürlerin ve uygarlıkların taşıdığı bir öyküdür. O adın izini sürdüğünüzde, dillerin, düşüncelerin ve sözcüklerin birbirine nasıl karıştığını görürsünüz. Bu bakımdan köken öyküleri, dillerin birbirine dokunduğu noktalara ve kültürel geçişlere ışık tutan sessiz tanıklardır.

Türkçede “siyah taş” anlamına gelen kara ve taş sözcüklerinin birleşimi, başlangıçta siyah bir mineral olan grafiti tanımlamak için kullanılırdı. Grafit terimi, 1789’da Alman kimyacı Carl Wilhelm Scheele tarafından, Yunanca “yazmak” anlamına gelen graphein sözcüğünden esinlenerek türetilmiş. Zamanla “karataş” kelimesi, grafitten yapılan çubuk biçimindeki yazı araçlarını da tanımlamaya başlamış. (1) 

Ancak bu çubuklar hem üretim açısından zahmetliydi hem de eli boyadığı için kullanımı pek pratik değildi. Grafit, doğal hâlinde kolayca kırıldığı için, yazı yazmaya uygun hale getirmek amacıyla kille karıştırılır, çubuk biçiminde kalıplanır ve pişirilirdi. Bu işlem sertleşmesini sağlıyor, dayanıklılığı artırıyor ve yazı kalitesini iyileştirirdi.

Bugün “kurşun kalem” dediğimiz araç, adında kurşun geçmesine karşın uzun süredir hiç kurşun içermez. 16. yüzyılda İngiltere’de saf grafit yatakları keşfedildiğinde, bu maddenin rengi ve yoğunluğu kurşuna benzediğinden, İngilizcede black lead, Almancada Schwarzblei, Latin kökenli dillerde ise plumbago gibi adlar kullanılmıştır. Türkçedeki “kurşun kalem” adı da doğrudan çeviri yoluyla yerleşmiştir.

Bu tarihsel ve dilsel yolculuk, Rusçada “kurşun kalem” anlamına gelen karandaş (карандаш) sözcüğünde de izlenebilir. Ses yapısı, anlamı ve kullanım biçimi, bu sözcüğün Türk dillerindeki “kara taş” ifadesinden türeyerek “karadaş”a, oradan da “karandaş”a dönüştüğünü açık biçimde gösterir.

“Karadaş”, zamanla grafit içeren tahta kılıflı yazı aracını anlatacak biçimde anlam genişlemesine uğramış ve bugün bildiğimiz kurşunkalem kavramına dönüşmüştür.

“Kara”, Proto-Altayca hipotezine göre şu dillerde “siyah” anlamını veren ortak bir kök kabul edilir:

Türk dilleri Kara/qora/xara

Moğolca Khar

Mançu-Tunguzca Khuru

Japoncada Kuro

“Taş”, Proto-Altayca hipotezi çerçevesinde şu dillerde taş/kaya/çakıl anlamlarını karşılayan ortak bir taban kabul edilir:

Türk dilleri Taş, daş, tas, taas

Moğolca Tasa

Mançu-Tunguzca Tasa

Orhun Yazıtları Tаş (bengütaş > ölümsüz taş)

Bu etimolojik ilişkinin belirginleşmesini sağlayan tarihsel gelişme, 16. yüzyılda geniş Astrahan ve Kazan topraklarının Moskova egemenliğine girmesi oldu. Bu fetihle birlikte Volga ticaret rotası, Rusya’nın Kıpçak ve Oğuz topluluklarıyla yoğun etkileşim kurduğu bir dil ve kültür koridoruna dönüştü. (2)

Bu koridor aracılığıyla dolaşıma giren ürünlerden biri işte bu “karadaş” çubuklarıydı. “Karadaş” adı, bu siyasal, ticari ve kültürel temas alanında Rusçaya ödünçlendi ve bu süreçte az da olsa dönüştü.

Ancak “karadaş” sözcüğü Rusçaya geçtiğinde araya bir bağlayıcı /n/ ünsüzü girer ve kelime “kara+n+daş” biçimine dönüşür. Rusça bu varyantı benimser ve böylece 17. yüzyıldan itibaren “karandaş” biçimi yerleşir. (3)

Ses yığılmasını önleyip akıcılığı artırmak için /n/ ünsüzü eklenmesine başka örnekler:

иностранец (inostranets) yabancı

безымянный  (bezymyannıy) isimsiz

деревянный (derevyannıy) ağaçtan, tahtadan yapılmış

стеклянный (steklyannıy) camdan yapılmış

оловянный (olovyannıy) kalaydan yapılmış

Bunların hepsinde bağlayıcı /н/ ünsüzü, kök ile sıfat ya da türetim eki arasında ses uyumu ve akıcılığı sağlamak için devreye girer.

Kalem

Karandaşı bir yana bırakıp “kalem” sözcüğünün izini sürdüğümde, oldukça sıra dışı bir köken yolculuğu olduğunu ve köklerinin Eski Yunanca “kálamos” (κάλαμος) sözcüğüne uzandığını gördüm. “Kálamos”, Yunancada “sazlık, kamış, kargı, ince uzun bitki sapı” gibi anlamları karşılar.

İstanbul’daki “Kalamış” semtinin adı da, geçmişte park alanına dönüştürülen kıyıdaki sazlıklardan ötürü bu sözcükten türemiştir.

Yunancada “yazı kamışı” anlamına gelen “kálamos”, Geç Antikçağ’da Hellenistik Doğu’da Süryanice/Aramice “qəlāmā” biçimiyle Suriye ve Mezopotamya’ya yayılmıştır. Manastır okullarında dini yazıların çoğaltılması, kalem kullanımının hızla artmasına yol açmıştır.

Sözcüğün bu biçimi Süryanice/Aramice aracılığıyla Arapçaya “qalam” olarak geçmiş ve İslam’ın ilk yüzyıllarında geniş bir coğrafyada yaygınlaşmıştır. Ardından ise yine aynı kanaldan Farsçaya “ghalam” biçiminde aktarılmış ve bu dil üzerinden Orta Asya Türkçelerine “kalem” ve türevleriyle yerleşmiştir. 

Sonuç olarak: 

Karandaş sözcüğünün Rusçaya Türkçe yerine İsviçreli bir kalem markasından geçtiği yönündeki tez bir şehir efsanesidir. Tersine, İsviçreli Caran d’Ache markası adını Rusça karandaş sözcüğünden esinlenmiştir. Zaten kronoloji olarak da marka, kelimeden çok daha yenidir.

Karandaş, kalem ve kurşun kalem, aynı etimolojik zincirin farklı halkalarıdır: madde adı nesne adına dönüşür, kültürel temas aktarımı olanaklı kılar, sesler ise yerel yapıya uyum sağlar. Bu süreçler, sözcüklerin taşıdığı tarihsel belleği görünür ve izlenebilir kılar. (4)

Notlar ve kaynakça:

1-İki ünlü arasında kalan /t/ sesinin /d/’ye yumuşaması, Kıpçak-Tatar sahasında yaygın bir olgudur. Bu nedenle “kara” ile “taş” bileşiminin “karadaş” biçimini alması olağandır.

2-Çernikh, P.Y. Историко-этимологический словарь современного русского языка. Москва 1993.

3-Vasmer, Max. Этимологический словарь русского языка. Москва: Прогресс, 1986.

4-Eren, Hasan. Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. Ankara: Bizim Büro Basımevi, 1999.

9 Ekim 2025 Perşembe

Folk Team'in "Turki" restoranı, Spartak metro istasyonunun yakınında açılacak: Amerikan lokantası ile Doğu mutfağının birleşimi


Kaynak: https://moskvichmag.ru/

 

Nikolay Spiridonov bildirmiş: 

Moskova gastronomisinde merkeziyetsizleşme eğilimi giderek daha belirgin hale geliyor: Restoran sahipleri artık sadece Garden Ring'de değil, giderek daha fazla sayıda banliyödeki yeni konut komplekslerine taşınıyor. Açıkçası, herkes kendi mahallesinde daha fazla zaman geçirmek ve aynı hizmet kalitesinin keyfini evine yakın bir yerde çıkarmak istiyor.

Bu sonbaharda Folk Team harekete katılacak. Holding, Kasım ayında "Turki Diner"ı açacak. SysoevFM'in haberine göre , işletme Spartak metro istasyonunun yakınındaki Alia konut kompleksinde yer alacak.

Mekanın formatı alışılmadık; Moskova'da benzeri görülmemiş gibi görünüyor. Kurucular, restoranlarına "Doğu tarzı lokanta" adını veriyor. "Amerikan tarzının yalınlığı" ile Türk mutfağını birleştiriyor.

Menüde Özbek şiş ve Azerbaycan lulası, ızgara lagman ve düşbara, pideler ve tandır samsa gibi lezzetler yer alıyor. Tatlılar ise özellikle öne çıkıyor: Dört çeşit Türk baklavası (klasik olanı 20 kat yufka ile yapılır), kadayif, helva ve lokumun sergilendiği bir vitrin.

Turki Diner, gündüzleri kafe, akşamları ise restoran olarak hizmet verecek. Hafta sonları ise çocuklara yönelik atölyelere ev sahipliği yapacak.

Folk Team'in halihazırda beş şubesi var: Folk'un yanı sıra Amber, Eno Bistro, Anchovy's Club ve Padron da var. Yani bu restoran altıncısı olacak. Belki bir gün, örneğin Chayhona No. 1 gibi bir zincire dönüşebilir. Görünüşe göre formatı buna müsait.

Bir Moskovalı için yetki devretme yeteneği bir lüks değil, hayatta kalmanın yeni bir standardı.


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Viktoria Vasilyeva Moskviç Dergisi’nde yazmış:

Günlük işe gidiş gelişin Paris'te bir turdan daha uzun, yapılacaklar listesinin ise bir kraliyet kararnamesinden daha uzun olduğu bir şehirde, yetki devretme yeteneği bir lüks değil, yeni bir hayatta kalma standardıdır. Moskova'da mütevazı bir yönetici bile, bazen farkında bile olmadan, bir "hizmetçi" ekibinin tamamını yönetir. Akıllı telefon artık sadece bir iletişim cihazı değil, aynı zamanda tam bir ofis, ahır, mutfak ve bürokratik bir kulübedir.

Sert!

Köşedeki markete gitmek ile 30 dakikada yemek siparişi vermek arasında seçim yaparken, ikincisini seçmemek zor. İşte böyle bir Moskovalı, Büyük Katerina edasıyla telefonunu eline alıp parmağıyla işaret ederek seçimini yapıyor. Çünkü hakkı var. Kan bağıyla değil, hizmetlere erişim hakkıyla. Seçenekler geniş olmalı. Tek bir uygulama hem "büyükanneden" pancar çorbası (başkente gelen bir ziyaretçinin bodrum katındaki karanlık bir mutfakta hazırladığı) hem de Fransız bir şefin dana blanquette'ini (aynı şef tarafından hazırlandığı) sunmalı.

Seçim süreci sancılı olabilir, çünkü asil ruh hali tahmin edilemez. Bugün hangisi daha önemli: Tay mutfağına duyulan tutku mu, yoksa Sovyet sadeliğine duyulan nostalji mi? Protein ihtiyacımı gidermeli miyim, yoksa biraz hedonizme kapılmanın zamanı mı geldi? Yarım saat içinde ruh halim değişir mi? İnsan ancak ikincisini umut edebilir.

Bir Moskovalıyı kızdırmak kolaydır. Sabır asil bir özellik değildir. Bir Moskovalı yemek siparişi için 25 dakikadan fazla beklerse, öfkelenir ve müşteri hizmetlerine mesaj atarak bir özür ve üstüne bir de promosyon kodu bekler. "Öğle yemeği için tavuk butlarımı nasıl geciktirirsin?" diye sorar alt metin. Yemek sadece gecikmekle kalmaz, aynı zamanda lezzetini de kaybederse, Tanrı onlara bir dayak atabilir. Uygulamada iki yıldız verebilir veya öfkesini sosyal medyada herkese açık bir şekilde paylaşabilir.

Arabacı, telaş yapma!

Moskovalıları ön kapılarında özel bir şoför bekliyor, tek yapmaları gereken parmaklarını şıklatmak. Daha doğrusu tıklamak. Moskovalılar şoförün hareketlerini haritada takip ediyor, çünkü erken çıkıp ön kapıda beklemek kraliyet ailesine yakışan bir şey değil. Arabanın geldiğini gördüklerinde biraz daha beklemeli ve ancak o zaman onurlu bir şekilde dışarı çıkmalıdırlar. Ama çok uzun süre beklemeyin, yoksa fazla ödeme yapmış olursunuz.

Arka koltukta otururken akıllı telefonunuza gömülebilir veya şoförle önemsiz bir konu hakkında konuşabilirsiniz: trafik sıkışıklığı, hava durumu veya vagonun incelikleri. Her şey yolunda giderse, vagon temizse ve sarsıntı minimumda tutulursa, şoför beş yıldız ve kendi tercihine bağlı olarak bahşiş alır. Aksi takdirde, destek ekibine bir dilekçe gönderilir. Şoförün siyaset veya özel hayatı hakkında herhangi bir tartışma girişimi uygunsuz yakınlık olarak değerlendirilir ve puan indirimiyle cezalandırılır.

Mürebbiyeyi kaydettirmeyi unutmayın

Hepimizin bildiği gibi, çocuklar gözetimsiz bir şekilde ortalıkta dolaşamazlar. Önemli olaylar (örneğin bir sınav) sırasında, bir uygulama aracılığıyla bulunan özel eğitimli bir kişi, onları gözetmekle görevlendirilir. Elbette, puanlarını ve önerilerini önceden kontrol edeceksiniz; sonuçta, en değerli varlığınızı bu kişiye emanet ediyorsunuz. Ama o altın küpeleri bir çekmecede, gözden uzak bir yerde saklamakta da bir sakınca yoktur.

Ayrılmadan önce katı talimatlar verilir: Küfür yok, ceza yok, ödevler yapılacak, ıspanak ve brokoli yedirilecek; kısacası, ebeveynlerin genellikle tek başlarına yapamayacakları her şey. Köşelere kameralar yerleştirilebilir. Kameralar esas olarak gözetim amaçlı, ancak aynı zamanda çocuğun nasıl tutulduğunu gözlemlemek için de kullanılabilir. Sonuçta bu bir amatör değil, profesyonel bir iş.

Yurtdışından gelen ipekleri teslim noktasına getirin!

Alışveriş merkezlerinde kalabalıklar arasında dolaşmaya ne gerek var ki? Her şey doğrudan mağazaya teslim edilecek ve birkaç hafta boyunca orada saklanacak, ta ki siz rahatça dolaşana kadar? Ve böylece, vardığında, beyefendi merakla değerli kutuyu çıkarır ve sipariş ettiği yeni parçanın beklentilerini karşılayıp karşılamayacağını merak eder.

Ama asıl kraliyet ayrıcalığı, sebepsiz yere reddetme hakkıdır. Ekranda bu kadar asil görünen bir kuş tüyü montun gerçek hayatta zarif zevklerimize uymayabileceğini hepimiz biliyoruz. Rengi mükemmel değil, kumaşı çok çabuk hışırdıyor. Teslim alma noktasındaki çalışana nazik bir gülümseme, kısa bir "hayır" ve istenmeyen ürün yoluna gönderiliyor.

Geri kalan her şey için YouDo ve Avito var.

Aristokrat arzular sıradan hizmetlerin kapsamını aştığında, "İstiyorum!" isteğinizi "Yapacağım!"a dönüştürmek için her zaman hazır bir ekip bulunur. Kaluga bölgesindeki arazinizi güzelleştirecek bir bahçıvandan, çöp toplamaya ve hatta Tsaritsyno'da piknik arkadaşına kadar her şeyi sipariş edebilirsiniz. Hizmet yelpazesi gerçekten aristokrat.

Ve sadece bir müteahhit seçmekle kalmıyorsunuz; isteklerinizi yerine getirmeye istekli olanlar arasında küçük bir ihale açıp, puanlarını, yorumlarını ve fiyatlarını değerlendiriyorsunuz. Elbette, bazen işçiler işi berbat ediyor veya hiç gelmiyor. Peki, ne yapabilirsiniz? Sıradan insanlar tembel ve güvenilmez olabilir; mutlaka başka biri gelir.

Bir yandan hepimiz güçlü toprak sahipleriyiz. Diğer yandan, kalıtsal aristokrat bulmak zor ve biz de bir başkası için aynı "arabacı" ve "ev hizmetçisi"yiz. Bir Moskovalı, zamanında bir rapor sunmak için görevinden izin alarak bir teslimat siparişi verir. Neredeyse hepimiz başkası için çalışıyoruz ve evde terlik ve kadife bir sabahlık giydiğimizde, kişisel onur hakkımız var. Öyleyse kanepede rahatlayın; bu rolü üstlenme fırsatını kazandınız.

6 Ekim 2025 Pazartesi

Tarihten bir yaprak: Çar Petro köprüleri yasaklamıştı!


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Bugün yaklaşık 800 köprüsüyle tanınan St. Petersburg, kurucusu I. Petro’nun (Büyük Petro) ilk dönemlerinde köprüsüz bir şehir olarak tasarlanmıştı. Çarın amacı, kenti Avrupa’nın en büyük limanı haline getirmek ve halkını Amsterdam’daki gibi tekneyle seyahat etmeye alıştırmaktı. Kış aylarında donmuş Neva üzerinde kızaklarla geçiş yapılırken, ilk olarak saray soytarısı buz üstüne çıkar, davul çalar ve ardından iplerle güvenlik sağlanarak karşı kıyıya yürünürdü. Baharda ise üç top atışıyla seyrüsefer açılır, Petro bizzat kayıkla nehirden geçerek törene öncülük ederdi.

O dönemde kentte yalnızca iki tahta köprü bulunuyordu: Berezovıy ile Zayaçiy adalarını bağlayan Ioannovsky ve inşaat malzemeleri için kullanılan Aniçkov köprüsü. Petro’nun köprü yasağının birkaç nedeni vardı. Neva’nın her yıl taşan suları köprüleri sürükleyip götürüyordu; ticaret gemilerinin geçişini engelleyebilecek sabit yapılar da istenmiyordu. Ayrıca nehir geçişlerinden elde edilen gelir hazinenin önemli kaynaklarından biriydi. Çarın, büyük bir fırtına sonrası sarayında 50 santimetreye varan su seviyesini kayda geçirdiği mektubu, o dönemin zorluklarını gözler önüne seriyor.

Çar’ın ölümünden iki yıl sonra, 1727’de ilk yüzer köprü, İsaakiyevski Most (St. Isaac Köprüsü) inşa edildi. 26 düz kayığın üzerine kurulan bu geçitten Vasilievskiy Adası’na ulaşım sağlanıyordu ve 1754’e kadar geçiş ücretliydi: kişi başı bir kopek, araba başına beş kopeyk. Nihayet 1850’de Admiralteystvo ile Vasilievskiy adalarını bağlayan ilk kalıcı köprü, Blagoveşenskiy Köprüsü hizmete açıldı. Böylece Petro’nun köprüye mesafeli vizyonundan, St. Petersburg’un köprüler şehri kimliğine uzanan yolculuk tamamlanmış oldu. 

(Anna Popova'nın RBTH'daki yazısından)

Moskova'nın üç sembolü


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Moskova'nın kültür simgelerini belirlemek için yapılan yeni bir araştırmanın sonuçları açıklandı.

Beeline'ın Mobil Anket hizmeti kapsamında yürüttüğü çalışmaya katılan Moskovalılar, şehrin en önemli üç kültür simgesini Kremlin Sarayı, Kızıl Meydan ve Tretyakov Galerisi olarak seçti.

Katılımcılar, bu üç simgenin ötesinde Ermitaj Bahçesi, VDNH sergi alanı ve Moskova Sanat Tiyatrosu gibi mekanları da başlıca kültür durakları arasında gösterdi.

Moskviçmag'ın haberleştirdiği araştırmada, kent sakinlerinin boş zaman tercihleri de mercek altına alındı.

Moskovalıların en sevdiği kültürel etkinliklerin başında yüzde 25 ile sergi ve galeri ziyaretleri geliyor.

Bunu yüzde 21 ile tiyatro gösterileri ve konserler takip ederken, sinema yüzde 13 ve konferans/geziler yüzde 8 oranında tercih edilmekte. Öte yandan, çağdaş sanat müzesi Garaj, Kozmonot Müzesi ve Moskova Planetaryumu gibi mekanlar da anket sonuçlarında kendine yer buldu. 

Anket, kültür mekanlarına yönelik ziyaret sıklığının nispeten düşük olduğunu ortaya koydu.

Katılımcıların yarısı bu yerlere altı ayda bir veya daha seyrek gittiklerini belirtirken, nüfusun sadece yüzde 8'i haftalık, yüzde 1'i ise günlük ziyaret gerçekleştiriyor. Buna karşılık, her on kişiden dokuzu kültür merkezlerinin hem kişisel hem de toplumsal yaşam için taşıdığı hayati öneme dikkat çekti.

Rusya'da iş insanlarının ruh sağlığı: Siz hangi gruptasınız?




Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya’da ilk kez girişimcilerin ruh sağlığına ilişkin kapsamlı bir sosyolojik araştırma yapıldı. Kamuoyu Fonu (FOM) tarafından yürütülen çalışmaya göre iş insanlarının yüzde 64’ü kendilerini “özgüvenli” olarak tanımlarken, maaşlı çalışanlarda bu oran yüzde 49’da kaldı. Katılımcıların yüzde 57’si değişimden korkmadığını söyledi. Ancak girişimcilerin yalnızca yüzde 38’i çalışma koşullarını “tatmin edici” buldu; maaşlı çalışanlarda bu oran yüzde 52’ye ulaştı.

RBC'nın aktardığı araştırma, iş insanlarının ülke genelindeki gelişmelere karşı daha kaygılı olduklarını da gösterdi. Ankete katılan girişimcilerin yüzde 72’si Rusya’daki ekonomik ve siyasi ortamı “güvensiz” olarak nitelendirdi. Bu oran maaşlı çalışanlarda yüzde 54 seviyesinde kaldı.

Ayrıca işverenlerin yüzde 41’i “gelecek üç yıl içinde işini kapatma riski gördüğünü” belirtti. Bu bulgu, iş insanlarının kişisel güven duygusuna rağmen ülke koşullarına dair ciddi endişeler taşıdığını ortaya koydu.

Sosyologlar, işverenlerin psikolojik yükünün çok daha ağır olduğunu vurguluyor. Katılımcıların yüzde 46’sı “iş stresi nedeniyle uyku sorunları yaşadığını” dile getirdi. Yüzde 29’u düzenli olarak kaygı atakları geçirdiğini, yüzde 18’i ise depresyon tanısı aldığını belirtti.

Buna karşılık maaşlı çalışanlarda depresyon tanısı oranı yüzde 11 düzeyinde kaldı. Bu fark, iş insanlarının kriz dönemlerinde hem işletmelerini hem de çalışanlarını ayakta tutma sorumluluğu taşımalarından kaynaklanıyor.

Öte yandan girişimcilerin kişisel dayanıklılık seviyeleri dikkat çekici şekilde yüksek çıktı. Katılımcıların yüzde 61’i “zor durumda pes etmediğini” ve “her şeye rağmen ilerleyebildiğini” söyledi. Bu oran, maaşlı çalışanlarda yüzde 44 olarak kaydedildi.

Sosyologlar, girişimcilerin risk alma alışkanlığının ve krizlere uyum sağlama becerisinin bu dayanıklılığı beslediğini belirtiyor. Ancak bu direnç, uzun vadeli psikolojik yıpranmayı ortadan kaldırmıyor.

Araştırmada ayrıca yaş ve sektör farklılıkları da öne çıktı. 30 yaş altı genç girişimciler arasında ruhsal dayanıklılık oranı yüzde 68 ile en yüksek seviyede ölçülürken, 50 yaş üzeri işverenlerde kaygı bozukluğu oranı yüzde 35’e kadar yükseldi.

Teknoloji ve hizmet sektöründe çalışan girişimciler daha umutlu bir tablo çizerken, inşaat ve perakende sektöründe faaliyet gösterenlerde stres ve tükenmişlik oranları çok daha yüksek çıktı.

Uzmanlar, bu bulguların iş dünyasına yönelik psikolojik destek programlarının gerekliliğini ortaya koyduğunu söylüyor.

İşverenlerin yüzde 74’ü “devlet veya özel kuruluşlar tarafından sunulacak profesyonel destek programlarına katılmak istediğini” belirtti. Araştırmayı yürüten sosyologlar, girişimcilere yönelik özel danışmanlık hatlarının, destek gruplarının ve sosyal güvence paketlerinin hayata geçirilmesinin hem iş dünyasının sürdürülebilirliğini hem de toplumun genel refahını güçlendireceğini vurguladı.



ABD'nin göbeğindeki 'Sovyet mahallesi': Brighton Beach


Kaynak: https://turkrus.com/

 

New York’un Brooklyn bölgesinde yer alan Brighton Beach, yıllardır “Küçük Odessa” adıyla biliniyor. Burada sokak tabelaları, dükkân vitrinleri, hatta apartman ilanları bile Rusça. Marketlerde Sovyet coğrafyasının lezzetleri "doktorki kolbasa", greçka ve selodka satılıyor; kafelerden ise akordeon sesi ve borş kokusu yükseliyor. Burası, Amerika’nın ortasında Sovyet sonrası nostaljiyi canlı tutan eşsiz bir mahalle olarak dikkat çekiyor.

Brighton Beach’in bugünkü kimliği 1970’lerde şekillendi. O yıllarda ABD, Sovyetler Birliği’nden göçmen kabul etmeye başlamış ve Rus, Ukraynalı, Yahudi, Belaruslu binlerce insan bu sahil mahallesine yerleşmişti. Okyanus kıyısı, uygun fiyatlı evler ve dayanışma ağı, göçmenler için burayı cazip hale getirdi. Kısa sürede Rus marketleri, kitapçılar, tiyatrolar ve gazeteler ortaya çıktı.

1980’lerin sonunda Brighton Beach, New York’un en önemli Rusça kültür merkezi haline geldi. Bugün bölgede 40 binden fazla SSCB kökenli göçmen ve onların çocukları yaşamaya devam ediyor.

Aralarında ünlü sanatçı, yazar ve entelektüeller de var: Nobel ödüllü şair İosif Brodski, yazar Sergey Dovlatov ve aktör Mikhail Baryshnikov bir dönem Brighton’da yaşamış ya da burayla bağ kurmuş isimler olarak biliniyor.

Bugün de mahalleye adım atanlar, adeta zamanda yolculuk yapıyor.

Rusça konuşmadan alışveriş yapmak mümkün; turizm acenteleri, pastaneler ve kuaför salonları hep tanıdık isimler taşıyor. Yaşlı göçmenler radyodan haber dinleyip anavatan üzerine tartışırken, çocukları Amerikan şirketlerinde çalışıyor ve hafta sonları Brighton’a uğruyor. Bu kültürel geçiş, mahallenin en belirgin özelliği olan nostaljik atmosferi daha da güçlendiriyor.

Kültürel hayat da oldukça hareketli. Master Theater gibi sahnelerde Rus sanatçılar konser veriyor, sahil boyunca edebiyat geceleri ve mutfak festivalleri düzenleniyor.

Gazeteler hâlâ Rusça yayımlanıyor ve raflarda kolayca bulunuyor.

Mahalle her geçen yıl modernleşse de özünü koruyor: burada hâlâ her köşe başında Rusça duyuluyor, sokaklar eski SSCB’den izler taşıyor.

Brighton Beach bu yönüyle yalnızca bir göçmen mahallesi değil, iki dünyanın – Sovyet geçmişi ile Amerikan bugününün – buluştuğu canlı bir köprü olarak öne çıkıyor.

(GadgetPage.ru)

SSCB'de fast food: çebureki ve sandviçler, ponçikiler ve turtalar


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Sovyetler Birliği'nde fast food'un kendine has bir kültürü vardı ve inanılmaz derecede lezzetli, besleyici ve en önemlisi ucuzdu!

Sovyetler Birliği'nin toplu yemek hizmeti sorununu ele almaya başladığı andan itibaren, yiyeceklerin çok sayıda işçi için hızlı, lezzetli, besleyici ve en önemlisi ucuz olması gerektiği için, sokakta veya küçük işletmelerde hızlı yemek fikri hemen yaygınlaştı .

Bu fikrin yeni olmadığını söylemek gerekir; devrimden önce de benzer yiyecek satış noktaları vardı ve bunlardan Avrupa'da bolca vardı; hamburgerleri, sosisli sandviçleri ve donutlarıyla ayaküstü yemek yeme alışkanlığının gerçek kurucusu olan Amerika'dan bahsetmiyorum bile.

En hafif tabirle karmaşık olan bu görev, parti ve hükümet tarafından
SSCB'nin en önde gelen ve yetenekli Gıda Sanayi Halk Komiserlerinden biri ve daha sonra Birliğin Ticaret Bakanı olan Anastas Mikoyan'a emanet edildi. Mikoyan, zamanının en iyilerinden ders almalıydı ve bu da 1936'da Amerika Birleşik Devletleri'ne yaptığı bir gezinin ardından gerçekleşti. Bu gezide gıda ve ticaret endüstrilerinden teknoloji ve ürünler satın alınarak SSCB'ye transfer edildi.

Mikoyan'ın 1943'te Kızıl Ordu'ya sağladığı üstün hizmetlerden dolayı Sosyalist Emek Kahramanı Ödülü'nü aldığını çok az kişi bilir.

Kariyeriyle birlikte, SSCB'deki gıda sistemi de gelişti ve 1930'lardan itibaren önemli ölçüde değişti; çok sayıda restoran, kafe, fabrika kafeteryası ve çok çeşitli ürünler satan seyyar satıcılar ortaya çıktı. Elbette işçiler genellikle bir somun ekmekle bir şişe kefir veya süt tercih ederdi, ancak nihayetinde her Sovyet vatandaşı, Batılı benzerlerinden hiçbir şekilde aşağı kalmayan ve günümüze kadar beslenmemizin bir parçası olan çeşitli sokak lezzetlerini deneme fırsatı buldu. Sonuçta, aramızda kim
çibörek, belyaş veya ponçiki sevmez ki ya da kim pirojki veya pelmeniyi votkayla birlikte yemek istemez ki ? Hatırlayalım!
 

"Pelmennaya" fast food işletmeleri veya halk kantinleri

"İştahım yerinde. Ayda yirmi beş köfte. Yirmi dokuz? 29 numara çok fazla. Sınırlarını bilmelisin."

Belki de hem Sovyet döneminde hem de bugün, hepimizi birleştiren bir yemek vardır: pelmeni!

Eskiden çok daha kolaydı, marketten bir paket pelmeni almaya bile gerek yoktu; neredeyse her şehirde aynı adı taşıyan işletmeler vardı ve dahası, bol et ve mükemmel hamurla gerçek, el yapımı pelmeniler servis ediyorlardı . Ekşi krema ve karabiberle servis edilen bu lezzetli, et suyu dolu pelmenileri kim hatırlamaz ki? Votka ile yerseniz, eksiksiz bir gastronomi deneyimi için iki veya üç porsiyon sipariş edebilirsiniz.

SSCB'de mantı evi fikri herkes için basit ve anlaşılırdı:

Yemek önceden ve bol miktarda hazırlandı, herkes yarına bırakmaya gerek olmadığını gayet iyi biliyordu: kaynama süresi 5-7 dakika ve hazır!

Ziyaretçilerin seçim yapmasına gerek yok; sonuçta menü her zaman aynı: ekşi krema veya hardal, biraz sirke ve ekmek.

Geldi, 32 kopek değerindeki bir porsiyonluk tabağı aldı, yedi ve gitti - hiç kimse 15-20 dakikadan fazla kalmadı.

Elbette pek fazla seçenek yoktu, ama her zaman kıymalı, yani aslında et olan köfteler vardı. Aç öğrenciler ceplerinde sadece bir rubleyle gelirse, iki üç porsiyon sipariş edip
karınlarını doyurabilirlerdi, dedikleri gibi. Tuz, karabiber ve hardal her masadaydı ve ekşi krema veya tereyağı için dört kopek fazla ödemeleri gerekirdi.

Leningrad'da bu tür birçok mekan vardı ve eminim okuyucularımız Pionerskaya Caddesi'ndeki ikonik mekanları veya Petrogradskaya Caddesi'ndeki "Pelmennaya"yı hatırlayacaktır. Bir fincan kahve veya kakao eşliğinde içilebilirdi ve nadiren de olsa çay ikram edilirdi. Gazoz tercih edenler için her zaman maden suyu bulunurdu ve isteyenler farklı bir mekanda da olsa votka alabilirlerdi.

 

McDonald's'ın Sovyet eşdeğeri veya SSCB'deki "Vkusno - Toçka"

Her Sovyet vatandaşı yabancı mutfakları denemeyi hayal ederdi ve 1990 yılında Moskova'daki Puşkin Meydanı'nda ilk McDonald's açıldıktan hemen sonra bunu başardılar.

Tipik olarak, hiçbir müşteri yağda kızarmış küçük patateslerden, iki ekmek arasında marul ve peynirle servis edilen bir köfteden veya ithal Coca-Cola'dan etkilenmedi; sonuçta halk bunların hepsini denemişti, ancak uygun pazarlama yapılmamıştı.

Sovyet döneminin eski sakinleri, Moskova, Leningrad, Tiflis ve Harkov'da 50 kopek karşılığında satılan sıcak bir Moskova pirzolasının ve çöreklerinin tadını hâlâ hatırlıyor. Pirzola ve çörekleri ayrı bir yemek olarak sunma fikri, Mikoyan'ın Amerika Birleşik Devletleri seyahatinden sonra SSCB'ye getirdiği bir fikir.

Hamburgerlerimizin başlangıçta "Acılı Moskova Pirzolası" adıyla pazarlandığı biliniyor, ancak ekmekler neredeyse hemen terk edildi ve artık siyah veya beyaz ekmekle servis ediliyor.

Eminim birçok kişi hala evde "hamurlu pirzola" yapıyordur, çünkü bunları yapmak için usta bir şef olmanıza gerek yok ve böylesine lezzetli ve besleyici bir yemeği herhangi bir fırında sadece elli sente bulabilirsiniz!

Diğer Amerikan yemeklerini hatırlarsak, kızarmış tavuk hepimizin aşina olduğu bir yemek olduğundan, "Nugget" her köyde yenirdi. Lavaşın içindeki bu mezenin, şiş kebabın favori yerel yemeklerden biri olduğu Sovyetler Birliği'nin neredeyse tüm cumhuriyetlerinde mevcut olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Bir Sovyet işçisi bir somun ekmek ve bir şişe süt alırdı - kantin olmadığında onun için hızlı bir öğle yemeği olurdu!

 

Sovyet döneminin Belyaşi ve çebureki'si

Sovyetler Birliği'ndeki birçok şehirde , patates, ciğer, reçel, soğan ve yumurtayla doldurulmuş çeşitli hamur işleri olan çibörek ve belyaş satan seyyar satıcılar vardı; bunların hepsi o zamanlar çok seviliyordu ve bugün de sevilmeye devam ediyor. Ancak, SSCB'de "Minutka" adı verilen ve tüm bunları seçip soğuk veya sıcak içecekleri paket yaptırabileceğiniz kafeler olduğunu belirtmekte fayda var. Belyaşlar ise çoğunlukla pelmeni dükkanlarında veya kafeteryalarda bulunurdu; en lezzetlileriydi ve bugün hiçbir yerde benzerini bulamazsınız.

"Belyaşnaya" gibi yerlerde , bu belyaşiler daha müşterinin tabağına ulaşmadan kaynar yağda fokur fokur kaynamaya başlardı. Zaten ağzınızdaydı. Yakıcı bir deneyim olsa da, çıtır çıtır, et dolu çöreklere karşı koymak imkânsızdı!
O zamanlar belyaşiler kahve veya bira ile servis edilirdi.

Sovyet atıştırmalıklarının etli ekmeğinin fiyatı 35 kopek , kahvenin fiyatı ise 70 kopekti, yani bir rubleden azdı.

Sovyetler Birliği'ndeki et kıtlığı hakkında kim ne derse desin, belyaşi'nin içi her zaman inanılmaz lezzetliydi, soğanlı kıyma mükemmeldi ve milyonlarca Sovyet vatandaşı bu yemeği çok seviyordu, 10-20 kişilik sıralara girip bir seferde 2-3 belyaşi satın alıyor, 70 kopek veya bir ruble ve bir nikel ödüyordu.

Perestroyka döneminde, çebureçnye tam olarak böyle görünüyordu, ancak talep görmeye devam etti!

80'lerde tanesi 16 kopek olan, Birlik'teki herkes için en lezzetli çeburekileri hazırlayan Sovyet Gürcüleri ve Ermenilerine hakkını teslim etmeliyiz.

2-3 tane alıp tüm gün tok kalabilirdiniz, çünkü gerçekten et ve yağla doluydular. Evet, sağlıksız bir yemek ama inanılmaz lezzetli!

Aynı zamanda tüm çebureki veya belyaşi tek bir GOST standardına göre yapılıyordu; her yerde tanıdık görünüyorlardı ve talep görüyorlardı.

İlk Çebureçnaya'nın 28 Temmuz 1957'de başlayan Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali için Moskova'da açıldığını hatırlayın . Pirozhkovaya'nın yerini 1979'da açılan Druzhba gibi başka popüler mekanlar da vardı .

 

Ponçiki ve turtalarla "Pyşoçnaya"

Muhtemelen sokak lezzetlerini seven ve Bolşaya Konyuşennaya Caddesi'ndeki veya her zaman olduğu gibi Zhelyabova 25'teki Pyşeçnaya'yı duymamış olan yoktur . Mekan 1958'de açıldı. Sovyet tarifine göre yapılan efsanevi "Leningradskie" pyshki , pudra şekerli sade bir ponçiki ve tercih edilen içecek çay veya kahve.

Leningrad'da her zaman "pyşki", Moskova'da ise "ponçiki" olduğunu belirtmekte fayda var . Bir pyşki sadece 5 kopekti. Sütlü fıçıda dinlendirilmiş kahve ise 12 kopekti.

Benzer bir durum, kafeteryası olan ve tereyağlı, peynirli ve sosisli sandviçler alabileceğiniz, haşlanmış yumurta, sütlü kahve alabileceğiniz veya kendinize bir bardak gerçek meyve suyu, hatta belki şarap koyabileceğiniz birçok fırında da vardı, ancak çoğunlukla gazlı suyu tercih ediyorlardı.

O zamanlar, Buratino, Duchess, Tarkhun ve Baykal gibi içeceklerde
veya sıradan maden sularında yansıyan bolluk ve çeşitlilik vardı.

Etli börek, ponçiki ve diğer lezzetli yiyecekleri pişiren bir otomatın da bulunduğu özel "Pirozhkovye" dükkanlarının olduğunu çok az kişi hatırlayacaktır.

Doğal meyve suları, maden suları ve hatta külahta şaraplar!

Hızlı yemek sevenler için, SSCB'nin her şehrinde her zaman mükemmel , besleyici, doğal ve lezzetli bir seçenek olduğunu söylemek yanlış olmaz . Bugün ise, hızlı yemek tutkunu biri olarak, günümüz fırınlarında çiburekilerin kuru, çok az et kullandığını veya turtaların o kadar küçük olduğunu söyleyebilirim ki, yaklaşık 10 tane almak zorunda kalıyorsunuz ve fiyatlar fahiş. Kısacası, Sovyetler Birliği'ndeki hızlı yemek hakkında okuduğunuzda, o zamanlar her şeyin daha iyi olduğunu anlıyorsunuz!

Buzdolabı SSCB'de nasıl ortaya çıktı ve neden bu kadar geç?


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Düşünün: Dışarısı eksi 20 derece ve pencere kenarında pancar çorbası tencereleri ve süt kavanozları duruyor. Yazın tereyağı soğuk, tuzlu su dolu bir kapta saklanıyor, günlük et alınıyor ve artan olursa komşunun bodrumuna götürülüyor.

Bu, günlük yaşam müzesinden bir sahne gibi geliyor mu?

Milyonlarca Sovyet ailesi için bu, uzun yıllar boyunca günlük yaşamdı.

Günümüzde buzdolabı günlük bir eşya.

Bozulana kadar varlığını bile düşünmüyoruz. Ancak ilk buzdolapları Sovyet mağazalarında ortaya çıktığında, gerçek bir teknoloji harikasıydı. Ondan önce, Amerika'da insanlar evlerinde buzdolabı kullanırken, bu uçsuz bucaksız ülke eski usul yöntemlerle idare ediyordu ve itiraf etmeliyiz ki, gayet iyi gidiyordu.

Peki Sovyet buzdolapları neden bu kadar geç ortaya çıktı? Ve basit bir ev aleti nasıl oldu da birçok kişinin hayalini kurduğu refahın sembolü haline geldi?

 

Sovyet Halk Komiseri ABD'ye neden gitti?

Rusya'da uzun yıllar boyunca kimse buzdolabını ciddiye almadı. Zaten yılın büyük bölümünde bedavayken neden pahalı bir soğuk hava üreten cihaz satın alasınız ki? Sistem yüzyıllardır işliyor.

Her şey, 1936'da Gıda Sanayii Halk Komiseri Anastas Mikoyan'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne bir iş gezisine çıkmasıyla değişti. Bu bir turistik gezi değildi; Mikoyan, iki ay boyunca Amerikan gıda endüstrisini sistematik bir şekilde inceledi. Daha sonra SSCB'de sucuk, mayonez, konserve bezelye ve waffle külahında dondurma üretimini kuran da oydu. Ancak gezinin ana hedeflerinden biri soğutmaydı.

1936'da SSCB ilk endüstriyel buzdolaplarını üretmeye başlamıştı. Ancak Mikoyan, yılda 100.000'den fazla ünite üreten ev aletleri üreten ayrı bir atölye gördüğü devasa bir General Electric fabrikasını ziyaret etti! Bu tür cihazların neredeyse hiç bilinmediği bir ülkeden gelen Halk Komiseri için bu gerçek bir keşifti.

Özellikle etkileyici olan, Amerikan evlerinde buzdolabının, ülkemizdeki ocak veya lavabo kadar yaygın olmasıydı. İnsanlar sadece kapıyı açıp alışverişlerini yapıyorlardı, hepsi bu kadardı; kiler veya buzdolaplarına gerek yoktu. İçeride et, süt, balık ve yumurta için ayrı bölmeler vardı. Özel bir dondurucu, içecekler için şeffaf, temiz ve fabrika yapımı buz küpleri bile üretiyordu.

Moskova'ya dönen Halk Komiseri, Josef Stalin'i ev tipi buzdolaplarının seri üretimini başlatmaya ikna etmeye çalıştı. Ancak reddedildi. O dönem için argümanları basit ve mantıklıydı: Kışlarımız uzun ve insanlar yazın bodrum ve buzdolaplarıyla idare etmeye alışkın. En önemlisi, tüm büyük makine üretim tesisleri savunma sözleşmeleriyle doluydu. Buzdolabı, küçük bir işletmede üretilemeyen karmaşık ve otomatik bir ünitedir. Büyük makine üretim tesislerine ihtiyaç vardı ve onlar daha önemli meselelerle meşguldü.

Ancak, ilk Sovyet ev tipi buzdolabını üretme girişimleri devam etti. 1935 gibi erken bir tarihte, Harkov Traktör Fabrikası kendi modeli üzerinde çalışmaya başladı. Ancak pilot üretim ancak 1939'da başladı. Modele, litre cinsinden kapasitesini gösteren KhTZ-120 adı verildi. Bu, kükürt dioksitle çalışan bir kompresöre sahip deneysel bir tasarımdı.

Teknolojinin karmaşık ve güvenilmez olduğu ortaya çıktı. Sadece birkaç bin adet üretildi: 1940'ta 3.500 adet ve 1941'de üretim durduruldu.

Savaş başladı ve ülkede günlük konforlara zaman kalmadı. Fabrikalar askeri üretime geçti ve insanlar buzdolabını değil, hayatta kalmayı düşündü. Seri üretim fikri belirsiz bir tarihe ertelendi.

Ancak savaştan sonra mesele tekrar ciddi bir şekilde gündeme geldi. Mikoyan konuyu tekrar Stalin'e açtı ve bu sefer onun onayını aldı. Zaman değişmişti, ülke toparlanmaya başlıyordu ve liderler nihayet sıradan vatandaşların hayatlarını düşünmenin zamanının geldiğine karar verdi.

1949'da buzdolabı üretimi aynı anda birkaç fabrikaya devredildi. Bunlar arasında Moskova ZIS Otomobil Fabrikası (Stalin'in adını taşıyor), Saratov Havacılık Fabrikası ve Gorki Bölgesi'ndeki Murom Fabrikası da vardı. Her fabrikanın yıllık 50.000 buzdolabı üretmesi planlanıyordu.

 

İlk seri üretim buzdolapları

Görev göz korkutucuydu. Moskova Otomobil Fabrikası daha önce hiç soğutma ekipmanlarıyla çalışmamıştı. Fabrikanın müdürü, 1941'de tüm bir işletmeyi 11 günde Urallar'a tahliye eden efsanevi organizatör İvan Likhaçev'di: yaklaşık 8.000 vagon, 16.000 kişi ve yaklaşık 13.000 ekipman.

Likhachev özel bir komisyon oluşturdu. Temel olarak, Mikoyan'ın 1936'da getirdiği Amerikan General Electric buzdolabını kullandılar. Mühendislere, tasarımı anlamaları ve seri üretime uygun bir Sovyet muadili yaratmaları görevi verildi.

Görevi altı ayda tamamladılar. Üretim, daha önce bisiklet üreten bir atölyede kuruldu. Her buzdolabının kalbi olan kompresör, tasarımcı Vladimir Barmin tarafından geliştirildi. Aynı Barmin, daha sonra Sergei Korolev'in roketleri için fırlatma rampaları tasarlayacaktı; Gagarin'i yörüngeye fırlatan da bunlardan biriydi. Buzdolapları ve uzay arasındaki beklenmedik bağlantı işte böyle bir şey.

Nisan 1950'de ilk ZIS-Moscow buzdolabı üretim hattından çıktı. Göbekli ve yuvarlak bir yapıya sahipti. Toplam kapasitesi 165 litreydi ve buna -6 santigrat derece sıcaklıktaki 12 litrelik dondurucu bölmesi de dahildi.

Özel bir detay: kilitli bir kulp. Ortak apartmanların olduğu bir ülkede bu bir savurganlık değil, bir zorunluluktu. Birkaç ailenin paylaştığı bir buzdolabı - kilidi olmasa bile, komşular "kazara" birbirlerinin malzemelerine erişebiliyordu.

1951'in başlarında mağazalarda buzdolapları ortaya çıktı. Bu, bir dönüm noktasıydı. Çoğu Sovyet vatandaşı için evde buzdolabı hayal bile edilemeyen, neredeyse bir fantezi olarak kaldı. Buzdolabı sahibi olmak, iyi bir yaşam sürdüğünüz anlamına geliyordu; tıpkı bir araba gibi, bir zenginlik göstergesiydi.

İlk modeli 1960 yılına kadar üretildi ve güvenilirliğiyle gerçek bir efsane haline geldi. Bu arada, aynı buzdolabı Leonid Brejnev'in mutfağında 15 yıldan fazla hizmet verdi; Brejnev, 1976'da fabrika ekibine ödül verirken bundan bahsetmişti.

Zamanla yeni versiyonlar ortaya çıktı. İkinci modelin kapasitesi 240 litreye çıkarıldı, ancak daha geniş, 65 santimetreye çıkarıldı. Müşteriler şikayet etmeye başladı: Kruşçev döneminin dar mutfaklarında her santimetrenin önemi vardı. Bir sonraki versiyon 5 santimetre daraltıldı ve aynı zamanda yuvarlak bir şekilden dikdörtgen bir şekle geçerek tasarımını değiştirdi.

ZIL-63 gerçek bir başarıydı. Sadece üretimin ilk yılında kâr 2 milyonu aştı. Ancak bu popülerlik bir soruna dönüştü. Fabrikanın kıdemli çalışanlarından biri, yönetimin şöyle bir mantık yürüttüğünü hatırlıyor: Mağazaların buzdolapları için beş yıllık bir bekleme listesi varken neden bir şeyleri iyileştirip modernizasyona para harcasınlar ki? Sonuç olarak, dört yıllık bir güncelleme planlanan model, önemli bir değişiklik yapılmadan on iki yıl boyunca üretildi.

Yedek parçalarla ilgili de ilginç bir hikaye vardı. Yönetim, buzdolapları çok güvenilir olduğu için yeni üretimlerini kısıp eskilerini onarmak için daha fazla parça üretmeleri gerektiğine karar verdi. Mühendisler, 1950'lerin modelleri için yedek parçaların artık geçerli olmadığını, bu ünitelerin 20 yaşın üzerinde olduğunu ve çoktan bozulmuş olması gerektiğini açıklamaya çalıştılar. Bunun üzerine üst düzey bir yetkili, "Bana bozuk ZIL kamyonlarıyla dolu bir çöplük gösterin, oraya ilk giden ben olayım!" diye cevap verdi. Buzdolapları gerçekten de onlarca yıl dayanıyordu.

ZIL'in tarihi öğretici olsa da, daha büyük bir resmin sadece bir parçasıydı. En başından beri buzdolapları sadece Moskova'da üretilmiyordu. Yavaş yavaş daha fazla fabrika üretime katıldı. Minsk, Krasnoyarsk, Duşanbe, Bakü, Kişinev, Dnepropetrovsk ve Sovyetler Birliği'nin her yerinde buzdolabı fabrikaları kuruldu.

1970'lere gelindiğinde sayıları otuzu aşmıştı. Kendi efsaneleri ortaya çıktı: "Saratov", "Minsk" (daha sonra "Atlant"), "Biryusa", "Yuryuzan", "Dnepr", "Apşeron" ve diğerleri.

Buzdolaplarının kendine özgü bir prestij hiyerarşisi vardı. ZIL ve Minsk gibi Sovyet modelleri kaliteli ve güvenilir kabul edilirdi. Ancak asıl hayal, iyi bir tasarıma ve yüksek kaliteli bir yapıya sahip, Finlandiya yapımı Rosenlew'di.

"Kafkas Usulü Kaçırma"yı hatırlıyor musunuz? Yoldaş Saakhov, güzel Nina için "yirmi koç ve bir Rosenlev buzdolabı" vermeye razıydı. Bu sadece bir senaristin şakası değildi; o dönemin izleyicileri için bu teklif gerçekten cömert görünüyordu.

1980'lerin ortalarına gelindiğinde buzdolapları lüks olmaktan çıkmış ve yaygın bir ev aleti haline gelmişti. 1988 yılına gelindiğinde, Sovyet hanelerindeki buzdolabı oranı 100'de 92'ye ulaşmıştı; neredeyse her aile bu teknoloji harikasına sahipti.

Bu arada, bazı eski Sovyet buzdolaplarının bazı yazlık evlerde hala çalışıyor olması şaşırtıcı, ancak şehir apartmanlarında yerlerini çoktan modern modellere bıraktılar. Efsanevi markaların çoğu SSCB ile birlikte ortadan kayboldu, ancak bazıları değişim çağını atlatıp faaliyetlerine devam etmeyi başardı; örneğin Biryusa ve Atlant. Günümüzde bu markalar, kompakt tek bölmeli buzdolaplarından, inverter kompresörlü ve No Frost sistemli büyük yan yana buzdolaplarına kadar geniş bir model yelpazesi sunuyor.