Zülfü
Livaneli
Kaynak:
https://gazeteoksijen.com/
Geçen
yılın sonlarına doğru Rus Edebiyatı Enstitüsü Müdürü Profesör Vsevolod
Bagno’dan bir mektup aldım. Kitaplarımı Rusça’ya çeviren değerli Profesör
Apolloniara Avrutina mektubun Türkçesini iletti bana. 1821 doğumlu olan Fyodor
Mihayloviç Dostoyevski’nin 200. yıl dönümü dolayısıyla 2021, Rusya’da ve
UNESCO’da Dostoyevski yılı olarak ilan edilmişti. Profesör, Puşkin Enstitüsü
yayınları arasında yayınlanmak üzere, bazı dünya yazarlarından makaleler talep
edildiğini yazıyor, benden de bir yazı rica ediyordu. Tabii büyük bir onurla
kabul ettim. Bu yazıyı OKSİJEN’de yayınlarken, yabancılar için yazıldığını da
hatırlatmak isterim.
Türk edebiyatını Rus klasikleri kadar etkileyen başka bir
edebiyat olmadı dersem abartmış olmam. 10’uncu yüzyılda İslam dinine geçen
Türkler’in, daha önceki sözlü edebiyatında Çin, Manikeizm, Şamanizm etkileri
görünürken, din değiştirme sonucunda Arap ve Fars kültür dairesinin ağır
bastığı görülür. Ne var ki 19. yüzyıl sonlarında gelişen roman yazımı konusunda
en büyük etki Rus ve Fransız edebiyatından gelmiştir. Hatta Rus romanlarının
etkisi, iyi çevirmenler ve nitelikli yayınlarla yalnız yazarları değil, geniş
okur kitlelerini de tartışılmaz biçimde, -dünyayı da etkileyen- büyülü
atmosferinin içine almıştır. O günden beri de bu etki giderek büyümektedir.
Bizim 68’liler olarak tabir edilen kuşağımız ise çok güçlü bir biçimde Rus
edebiyatı ile yetişmiştir diyebilirim. Rus edebiyatını sadece Puşkin,
Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Çehov gibi edebiyat tanrılarından
değil, Saltikov Scedrin, Michail Zoşcenko, Gonçarov, Lermontov, Zemyatov, Bunin
ve benzerleri gibi dünyada o derece yaygın olmayan yazarlardan da okuyorduk.
İki
dilin yakınlığı
Bu yıldızlar geçidinde bütün dünyada olduğu gibi bizde de
birer kuyruklu yıldız olan Tolstoy ve Dostoyevski başı çekiyordu. Kitapları
Türkçe’ye doğrudan doğruya Rusça’dan çok iyi çevirmenler tarafından aktarıldığı
ve genellikle kısaltılmadığı için bu kitapların kalitesi, anlattıkları olaylar
ve Rus edebiyatını bu kadar büyük yapan şefkat duygusu, daha çok aristokrasiyi
anlatmalarına rağmen sıradan insanlara duydukları sevgiyi ortaya koyan
şaheserleri başımızı döndürüyordu; bu etki hala devam ediyor. Çevirilerde
iki dildeki deyimlerin yakınlığı da etkili oluyordu elbette. Mesela o
romanlarda geçen ‘anacığım’ gibi kullanımlar bizim dilimizde de aynı etkiyi
yaratıyordu. Bu yüzden Rusça’da yayınlanan kitaplarım
dolayısıyla St. Petersburg’a davet edildiğimde bir edebiyat mabedinde
dolaşıyormuş duygusuna kapılmış olmam doğaldı. Belki Rus halkı buna alışık ama
bizim gibi yabancılar için çok sarsıcı bir deneyimdi bu. Hele onca romanda
okuduğumuz Nevski Caddesi’ndeki Bokvoed Kitabevi’ndeki konuşma ve imza gününden
sonra o büyük yazarların izini sürmek, Puşkin’in düelloya gitmeden önce son
içkisini içtiği ve şimdi onun adını taşıyan lokantada Rus edebiyatçılarıyla bir
akşam geçirmek emsalsiz bir deneyimdi. Kitaplarımı olduğu
kadar konuşmalarımı da çeviren sevgili dostum Profesör Apollinaria Avrutina ile
bir radyo söyleşisi için gittiğimiz eski, sarı, avlulu, nemli binalar ve benim
avluya girer girmez ‘İşte burası Dostoyevski kokuyor’ demem üzerine
Raskolnikov’un yaşadığı yerin yakında olduğunu açıklamaları insanı ister
istemez bir edebiyat sarhoşluğuna sürüklüyordu. Hele aynı şehirde St.
Petersburg Bienali dolayısıyla Milletler Evi’nde benim üzerime bir sergi
açılması unutamadığım onurlar arasında yer aldı. Geçen yıl
İstanbul’daki yayıncım benden Suç ve Ceza üzerine bir önsöz isteyince epey
şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Evet, ilkgençlik yıllarımdan bu yana defalarca
okuduğum, bütün dünya gibi beni de kendine hayran bırakan, neredeyse satır
satır bildiğim bir romandan söz ediliyordu ama güneşin altında Dostoyevski
üzerine söylenmemiş bir söz kalmış mıydı ki; bir önsözde basmakalıp tekrarların
ötesine geçip yeni bir şeyler yazabileyim. Bunları düşündüğüm sırada edebiyat
dergilerimizden birinde okuduğum bir söyleşide değerli ve Rusça bilen bir
aydınımızın Dostoyevski ve Tolstoy’u karşılaştırdığını ve nedense ilkini
enternasyonalist, ikincisini ise milliyetçi olarak nitelediğini görmek
bahtsızlığına uğradım. Bildiklerimle, okuduklarımla taban tabana zıt bir
görüştü bu. Elbette o dönemin birçok yazarında görüldüğü gibi, Tolstoy’da da
kurtuluşu, çarmıhtaki peygamberin izinden giden Slav ruhunun sağlayacağı inancı
vardı ama o büyük düşünür bunu hiçbir zaman, başka dinleri ve halkları
aşağılayan bir fanatizmle ele almadı. O dönemin bütün yazarları, kabına
sığamayan, büyük bir devrime doğru akan Rus toplumunu kavramaya çalıştılar.
Çökmekte, dağılmakta olan bir imparatorluğu Batı düşüncesinin mi, dinin mi, Rus
köylüsünün mü, radikal bir devrimin mi kurtaracağı sorusu, ömür boyu
yaratıcılıklarının temel sorunsalını oluşturdu. Zaten o dönemin roman, şiir ve
tiyatro eserlerini okurken kapıldığımız heyecan ve bu yapıtları boş, yavan ve
süslü cümlelerden kurtararak, her birinin içinde bir nabız attığını duyumsatan
etki buradan geliyor. Sanki her yapıtın içinde bir zemberek kuruludur ya da ne
zaman patlayacağı belirsiz bir saatli bomba vardır. Çehov’un, sahnede eğer bir
tüfek gösteriliyorsa oyunun sonunda mutlaka patlar düşüncesine uygun bir
durumdur bu. Hem de Çehov o dönemin en sakin, en sade, en mizahi yazarı – onu
çok seven Tolstoy’un ‘bir kız gibi kibar’ nitelemesini hak edecek kadar ince- olduğu
ve derin ihtiraslardan uzak durduğu halde. Barajları devirmiş bir nehir gibi
ihtilale akan toplum; Rus soyluları, mujikler, devlet memurları, üniversite
öğrencileri; anarşistler, solcular, Çar’a düzenlenen suikastler, Çarlık Gizli
Polisi’nin nefes alışını izlediği gizli gruplar, Sibirya sürgünleri ile müthiş
bir huzursuzluğun pençesinde kıvranmaktadır. Bu huzursuzluk, toplum denizinin
içindeki balıklar gibi her devinimi sezen yazarları bir çeşit düşünce romanı,
şiiri ve oyunları yazmaya götürmüştür. Sanki bu büyük eserlerdeki her karakter,
bir toplumsal duruş adına konuşmaktadır. Trenlerde, edebiyat suarelerinde,
sosyete davetlerinde, meyhanelerde, kır gezilerinde tartışılan her sorun, Rusya
Ana üzerine düşünme tonu taşır. Ama her büyük edebiyatta olduğu gibi, şematik,
yapay, ideolojik roman kahramanları değildir bunlar. Yalnız Rusya’nın değil,
insanlığın derin psikolojisini yansıtan karakterlerdir. Rus yazarlarının bir
‘meselesi’ olması, onların kuru ve ideolojik yapıtlar verme sığlığına düşmesi
sonucunu doğurmamıştır. O dönemde Kont Tolstoy, derin insani duygularla
kilisenin yanlış din yorumunu reddederken İsa’nın ve Rus köylüsünün safiyetine
güvenmekte, Turgenyev kurtuluşu Avrupalılaşmakta aramakta, Çehov taşra
malikanelerinde ne yapacağını şaşırmış durumda canı sıkılan bunalımlı
insanlarla dalga geçmekte, Gorki en alttan gelen bir yazar olarak Rus
edebiyatına gerçek mujiki sokmakta, Dostoyevski ise insan ruhunun karanlık
derinliklerine inerek ‘suçluluk’ kavramını araştırmakta, bazen basit dini
çözümlere başvursa bile neredeyse bir gelecekbilimci gibi yeni ve karmaşık bir
dünyanın uğursuz kehanetini duyurarak tepki çekmektedir. Çağdaşları;
Dostoyevski’nin yazdığı birçok romana, gerçekleri yansıtmayan, insanı kötü
gösteren sahte yapıtlar olarak hücum ediyordu. Suç ve Ceza’nın konusunu bir
gazete haberinden almasına, yani bu öğrenci cinayetinin gerçek olmasına rağmen,
okurlar ve diğer yazarlar, nihilizmin insanı sürükleyeceği noktaları göstererek
geleceği haber veren bu dehayı ‘aşırı’ buluyorlardı. Devrimden sonra Lenin’in
bile bu büyük yazarı bir ‘kötülük dahisi’ olarak nitelemesi, Sovyetler
Birliği’nin pozitif insan yaratma idealleriyle çelişmesine ve insan kalbindeki
karanlığa eğilmiş olmasıyla açıklanabilir ancak. Oysa biz, bugünün okurları
biliyoruz ki Raskolnikov’lar, Karamazov’lar aramızdadır; artık onlara yabancı
değiliz. Dostoyevski yeni ve suça yatkın bir geleceğin habercisidir ama o
dönemin öğretici, terbiye edici akımının etkisinde kalarak, suçluların ya
İsa’ya sığınarak ya da suçlarını itiraf ederek ruhlarının kurtuluşunu
sağlayacak bir sona erişmelerini amaçlamıştır. Diriliş romanında Tolstoy da
yapmıştır bunu. Tam da bu noktada şunu belirtmeliyim: Dostoyevski’nin
Raskolnikov’a yaşattığı vicdan azabı ve suçun itirafı yoluyla ruhunu kurtarma
inancı ne yazık ki insanlığın tümüne mal edilemez. Bu görüş, Karamazov
Kardeşler’deki Büyük Engizitör sahnesiyle kiliseyi eleştiren yazarın, aynı
zamanda temel Hristiyanlık değerlerine bağlılığının mutlak bir kanıtıdır.
Ahlaki bir duruş olarak, işlenen her suçun sonunda acı çekilmesi ve mutlaka
itiraf edilmesi gerekmektedir. Ruhban sınıfına başvurarak günah çıkarma
geleneğinin edebiyattaki bir devamı olarak algılanabilir bu.
Slav
milliyetçisiydi
Hristiyanlığın özünün şefkat ve bağışlama olduğunu düşünen
Dostoyevski’nin başka dinler ve uluslar karşısındaki Slavcılığı ileri
boyutlardadır. Zaten aşırı bir kişiliği olan bu dahinin Slavcılığı, ne yazık ki
onu Puşkin, Tolstoy, Turgenyev gibi insancıl yazarlardan bir parça ayırır. Puşkin,
Osmanlı-Rus harbini izlemiş ve izlenimlerini ‘Erzurum Yolculuğu’ kitabında
anlatmıştır. Kitabı okuduğunuz zaman Puşkin’in insancıllığına hayran kalır ve o
dönemin modasına uymadan kendi ordusunu da ‘düşman’ askerini de insan olarak
görüşü karşısında saygıyla eğilirsiniz. Şehit düşmüş gencecik bir Osmanlı
askerinin yüzündeki çocuksu saflığı anlattığı satırlar Puşkin’i ve onun
insancıllığını, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yüceltir. Puşkin’den
çok sonra Osmanlı-Sırp harbi sırasında Petersburg’da yazılanların pek çoğu bu
insancıllığı taşımaz. Dostoyevski o dönemde bir Slav milliyetçisi olarak çıkar
karşımıza. Ateşli yazılarında sürekli olarak, palasıyla hamile kadınların
karnını deşen, bebekleri süngüsüne takarak dolaştıran korkunç bir Osmanlı tipi
yaratarak, halkı galeyana getirmeye çalışır. Ona göre Konstantiniyye de bu
barbarların elinden alınmalı, Rumlara da bırakılmamalıdır. Bu büyük şehrin
sahibi olmaya layık olan tek halk Ruslardır. Buna benzer milliyetçi yazıları
Dostoyevski’yi savaş yanlılarının ve Slavcı muhafazakarların gözünde
yüceltirken, bir başka yazar daha insancıl bir bakış açısıyla Osmanlılara karşı
bu ifadeleri kullanmıyor, bu açıdan Puşkin’in çizgisini izliyordu. Kont Lev
Tolstoy bu tutumuyla neredeyse ‘vatan haini’ damgası yiyerek sert biçimde
eleştirilmesine rağmen, yaşadığı yere yakın bir kamptaki Türk esirleri ziyaret
ederek, ‘Kuran okuyan sakin ve efendi, olgun kişiler’ olduklarını yazmaktan
geri durmuyordu. Dostoyevski Slav aşkı yüzünden Turgenyev’le de ters düşmüş,
Avrupalılar’dan nefret eden bir yazar haline gelmişti. Bir Avrupa gezisinde
tuttuğu notlarda, bu ülkelerde gördüğü ilerlemeler karşısında duyduğu
hayranlığı gizlemek için şöyle yazar: ‘’Evet, muazzam köprüler yapıyorlar ama
onlar da Ruslar kadar güzel çay demleyemezler.’’ Kısacası Dostoyevski’nin
köleliğin kaldırılmasına karşı çıkmaktan tutun da şovenizme varan Slav inancına
kadar birçok aşırılığı vardı ama bunların hiçbiri onun deha düzeyindeki büyük
romancılığına leke süremedi. Yeraltından Notlar kitabının ilk cümlesindeki gibi
‘hasta bir adam’dı o. Baba kompleksi, gizli Petraşevski grubuna katıldığı için
idam mangasının karşısına çıkarılması, son anda Çar tarafından bağışlanarak
Sibirya sürgününe gönderilmesi, orada yaşadığı ve bugün ‘Ölüler Evinden
Anılar’ı okuduğumuz zaman içimizi titreten acılar, onu ömür boyu kıvrandıran
sara hastalığı, mutsuz evliliği, parasızlığı, kumar tutkusu, alacaklılarının
şikayetiyle hapse girip çıkması, bu duyarlı yüreği çok hırpaladı, zaman zaman
sağlıklı düşünme yetisini bile zedeledi ama onu asıl büyük kılan özelliğe hiç
dokunamadı. O büyük yaratıcı, insan ruhundaki karanlığa bakma cesaretini
göstererek, insanlık hallerinin keskin bir gözlemcisi oldu, hepimizin içinde
bir köşede uyuyan Raskolnikovları, Karamazovları ortaya çıkardı.
Onsuz
eksik kalırdık
Dostoyevski’nin keskin gözlem gücü karşısında kendimizi
çıplak hissediyor oluşumuzun nedeni budur. Raskolnikov’un, Dimitri’nin,
İvan’ın, Alyoşa’nın hikayesi bir süre sonra bizim hikayemize dönüşür, biz de bu
tutkulu insanlar gibi suç nedir, ceza nedir, insan yüreğinin derinliklerinde
kötülük mü ağır basar iyilik mi diye sorarken buluruz kendimizi. Savrulan
bir toplumdaki bireylerin iç dünyalarına en çok yaklaşabilen yazardır
Dostoyevski. Bu bakımdan benzersizdir, psikoloji alanında Freud’un da
öğretmenidir. Dostoyevski olmasaydı bir yanımız eksik kalırdı diye
düşünmem bundandır. Dostoyevski’nin tek bir insan ruhunun labirentlerinde
dolaşarak yazdığı Suç ve Ceza zıtlığını –ya da birlikteliğini- Tolstoy
toplumsal alanda Savaş ve Barış zıtlığı olarak yaratmıştır. Dostoyevski
onca yılın mutsuz evliliğinden sonra yaşlılık döneminde, bilindiği gibi hem
kitaplarını hem de hayatını düzene sokan Anna adlı genç bir kızla evlendi. Kısa
bir mutluluk döneminden sonra büyük romancı ölünce, cenaze töreninde Anna’ya;
‘’Çok genç bir kadınsınız, yeniden evlenecek misiniz?’’ diye sordular. Anna bu
soruyu, müthiş bir karşı soruyla yanıtladı: ‘’Dostoyevski öldü, Tolstoy ise çok
yaşlı. Dünyada evlenecek başka erkek var mı ki?’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder