Ömer
Faruk Toprak
Yatarken odamızın perdelerini sıkı sıkı kapatmıştık,
sabahleyin erken uyanmamak için düşünmüştük bunu. Perde kenarından ışık
sızarsa, hemen uyanırım çünkü.
Sabahleyin yanıbaşımdaki saate bakıyorum, 9'a yirmi var.
Yedi, yedi buçuk saatlik bir uyku yeterli bana. Gayet dinç kalkıyorum yataktan.
Gene güneşli dışarısı. Soğuk sütü içince daha zindeleşiyorum. Tıraş ve banyo.
Bayan Vera'nın odasına telefon: "Hazırız.." diyorum.
Otomobilde biz gene arkada üç kişi, önde Bayan Nataşa ve
şoför. Bir yanımızda yemyeşil kırlar. Öbür yanınızda ya bir deniz parçası ya da
ırmak akıyor. Elektrikli tramvaylar geçip gidiyor yanımızdan. Vatmanlar hep
kadın. Leningrad'ın banliyölerine hep tramvaylar işlermiş.
Uzaktan altın sarısı, boğumlu kubbeler görünüyor. Sarayın
kapısında gişeler var. Ziyaretçiler sıraya girmişler, bilet alıyorlar. Büyük
bir bölüğü, Leningrad'ı görmeye gelen gezginler. Bir başka araba ile de
Cezayirli romancı Mevlût Muammeri ile Ozan Kâtip Yasin ve konukçuları gelmiş.
Birlikte gezeceğiz Petro'nun bahçelerini.
Sarayın kapısından bakıyoruz. İçerde iskeleler kurulmuş.
Boya ve onarım var. Bana sorarsanız, sarayın dış görünüşü ve bahçesi ilginç
daha çok. Şöyle tarif edeyim biraz:
Sarayın önünde, bahçeye inen birkaç tane
geniş merdiven görüyorsunuz. Merdivenlerin arasında havuzlar ve bu havuzlara
aslanların ağzından çağlayanlar akıyor. Havuzların içinde fıskiyeler,
fıskiyelerle ıslanan çeşitli insan ve hayvan yontuları var.
Aşağıda geniş bir koruluk, gezmekle bitmiyor. Tarhlar,
çiçekler.. Her üç yol ağzında dondurma ve börek (bizim puf böreğine benzer)
satılıyor. Beş kopek, on kopek verip alıyorsunuz. Temiz havada gezdikçe
acıkıyorsunuz çünkü. Ağaçların altından epeyce yürüdük. Ben ilkin deniz sandım.
Orada gölün kıyısında Petro’nun küçük bir evi var. Yatak odası, mutfak ve küçük
bir salon. O dönemden kalan bütün eşyaları ile korunmuş.
Tencereler, bakır
sahanlar, petrol lâmbaları, hepsi duruyor. Yatak odasında büyük bir karyola,
üzerinde işlemeli eski bir örtü. Küçük bir masa, gene petrol lâmbası ve ayna. O
sırada küçük salona girerken Bayan Nataşa açıklamalar yaptı bize:
"Şu gördüğünüz içki bardakları pek ünlüdür. Büyük
Petro, geç gelen konuklarına bu büyük bardaklarla votka verilmesini
emredermiş-Rus geleneğine göre, bardak yarım bırakılmaz-bir dikişte sonuna
kadar içilecek. Geç gelen konuklar da bardakları dikerlermiş, ama biraz sonra
ya bayılırlar ya da alkol komasına girip ölürlermiş. Petro'nun geç kalan
konuklarına karşı düşündüğü ceza, böyle pek korkulu bir son ile bitermiş."
Boğumlu uzun bardaklara şöyle bir baktım. Bizim küçük votka
şişelerinden daha fazla alacağı muhakkak. Her babayiğit bunu bir dikişte
içemez. Fakat ne garip rastlantıdır ki, Petro'nun ölümü bu küçük evin çevresini
su basması ve zatürreye yakalanması sonucu burada olmuş. Su baskınında üşütmüş
ve ateşli Zatürreye onu galiba 42 yaşında öbür dünyaya göndermiş. Bu evin bahçe
tarafında küçük bir alan var. Çakılların üzerine basınca su fışkırıyor. Kaçmaya
fırsat bulamadan ıslanıyorsunuz. Bazı ziyaretçiler, gülüşmeler arasında ıslandılar.
Aynı bahçenin içinde küçük bir resim galerisi düzenlenmiş.
II.Katerina döneminden kalan tablolarmış bunlar. Özellikle yabancı gezginler
ilgi ile seyrediyorlardı bu resimleri.
Bayan Nataşa:
"Resim sanatı açısından değil de, tarihsel açıdan
önemli herhalde bu galeri." dedi bize.
Petro'nun yazlık sarayı ve bahçesinin öyle çekici, öyle
yoğun yanları vardı ki, örneğin bu tablolar üzerinde fazla durmadım. İnsan bu
bahçede güzel doğa ile saatlerce başbaşa kalmak istiyor. Bu da geniş bir zaman
sorunu. Baktık, saat 14'e gelmiş. Aynı güzel doğa parçalan ortasından geçerek,
kente döndük. Büyük restorana girdiğimizde, hemen aklıma düştü:
"Gene yemekler tükenmiş olmalı" dedim içimden.
Bayan Vera, garsonla konuşmadan, ben konuştum:
"Yemeklerin çoğu tükenmiş olmalıdır. Bize votka,
peynir, siyah havyar getirseler, işimiz görülmüş olur."
Bayan Vera, gülerek, söylediklerimi garsona aktardı.
Kendisi de kahvesini söyledi. (Bayan Vera kahve ve cıgara tiryakisi) Cıgarasını
yakıp, dumanını savurmaya başladı.
Hazır yiyecekler istediğimiz halde, yarım saate yakın bir
süre bekledik. Açlığımız geçmek üzere idi. Sonunda kuruldu bizim" çilingir
soframız" Votkamı yudumlarken, eşim:
"Ah, şimdi bir Ananas olsa da yesek" dedi.
"Bu da nereden aklına düştü" derken, Bayan Vera
gülerek yerinden kalktı ve beş dakika sonra döndü. Arkasından garson, bir
tabağın içinde Ananas'ı getirdi, masanın üzerine koydu. Bayan Vera, ananası
ustalıkla kesti ve bize ikram etti. Eşim sonradan açıkladı. Buraya gelirken
restoranın büfesinde ananas görmüş. Zeki konukçumuz, garsonlar "Ananas
kalmadı" demeden, eşimin isteğini yerine getirdi. Hem ananası yedik, hem
gülüştük.
Yemek masasındaki sohbetimiz 17'ye kadar sürdü. Otelde
günün yorgunluğunu gidermek için bir saat kadar dinlendik. Saat 19’da Leningrad
Akrobasi Sirkini görmek üzere yola çıktık. Yolumuz üzerinde güzel bir park
göründü.
Bayan Nataşa:
"Bu parkın içinden geçelim. Edebiyat tarihine geçmiş
bir bahçedir burası. Puşkin'in, Tolstoy'un kitaplarında, bu parkın önemli bir
yeri vardır. Bakın, hepsinin yontulan var burada."
Gerçekten ünlü adamlar galerisi gibi idi bahçe. Bir yontuya
yaklaştım. Moskova’da da bu yontunun benzerini görmüştüm. Bayan Nataşa,
dikkatle baktığımı görünce:
"Rusların büyük devrimcilerinden Kirov'dur bu. Devrim
üzerine kuramsal yapıtları ile ünlüdür. Lenin'in yakın arkadaşıdır. 1917'nin
tarihsel açıklaması yapılırken, Lenin'den sonra en çok sözü edilen kişilerden
biridir."
Biraz daha yürüyünce, büyük çam ağaçlarının arasında
Puşkin'le karşılaştık. Genç yaşta ölen ozanın, bu kadar canlı yontusunu
görmemiştim. Nerdeyse ünlü "Fırtına" şiirini okuyacak. Sanki göz göze
geliyorsunuz ve uzun uzun bakıyor size.
Daha ilerde, başkalarının yontulan var. Bazılarının
isimlerini ilk kez duyuyorum. Bayan Nataşa'ya sordum:
"Beyaz Geceler'deki bahçe burası mı acaba?"
Bayan Nataşa, iri mavi gözlerini açarak biraz durakladı,
düşündü: "Belki de" dedi. "Çok eski bir park olduğunu söylerler.
Mamafih öğrenip, yarın size söylerim"
Yürüdük, dakikalarca sürdü bahçenin içindeki yolumuz.
Sirkin bulunduğu alana geldik.
Büyük çadırın içinde yerlerimizi aldık. Bayan
Vera bana doğru eğildi:
"Bu sirkte, Sovyetler Birliğinin en ünlü Trapez
ustaları var. Palyaço çiftini ülkemizde tanımayan yoktur."
Gezi izlenimlerimi yazarken, daha başlangıçta söylemiştim.
Bayan Vera, gerçekten becerikli bir Türkolog olarak, konukçulukta eşsiz bir
arkadaş. İnsanın isteklerini daha söylemeden, gözlerinden okumasını biliyor.
İki saat süre ile soluk kesen gösterileri izledik.
Palyaçoların, kaplanların, fok balıklarının ve köpeklerin gösterileri her
sirkte görülen cinsten değildi. Çadırdan dışarı çıkınca, gene "beyaz
geceler" başlamıştı. Aynı parkın içinden yürüdük. Kanapelerde ve ağaçlarda
kar yoktu yalnız. Tek tük çiftler oturmuştu. İçlerinden bazıları âşıktı
herhalde. Kalkık burunları, sarı saçları ve mavi gözleri ile tanıdığım tiplerdi
sanki bunlar. Dostoyevski'nin ya da Tolstoy'un yapıtlarında ne çok görmüştüm
onları. Şu küçücük belleğimde, o yazarlardan, ne çok kahraman yer almış!
Gerçekten bir ülkeyi yüceltenler, onu elleri üzerinde taşıyan ozanlar,
yazarlardır. Bunu geç de olsa anlasalar.. Ülkemizde, kötü gözle bakılmasa artık
yazarlarımıza. Yanımdaki dostlar, sanki benim düşündüklerimi duyuyorlardı.
Otele kadar hiç konuşmadan yürüdük. Odamıza çıktığımız zaman, suskunluğum
geçmişti. Bayan Vera ile
Türk edebiyatı üzerinde konuştuk. Sorularına yanıtlar
verdim.
PALAİS
ET MUSEE DE L'ERMİTAGE
II. Katerina:
"Bana Avrupa’nın en güzel resim müzesini
hazırlayın" demiş.
Avrupa’nın, gerçekten en güzel galerisi olup olmadığına
ilişkin bir şey söyleyemem. Ama daha L’ermitage'ı görmeden önce, bazı
ressamlardan, dünyanın en zengin iki resim müzesinden biri olduğunu duymuştum.
Gezmek için yarım gün ayırmıştık. Meğerse bu ayırdığımız süre, orası için
küçücük bir zaman parçası imiş. Müzeyi gezip bitirdikten sonra:
"Burayı doya doya görebilmek için, en azından on gün,
on beş gün gerekir" dedim içimden.
Çağdaş ressamlardan geriye doğru, hepsinden tablo var.
Renoir'dan, Degas'dan, Manet’den, Matisse'e, Picasso'ya doğru geliyorsunuz.
Daha eskilerden de zengin bir kolleksiyon sergilenmiş.
Her salonda oturarak seyretmek olası. Stil sandalyelerden
koymuşlar. Daha önce reproduction'larım gördüğüm bazı ünlü tabloları oturarak
seyrettim. Saatlerce ayakta kalmak, gezi yorgunluğunun üzerine binerse, günün
öbür yarısından yararlanmazdım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder