Moskova

Moskova

27 Ağustos 2016 Cumartesi

PETRO'nun YAZLIK SARAYI


Ömer Faruk Toprak

Yatarken odamızın perdelerini sıkı sıkı kapatmıştık, sabahleyin erken uyanmamak için düşünmüştük bunu. Perde kenarından ışık sızarsa, hemen uyanırım çünkü.

Sabahleyin yanıbaşımdaki saate bakıyorum, 9'a yirmi var. Yedi, yedi buçuk saatlik bir uyku yeterli bana. Gayet dinç kalkıyorum yataktan. Gene güneşli dışarısı. Soğuk sütü içince daha zindeleşiyorum. Tıraş ve banyo. Bayan Vera'nın odasına telefon: "Hazırız.." diyorum.

Otomobilde biz gene arkada üç kişi, önde Bayan Nataşa ve şoför. Bir yanımızda yemyeşil kırlar. Öbür yanınızda ya bir deniz parçası ya da ırmak akıyor. Elektrikli tramvaylar geçip gidiyor yanımızdan. Vatmanlar hep kadın. Leningrad'ın banliyölerine hep tramvaylar işlermiş.

Uzaktan altın sarısı, boğumlu kubbeler görünüyor. Sarayın kapısında gişeler var. Ziyaretçiler sıraya girmişler, bilet alıyorlar. Büyük bir bölüğü, Leningrad'ı görmeye gelen gezginler. Bir başka araba ile de Cezayirli romancı Mevlût Muammeri ile Ozan Kâtip Yasin ve konukçuları gelmiş. Birlikte gezeceğiz Petro'nun bahçelerini.

Sarayın kapısından bakıyoruz. İçerde iskeleler kurulmuş. Boya ve onarım var. Bana sorarsanız, sarayın dış görünüşü ve bahçesi ilginç daha çok. Şöyle tarif edeyim biraz: 

Sarayın önünde, bahçeye inen birkaç tane geniş merdiven görüyorsunuz. Merdivenlerin arasında havuzlar ve bu havuzlara aslanların ağzından çağlayanlar akıyor. Havuzların içinde fıskiyeler, fıskiyelerle ıslanan çeşitli insan ve hayvan yontuları var.

Aşağıda geniş bir koruluk, gezmekle bitmiyor. Tarhlar, çiçekler.. Her üç yol ağzında dondurma ve börek (bizim puf böreğine benzer) satılıyor. Beş kopek, on kopek verip alıyorsunuz. Temiz havada gezdikçe acıkıyorsunuz çünkü. Ağaçların altından epeyce yürüdük. Ben ilkin deniz sandım. Orada gölün kıyısında Petro’nun küçük bir evi var. Yatak odası, mutfak ve küçük bir salon. O dönemden kalan bütün eşyaları ile korunmuş. 

Tencereler, bakır sahanlar, petrol lâmbaları, hepsi duruyor. Yatak odasında büyük bir karyola, üzerinde işlemeli eski bir örtü. Küçük bir masa, gene petrol lâmbası ve ayna. O sırada küçük salona girerken Bayan Nataşa açıklamalar yaptı bize:

"Şu gördüğünüz içki bardakları pek ünlüdür. Büyük Petro, geç gelen konuklarına bu büyük bardaklarla votka verilmesini emredermiş-Rus geleneğine göre, bardak yarım bırakılmaz-bir dikişte sonuna kadar içilecek. Geç gelen konuklar da bardakları dikerlermiş, ama biraz sonra ya bayılırlar ya da alkol komasına girip ölürlermiş. Petro'nun geç kalan konuklarına karşı düşündüğü ceza, böyle pek korkulu bir son ile bitermiş."

Boğumlu uzun bardaklara şöyle bir baktım. Bizim küçük votka şişelerinden daha fazla alacağı muhakkak. Her babayiğit bunu bir dikişte içemez. Fakat ne garip rastlantıdır ki, Petro'nun ölümü bu küçük evin çevresini su basması ve zatürreye yakalanması sonucu burada olmuş. Su baskınında üşütmüş ve ateşli Zatürreye onu galiba 42 yaşında öbür dünyaya göndermiş. Bu evin bahçe tarafında küçük bir alan var. Çakılların üzerine basınca su fışkırıyor. Kaçmaya fırsat bulamadan ıslanıyorsunuz. Bazı ziyaretçiler, gülüşmeler arasında ıslandılar.

Aynı bahçenin içinde küçük bir resim galerisi düzenlenmiş. II.Katerina döneminden kalan tablolarmış bunlar. Özellikle yabancı gezginler ilgi ile seyrediyorlardı bu resimleri.

Bayan Nataşa:

"Resim sanatı açısından değil de, tarihsel açıdan önemli herhalde bu galeri." dedi bize.

Petro'nun yazlık sarayı ve bahçesinin öyle çekici, öyle yoğun yanları vardı ki, örneğin bu tablolar üzerinde fazla durmadım. İnsan bu bahçede güzel doğa ile saatlerce başbaşa kalmak istiyor. Bu da geniş bir zaman sorunu. Baktık, saat 14'e gelmiş. Aynı güzel doğa parçalan ortasından geçerek, kente döndük. Büyük restorana girdiğimizde, hemen aklıma düştü:

"Gene yemekler tükenmiş olmalı" dedim içimden.

Bayan Vera, garsonla konuşmadan, ben konuştum:

"Yemeklerin çoğu tükenmiş olmalıdır. Bize votka, peynir, siyah havyar getirseler, işimiz görülmüş olur."

Bayan Vera, gülerek, söylediklerimi garsona aktardı. Kendisi de kahvesini söyledi. (Bayan Vera kahve ve cıgara tiryakisi) Cıgarasını yakıp, dumanını savurmaya başladı.

Hazır yiyecekler istediğimiz halde, yarım saate yakın bir süre bekledik. Açlığımız geçmek üzere idi. Sonunda kuruldu bizim" çilingir soframız" Votkamı yudumlarken, eşim:

"Ah, şimdi bir Ananas olsa da yesek" dedi.

"Bu da nereden aklına düştü" derken, Bayan Vera gülerek yerinden kalktı ve beş dakika sonra döndü. Arkasından garson, bir tabağın içinde Ananas'ı getirdi, masanın üzerine koydu. Bayan Vera, ananası ustalıkla kesti ve bize ikram etti. Eşim sonradan açıkladı. Buraya gelirken restoranın büfesinde ananas görmüş. Zeki konukçumuz, garsonlar "Ananas kalmadı" demeden, eşimin isteğini yerine getirdi. Hem ananası yedik, hem gülüştük.

Yemek masasındaki sohbetimiz 17'ye kadar sürdü. Otelde günün yorgunluğunu gidermek için bir saat kadar dinlendik. Saat 19’da Leningrad Akrobasi Sirkini görmek üzere yola çıktık. Yolumuz üzerinde güzel bir park göründü.

Bayan Nataşa:

"Bu parkın içinden geçelim. Edebiyat tarihine geçmiş bir bahçedir burası. Puşkin'in, Tolstoy'un kitaplarında, bu parkın önemli bir yeri vardır. Bakın, hepsinin yontulan var burada."

Gerçekten ünlü adamlar galerisi gibi idi bahçe. Bir yontuya yaklaştım. Moskova’da da bu yontunun benzerini görmüştüm. Bayan Nataşa, dikkatle baktığımı görünce:

"Rusların büyük devrimcilerinden Kirov'dur bu. Devrim üzerine kuramsal yapıtları ile ünlüdür. Lenin'in yakın arkadaşıdır. 1917'nin tarihsel açıklaması yapılırken, Lenin'den sonra en çok sözü edilen kişilerden biridir."

Biraz daha yürüyünce, büyük çam ağaçlarının arasında Puşkin'le karşılaştık. Genç yaşta ölen ozanın, bu kadar canlı yontusunu görmemiştim. Nerdeyse ünlü "Fırtına" şiirini okuyacak. Sanki göz göze geliyorsunuz ve uzun uzun bakıyor size.

Daha ilerde, başkalarının yontulan var. Bazılarının isimlerini ilk kez duyuyorum. Bayan Nataşa'ya sordum:

"Beyaz Geceler'deki bahçe burası mı acaba?"

Bayan Nataşa, iri mavi gözlerini açarak biraz durakladı, düşündü: "Belki de" dedi. "Çok eski bir park olduğunu söylerler. Mamafih öğrenip, yarın size söylerim"

Yürüdük, dakikalarca sürdü bahçenin içindeki yolumuz. Sirkin bulunduğu alana geldik. 

Büyük çadırın içinde yerlerimizi aldık. Bayan Vera bana doğru eğildi:

"Bu sirkte, Sovyetler Birliğinin en ünlü Trapez ustaları var. Palyaço çiftini ülkemizde tanımayan yoktur."

Gezi izlenimlerimi yazarken, daha başlangıçta söylemiştim. Bayan Vera, gerçekten becerikli bir Türkolog olarak, konukçulukta eşsiz bir arkadaş. İnsanın isteklerini daha söylemeden, gözlerinden okumasını biliyor.

İki saat süre ile soluk kesen gösterileri izledik. Palyaçoların, kaplanların, fok balıklarının ve köpeklerin gösterileri her sirkte görülen cinsten değildi. Çadırdan dışarı çıkınca, gene "beyaz geceler" başlamıştı. Aynı parkın içinden yürüdük. Kanapelerde ve ağaçlarda kar yoktu yalnız. Tek tük çiftler oturmuştu. İçlerinden bazıları âşıktı herhalde. Kalkık burunları, sarı saçları ve mavi gözleri ile tanıdığım tiplerdi sanki bunlar. Dostoyevski'nin ya da Tolstoy'un yapıtlarında ne çok görmüştüm onları. Şu küçücük belleğimde, o yazarlardan, ne çok kahraman yer almış! Gerçekten bir ülkeyi yüceltenler, onu elleri üzerinde taşıyan ozanlar, yazarlardır. Bunu geç de olsa anlasalar.. Ülkemizde, kötü gözle bakılmasa artık yazarlarımıza. Yanımdaki dostlar, sanki benim düşündüklerimi duyuyorlardı. Otele kadar hiç konuşmadan yürüdük. Odamıza çıktığımız zaman, suskunluğum geçmişti. Bayan Vera ile 
Türk edebiyatı üzerinde konuştuk. Sorularına yanıtlar verdim.

PALAİS ET MUSEE DE L'ERMİTAGE

II. Katerina:

"Bana Avrupa’nın en güzel resim müzesini hazırlayın" demiş.

Avrupa’nın, gerçekten en güzel galerisi olup olmadığına ilişkin bir şey söyleyemem. Ama daha L’ermitage'ı görmeden önce, bazı ressamlardan, dünyanın en zengin iki resim müzesinden biri olduğunu duymuştum. Gezmek için yarım gün ayırmıştık. Meğerse bu ayırdığımız süre, orası için küçücük bir zaman parçası imiş. Müzeyi gezip bitirdikten sonra:

"Burayı doya doya görebilmek için, en azından on gün, on beş gün gerekir" dedim içimden.
Çağdaş ressamlardan geriye doğru, hepsinden tablo var. Renoir'dan, Degas'dan, Manet’den, Matisse'e, Picasso'ya doğru geliyorsunuz. Daha eskilerden de zengin bir kolleksiyon sergilenmiş.


Her salonda oturarak seyretmek olası. Stil sandalyelerden koymuşlar. Daha önce reproduction'larım gördüğüm bazı ünlü tabloları oturarak seyrettim. Saatlerce ayakta kalmak, gezi yorgunluğunun üzerine binerse, günün öbür yarısından yararlanmazdım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder