M.Hakkı Yazıcı
Rusya ile ilişkilerde yeni bir başlangıç mı?
Yoksa nerde kalmıştık deyip, kalınan yerden devam mı?
Ya da daha ileri bir stratejik ortaklığın niyet beyanı mı?
Erdoğan’ın Petersburg ziyareti öncesinde ve sonrasında sorulup merak edilenler, tartışılanlar aşağı yukarı bu minvalde.
Havadan sudan, futboldan, politikadan yazıp çizip,
konuşurken benim gibi uzun zamandır Rusya’da yaşayan birinin geçen yılın 24
Kasım’ında hayatımıza aniden bir kabus gibi giren ve o zamandan beri yakamızı bırakmayan
“uçak krizi” sorununun üzerinden yaklaşık dokuz ay geçtikten sonra Rusya ile
yeniden başlayan ilişkiler konusunda yorum yapmaması, fikir paylaşmaması tabii
ki doğru olmazdı.
Zaten eş dost durmadan sıkıştırıp, “Ne oluyor abi? Sen bir
şeyler biliyorsan anlat,” diye sorup duruyor.
Kısaca ruh halimi aktarmam gerekirse gerçekten kabus gibi
bir dokuz ay yaşadık.
Biz, Rusya’da iş, aş, eş bulanlar; hepimiz, her gün eski
günlere dönebilmenin ümidiyle yaşadık.
Bugün yarın normale dönülür diye beklerken dokuz ay geçti. Ama
sanki bu, dokuz ay değil de dokuz yıl gibiydi.
Çok zarar görenlerimiz oldu.
Havlu atıp dönenlerimiz oldu.
İş yaşamında büyük kısıtlamalar oldu.
Vize alamaz, seyahat edemez olduk.
Turizm gelirlerinde büyük kayıp yaşandı.
100 milyar dolarlık bir ticaret hacmı hedeflenirken Türkiye
ve Rusya arasındaki ticaret hacmı karşılıklı olarak % 43 oranında düştü.
Ya aileler? Ruslarla Türklerin evlilikleri, bu
evliliklerden olan çocuklar, torunlar?!
Halbuki ne lüzumu vardı bu tatsızlıkların.
Peki, şimdi derin bir nefes alıp, “Ohhh!” diyebiliyor
muyuz?
Toplantı sonrasında yansıyanlara, okuduklarımıza,
dinlediklerimize bakılırsa ekonomi cephesinde büyük ölçüde beklenenler oldu.
Rusya, Türkiye ile ticaretin, turizmin, Türk iş dünyasının önünü açma sözünü
yineledi.
Ama yine de temkinliyiz. Herşey o kadar hızlı değişiyor ki
“Yaşayalım, görelim bakalım,” diyoruz.
Açıkçası ilişkilerin bir günde yeniden eski durumuna
geleceğini beklemek aşırı iyimserlik olur.
Kabusun başlangıcını hatırlarsak bana hak vereceksiniz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Putin en son 2015’in Kasım ayında Antalya’da
bir araya gelmişlerdi. Yani uçak düşürme krizinden yaklaşık 10 gün önce. Bu
kadar kısa zamanda ilişkiler birden ters yüz olmuştu.
Şimdi de Petersburg’da gerçekleşen bu yeni “tarihi buluşma”dan
anlayabildiklerimizi konuşalım.
Tarihi diyorum, gerçekten öyle. Zira tarih bunu yazacak.
İşin ilginç bir boyut kazanmasının nedenlerinden biri 15
Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın ilk yurt dışı
ziyaretini Rusya’ya yapıyor olması.
İşin bir başka ilginç boyutuysa buluşmanın Büyük Petro’nun (hala
Deli Petro diyenler varsa artık lütfen tarihi okusunlar) Avrupa’ya pencere
açmak için kurduğu Batılıları bile kıskandıran o muhteşem şehirde yapılması.
Hem de her iki ülkenin de Batı ile arasının biraz limoni
olduğu bir dönemde.
Değişik zamanlarda fikrimi ifade etmiştim. Kuşkusuz Osmanlı
ile Çarlık Rusyası arasında tarihte bazı savaşlar olmuştu. Ancak ben de bu
savaşların hepsini Ruslarla ve Türklerin dostluğunu kesinlikle istemeyen
Avrupalı emperyalist devletlerin pişirdiğine inananlardanım. Komşu olan zamanın
iki büyük imparatorluğunun iyi ilişkiler içinde olmasını Batılı ülkeler hiçbir
zaman istemediler.
Kurtuluş Savaşı sırasındaysa bize sadece Rusya dostluk ve
yardım elini uzatmıştı.
Geçen yüzyılın 20-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri
açısından benzersiz bir dönemi oluşturur.
Sonra? Sonrası malum.
1950'lerden itibaren Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu halkına
kurşun sıkanlarla nasıl kanka olunup, destek verenlere düşman olundu o da ayrı
bir konu.
Türkiye, “öcü” ile küçük çocuk korkutulur gibi, her sene
“Bu kış Türkiye’ye komünizm gelecek” diyen eski bir cumhurbaşkanının, Bayar’ın
zamanından başlayarak “Soğuk Savaş”ın önemli aktörlerinden biri oldu. NATO’ya
girildi, bir dizi askeri ve ekonomik anlaşmaya imza atıldı, ta dünyanın öbür
ucuna Kore’ye asker gönderildi. Türkiye Batılı ülkelerin boyunduruğuna girdi.
Siyasi, ekonomik, askeri olarak… Her anlamda… Soğuk Savaş süresince Rusya ile ikili
ilişkiler anlamında çok kötü bir dönem yaşandı.
Buna rağmen o dönemde Rusya ile Türkiye arasında siyasi ve
ekonomik ilişkiler sıfır noktasına inmedi.
90’lardan sonra ise pek çok şey değişti; iyi ilişkilerde birden
ivme kazanan, ta işte o bahsettiğimiz kötü olaya kadar düşman çatlatan bir
yükseliş yaşandı.
Sonra dokuz ay öncesinde hop tornistan geriye… Şimdi
görünüşe bakılırsa ileriye…
Son olur ve hep iyi olur diye umalım.
Artık bırakalım bir tek kendimizin inandığı uyduruk
“Baltacı Mehmet Paşa” hikayelerini. Gerçeğe dönelim.
Çok emek verilmişti. İyi ilişkilerin yeniden emeğe ihtiyacı
var. Öyle kolay olmuyor. Türkiye, “Uçak krizi”ni Fetöcülerin üzerine yıkarak
olaydan sıyrılabilir mi?
Türkiye, gerçekten Rusya ile iyi ilişkiler kurmak istiyorsa
bütün “Soğuk Savaş” safralarını atmak zorundadır. Batılı ülkelerin
baskılarından kurtulup, “bağımsız” bir ülke gibi dış politikada kişilikli bir
tavır içine girmek gerekir.
10-15 milyarlık ihracat hacmı 100 milyara ulaşabilir mi?
Biz Türkler rakam ifade etmek söz konusu olunca fazladan bir sıfır eklemeyi
seviyoruz. Gerçekçi olmak gerek. Ama iyi şeyler olacağı da kuşkusuz.
Bırakalım Rusya’nın süper güç olmasını, büyük bir ülke
olmasını, iyi bir pazar olmasını falan bir kenara; bunlar da önemli tamam öyle,
ama Rusya, bizim komşumuz. Boru değil.
“Bizde ev alma, komşu al” derler ya... Rusya, iyi bir komşu
(eskisi gibi karadan değil, ama Karadeniz’den). Aklımızın hayalimizin alamayacağı
kadar büyük fırsatlar bekliyor her iki ülkeyi de bu komşuluk ilişkilerinde.
Ben diplomat değilim, buradaki Rus eşim dostum da diplomat
değil. Sıradan insanlarız biz. O yüzden aramızda hesapsız kitapsız, çıkarsız,
önyargısız konuşuyoruz. İçimizden geldiği gibi, samimi bir şekilde…
Üst kat komşum Vladimir İvanoviç’e durumu anlatıyorum. O da
her şeyin eskisi gibi olmasını istiyor kuşkusuz. Aramızda geçen bir konuşmayı
daha önce aktarmıştım. Konuyla ilgili olduğu için sıkılmazsanız bir kez daha
tekrarlayayım.
Ona çocukluğumdan bir anımı anlatmıştım.
***
Çocukken aile berberimiz Kemal Amca’nın çarşıdaki dükkanına
saç tıraşı olmaya giderdim. Her zaman tıklım tıklım olurdu. Sıra beklemeden
tıraş olmak pek mümkün olmazdı. Zaten ben buna dünden razıydım, zira dükkanda
sıra bekleyen müşterilerin oyalanması için günlük gazeteler, mecmualar dolu
olurdu. Akbaba, Karikatür,.. Bir de o zamanlar okurken dünyadan ayaklarımın
kesildiği, beni başka diyarlara götüren resimli romanlar; Tom Miks, Teksas,
Pekos Bill, Kinova, Teks, Karaoğlan,…Sıram gelir, ben, her seferinde nezaketle
sıramı bekleyen bir amcaya verirdim. Bu, Kemal Amca dayanamayıp, “Hadi oğlum
gel artık, seni de tıraş edeyim git, annen evde merak edecek,” deyinceye kadar
devam ederdi.
Kemal Amcamın dükkanında otururken ilginç bulduğum konuya
uygun bir gözlemim olmuştu.
Dükkan komşuları kasapla manav birbirlerinin en iyi
müşterileriydi. Kasap manavdan sebze meyve, manav kasaptan et alırdı. Bir gün
nedendir bilmiyorum, ama hatırladığım kadarıyla sudan bir sebepten araları
bozulmuştu; haliyle alışveriş de sona ermişti. İhtiyaçlarını uzaktaki başka
dükkanlardan temin etmeye başlamışlardı. Neyse araya girenler oldu, barıştılar;
yine birbirlerinden alışveriş yapmaya başladılar.
Bitirdikten sonra Vladimir İvanoviç, “Bunu niye anlattın
şimdi?” diye sormuştu.
“Aklıma geldi,” demiş, “Ben Türkiye ile Rusya arasındaki
ilişkileri biraz buna benzetiyorum da ondan…” diye cevap vermiştim.
Öyle ya Türkiye’nin Rusya’nın gazına, petrolüne, diğer
hammaddelerine şiddetle ihtiyacı vardı; Rusya’nın da Türkiye’nin inşaatçısına,
bankacısına, denizine, güneşine, sebze ve meyvelerine, tekstiline, daha birçok
ürününe… Birbirlerinin rakibi olmak şöyle dursun, en iyi müşterileri
konumundaydılar.
“Peki,” diye sormuştu Vladimir İvanoviç, “Sizin mahalledeki
kasapla manavın ilişkileri o olaydan sonra tümüyle eskisi gibi oldu mu?”
“Bilmiyorum,” demiştim. “Ama belki yine aynı şeyleri
yaşarlar, araları yine bozulur diye çekinmiş olabilirler.”
***
İşte benim de, herkesin de korkusu, kötü günler geçse bile
her iki ülke arasındaki ilişkilerde kuşkuların yaşanması ve kalıcı olması.
Dileriz olmaz.
Türkiye, sadece coğrafi olarak bir Avrasya ülkesi olmanın
da ötesinde bunun uluslararası siyasette, ekonomide de hakkını vermeli.
Uluslararası ilişkilerde, siyasette, ekonomide “tam
bağımsız”, içeride “gerçekten demokratik”, yani “tam bağımsız ve gerçekten
demokratik” bir ülke olmanın seçimini yapmalı.
Not: Bu yazım daha önce www.turkrus.com ve http://www.medyagunlugu.com/
‘da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder