Moskova

Moskova

23 Ağustos 2016 Salı

Ev alma, komşu al


                                                                        M.Hakkı Yazıcı
                                


Rusya ile ilişkilerde yeni bir başlangıç mı?

Yoksa nerde kalmıştık deyip, kalınan yerden devam mı?

Ya da daha ileri bir stratejik ortaklığın niyet beyanı mı?

Erdoğan’ın Petersburg ziyareti öncesinde ve sonrasında sorulup merak edilenler, tartışılanlar aşağı yukarı bu minvalde.

Havadan sudan, futboldan, politikadan yazıp çizip, konuşurken benim gibi uzun zamandır Rusya’da yaşayan birinin geçen yılın 24 Kasım’ında hayatımıza aniden bir kabus gibi giren ve o zamandan beri yakamızı bırakmayan “uçak krizi” sorununun üzerinden yaklaşık dokuz ay geçtikten sonra Rusya ile yeniden başlayan ilişkiler konusunda yorum yapmaması, fikir paylaşmaması tabii ki doğru olmazdı.

Zaten eş dost durmadan sıkıştırıp, “Ne oluyor abi? Sen bir şeyler biliyorsan anlat,” diye sorup duruyor.

Kısaca ruh halimi aktarmam gerekirse gerçekten kabus gibi bir dokuz ay yaşadık.

Biz, Rusya’da iş, aş, eş bulanlar; hepimiz, her gün eski günlere dönebilmenin ümidiyle yaşadık.

Bugün yarın normale dönülür diye beklerken dokuz ay geçti. Ama sanki bu, dokuz ay değil de dokuz yıl gibiydi.

Çok zarar görenlerimiz oldu.

Havlu atıp dönenlerimiz oldu.

İş yaşamında büyük kısıtlamalar oldu.

Vize alamaz, seyahat edemez olduk.

Turizm gelirlerinde büyük kayıp yaşandı.

100 milyar dolarlık bir ticaret hacmı hedeflenirken Türkiye ve Rusya arasındaki ticaret hacmı karşılıklı olarak % 43 oranında düştü.

Ya aileler? Ruslarla Türklerin evlilikleri, bu evliliklerden olan çocuklar, torunlar?!

Halbuki ne lüzumu vardı bu tatsızlıkların.

Peki, şimdi derin bir nefes alıp, “Ohhh!” diyebiliyor muyuz?

Toplantı sonrasında yansıyanlara, okuduklarımıza, dinlediklerimize bakılırsa ekonomi cephesinde büyük ölçüde beklenenler oldu. Rusya, Türkiye ile ticaretin, turizmin, Türk iş dünyasının önünü açma sözünü yineledi.

Ama yine de temkinliyiz. Herşey o kadar hızlı değişiyor ki “Yaşayalım, görelim bakalım,” diyoruz.

Açıkçası ilişkilerin bir günde yeniden eski durumuna geleceğini beklemek aşırı iyimserlik olur. 

Kabusun başlangıcını hatırlarsak bana hak vereceksiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Putin en son 2015’in Kasım ayında Antalya’da bir araya gelmişlerdi. Yani uçak düşürme krizinden yaklaşık 10 gün önce. Bu kadar kısa zamanda ilişkiler birden ters yüz olmuştu.

Şimdi de Petersburg’da gerçekleşen bu yeni “tarihi buluşma”dan anlayabildiklerimizi konuşalım.

Tarihi diyorum, gerçekten öyle. Zira tarih bunu yazacak.

İşin ilginç bir boyut kazanmasının nedenlerinden biri 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın ilk yurt dışı ziyaretini Rusya’ya yapıyor olması.
İşin bir başka ilginç boyutuysa buluşmanın Büyük Petro’nun (hala Deli Petro diyenler varsa artık lütfen tarihi okusunlar) Avrupa’ya pencere açmak için kurduğu Batılıları bile kıskandıran o muhteşem şehirde yapılması.

Hem de her iki ülkenin de Batı ile arasının biraz limoni olduğu bir dönemde.

Değişik zamanlarda fikrimi ifade etmiştim. Kuşkusuz Osmanlı ile Çarlık Rusyası arasında tarihte bazı savaşlar olmuştu. Ancak ben de bu savaşların hepsini Ruslarla ve Türklerin dostluğunu kesinlikle istemeyen Avrupalı emperyalist devletlerin pişirdiğine inananlardanım. Komşu olan zamanın iki büyük imparatorluğunun iyi ilişkiler içinde olmasını Batılı ülkeler hiçbir zaman istemediler.

Kurtuluş Savaşı sırasındaysa bize sadece Rusya dostluk ve yardım elini uzatmıştı.

Geçen yüzyılın 20-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönemi oluşturur.

Sonra? Sonrası malum.

1950'lerden itibaren Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu halkına kurşun sıkanlarla nasıl kanka olunup, destek verenlere düşman olundu o da ayrı bir konu. 

Türkiye, “öcü” ile küçük çocuk korkutulur gibi, her sene “Bu kış Türkiye’ye komünizm gelecek” diyen eski bir cumhurbaşkanının, Bayar’ın zamanından başlayarak “Soğuk Savaş”ın önemli aktörlerinden biri oldu. NATO’ya girildi, bir dizi askeri ve ekonomik anlaşmaya imza atıldı, ta dünyanın öbür ucuna Kore’ye asker gönderildi. Türkiye Batılı ülkelerin boyunduruğuna girdi. Siyasi, ekonomik, askeri olarak… Her anlamda… Soğuk Savaş süresince Rusya ile ikili ilişkiler anlamında çok kötü bir dönem yaşandı.

Buna rağmen o dönemde Rusya ile Türkiye arasında siyasi ve ekonomik ilişkiler sıfır noktasına inmedi.

90’lardan sonra ise pek çok şey değişti; iyi ilişkilerde birden ivme kazanan, ta işte o bahsettiğimiz kötü olaya kadar düşman çatlatan bir yükseliş yaşandı.

Sonra dokuz ay öncesinde hop tornistan geriye… Şimdi görünüşe bakılırsa ileriye…

Son olur ve hep iyi olur diye umalım.

Artık bırakalım bir tek kendimizin inandığı uyduruk “Baltacı Mehmet Paşa” hikayelerini. Gerçeğe dönelim.

Çok emek verilmişti. İyi ilişkilerin yeniden emeğe ihtiyacı var. Öyle kolay olmuyor. Türkiye, “Uçak krizi”ni Fetöcülerin üzerine yıkarak olaydan sıyrılabilir mi?

Türkiye, gerçekten Rusya ile iyi ilişkiler kurmak istiyorsa bütün “Soğuk Savaş” safralarını atmak zorundadır. Batılı ülkelerin baskılarından kurtulup, “bağımsız” bir ülke gibi dış politikada kişilikli bir tavır içine girmek gerekir.

10-15 milyarlık ihracat hacmı 100 milyara ulaşabilir mi? Biz Türkler rakam ifade etmek söz konusu olunca fazladan bir sıfır eklemeyi seviyoruz. Gerçekçi olmak gerek. Ama iyi şeyler olacağı da kuşkusuz.

Bırakalım Rusya’nın süper güç olmasını, büyük bir ülke olmasını, iyi bir pazar olmasını falan bir kenara; bunlar da önemli tamam öyle, ama Rusya, bizim komşumuz. Boru değil.

“Bizde ev alma, komşu al” derler ya... Rusya, iyi bir komşu (eskisi gibi karadan değil, ama Karadeniz’den). Aklımızın hayalimizin alamayacağı kadar büyük fırsatlar bekliyor her iki ülkeyi de bu komşuluk ilişkilerinde.

Ben diplomat değilim, buradaki Rus eşim dostum da diplomat değil. Sıradan insanlarız biz. O yüzden aramızda hesapsız kitapsız, çıkarsız, önyargısız konuşuyoruz. İçimizden geldiği gibi, samimi bir şekilde…

Üst kat komşum Vladimir İvanoviç’e durumu anlatıyorum. O da her şeyin eskisi gibi olmasını istiyor kuşkusuz. Aramızda geçen bir konuşmayı daha önce aktarmıştım. Konuyla ilgili olduğu için sıkılmazsanız bir kez daha tekrarlayayım.

Ona çocukluğumdan bir anımı anlatmıştım.

***
Çocukken aile berberimiz Kemal Amca’nın çarşıdaki dükkanına saç tıraşı olmaya giderdim. Her zaman tıklım tıklım olurdu. Sıra beklemeden tıraş olmak pek mümkün olmazdı. Zaten ben buna dünden razıydım, zira dükkanda sıra bekleyen müşterilerin oyalanması için günlük gazeteler, mecmualar dolu olurdu. Akbaba, Karikatür,.. Bir de o zamanlar okurken dünyadan ayaklarımın kesildiği, beni başka diyarlara götüren resimli romanlar; Tom Miks, Teksas, Pekos Bill, Kinova, Teks, Karaoğlan,…Sıram gelir, ben, her seferinde nezaketle sıramı bekleyen bir amcaya verirdim. Bu, Kemal Amca dayanamayıp, “Hadi oğlum gel artık, seni de tıraş edeyim git, annen evde merak edecek,” deyinceye kadar devam ederdi.

Kemal Amcamın dükkanında otururken ilginç bulduğum konuya uygun bir gözlemim olmuştu.

Dükkan komşuları kasapla manav birbirlerinin en iyi müşterileriydi. Kasap manavdan sebze meyve, manav kasaptan et alırdı. Bir gün nedendir bilmiyorum, ama hatırladığım kadarıyla sudan bir sebepten araları bozulmuştu; haliyle alışveriş de sona ermişti. İhtiyaçlarını uzaktaki başka dükkanlardan temin etmeye başlamışlardı. Neyse araya girenler oldu, barıştılar; yine birbirlerinden alışveriş yapmaya başladılar.

Bitirdikten sonra Vladimir İvanoviç, “Bunu niye anlattın şimdi?” diye sormuştu.

“Aklıma geldi,” demiş, “Ben Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri biraz buna benzetiyorum da ondan…” diye cevap vermiştim.

Öyle ya Türkiye’nin Rusya’nın gazına, petrolüne, diğer hammaddelerine şiddetle ihtiyacı vardı; Rusya’nın da Türkiye’nin inşaatçısına, bankacısına, denizine, güneşine, sebze ve meyvelerine, tekstiline, daha birçok ürününe… Birbirlerinin rakibi olmak şöyle dursun, en iyi müşterileri konumundaydılar.

“Peki,” diye sormuştu Vladimir İvanoviç, “Sizin mahalledeki kasapla manavın ilişkileri o olaydan sonra tümüyle eskisi gibi oldu mu?”

“Bilmiyorum,” demiştim. “Ama belki yine aynı şeyleri yaşarlar, araları yine bozulur diye çekinmiş olabilirler.”

***
İşte benim de, herkesin de korkusu, kötü günler geçse bile her iki ülke arasındaki ilişkilerde kuşkuların yaşanması ve kalıcı olması.

Dileriz olmaz.

Türkiye, sadece coğrafi olarak bir Avrasya ülkesi olmanın da ötesinde bunun uluslararası siyasette, ekonomide de hakkını vermeli.

Uluslararası ilişkilerde, siyasette, ekonomide “tam bağımsız”, içeride “gerçekten demokratik”, yani “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” bir ülke olmanın seçimini yapmalı.


Not: Bu yazım daha önce www.turkrus.com  ve http://www.medyagunlugu.com/ ‘da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder