Moskova

Moskova

27 Mayıs 2025 Salı

Metroda felsefe: "BKL geçişleri o kadar uzun ki insan hayatı düşünüyor"


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Büyük halka hattın (BKL) inşaasıyla birlikte Moskova metrosunda bazı geçişler kolaylaşırken, bazıları karmaşık ve uzun hale geldi. Sevastopolskaya ile Kahovskaya istasyonları arasındaki geçiş, tasarımıyla pek çok kişiyi hem şaşırtıyor, hem de sevindiriyor: Sadece birkaç basamak, bir iki dönüş ve dakikadan kısa sürede yeni hatta geçiş.

Geçtiğimiz Mayıs ayında açılan Tekstilşiki TKL ve BKL hattı arasındaki geçiş ise bunun tam tersi bir örnek. İki set merdiven, uzun bir köprü, birkaç kez yön değiştiren koridorlar, bir podyum ve bir dizi yeni basamak... Yolculuk sırasında yüksekten MCD-2’nin manzarasını izleme şansı bulunsa da, geçişin toplam uzunluğu ve karmaşıklığı yolcuları düşündürüyor. Adeta bir senfoni gibi tasarlanmış bu geçişte, geçişin zirvesi köprüden geçtiğiniz an ve sonrasında iniş başlıyor. Ancak tüm bu sürecin sonunda aklınıza gelen ilk şey yorgunluk.

Moskova, son yıllarda devasa gökdelenler, zarif köprüler ve modern otoyollar inşa etmekle övünüyor. Ancak metro hatlarındaki geçişlerin kullanıcı dostu olması gerektiği sanki unutulmuş gibi. BKL hattında toplam 19 geçişten sadece Kahovskaya rahat bir geçiş sunuyor Üstelik bu geçiş Sovyet döneminden kalma bir miras. Rijskaya gibi karmaşık labirentler veya “Prospekt Vernadskogo gibi diğer geçişlerse onlarca basamaklı yollarıyla yolcuları bezdiriyor.

Bu durum ister istemez şu soruyu akla getiriyor: Bu geçişler gerçekten yolcuların konforu için mi yoksa sembolik bir anlam taşımak için mi yapıldı? Sevastopolskaya ile Kahovskaya arasındaki geçişte neredeyse düşünmeye vakit kalmazken, Tekstilşiki geçişi adeta yolculara uzun bir meditasyon fırsatı sunuyor. Bu süreçte belki de sadece proje sahiplerine değil, tüm şehri inşa edenlere teşekkür etmek geliyor insanın içinden. Çünkü her adımda bir nevi saygı duruşunda bulunuyoruz, hem bugünkü hem de geçmişin Moskova’sına.

Sonuçta, modern Moskova metrosunda istasyonlar arası geçiş, bir yerden bir yere ulaşmak için değil, belki de bir an durup hayat üzerine düşünmek için bir fırsat sunuyor. Yolcular için bu durum hem bir çile hem de ironik bir ritüel. Kim bilir, belki de gelecekte bu karmaşık geçişlerin yerini daha basit ve insana saygılı tasarımlar alır. Ama şimdilik, geçişler bizi bir yandan düşündürürken, diğer yandan da metropol yaşamının hızını bir nebze olsun yavaşlatıyor.

(Moskviçmag dergisinden alıntıdır)

Son Zil: Rus okullarında 1948'den beri yaşatılan gelenek


Kaynak: https://turkrus.com/ 

Rusya'da ilk ve orta kademe öğrenciler Son Zil'e hazırlanıyor. 

Rusça'da “последний звонок” (pasledniy zvanok) olarak bilinen bu geleneğin geçmişi 2. Dünya Savaşı sonrasında rastlıyor. 

Novıye İzvestiya portalı okulların kapanışını kutlama geleneğinin 1948'de Krasnodar'da eğitimci Fyodor Bryuhovetski tarafından başlatıldığını yazıyor.

Bryuhovetski, savaş sonrası yoksulluk ve zorluklar içinde öğrencilerin moralini yükseltecek, eğitimin sadece derslerle sınırlı olmadığını gösterecek bir etkinlik düzenlemeyi hayal etti. Son Zil ilk defa, 25 Mayıs 1948’de Krasnodar ve Moskova’daki okullarda düzenlendi. Kutlamalarda öğrenciler için el yapımı hediyeler ve okul bahçesine dikilen ağaçlarla anılar ölümsüzleştirildi.

1970’lerden itibaren Son Zil, tüm Sovyet okullarında resmi olarak kutlanmaya başladı. O günden bu yana, bu gelenek 9. ve 11. sınıf öğrencilerinin mezuniyet yolculuğunun sembolü haline geldi. Törenler, bayrak törenleri, okul müdürünün konuşması ve geleneksel veda şarkılarıyla başlarken, küçük bir kız öğrencinin omuzda çalınan zil sesiyle tamamlanıyor.

Son Zil’in ortaya çıkış hikayesi sadece bir kutlama değil, aynı zamanda birlikte çalışmanın, yardımlaşmanın ve eğitim yolculuğunun tamamlandığını sembolize eden bir ritüel. Bryuhovetski'nin eğitim felsefesi, çocukların birlikte çalışarak hem öğrenme hem de topluluk bilinci kazanmasını sağladı. Eğitimcinin çabaları sayesinde Son Zil, bugün hala milyonlarca öğrencinin mezuniyet anılarının ayrılmaz bir parçası.

Günümüzde Son Zil törenleri genellikle mayıs ayında düzenleniyor. Resmi tarih olarak 24 Mayıs belirlense de, her okulun kendi takvimine göre bu kutlamayı düzenlemesi mümkün. Bu gelenek, Sovyetler döneminden günümüze kadar gelen ve nesilden nesile aktarılan nadir okul ritüellerinden biri olarak eğitim dünyasında yerini koruyor.


26 Mayıs 2025 Pazartesi

Tolstoy mu Dostoyevski mi?


M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: https://medyagunlugu.com/


Vladimir İvanoviç bir kitabı gösterip, “Bu kitabı okudun mu?” diye sordu.

Elime alıp, baktım. Kitabın adı: “Ensiklopediya Logiçeskih Aşibok” (Энциклопедия логических ошибок), yani “Mantıksal yanılgılar ansiklopedisi”.

Yazarı,İmmanuil Tolstoyevskiy (Иммануил Толстоевский).

Tuğla gibi bir kitap.

Daha yeni, bu yılın başında, 2025 Ocak ayında Rusya’da yayımlanmış.

İmmanuel ismine Immanuel Kant, Immanuel Wallerstein gibi pek çok aynı isimli düşünür nedeniyle aşinayım, ancak yazarın soyadı bana tuhaf geldi.

Bir şaka mı var bu isimde diye düşündüm.

Meğer böyle bir yazar varmış.

Malum Rus edebiyatının iki büyük yazarı, Tolstoy ve Dostoyevski hep birbiriyle karşılaştırılır.

Klasik Rus romanının iki büyük devini kıyaslamak da artık neredeyse klasikleşmiştir. Bu, dünyadaki bütün Rus edebiyatı hayranlarının zihnini meşgul eden tükenmez bir konudur.

Ancak her ikisi de hayranlarına okuma süreçlerinin içinden bambaşka bir insan olarak çıkacakları yolculuk sunar.

Sanat söz konusu olduğunda anket yapmak çok saçma, ama yine de Rus edebiyatını sevenler, sıkı okurlar “Tolstoy mu yoksa Dostoyevski mi daha iyi?” diye ikiye ayrılırlar.

Halbuki bu iki usta, fikirlerini somutlaştırma biçimleri bakımından birbirinin zıddıdır.

Birbirinin zıddı olan bu iki yazarın soyadlarının bir araya getirilmesiyle yeni bir soyadının türetilmesi haliyle ilginç geliyor insana.

Önce yazar İmmanuil Tolstoyevskiy’nin muhtemelen entelektüel anne-babasının çocuklarına yaratıcı bir isim koymuş olduğunu düşünmüştüm, ama değilmiş.

Sonra biraz daha araştırınca olayı anladım. Yazar, mahlas kullanmıştı.

Sonradan biraz araştırıp yazarın Türk olduğunu görünce şaşkınlığım iyice arttı.

İsminden anlaşılmıyor, ama Türkiye doğumlu, Rus edebiyatı sevdalısı, Alman felsefesi meraklısıymış. İlk önemli tartışmasını ailesine karşı kazanarak ABD’ye elektronik mühendisliği okumaya gitmiş.

Yaşı uzun bir süredir 25-45 arasındaymış. Bu da bir espri konusu.

“Safsatalar Ansiklopedisi” ve “Fularsız Felsefe” kitaplarının yazarı.

Rusçada da yayımlanan 512 sayfalık “Safsatalar Ansiklopedisi” isimli bu kitabın ilk baskı yılı, 2020.

Rusçaya çeviren Anastasiya Semina. Maalesef sayısı iki elin parmaklarından fazla olmayan tanıdığım Türkçeden Rusçaya çeviri yapanlar arasında değil.

Yazar İmmanuel Tolstoyevskiy, aynı zamanda pratik felsefeye adanmış “Fularsız Entellik” podcast’lerinin de yazarı ve sunucusu

Şimdiye kadar bilmemiş olmak benim kusurum tabii ki.

Öğrendikten sonra videolarının çoğunu izledim.

Kesinlikle değerli.

Ancak esprili bulmakla beraber mahlas kullanmasını ve videolarını sevimli bir maske ile çekmiş olmasını hala çok anlamış değilim.

Bu arada yanlış anlaşılmamak için bir daha vurgulayayım, yazar olarak kullanılan ismi esprili bulmam kitabın akademik değerine gölge düşürmem, küçümsemem anlamına gelmiyor.

 

***

Bu kısa kitap tanıtımı benim hep yapılan klasik Rus edebiyatının iki büyük yazar arasındaki karşılaştırmayı hatırlamama vesile oldu.

Tolstoy ve Dostoyevski hep karşılaştırılır. Ve hep sorulur “hangisini daha çok severek okudun?” diye.

Küçük bir çocuğa “anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı?” diye sormak gibi.

Küçük çocuklar genellikle bu tür sorulara çok tepki vermezler, alışmışlardır; sadece “böyle saçma soru mu olur?” ifadesiyle bakarlar.

Ama örneğin bir edebiyatseverin “Tolstoy babam, Dostoyevski annem,” diye bir cevap vermesi de mümkün.

Bu tuzağa bazı Türk yazarları da düşmüşler, bazılarıysa ustaca cevaplamışlar.

Sputnik için yazdığı bir yazıda Süheyla Demir, yazarlara “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” diye sormuş.

Örneğin, Gündüz Vassaf, şöyle cevap vermiş:

“Bu, ilk düşündüğümde, ‘Aşklarından hangisini seçersin?' sorusu gibi veyahut da bir gözümü, öbür gözüme tercih etmem gibi. İkisi de hayata farklı dokunuş noktaları, onun için birini öbürüne tercih etmem mümkün değil. Tolstoy'a da aynı soruyu sormuşlar, ‘Ben böyle bir mukayese yapamam' demiş. Ama bu soru, kaç ülkede tartışıldı, hala da tartışılıyor yazarlar arasında. Bu soru hakkında kitaplar var. Ne mutlu ki Rusya'ya, böyle iki yazar anadillerinden onlara seslenmiş. Başka hangi ülke var ki dünyada, iki yazarını böyle tartışabiliyoruz.”

Doğru, aslında ayrım yapmak çok anlamlı değil.

Resim sanatıyla ilgili bir sanatsevere “Picasso mu, yoksa Van Gogh mu?” diye sorulur mu?

Aytekin Yılmaz, “Rus klasikleri büyük bir edebiyat denizi ise, Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Çernişevski, Turgenyev bu denizi oluşturan damlalardan bazılarıdır. Her yazarın bu edebiyat denizine kattığı ayrı bir özgünlük vardır,” diyor.

“Tolstoy mu Dostoyevskiy mi” kitabının yazarı George Steiner ise edebiyat kuramı alanında bir klasik haline gelmiş tartışmayı bu iki dev iki romancının eserlerini epik ve dramatik yazın gelenekleri bağlamında değerlendirmiş. “Ütopik inançları ve insanlığa duyduğu güvenle Tolstoy bir iyimserdir ve bile isteye kendisini Homeros ile ilişkilendirecek epik bir tarz yaratmıştır. En kasvetli, trajik metafizikçilerden olan Dostoyevski ise kökleri Kral Oidipus'a ve Kral Lear'a uzanan drama geleneğinin devamcısıdır,” diye yazmış.

***

Tolstoy 1828-1910, Dostoyevski ise 1821-1881 yılları arasında yaşamış. Tolstoy’dan yedi yaş büyük olan Dostoyevski, ondan otuz sene önce ölmüş.

İkisi de en önemli eserlerini aynı dönemde –1840 ile 1880 yılları arasında– vermiş.

Rusya’nın geçirdiği değişimde belirleyici olan ve haklı nedenlerle Rus edebiyatının altın çağı olarak telakki edilen dönemde yaşamışlar.

Aynı dönemde ve aynı mekanlarda yaşamışlar, aynı sosyal çevreyi paylaşmışlar, ancak birbirlerinden haberdar olmalarına rağmen hiç şahsen tanışmamış, yüz yüze görüşmemiş olmaları da ilginç.

Hiç yazışmamışlar bile.

Aslında ikisi çok önemli yazarlar olmalarına rağmen iki zıt kişilik.

Hiç karşılaşmamış ve görünüşe göre her açıdan birbirinin zıddı olan, her biri aynı Rusya’nın farklı bir yüzünü temsil etmekle kalmayıp sanatla ve hayatla da hepten farklı ilişki kuran iki adam.

Ancak birbirlerinin eserlerini yakından takip ettikleri ve ilgisiz olmadıkları da biliniyor.

Bazı yazılarında birbirlerine övgüler yazdıkları da olmuş. Birbirlerinin sanatlarına hakkaniyetle yaklaşmışlar.

Dostoyevski daha önce ölmüştü, Tolstoy onun ölümü hakkında Nikolay Strahov'a yazdığı mektupta şunları yazmıştı:

“Keşke Dostoyevski hakkında hissettiklerimi tam olarak söyleyebilseydim. <…> Bu adamı daha önce hiç görmemiştim ve kendisiyle doğrudan bir ilişkim olmamıştı ve aniden, öldüğünde, onun benim için en yakın, en sevgili, en gerekli kişi olduğunu fark ettim. Ben bir yazardım ve yazarların hepsi kendini beğenmiş ve kıskançtır, en azından ben öyle bir yazarım. Ve kendimi onunla kıyaslamak hiç aklıma gelmedi - asla. Yaptığı her şey (iyi, gerçek şeyler) benim için ne kadar çok yaparsa o kadar iyi olacaktı. Sanat beni kıskandırıyor, zekâ da öyle, ama yüreğin işi yalnızca mutluluk getiriyor.”

***

“Tolstoy ve Dostoyevski aynı dönemde ve aynı mekanlarda yaşamış olmalarına rağmen şahsen hiç tanışmamışlar. Bu bana çok ilginç geliyor,” diyorum.

Vladimir İvanoviç, “Evet, öyle. Tolstoy, en önemli romanlarından “Savaş ve Barış”ın yazarı. Dostoyevski de “Budala”nın. Tolstoy ve Dostoyevski tanışsalardı ve birlikte bir roman yazsalardı adı belki "Savaş ve Budalalar" olurdu, herhalde,” diyor.

***

Bu iki büyük Rus yazarının isimleri üzerinden yapılan ilginçlikler tükenmiyor.

“Tostoyevski” ismini kullanan bir fast-food zinciri bile var şimdi İstanbul’da.

Menünün başına “Roman gibi tost” yazmışlar.

Üstelik menüde yiyeceklere (eserlerimiz diye yazmışlar) de Dostoyevsky’nin kitaplarının ismi verilmiş.

“Tostumuzu yemelisiniz, işte o zaman içtenliğinize inanacağım.” İmza: Tostoyevski diye yazmışlar.

Ne diyelim!

Reklamın kötüsü olmaz mı?

İş bazen çok ileri boyutlara evrilebiliyor.

Seneler önce İzmir Kitap Fuarı’nda yaşanan bir olay basına yansımıştı.

Tolstoy ve Dostoyevski taraftarları arasında taşlı, sopalı bir kavga olmuştu.

Güya, siyah elbiseli bir adam, Tolstoy’un anasına sövmüş, “Dostoyevski adamdır” demiş, ondan çıkmış kavga.

Özel Güvenlik, araya girip biber gazı kullanmış falan.

Gülünç!

Bir olay çıktığı doğru olabilir, ancak kavga sebebinin asparagas bir haber olduğu belli.

***

İşte böyle!

“Ne yazık ki ‘Tolstoy mu yoksa Dostoyevski mi daha iyi?’ tartışması çok anlamlı olmamasının ötesinde bazen iş ‘Ronaldo mu, Messi mi?’ tartışması düzeyine kadar indirgenebiliyor,” diyorum.

Vladimir İvanoviç, “çok haklısın” anlamında kafasını sallıyor.


“Efsane” Rus güzelliği


Halil Ocaklı

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, SSCB’nin Almanya’daki askeri misyon merkezi, 1970’lerin sonunda ergenlik yıllarımın geçtiği kasaba olan Bünde’de yer alıyordu.

Bünde’de yaşayan Rus topluluğu gözden uzaktı, neredeyse kapalı bir kutu içinde yaşıyorlardı. Burada “Ruslar” ifadesiyle yalnız Rusyalıları değil, başta Ukraynalılar olmak üzere tüm Doğu Avrupalı Sovyet vatandaşlarını da kastediyorum.

Bir keresinde süpermarkette bir grup Rus erkeğini görmüştüm. Bunlar iri yarı, asık suratlı ve kızgın bakışlı tiplerdi. Sanki herkesten para ve hizmet alacaklıymış gibi etrafa bakıyorlardı.

Bünde sokaklarında “Rus kadınları, Alman kadınlarından on kat daha güzelmiş” diye bir söylenti vardı. Bu söylenti kulaktan kulağa yayılmış, bana da ulaşmıştı. Hayatımda hiç Rus kadın görmemiştim ve neye benzediklerini çok merak ediyordum.

Bir gün sokakta yürürken zarif bir genç bayan bana doğru gelerek adres sordu. Gerçekten çok güzeldi ve çok kibar bir konuşma tarzı vardı. Aksanlı konuştuğu için “işte bir Rus kadın gördüm” diye düşündüm. Onunla konuştuğum için çok mutlu olmuştum.

Ev sahibimiz Bay Kronsbein ile birlikte bahçeyi temizlerken, ona “Rusların güzelliği konusunda siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Bana “bu kültürel bir olaydır” dedi ve devam etti: “Sovyet kültürü kadınları dış görünüşe önem vermeye, bakımlı ve bağımsız olmaya teşvik eder. Bu da onları çekici kılar.” Ne demek istediğini yıllar sonra Rusya’ya gidince anladım.

Aslında Rus kadınların diğer ülkelerin kadınlarından daha güzel olduğu fikrini destekleyebilecek bilimsel bir veri yoktur. Sonuçta, bir insanın güzel olup olmadığı tamamen kişisel yoruma ve kültürel normlara dayanan bir olgudur.

Bir Rus arkadaşım şöyle demişti:

“Tarihsel olarak birçok savaşta milyonlarca erkeğin kaybedildiğini ve alkolün erkekler arasında büyük bir sorun olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Erkek sayısındaki ciddi azalma, kadınlar arasında rekabetçi bir doğal seçilim süreci ve çekicileşme yarışı başlattı. Bu nedenle yalnızca daha güzel kadınlar koca bulabildi ve onların genleri sonraki kuşaklara aktarıldı.”

Basit bir dille anlatılanlar bana mantıklı geliyordu.

Bir başka Rus arkadaşım ise düşüncesini şöyle açıklıyordu:

“Sosyalist sistemin tarihsel ve kültürel bağlamından kaynaklanan bir çıktı olarak, güzel sanatlar ve spor eğitimine verilen önem, Rus güzelliğinin temel nedeni olabilir.”

Bu görüş de mantıklı görünüyordu.

Başkasına çekici gelen bana gelmeyebilir ya da tersi olabilir. Bunun bilincindeydim. Güzellik anlayışının kişiden kişiye, kültürden kültüre değiştiğinin ve bunu bir ulus ya da etnisite ile ilişkilendirmenin yanlış olduğunun da farkındaydım.

Ancak, Rus kadınların daha güzel olduğu söylentisi merakımı artırıyordu. Duyduklarımdan sonra, yalnız fiziksel olarak değil kafa yapısı olarak da Rusları kendime uygun buluyordum.

Kasabanın gençleri olarak cumartesi günleri öğleden sonra Butterfly Disko’ya giderdik. Gözlerimiz Rus gençlerini arardı ama onları orada hiç göremedik.

1979 yılında Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde, Rus askeri misyon merkezinin bulunduğu sokakta bir protesto yürüyüşü yapılacağını duydum. O zamanlar 15 yaşında olmama karşın ben de katıldım ve Ruslara parmak salladım!

Afganistan meselesi pek umurumda değildi, asıl umurumda olan o gün güzel Rus kızlarından birini görmekti. Ve sonunda, beklediğim gibi oldu. Hayatımda ilk kez Rus genç kızlarını gördüm. Onlar da dışarıda neler olup bittiğini merak ediyor, pencere ve balkondan sokaktakilere bakıyorlardı.

Gerçekçi olmak gerekirse, söylentileri doğrulayacak kadar kimseleri yakından göremedim ama gördüğüm kadarıyla düzgün fizikli, bakımlı ve güzellerdi. Rus erkeklerinin tersine nazik, sakin, sevecen, utangaç ve hatta biraz da ezik görünüyorlardı.

Bugün geriye dönüp baktığımda o dönemdeki merakımın sonraki yaşantımı etkilediğini görüyorum. Rusya ile 1995 yılından beri ticari ilişkilerim oldu ve yıllarca orada yaşadım. Tver Devlet Üniversitesinde ders verdim. Evet, Rus kadın zarif ve güzel görünmeye özen gösterir, beslenmeye dikkat eder, saç ve cilt bakımına çok önem verir, uyumlu, temiz ve şık giyinir ve asla ‘sıradan’ görünmek istemez.

Bununla birlikte tüm Rus kadınlarının böyle olduğu şeklinde pozitif bir genelleme yapmak da doğru olmaz. Her toplumda mutlaka güzel ve daha güzel kadınlar vardır. Kimin kimi güzel bulup sevdiği veya kiminle bir yuva kurduğu, bireysel değerler ve hedeflere dayalı kişisel bir seçim meselesidir.

Şunu anladım ki, eşlerin kökeni veya uyruğu ne olursa olsun, ilişkiyi ortak ilgi alanları, hoşgörü, sevgi, saygı, anlayış ve duygusal bağ üzerine kurmak önemlidir. İletişim kanallarını açık tutmak, birbirine güvenip destek olmak da kritiktir. İyi birer “empatik dost” olmak için çaba göstermek önemlidir.

Eşlerin aynı etnik veya kültürel kökenden gelmesi, ilişkiyi kolaylaştırabilir, ancak bu, ilişkiyi sürdürmenin garantisi değildir. Eşler, farklı etnik veya kültürel geçmişe sahip olsalar bile, sağlıklı ve mutlu bir ilişki sürdürebilirler.

Sonuç olarak, ben 24 yıl önce hayatımı Rusya’nın Tver şehrinden bir kadınla birleştirdim, böyle bir karar verdiğim için de çok mutluyum.

Türkler Moskova’ya ne zaman gitti?


Fuad Safarov

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Rusya’da yayın yapan İslami Ansiklopedi sitesi, Türklerin Moskova’da geçmişi konusunda ilginç bir araştırma yaptı.

Araştırmaya göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun elçilerinin Moskova ziyaretleri 16. yüzyılda başladı. Tarihçilere göre ikili ilişkiler Karadeniz’deki ticaret yolları aracılığıyla 1497’de resmen kuruldu. Bu tarihten sonra Osmanlı ve Rus Çarlığı arasında savaşlar, ittifaklar, yardımlar ve dostluklarla süren dönemler yaşandı.

Rus tarihçi Sergey Belokurov’a göre, ilk dönemlerde Türklerin Moskova’da sürekli bir yeri bulunmadığı için kent merkezindeki Kitay-Gorod semtinde kalıyordu. 1709 yılında ise Türk elçiler Kremlin Sarayı’nın Krutitski Manastırı’nın avlusundaki binaya yerleşmeye başladı.

Makaleye göre, Moskova’da ilk Türklerin çoğu savaşta ele geçirilen esirlerdi. 1665 yılına ait belgelerde “Türk Maşay” ve “Türk Ahmet” diye iki isim geçiyor. Rus tarihçilere göre, o dönemlerde Moskova’nın Müslüman topluluğuna Türkler de dahil olmaya başladı. Bu Türkler ya Rusya’ya gelen tacirler ya da savaş esirleriydi. Savaş esirlerinin Rus Ortodoksluğunu kabul ettiği belirtiliyor.

1811 yılında Moskova’da 35 Türk’ün yaşadığını belirten Rus tarihçiler, 19. yüzyılın ortalarında Moskova’da Türk uyruklu kişilerin sayısının arttığına işaret ediyor. Bunların çoğunu Osmanlı’da yaşayan Ermeni, Rum, Süryani kökenli vatandaşlar oluşturuyordu. Örneğin, 1873 yılında Türk tacir Şerif Osman’ı Moskova’da tanımayan yoktu.

Araştırmada, “Rusya ve Türkiye arasında kadim tarihi ilişkilere rağmen, Moskova’da Türk topluluğu genelde SSCB’nin son yıllarında oluşmaya başladı. SSCB döneminde Moskova’daki Türklerin çoğu siyasi mülteciler ve komünistlerdi. Örneğin, Nazım Hikmet burada uzun süre yaşadı ve toprağa verildi” denildi.

Kayıtlara göre, Moskova’da 1989’da en az bin Türk vatandaşı yaşıyordu. Rus ekonomi dergisi Delovıe Lyudi’e göre 1998 yılında Rusya başkentindeki Türklerin sayısı 15-20 bindi. Bugün ise Türk topluluğu temsilcilerine göre Moskova’da yaklaşık 40 bin Türk yaşıyor.

Sovyet döneminde Moskova’da yaşayan Türklerin çoğunun Rus vatandaşlığına geçtiğini belirten araştırma, ortak evli sayısının da fazla olduğunu dikkat çekiyor.

"Moskova, aşkı arayan yalnız kadınların şehridir..."


 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Bu tespit, Moskvichmag'da yazdığı yazıda Moskova'daki yalnız kadınlara dair gözlemlerin anlatan Aleksey Belyakov'a ait. Bir akşamüstü, Moskova’nın Belorusskaya semtindeki "Kofemania" kafesinde yaşanan küçük bir sahne, yazar Aleksey Belyakov’un gözlemlerine ilham vermiş. Belyakov, yazısında, Moskova’nın kadınlarının aşkı bulmak için verdiği mücadeleyi, mizah ve melankoliyi harmanlayarak anlatıyor: "İki genç kadın masalarından kalktı, bana yer verdiler. Şakayla karışık, 'Gitmeyin, gelin biraz daha oturalım,' dedim. Gözlerinde umut parladı. Sonra ekledim, 'Şaka yapıyorum, kızımla buluşmam var.' Kadınlar hayal kırıklığıyla 'Peki, ne yazık,' diyerek ayrıldılar."

Moskova'nın kadın nüfusunun erkeklere kıyasla neredeyse bir milyon fazla olduğuna dikkat çeken Belyakov, "Bu şehirde kadınlar aşkı arıyor, ama erkekler ya korkak ya da bencil," diyor. Kimi erkeklerin kadınların ilgisini çıkarcı bulduğunu, kimilerinin ise sadece kendilerini sevdiğini belirtiyor: "Moskova’da erkekler genelde aynalarda kendilerini izlemekten başkalarını fark etmiyor. Hele de biraz da pintiler, çünkü Moskova kadınları modern, feminist ve kendi hesaplarını ödeyecek kadar özgür olsa da, sonuçta bir ilişki çaba ve duygu ister."

Yazar, kadınların özellikle 40 yaş sonrası yalnızlıkla mücadele ettiğini dile getiriyor: "Kadınlar kırklı yaşlardan sonra 'artık umut yok' derken bile, kalplerinde minik bir ihtimalle metroda, kafede, sinemada bakış arıyorlar. Umut, her akşam son metro kalkana kadar sürüyor. Sonra eve dönüp, 'Belki yarın' diyorlar." Moskova’daki kadınlar için aşk arayışının, metro kartları ve indirimsiz alışveriş kuponları arasında kaybolan bir umut olduğunu vurguluyor.

Son sahnesinde Belyakov, bir akşam kafesinde karşılaştığı bir çifti anlatıyor: "Adam ve kadın, ilk buluşmalarında, mesafeli ama umutlu. Kadının boynunda lila bir fular, adamın kravatı yok. Onları izlerken içimden ‘Lütfen birbirinize şans verin’ diye geçiriyorum. Kadın, lütfen elini geri çekme, adamın dokunuşuna izin ver. Sonra birlikte eve gidin, o soğuk şehre karşı birbirinizi sarın, pencereden kar tanelerine bakın. Bu şehrin kışında birazcık sıcaklığa herkesin ihtiyacı var. Özellikle senin, lila fularlı Ritalar…"

Rusya 90'ların reformlarını tartıştı: Nerede yanlış yaptık?


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya’nın önde gelen politikacıları ve ekonomistleri, 1990’lı yılların başında yapılan ekonomik reformların yanlışlıklarını ve bu deneyimlerden çıkarılması gereken dersleri tartışmaya açtı. 

RBC ve Moskova Devlet Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nin ortak projesi kapsamında düzenlenen "Ekonomi Üzerine Diyaloglar" başlıklı toplantıda, hızlı fiyat liberalizasyonu, özelleştirme, vergi sistemi ve "kriminal" özelleştirme gibi konular masaya yatırıldı. Katılımcılar, 1990’lı yılların hatalarının bugünkü Rusya’nın ekonomik ve siyasi yapısına olan etkilerini değerlendirdi.

Politikacı ve ekonomist Grigoriy Yavlinskiy, 1990’lı yıllarda uygulanan reformların başarısız olduğunu, bu nedenle Rusya’nın bugün karşı karşıya olduğu sorunların temelinin o yıllara dayandığını vurguladı. 

Yavlinskiy, önerdiği "500 gün" programının küçük ve orta ölçekli özelleştirmeyle başlayarak halkın birikimlerini değerlendirmesini öngördüğünü belirtti. Ancak Boris Yeltsin’in fiyatları bir gecede serbest bırakarak, bu süreci plansız şekilde yönettiğini ve sonucunda 1991 Aralık’ta %14 olan enflasyonun bir yıl sonra %2600’e yükseldiğini söyledi. Ayrıca, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kredi desteği karşılığında Yeltsin’i farklı bir yol izlemeye teşvik ettiğini ifade etti.

Ekonomist Aleksandr Auzan ise, fiyatların ani şekilde serbest bırakılmasının ardında ciddi ekonomik baskılar olduğunu, örneğin 1991 sonunda birçok şehirde sadece birkaç günlük gıda stoğu kaldığını ve askeri müdahale olasılığının tartışıldığını belirtti. 

Auzan, halkın taleplerine karşılık vermek için farklı çözümler üretilebileceğini, ancak bu süreçte hızlı bir dönüşümün neredeyse kaçınılmaz olduğunu kaydetti. Ona göre, ani geçişin zararı büyük olsa da, o dönemde zaman baskısı altında farklı bir yol bulmak zor olurdu.

Bloomberg Economics’ten Aleksandr Isakov, 1990’lı yıllardan çıkarılacak en önemli dersin, büyük ekonomik şoklara karşı sağlam döviz ve mali rezervlere sahip olmanın zorunluluğu olduğunu vurguladı. 

Isakov, o dönemde Rusya’nın yeterli rezerv biriktirememesinin ekonomik kırılganlığı artırdığını ve bu durumun, enflasyon ve finansal krizlerle birleşerek toplumda uzun süreli güvensizlik yarattığını ifade etti.

"Alfa-Bank" Başkanı Oleg Sysuyev, o dönemde Rusya’nın rezervlerinin neredeyse sıfıra yakın olduğunu ve kriz anlarında merkezi otoritenin dahi ihtiyaçlara yanıt veremediğini belirtti. 

Sysuyev, 1991 sonunda Samara’ya vali olarak atandığında şehirde iki günlük gıda stoğu bulunduğunu ve yolları temizleyecek yakıtın dahi olmadığını, bu yüzden Yeltsin’in kredi arayışına mecbur kaldığını söyledi.

Ayrıca, Yavlinskiy ve Auzan, "tramvay hırsızı" olarak adlandırdıkları "dolaylı" vergi sisteminin, halkın vergileri doğrudan görmemesi ve ödememesi nedeniyle siyasi sorumluluk mekanizmasını zayıflattığını savundu. Bu sistemin, siyasi popülizmin yükselmesine, büyük şirketlerin ve çıkar gruplarının siyaseti etkilemesine ve demokratik süreçlerin erozyona uğramasına zemin hazırladığı ifade edildi.

Son olarak, hem Yavlinskiy hem de Auzan, 1990’lı yılların ekonomik yapısının, Rusya’nın ranta dayalı ekonomik modeline geçişine zemin hazırladığını, bu durumun ise ülkenin uzun vadeli kalkınmasını engellediğini belirtti. 

Yavlinskiy, Rusya’nın artık sadece enerji ve doğal kaynaklara dayanarak ilerleyemeyeceğini, kendi otomobillerini, bilgisayarlarını ve teknolojilerini üretmesi gerektiğini söyledi. Auzan ise, Rusya’nın sahip olduğu beşeri sermayeyi değerlendirmesi ve bağımsız bir ekonomik kalkınma stratejisi oluşturması gerektiğini vurguladı.


22 Mayıs 2025 Perşembe

Petroviç: Moskova’da eski Sovyet tipi bir klüp, bar-restoran

 


https://www.club-petrovich.ru/

 

Moskova’da zamanın durduğu, eski Sovyet tipi bar ve restoranları tadında bir şeyler yemek, içmek ve eğlenmek, dans etmek istiyorsanız Petroviç Klüp-Restoranı’nı mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Sonrasında müdavimleri arasına katılırsınız belki.

Ne malum?

Mekan Moskova’da merkezde, kolay ulaşılır bir yerde. Adresi, Myasnitskaya st., 24/7с3.

Metro Turgenevskaya’ya 390 metre, Chistye Prudy’ye 320 metre uzaklıkta.

Restoran "Petroviç", Sovyet döneminin atmosferine dalabileceğiniz bir mekan. Restoranın iç mekanı retro tarzda tasarlanmış olup, özel bir rahatlık ve nostalji atmosferi yaratıyor.

Karar verip gitmeden önce fikir edinmek için basında çıkan şu yazılara bir göz atın.

(Kaynaklar: "Капитал", "Аргументы и Факты",
"Огонек", "Эксперт", "Вечерняя Казань",
сайты - fashionlook.ru, NewsPepper.ru, hroniki.obozrenie.ru, Вести.Ru ve diğerleri.)


... Moskova'nın yarısı, Chistye Prudy'deki meşhur mahzene giden yolu biliyor - hem başkentin yerlileri hem de misafirleri (ikincilerin arasında çoğunlukla yabancılar). Televizyon yıldızları ve halkla ilişkiler uzmanları, haberciler ve bankacılar, bohem kalabalık ve kimliği belirsiz sosyal sınıfların temsilcileri hafta içi ringa balığı ve soğanla birlikte yüzlü bardaklarda votka içerler ve hafta sonları çılgınca dans ederler:

... Moskova'da en az onlar kadar ünlü bir yer de Chistye Prudy'de bulunan Petrovich kulübüdür. Yevgeni Primakov (duvarda buna uygun bir fotoğraf var), Kakha Bendukidze ve hatta Boris Berezovski'nin kendisi ve kimliği belirsiz genç bir hanım buradaydı. Görgü tanıklarının ifadesine göre, şarap içip kısa sürede olay yerinden ayrıldılar. Kulüp, Devlet Duması milletvekilleri, önemli halkla ilişkiler uzmanları ve ünlü televizyon kişilikleri arasında oldukça popülerdir. "Petrovich"in sahiplerinden biri de ünlü karikatürist Bilzho'dur...

... Andrey Bilzho'nun karikatürleri vardı. Yoldaş Petroviç de onların yanında. Ve onları asacak yer yoktu. Böylece sevimli ve şirin restoran "Petrovich" açıldı ve Bilzho'nun şaheserlerine -tüm duvarlarına ve içindeki tabaklara- ev sahipliği yaptı. Karikatürlerin yanı sıra, Sovyet vatandaşının yüreğine dokunan şeyler de iç mekanı hareketlendiriyor: pikaplar, dikiş makineleri, çekmeceli dolap, o görkemli zamandan kalma giysilerin asılı olduğu askılar, farklı boyutlarda sandalyeler. Menü genel ruh haline uymaya çalışıyor: meyve salatası "Michurin Hediyeleri", patatesli mantar "Köyde Yaz", mersin balığı şiş "Asla Unutulmayan"...

... "Petrovich" adlı restoran ve kulübün en iyi yanı tasarımı. Örneğin burada neredeyse hiç aynı sandalye yok - hepsi farklı, sanki yazlık evlerden ve eski apartmanlardan toplanmış gibi. Duvarlar, "Burun akıntısı ve tedavisi" gibi Komsomol kartları ve broşürleriyle, ayrıca Puşkin Aleksandr Petroviç, Kobzon Joseph Petroviç, Prenses Diana Petrovna'nın büstleriyle süslenmiş. Barmenler ve garsonlar da, kulübün ideolojik lideri olan sanatçı ve psikiyatrist Bilzho'nun karikatürlerindeki kült karakterler gibi, hep Petroviçler ve Petrovnalar. Bu arada karikatürleri burada son tuzluk dahil her yeri süslüyor...

İnsanlar anneannelerininki gibi eski bir radyoyu, eski bir Soyuz-Apollo sigara paketini gördüklerinde, bizlerin de bir kısmının bu eski şeylerden ve onların anılarından oluştuğunu anlıyorlar. Burada o dönemin kitsch propagandasına iyi niyetle gülüyorlar - bu, Sovyet aydınlarının mutfaklarının ruhuna uygun bir ironidir - çoğu zaman insanın düşüncelerini özgürce ifade edebileceği tek yer burasıdır:

... "Petrovich" herkese hitap etmiyor, sadece mizah anlayışı gelişmiş olanlara hitap ediyor. Diyelim ki masa "Lavman" yazısının yanında olsun veya "Vali'nin Bacağı" numaralı tahta ayağın yanında olsun. Tuvaletlerdeki "Petrovich, sen ne biçim bir insansın M" (erkekler tarafında) ve "Sen Petrovna, F'sin" (kadınlar tarafında) yazıları kulüpte küçüklerin bulunmasını yasaklıyor. Menüde siyah havyarın bir porsiyonuna "Paul Robeson" ibaresinin, yaban turpuyla birlikte dilin ise "Genel Sekreter" ibaresinin eklenmesi, siyasi açıdan doğrucu, ideolojik açıdan tutarlı vatandaşları öfkelendirecektir. Karabuğday lapasıyla sosisli "İş gezisinde Petrovich" yemeği gurmelerin hoşuna gitmeyecektir. Ama en azından herkes sevinmeli ki, "Petrovich" sevimli küçük şeylerle birlikte, günümüze imzamız olan "Sovyet" servisimizin kültürünü aktarmadı...

... "Petrovich"in Rus-Sovyet mutfağına sahip olduğuna dair yorumlar okudum. Bu tartışılır. Kulübün atmosferi kesinlikle ne Polinezya ne de Fransız havası. Ama mutfak yine de karışık, oldukça fazla Avrupa yemeği var. Mesela fondü. Elbette, iplerle tutturulmuş eski tip bir ofis klasöründe size servis edilecek menüde Sovyet döneminin hitleri de yer alıyor - Kiev tavuğu, kürk manto altında ringa balığı ve daha birçok nostaljik yemek...

... Menüden hafızamdan birkaç alıntı yapacağım. Başkentin salatasına da "Kremlin çanları" deniyor. Domuz filetosuna sarılı bifteğin adı nedense "Moon Rover". Tuzlanmış ve salamura edilmiş sebze çeşitlerini - "Sovyetler Birliği Büyükelçisi"ni nasıl buldunuz? Ya da havyarlı krep - "Irkçılığa hayır!"? Fondü bile bürokratik direktifler tarzında yazılmış talimatlarla birlikte geliyor. Bir nokta hafızanıza kazınıyor - "Alkollü kişilere fondü satılmaz" ve sonra daha da komik hale geliyor - kaynayan yağın sıcaklığını parmağınızı içine sokarak ölçemezsiniz...

... Menünün her sayfasında şu sözler yazılı - "Petrovich seni seviyor". Birçoğunun "Petrovich" diye karşılık verdiğini ve başka bir şey bilmek istemediğini biliyorum. Bazı insanlar akşamları canlı müzikten (genellikle caz) hoşlanırlar. Böylesine özgün bir iç mekanı başka bir yerde bulmak mümkün mü? - diye soruyorlar. İçerisi gerçekten ilgi çekici. Burada eski dairelerde hâlâ bulunabilen birçok şeyin koleksiyonunu bulacaksınız. Eski bir akordeon, dergi dosyaları, siyah-beyaz bir televizyon, bugünün standartlarına göre gülünç sayılabilecek bir telefon, çok sayıda tabela, eski fotoğraflar, belgeler...

Dileyenler kitap raflarından Brejnev'in "Bakir Topraklar"ını, "SBKP 22. Kongresi Materyalleri"ni, o dönemin "Ogonyok" dergilerini alıp rahatça okuyabilirler...

... "Petrovich"e henüz gitmemiş ve burası hakkında hiçbir şey duymamış olanlar, bu işletmeye özgü önemli bir özelliği bilmelidirler. Garip olan şu ki, bu mahzene giren herkes Petrovich oluyor. Ancak bu, en hafif tabirle, gıyaben de yapılabilir: Ünlü Petroviçlerin heykeltıraşlık resimlerinin panteonunda Vladimir Petroviç Mayakovski, Yuri Petroviç Gagarin ve bilinen bir nedenden ötürü kulübü şahsen ziyaret etme fırsatından mahrum bırakılan, ancak Petroviçler topluluğuna dahil edilen diğer kişiler de yer alır...

... Duvarlarda Brejnev ve Gagarin fotoğrafları, bilgisayar kutusu büyüklüğünde radyolar, Pakhmutova ve Yan Frenkel'in şarkıları, kırmızı kravatlı öncüler ve okul üniformalı öncü kızlar - bunların hepsi eski bir haber filminden görüntüler değil, Petroviç kulübünün iç mekanıdır. Geçtiğimiz günlerde Radyo Retro'nun burada yayına dönüşünü kutlaması hiç şaşırtıcı değil. "Genç Leninistler" etkinliğe gelen tüm ünlü kişileri neşeyle selamladı: Svetlana Konegen, şair ve gerçekleri anlatan İgor İrtenev, Andrey Bilzho ve onlar gibi diğerleri. Öncü kızlar Sovyet döneminden kalma lezzetleri salonda gezdiriyorlardı: kürk manto altında ringa balığı, kara ekmekle domuz yağı, pirzolayla patates...

 

Aleksey Belyakov:

Açıkçası hâlâ var olması beni bile şaşırttı. "Petroviç". Myasnitskaya'nın efsanevi kulübü. Yaratıcı aydınların, zeki alkoliklerin ve sevimli asalağın cenneti. Beş yıldır, belki daha fazla zamandır oraya gitmiyorum. Ve o sadece hayatta değil, akşamın geç saatlerinde bir sürü insan var, ebedi Ryzhenko gösterişli bir şekilde keman çalıyor ve sarışın garson kız maskesinin altında bile hala gülümsüyor.

Kulüp 90'lı yıllarda açılmıştı ve o zamanlar liberal ve tüm şair ve sanatçıların dostu olan Misha Leontyev'in orada nasıl sarhoş olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Ama ben Misha'dan daha fazla sarhoş olup sarışın garsonu rahatsız ettim.

Kulüp yirmi üç yıldır varlığını sürdürüyor. Yirmi, kahretsin, üç. Moskova için bir fenomen, her şey birinci ve ikinci arasındaki dönemden bile daha hızlı değişiyor. Pilot, Metelitsa, Manhattan Express, Ptyuch ve OGI çoktan unutuldu. Diaghilev yandı ve Vermel de yakın zamanda kapandı.

Ve Myasnitskaya'daki bu bodrum katı bir burç gibi duruyor. Neşeli, sarhoş yüzleriyle sırıtıyorlardı. Bilzho'nun tasarımları hep aynı saçma "ortak" tasarım, hatta sandalyeler bile aynı görünüyor. Ve menü! Menü aynı kalıyor. Bu beni bitirdi. Aynı domuz yağını bir parça siyah ekmekte, aynı ringa balığını patateste, Olivier salatasını, jöleyi ve çok sevdiğim yaban turpu votkasını gördüm. Ringa balığı yedim, jöleli et yedim, domuz yağı yedim ama yaban turpu votkası içmedim, ki bu elbette bir utançtı, çünkü uyumu yakalayamadım. Nefret edilen Sovyet şarkıları eşliğinde dans etmeye başladığınız o hal.

Bütün ülke değişti. Yaşlandık. Misha Leontyev, uzun zamandır yenilmez Rosneft'in üst düzey yöneticilerinden biriydi. Ve sadece "Petrovich" aynı.

İşte istikrar burada yatıyor. Burada zaman durup, jöleli et gibi mutlulukla dondu.

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Dostoyevski, Çağının Bir Yazarı


Erhan Sunar

Kaynak: https://oggito.com/

 

Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine dönüştürmez romancıyı.

Yazar biyografileri yaşamsal detaylarla dopdolu olabilirler, bilgi yüklü olabilirler, felsefi veya açıkça soruşturmacı da olabilirler, ama bunların hepsini birden, büyük bir denge içinde, üstelik bitmek bilmez sayfalar boyunca verebilme bahsinde, herhalde Joseph Frank’ın anıtsal Dostoyevski biyografisi ile yarışacak ölçekte başkalarını bulmak zor olurdu. Ama Joseph Frank bu altından kalkılması epey zor görünen çalışmayı, sayfaları, bölümleri birbirine bağlayan öyle bir içgörü ile kuruyor ki kitabın hacmi gerçek anlamda bir Dostoyevski sevgisi karşısında görünmez oluveriyor. Sıkmayan, yormayan, romancının evrenine kısmen veya bütünüyle uzak okurları da kapsayacak ilgi uyandırıcı yanlarıyla Dostoyevski, Çağının Bir Yazarı sadece romanlar arasında ilişkili sinir uçları yakalamasıyla değil, kimi kez –fazla polemiğe ya da bilgi gösterisine dönüştürmeden– başka biyografi ve düşünce kitaplarıyla kurduğu bağlar ve daha çok da Herzen, Turgenyev, Bakunin gibi dönemin önde gelen Rus entelektüelleri, Fransa’dan, Almanya’dan, İngiltere’den (Dostoyevski’nin özlemle ve huzursuzlukla bağlı olduğu Avrupa’dan) birçok isimle birleştirdiği içeriğiyle de son derece önemli bir çalışma. 

Bu çalışmanın en temel argümanlarını elbette, daha en başından, Dostoyevski’nin yirmilerinde tanınmamış bir yazar adayıyken geliştirmeye başladığı, tuhaf, açıklaması güç içgüdülerle sürdürdüğü ve daha sonrasında, hayatının sonuna dek de geliştirmekten vazgeçmeyeceği, sosyalizme ve halkçılığa, Hıristiyanlığın içinden seslerle, müdahalelerle dolu cevapları, itirazları oluşturuyor. Yazarlığının olgunluk dönemlerinde açıkça bir çarlık taraftarına da dönüşen ve Batı karşısında güçsüz kalmayı sindiremeyen, bunu ise Rusların dinsel veya etnik kökenlerine inmek gibi yollarla sınırsız bir tartışmaya açan –birbirlerinin yansımaları veya çeşitlemeleri gibi görünen– karakterleriyle Dostoyevski, Joseph Frank için, biraz hızla ve çıkarımlarla bahsettiği çocukluk yıllarından itibaren sanki hep aynı kalmaya yazgılı bir hayat sürüyormuş gibi görünür. Saflığını annesine, kuşkuculuğunu babasına bağlar biyografi yazarı: Böylelikle henüz romanlarının bu anlamdaki baş döndürücü evrenine eğilmeden önce neden Freud’un ünlü ve ününü az da olsa gene çıkarımlara borçlu makalesini tartışmaya açtığını, romancının 1840’larda dahil olacağı Petraşevski grubuna bağlılığını da böyle bir saflık ve kuşkuculuk çevresinde değerlendirmekten neden geri durmadığını bu ilk tespit yoluyla iyice açık etmiş olur – hayatı boyunca, didişecek daha yüksek bir merci bulmaktan yorulmayan romancı için, Freud’un kısa yoldan baba düşmanlığı ve katli diyeceği şey Joseph Frank’a o kadar net görünmez. Psikanalistin, romancının geçireceği ilk sara nöbetini babasının ölümüyle baş gösteren suçluluk ıstırabıyla birleştiren vurgusu, biyografi yazarına göre oldukça kurgusaldır (çünkü romancı, mektuplarına bakılacak olursa, ilk nöbetini o tarihten sonra geçireceği gibi, bu ölüm karşısında özel bir rahatsızlık da duymamıştır). Dolayısıyla onun baba, Tanrı veya din ve devlet benzeri odaklar önünde kapılacağı, dinmeyen bir halk sevgisi ve özverisi yoluyla gene romanlarına sızacak; derin duygulanmaların izlerini taşıyan suçluluk bilincini gençliğinde simgelediği anlamıyla çok daha sonraki evrelerinde de bulmak bizi şaşırtmaz. Üstelik Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler gibi, hayatın yasalarıyla büyük problemler içinden temas kuran (ve bu problemleri o yasalara karşı üstün ahlâkî sorumluluklara çeviren) daha büyük romanlarına geçmeden olur bunlar. En özlü ifadesini Kumarbaz romanına da sonradan dahil olacağı haliyle yazarın Avrupa kumarhanelerinde çektiği parasızlık ve ıstırap görünümlerinde bulan, Joseph Frank’ın maddesel, gündelik ve hep daha yüce olan ne varsa onunla büyük bir açmaza düşmüş bu hayattan kelimelere geçirdiği, tekrarlanıp durur gibi görünen yaşamsal detaylardan ördüğü sayfalar dolusu bilgi de, yavaş yavaş öyle gelir ki, kendi etrafında durmadan bir çevre, dairesel bir algı oluşturmuş olur. Rusya karşısında Avrupa; kölelikle, toprak sorunlarıyla uğraşan bu ülkenin karşısında Avrupa şehirleri ve kumarhaneleri; Tanrı’nın öğütlediği kanaatkâr yaşam karşısında hep daha fazlasını –kumarda– aramak; yolunu gözleyen bir aile ve uzakta, Avrupa’da bu durumdan ölesiye vicdan azabı çekmek, para istemek ve gene para istemek… Kumarbaz üzerine bölümü artık sonlandırırken Joseph Frank her ne kadar bu romanı birebir romancının hayat öyküsü gibi okumamak gerektiğini söylese de, insan pekâlâ daha sonra oluşacak diğer büyük romanların da bir kumar masasında, para kaybetmişken ve paranın anlamını sorgularken (bir yanıyla dinsel her türlü buyruğu da geçersiz kılan böylesi simgesel şartlarda) filiz verdiğini düşünebilir. Delikanlı’yı okurken, on yıl öncesinin bu kumar borçlarını, para mefhumunu romancının başka bir kılıfa soktuğunu düşünebiliriz. Keza Suç ve Ceza’da para ihtiyacının neden ve ne yolla gerçekleşeceğini, ne anlama geleceğini de: Dostoyevski’nin ancak görece ünlü olduktan sonra maddesel ihtiyaçlarla dolu hayatından bambaşka meselelerle kaynaşan romanlar çıkardığını söylemek, en az onun ateistleri veya Rusya karşıtlarını (Turgenyev gibi) tartışmak için belirsiz bir geleceği beklediğini de söylemek olurdu ki, Joseph Frank da hemen birkaç satır sonrasında, Kumarbaz’ın romancının kendi kafasında durmadan aşırıya kaçan Rus insanıyla kurduğu bağla derinden ilgili olduğunu söylemeden bırakmaz. Dostoyevski’nin 1840’larda yirmili yaşlardayken girdiği Petraşevski grubundan kopuşu nasıl bir tartışma halinde zihninde ömür boyu sürmüş ve uzun yıllar sonra Cinler gibi büyük bir romana girebilmişse, tesis etmeye çabaladığı daha yüce bir hayatın en küçük, en değersiz maddi dayanakları da onun yakasını hiç bırakmayacaktı. (Bir üvey oğlu vardı, ölen kardeşinin ailesi vardı, kendi ölen çocukları vardı, çıkarıp batırdığı dergiler vardı, kendi sağlığı için Avrupa’da danışması gereken hekimler vardı… Yeryüzündeki hayatın iyilik ve erdem temelini, maddi varlığını ve istikrarını sosyalizmden mi, Tanrı inancından mı, yoksa çocukların ölebildiği, eziyet görebildiği daha saçma bir düzlemden mi edinmemiz gerektiği, tam da bu nedenlerle, küçük ve değersiz sayılabilir miydi?) Kaldı ki, ününün doruğunda olduğu hayatının son senelerinde Berlin’de (Almanlardan öfkeyle bahsettiğini öğreniyoruz) bir dostuna borç para verirken, yiyecek içecek satın alırken, taksilere binerken, karısı Anna’ya kendisini beş yaşındaki bir çocuk gibi yorgun hissettiğini yazarken bir yandan da bütün bu masrafları kafasında evirip çeviren bir romancı söz konusu. 

Çok açıktır ki Dostoyevski bir kere sorduğu soruyu bir daha soruyordu, Joseph Frank ise kısa veya uzun aralıklarla, yoğun veya gelişigüzel bir havayla sorulmuş bu soruların özüne inmeyi, çelişkisel yönlerini, neden sorulmuş olabileceklerini tartışmaya açıyor. Bu tartışmanın kendine dönük, romanların dünyasından pek kopmayan bir tarafı olduğu için, yüzyıl ortalarının “Yeni Eleştiri” sözcülerine zaman zaman yakın durduğunu –referanslarını ölçülü tutmasını, romanların içerikleriyle biçimlerini pek ayrıştırmamasını vs.– düşünmek de mümkün, ama büyük oranda değil. Böyle bir algı yanılsamasına ancak romancının son dönem üç-dört büyük romanına eğildiği, bu arada hayatından öğelere uzunca aralar verdiği sayfalarda izin verir Joseph Frank ve verdiği gibi de şaşırtır: Kendine dönüklüğü kendisinden önceki çalışmalara ya da ekollere bir temasa çevirmez ve romancı üzerine diğer çalışmalarla giriştiği çok ufak tefek fikir ayrılıklarını da dipnotlara hapsedecek kadar dikkatle doludur. Bazen, büyük romancının derin bir huşuyla irdelendiği sayfaların biri tarafından yazılıyor olduğunu bile unutuyor olmamız, kendine pay çıkarmayan ve zorluğu kendi üslubunda veya paradoksal, karmaşık işleyişinde değil gene romancının evrenindeki karmaşada aramamız gerektiğini ima eden bu önemli çalışmanın değerini ancak ağır ağır görmemizi de sağlıyor. Sözgelimi ilk on sayfalardan birinde Dostoyevski’nin hiçbir romanında mutlu çocukluk çağrışımlarının fazla oluşunu göremeyeceğimizi tespit etmesi, onun romancının bu yaşam öğelerini derinden hissetmemiş olmasını ileri sürmesine yol açmaz ve yüzlerce sayfa sonrasında Karamazov Kardeşler’de Alyoşa’da anlam bulacak çocukluğa o büyük inancı (ki ölen çocuğunun da adı Alyoşa’dır) ve İvan’ın bu konudaki heyecan dolu fikirlerini yeniden okumuş oluruz. Joseph Frank, İvan’ın, yeryüzündeki bu küçük canlar bu kadar acı içindeyken Tanrı iradesiyle barışmanın mümkün olup olmayacağını haykıran konuşmalarını hatırlatır… Sahnedeki neredeyse tümüyle Dostoyevski’dir, aradan usulca çekilen Joseph Frank onun kendi romanları üzerine notlar, günlükler tutma heyecanını da paylaşır ki günlüğündeki bir pasaja bakacak olursak o bile Karamazov Kardeşler’deki abartıların, aşırıya vardırılmış düşüncelerin ve üslubun kendisine değil İvan’a ait olduğunu inatla söyler: Fransızların mise en abyme diyecekleri bir algılama oyunu değilse de buna Joseph Frank’ın hep daha diptekine yönelen bakışı diyebiliriz, belki de en derinde ne varsa dürüstçe görme, tespit etme çabası. 

Kitap boyunca Dostoyevski, tıpkı dünyanın tam merkezinde diğer herkes için acı çeken tipik bir karakteri gibi, bir yandan Rusya’nın on dokuzuncu yüzyıl fikir kavgalarının, toplumsal-siyasal manzaralarının merkezinde de görünür. Bakunin’le anlaşamaması, her şeyi kolay tarafından, tümüyle devrimci şiddet sonucu mahkûm etmek istemeyişinden ileri gelir. Çernişevski o ünlü “yararcı akıl” yaklaşımıyla zaten daha üstün manevî yönelimleri ıskalamıştır. Herzen, Avrupa’dan dönmeyen sanki gönüllü bir sürgündür ve Turgenyev de, daha beteri, Rusların insanlığa bir semaverden fazlasını armağan edememiş olduğunu sabuklayan biri (yaşamının son yıllarında Dostoyevski bir yazar buluşmasında onu bir de seyircilerin önünde küçük düşürmeye çalışacaktır)… Tolstoy, imrenmeyle mi öfkeyle mi karşılanması karar verilemeyen, belki de her iki duyguyla da itiraz edilmesi gereken bir toprak beyidir ve romanlarındaki derinlik yoksunluğu da buradan kaynaklanır… Neçayev, daha yirmili yaşların bir hakikate dönüşen devrimci şiddet karşıtlığına sonradan ancak bir parantez olabilecek düzen ve çarlık düşmanı biridir… ve dahası: Joseph Frank, büyük romancının bütün bu entelektüel figürler için sadece romanlarında izdüşümler yarattığını belirlemekle kalmaz, kendisine daha cennetvari ikinci bir hayat bile bahşedilmiş olsa onun gene bir inanç uğruna (bu para inancı da olabilir, çara suikast inancı da, Batıcılık da, dinsizlik de) her birini bitmez tükenmez ayrımlara, içsel darbelere ve kaçınılmaz olarak karşılarında diz çökülecek mizansenlere mahkûm edeceğini sezdirir. Çalışmasının girişinde yazacağı gibi, bir Dostoyevski karakteri başkalarının nezdinde hiç de gurur okşayıcı veya saygın bir durumda görünmez ve bunun ıstırabını, bir şeye yaramayacak öfkesini taşır. Dolayısıyla yaşamında yeri olan bütün bu insanları, her günkü duyguları ve heyecanları, diye kitabın bu kez sonlarında yazar Joseph Frank, romanlarına soktuğu fikirlerle bu ölçüde çelişen bir yazar daha bulmak zordur. 

Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine dönüştürmez romancıyı. Onun insan ruhuna derinlemesine nüfuz edebiliyor olmasını, iki uzak kutuptan birer örnek bulunacak olursa, ne Nabokov gibi küçümser ne de biyografisini yazmış Stefan Zweig gibi aşırı ve heyecan içinde över. Nasıl romancı için duyguyla ideoloji arasında bir fark yok ise, bunu özellikle vurgulayan Joseph Frank için de çalışmasının duygusuyla içeriği arasında pek bir fark yoktur. Elbette biyografi türünün ancak daha kötü veya üstünkörü örneklerinde yazarının ayan beyan duygularına rastlamak daha mümkündür, ama Joseph Frank’ın sakince gelişen yazısı, bağlar kura kura gene de inceden bazı hissedişler de önerir. Asla başı sonu belli tek bir cümleye dönüşmeyen bu hisler, her defasında ya bir bilgi parçasıyla ya da bir analizle yan yanadır ki onları kimi kez oldukça tutumlu kullanılan tasvir edici sıfatlarda bulmak bile seyrekleşebilir. Bu nedenle de onu cümlelerini, tespitlerini seveceğimiz bir araştırmacı gibi değil, gerçek anlamda bir kültür emekçisi gibi de karşılarız. 

Romancının hayat dönümlerini uzun veya görece daha kısa tutuyor olması, Joseph Frank için bir tercihten önce belli ki bir gereklilik: Sözgelimi sahte bir infaz kararını titremeyle bekleyen diğer mahkûmlar gibi Dostoyevski’nin de öncelikle Ölüler Evinden Notlar’da, ama daha sonrasında aslında hayatının bütününde ve her zerresinde yansıtmaktan vazgeçmeyeceği ünlü Sibirya anıları ve yıllarını, veya Petraşevski grubuna katılımına ayırdığı sayfaları, gene Karamazov Kardeşler’deki “Büyük Engizisyoncu” meseline derin ilgisini hep bazı kritik safhalar gibi görebilmemizi istiyor gibidir. Bu durum, Kumarbaz’a daha kısa bir yer ayırmış olmasını, yukarıda da kısmen değindiğim gibi, romanın temas ettiği yaşamsal yönlerin azlığından veya beceriksizce yazılmış olmasından vs. ileri gelmiyordur ama: Sonuçta Cinler’in veya Karamazov Kardeşler’in ancak bin yılda bir görülecek büyük romanlar olduğunu, okumamışsak bile, Joseph Frank’ın beğenilerini analizlerinin ihtişamına saklayabilen tavrından anlamaya başlarız. Cinler hakkında bir yerde, büyük bir siyasi roman olduğunu söyler, ama romanın siyasetinden ne anlamamız gerektiğini dönemin gazete haberlerinden Dostoyevski’nin karşılaşmalarına, tuhaf metafizik deneyimlerine, bir anıdan bir hikâye çıkarabilme yeteneğine, kişileri dönüştürebilme, inanç ve inançsızlık girdaplarına sürükleyebilme becerisine dek bir sürü temas noktasına dikkatimizi çekerek belirlemiş de olur. Joseph Frank’ın biraz uzunca konularına girer gibi olduğu her bir roman yazısını, o konulara bakarken oluşturmakta olduğumuz kendi kişisel görüşlerimizle diyaloga girebilen pasajlar takip eder – bunu ise nesnelliğe, dürüst ve demokratik bir bakış açısına sahip sakince tartışmacı bir üsluba borçlu olduğunu bile düşünebiliriz. 

Dostoyevski, Avrupa’daki hekimlerin de bir çaresini bulamadığı müzmin bir sara hastasıydı (bir oğlu da uzun süren bir nöbetin ardından bu hastalıktan can verecekti), zaman zaman geçirdiği kasılmaların, çökkünlüklerin ve nöbetlerin sürüp giden büyük yapıtına çok şey taşıdığını söyleyenler olmuştur. Onun sırf fiziksel görünümünden bir tuhaflık, peygamberimsi bir yan veya halktan bir acı izlenimi çıkaranlar da: Sözgelimi hayatının son dönemlerinde onu gören bir vikont, ki bu tanıklığı aktaran Joseph Frank bu soylu adamın yansız bir gözlemci olduğunu belirtir, yaşamı boyunca hiç böyle seğirmelerle, sinir tikleriyle dolup taşan acı dolu bir yüz görmediğini yazmıştır. Başka bazı tanıklara, romancıyla konuşma fırsatı bulmuş bazılarına göreyse, sizin bir Avrupalı oluşunuzu öğrenecek olması çehresindeki bu yoğun acı izlerini bir anda gururlu bir öfkeye çevirmeye yetiyordu. Budala’daki Prens Mışkin karakterinde daha açık bir ifadesini bulan bu gerçeğe göre, bir sara nöbetinin tam gelmekte olduğu an en güzel çehrenin neredeyse bütün bir evrene ve zamana açıldığı bir esrime kesitiydi, olduğunuz kişi olmaktan çıkıyordunuz. Joseph Frank, romancının bu yönüne eğilirken de,ona bir peygamber veya aziz değil, her zamanki anlamıyla sadece bir sara hastası gözüyle bakıyor ve gene onun gibi bu hastalıktan büyük düşler kurmanın yerinin hayatın ve bir ailenin tam ortası değil, belki daha geniş ve güzel düşünülmüş bir roman olacağını ima ediyor. Dostoyevski’nin en güzel romanları buna tanıktır. 

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Sovyet filmlerinin neden modern Rus sinemasından daha iyi olduğu kabul ediliyor?


Kaynak: https://dzen.ru/

 

Sinema üzerine yapılan her tartışmada er ya da geç şu cümle duyulacaktır: "Eskiden daha duygulu filmler yapılırdı" ya da "Eskiden daha iyiydi". Sovyet filmleri bugün hâlâ izleniyor. Alıntılanıyor, tekrar tekrar izleniyor, hatta bazı pasajlardan yola çıkılarak mizah içerikli yazılar bile yaratılıyor. Ve modern resimler çoğu zaman birkaç yıl, hatta daha da erken unutuluyor. Neden?

Bugün Sovyet sinemasının, modern Rus sinemasından tam olarak hangi konularda daha iyi olduğuna detaylı bir şekilde bakacağız. Ve inanın bana: Bunun nedenleri göründüğü kadar açık değil. Ve sonunda, günümüz filmlerine yeniden muhteşemlik kazandırabilecek küçük bir ayrıntıyı öğreneceksiniz.

Atmosfer ve sıcaklık

Sovyet filmlerinin kahramanları neden sanki bütün hayatları boyunca birbirlerini tanıyormuş gibi tanıdık gelir? Çok basit: İzleyiciler bu filmlerde kendilerini, komşularını, arkadaşlarını ve akrabalarını gördüler. Yapay teknikler kullanılmadan yaratılan resimler sıcaklık ve samimiyetle dolu; canlı bir diyalog, tanıdık bir yaşam ve anlaşılır sorunlar.

Yapımcılar sıradan insanların dilini konuşmaktan çekinmediler. Hiçbir duygusallık yok, sadece samimi duygular ve gerçek hisler var.

Senaryoların kalitesi

Sovyet dönemi senaryo yazarları sadece metin yazmıyorlardı; her hikayeyi yaşıyorlardı. Basit cümleler bile dürüst oldukları için kulağa delici geliyordu. "Bu senin jöle balığın ne iğrenç bir şeymiş!" - Hatırlıyor musun? Basit kelimeler, ama çok fazla anlam ve duygu! Bu arada, bu Yuri Yakovlev'in tamamen doğaçlamasıydı.

Senaryolar titizlikle inceleniyor, yönetmenler ve senaristler kimi zaman şu veya bu sahneyi yerleştirebilmek için sanat kuruluyla uzun ve zorlu tartışmalara girmek zorunda kalıyorlardı. Örneğin, "Elmas Kol" filmindeki birçok sahnenin "kesilmesi" bile düşünülüyordu ama Leonid Gayday, küçük bir hileye başvurarak, filmin nükleer patlama içereceğini söyleyerek onları savundu. Sanat konseyi sonunda her şeyin olduğu gibi bırakılmasına izin verdi, ancak nükleer patlamanın kaldırılmasını emretti.

Ancak günümüzde senaryolar, moda olma ve ticari başarı sağlama çabasıyla çoğu zaman bu canlılığını yitirmektedir. Sonuçta güzel ama içi boş diyaloglar ortaya çıkıyor. Bunlar hiç kimse tarafından kontrol edilmiyor ve bunun sonucunda bazen (ama her zaman değil) eski KVN oyuncularından gerçek bir "vahşilik" alıyoruz ve sadece onlardan değil.

Modern filmlerin (özellikle komedilerin) pek çok yazarı, bazen uygunsuz olabilecek küfürler kullanarak izleyiciyi etkilemeye çalışır. Tuvalet temalarının mizah amaçlı kullanılması ise daha da vahim. Örneğin, aynı isimli YouTube kanalındaki blog yazarları tarafından filme alınan "Directly Kakha" adlı filmi (film kelimesi için özür dilerim) ele alalım.

Oyunculuk

Oyunculukla ilgili olarak Sovyet sineması lehine çok sık bir argüman ileri sürülür. Sovyet aktörler her şeyden önce bireylerdi. Sadece ekrana değil, sahne arkasına da yetecek kadar başarılıydılar. İzleyici şunu hissetti: İşte karşımızda yaşayan bir insan var, bir karakter ya da uydurulmuş bir maske değil. Smoktunovski, Evstigneev, Mironov, Leonov - son kareye kadar samimiydiler.

Günümüzde pek çok oyuncu sadelikten ve samimiyetten yoksundur. İzleyici güzel bir resme değil, gözlerine ve yüreğine inanır. Birçok oyuncu, başka bir imajı canlandıramadığı için sadece tek bir rolün oyuncusu olarak kalır. Ama yine de, hangi filmde olurlarsa olsunlar, kamera karşısında harika olan, çok yönlü, iyi Rus aktörler de var.

Daha da kötüsü, filmlerde çoğunlukla oyunculuk mesleğiyle alakası olmayan kişilerin rol almasıdır. Ve sadece cameo (kendileri veya başka bir filmden bir karakter olarak epizodik görünüm) için eklenmeleri sorun olmazdı, ancak onlara sıklıkla başroller verilir.

Evet, müzisyenlerden, blog yazarlarından, KVN oyuncularından, yönetmen ve sanatçı eşlerinden vs. bahsediyorum. Birçoğu kendileri bile çalamıyor. Tamamen farklı bir karakteri canlandırmak hakkında neler söyleyebiliriz? Mesela "Arkadaşların Dostları" filminde şarkıcı Nyusha'nın oyunculuğunu izlemek imkânsızdı. Ve eğer Kirkorov filmde yer alırsa, o kadar vasat bir oyunculuk sergiliyor ki, filmi hemen kapatmak istiyorsunuz.

"Ekstra parlaklık" yok

Sovyet sineması karmaşık şeylerden, özel efektlere veya reklama gerek kalmadan, basitçe nasıl bahsedileceğini biliyordu. Evet, vardı ama çok belirgin değildi. Bütün dikkat kişiye, onun hislerine, duygularına, deneyimlerine yöneldi. Kahramanlar bize daha yakındı çünkü onlar da bizim gibiydiler: parlaklık, photoshop yok ve kusursuz bir resim.

Çağdaş sinema, ekranda olup bitenlerin samimiyetini ve gerçekçiliğini bastıran efektlerle çok sık dolduruluyor. Sonuç olarak güven ve o yakınlık kayboluyor. Ve Timur Bekmambetov'un filmlerini izlediğinizde, sanki sadece uzun bir reklam izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz, çünkü filmlerinde reklam entegrasyonunun sayısı ölçülemeyecek kadar fazla.

Kaba sözlerin yokluğu

90'lı yıllardan itibaren yazarlar filmlerini sıklıkla bayağılıkla doldurmaya başladılar; bu, Sovyet sinemasında böyle değildi. Hayır, elbette Sovyet sinemasında vücudun bazı kısımlarının teşhir edildiği bazı öğeler vardı, ama orada bunlar organik görünüyordu.

Örneğin, "Çizgili Uçuş" filminde Yevgeny Leonov karakterinin banyodan kaplandan kaçtığı sahnede çıplak poposunu ele alalım. Burada vurgulanan, oyuncunun çıplak görünümü değil, korkudan çıplak bir şekilde dışarı koşmasıdır.

Değerler ve Mesaj

Sovyet sinemasında her şeyin ne kadar basit ve aynı zamanda karmaşık olduğunu görmek şaşırtıcı... "Kaderin İronisi"ni açıyorsunuz ve içinizde bir yerlerde sıcaklık hissediyorsunuz. Kış yürüyüşünün ardından ahududu reçeliyle çay içmek gibi. Orada her şey açıktır: İyilik kazanmalı, insan en iyiye çabalamalıdır ve gerçek her zaman basittir, tıpkı şehrin dışında bulunan Kruşçev döneminden kalma tuğla bir bina gibi.

Zira Sovyet filmleri sadece hikayeler anlatmıyordu; adeta talimat veriyor, hatta bazen sizi elinizden tutup hayata yönlendiriyor gibiydi. Aynı "Moskova Gözyaşlarına İnanmaz"ı ele alalım: Ne mesaj ama! Mucize beklemeyin, her şey sizin elinizde. Ya da "Aşk ve Güvercinler" de aile mizahının ardında basit bir gerçek gizlidir: En önemli şeyler her zaman yakındadır ve bir anlık zayıflık yüzünden onları kaybedemezsiniz.

Peki, bugün ne görüyoruz? Genel örüntüyü ayırt etmenin zor olduğu bir anlam mozaiği. Ve modern filmler tamamen boş değil - sadece simgesel yapılar sanki ekrandan çıkmış, gizlenmiş ya da bizimle şaka yapmaya karar vermiş gibi görünüyor. Bakıyorsunuz, resme kaptırıyorsunuz kendinizi ama salondan yeni bir düşünceyle, uzun süre aklınızda kalacak bir düşünceyle çıkmıyorsunuz nadiren... Eskiden resim öğretilir, sorular sorulur, hatta bazen izleyiciyle tartışılırdı. Peki şimdi? Sanki her şey bir eğlence fonksiyonuna indirgenmiş gibi.

Günümüzde değer yönelimleri daha az belirgin hale gelmiş, bu da filmlerin derinliğini yitirmesine ve izleyicinin izledikten sonra düşünmesine olanak vermemiştir. "The Best Day Ever" filminin değerleri nelerdir? "İçki iç ve hile yap - yine de affedileceksin." Öyle mi oluyor? "Doğrudan Kakha" filminden hiç bahsetmeyeceğim. Filmde hak ettikleri değeri görmeyen, iğrenç karakterler gösteriliyor.

Yeniden yapımlar

Ve tabii ki yeniden yapımları da unutmayalım. Son 20 yılda kült Sovyet filmlerinin kaç tane yeniden çevriminin, devam filminin ve parodisinin vizyona girdiğine dikkat edin: "Kaderin Cümlesi 2", "Ofis Aşkı", "Kafkas Tarzında Kaçırma", "Paralı Beyler" vb.

Yazarlar Sovyet filmlerinin yeniden çevrimlerini çekiyorlar çünkü bunların asla unutulmayacak, gerçekten ikonik filmler olduğunu ve birçok izleyicinin temelde aynı filmleri, ancak modern gerçekliklerle izleyeceğini biliyorlar.

Ama dürüst olalım: Yeniden yapımların büyük çoğunluğu düşük kalitede ve pek de ilgi çekici olmuyor. Bunlara bakılacak ve unutulacaklar. Ve Sovyet orijinalleri her zaman hatırlanacaktır.

Ve sonra başka bir soru ortaya çıkıyor. "DMB" (bu filmi de severim), "Strict Regime Vacation", "Boomer", "Heat" vb. filmlerin 20-30 yıl sonra yeniden çevrimini yapacak olan var mı? Bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz.

"Ördek Yavrusu Sendromu" ve Karşı Argümanlar

Şimdi bana çürük domates atacaklar herhalde ama bunu söylemekten kendimi alamıyorum. "Ördek Yavrusu Sendromu" diye bir şey var. Bu kavram, bir insanın sadece kendi zamanında olanı en iyi olarak kabul etmesi anlamına gelir.

Sovyet filmlerini izleyerek büyüyen Sovyet halkı, bu filmlerin kendi zamanlarında yapılmış olması nedeniyle en iyi filmler olduğunu düşünüyor. Birçok izleyici, Rus aktörlerin Sovyet aktörlerden çok daha kötü performans gösterdiğini hemen iddia ediyor. Ancak gerçekte durum böyle değil. Modern Rusya'da, ruhuyla hareket eden bir hayli muhteşem aktör var.

Kabul ediyorum, başarılı modern Rus filmleri de var. "Efsane No. 17", "Dikey Geçiş", "Aritmi", "Seçim Günü", "Erkekler Ne Konuşuyor" gerçekten de değerli filmler.

Ve 90'lı yıllarda, genel tabloya rağmen, çok sayıda kaliteli ve ilgi çekici film de vizyona girdi. En azından " Uçak Rusya'ya Uçuyor" , "Haberci Gönderelim Mi", "Sen Benim Tekimsin" , "Her Şey Güzel Olacak", "Hırsız" gibi filmleri ele alalım.

Bu filmler Sovyet filmlerinden ne daha kötü ne de daha iyi. Bunlar sadece farklı bir zamanı ifade ediyor, dolayısıyla onları karşılaştırmanın özel bir anlamı yok.

Bir filmin ne zaman yapıldığı önemli değil; önemli olan size kişisel olarak nasıl hitap ettiğidir. Sovyet sineması bu gerçeği biliyordu.