Yücel Kayıran
Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/
Kültürel
çalışmalar bağlamında üç kitabın öneminden söz edeceğim: 1- Büyülü Koro: Lev
Tolstoy'dan Aleksandr Soljenitsin'e XX. Yüzyıl Rus Kültür Tarihi, 2- Karanlıkta
Fısıldaşanlar: Stalin Rusya'sında Özel Yaşam, 3- Tırnak ...
Kültürel çalışmalar bağlamında üç kitabın öneminden söz
edeceğim: 1- Büyülü Koro: Lev Tolstoy’dan Aleksandr Soljenitsin’e XX. Yüzyıl
Rus Kültür Tarihi, 2- Karanlıkta Fısıldaşanlar: Stalin Rusya’sında Özel Yaşam,
3- Tırnak İçinde Ölüm: Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler... Kültürel
çalışmalar konusunda kuşkusuz başka önemli kitaplar da söz konusu. Fakat bu
konudaki kitaplar, konu alanı bakımından Batı Avrupa ile Amerika’yı saha
edinmiş çalışmalar. Sözünü ettiğim bu kitapların, konu alanı bakımından ayırıcı
özelliği, Sovyet Rusya’yı nesne edinmiş olmasında ortaya çıkıyor. Stalin
dönemiyle veya Lenin sonrası Rusya’sıyla ilgili kitaplar da yok değil. Ama bu
kitaplar da, yaygın olarak, ya anti-komünist bakış tarzını ya da Sovyet resmi
ideolojisinin bakış tarzının izlerini taşırlar ve epistemolojik bakımından ya
bazı bilgilerin eksik olduğu duygusu verirler ya da bazı bilgilerin gizlendiği
duygusunu. Bu nedenle de, tarih ve kültürel çalışmalar bağlamında değil,
politik mücadele bağlamında yer alırlar. Bu kitaplardan söz ederken, kuşkusuz
bir karşı olma veya taraf olma durumundan değil, artık bir anlama durumunda
olduğumuzdan söz ediyorum.
Lenin sonrası Rusya derken kastettiğim, tahmin edileceği
gibi, 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nin neye döndüğü durumudur. Stalinist
terörün yönlendirip biçimlendirdiği şekliyle komünist partisi ile Sovyetlerdir
söz konusu olan. Bu dönemi anlamaya yönelik kitaplardan biri olan
‘Stalinizm’de, Slavoj Zizek, bu dönem için, “Stalinci Sovyetler Birliği”
ifadesini kullanır. Lenin’den ‘Seçme Yazılar: Devrim Demokrasi Sosyalizm’e
yazdığı önsözde, Paul Le Blanc’ın vurguladığı gibi, bu süreçte, Lenin’in
‘demokratik merkeziyetçilik’ kavramı, Stalinist şemada, yerini, “üyelerin
fikirlerini ve bilgiyi merkezi önderliğe ‘demokratik’ biçimde aktarması”
anlayışına bırakmıştır. Stalinist parti, işçi sınıfının değil, ‘halkın’ partisi
olarak tanımlar kendini. Partinin, bu bağlam sürecinde, işçi sınıfının bilinci
olma durumundan bir terör aygıtı haline gelmesini şöyle açıklamaktadır, söz
konusu kitabında Zizek: “sıradan bireyler onları aşan, onları asıl anlamlarına
kör eden tarihsel olayların içine düştükleri zaman, yani bilinçleri ‘sahte’
olduğu zaman, devrimci bir kadro olayların doğru (‘nesnel’) anlamına erişimi
sağlar, yani kadronun bilinci doğrudan tarihsel zorunluluğun kendisinin
özbilincidir.” Dolayısıyla, Stalinist olamayan Bolşeviklerin “emperyalist
gericilikle” suçlanmaları, söylemsel olarak dayanağını bu argümandan alır:
“Sizin niyetleriniz iyi olabilir, halka yardım etme arzunuz da içten olabilir,
ama yine de, nesnel olarak, iddia ettiğiniz şey, mücadelenin bu hassas anında,
gerici kuvvetlere bir destek anlamına gelir.”
Stalinist terörün temelindeki bir mantık bu ise diğeri de,
20. yüzyıl siyasetinin bütün ülkelerde ortaya çıktığı şekliyle ‘öç alma’,
‘intikam alma’ fikridir. Dolayısıyla binlerce Sovyet vatandaşının ‘halk
düşmanı’ olarak suçlanmasının temelinde yer alan fikir de, ‘öç lama’ fikridir.
Orlando Figes, ‘Karanlıkta Fısıldaşanlar’da, “Stalin’in 1928’de Parti önderliğini
ele geçirmesinden sonra, yarattığı sistemin değilse bile terör döneminin sona
erdiği 1953’teki ölümüne kadar süren çeyrek yüzyıl içinde ölçülü tahminlere
göre yaklaşık 25 milyon insan Sovyet rejimince bastırıldığına” dikkat çekmekte
ve bunun da 1941’de 200 milyona varan Sovyet nüfusunun yaklaşık sekizde biri
olduğunu söylemektedir. Figes’in verdiği bilgiye göre, bu 25 milyon kişi, kızıl
terörde, “infaz mangalarınca kurşuna dizilen insanlar, Gulag mahkûmları, ‘özel
yerleşme’lere gönderilen ‘kulaklar’, çeşitli türden köle işçiler ve
yurtlarından edilen milletlerin mensuplarından oluşmaktadır. Karanlıkta
Fısıldaşanlar, bu terör döneminin, kişisel ve ailevi yaşam üzerindeki etkisini
irdelemekte, dolayısıyla sıradan Sovyet vatandaşlarının iç dünyasına ışık
tutmaktadır. Figes, özellikle, bu terör döneminde, soylu ailelerden gelenlerin
veya burjuva kökenli olan çocukların ya da ‘kulak’ çocuklarının, kamusal
yaşamda Sovyet normlarına uyarken, özel yaşamlarında ailesinin Hıristiyan
değerlerine karşı çekimini hissetmeleri gibi ikili bir yaşam sürdürmeleri
durumunda ortaya çıkan aile ahlakı üzerinde yoğunlaşıyor. Ve “...aileler,
Sovyet sisteminin kamusal hedefleriyle ve ahlak ilkeleriyle çatıştıkları
durumlarda, kendi geleneklerini ve inançlarını koruyup çocuklarına aktarmayı
nasıl başardıkları” sorunu üzerinde odaklaşıyor.
Sovyet sisteminin yıkım süreci
Sovyet sisteminin yıkım süreci
Büyülü Koro’ya gelince... Solomon Volkov, ‘Büyülü Koro’da,
birinci hükümet ile ikinci hükümet arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Volkov,
Rusya’da, büyük yazarın ikinci hükümet olduğuna dikkat çekiyor. Örneğin,
Gorki’nin, Stalin döneminde, Stalin’in gözdesi olarak ‘ikinci adam’ durumuna
gelmesinin, dünyada bir başka örneği yoktur ya da Sovyet sisteminin yıkım
sürecinin, Soljenitsin’in Gulag Takımadaları adlı yapıtının Batı’da
yayımlanmasıyla başlamasının. Bu bakımdan, Volkov’a göre, kültür ile politika
hiçbir zaman birbirinden ayrılacak şeyler değildir. Ve bunun en ayırıcı
örneğini 20. Yüzyıldaki Rus kültürünün kaderi oluşturur. Bu, tabii, kültür
(sanat, edebiyat) ile politikanın Türkiye’deki ilişkisi üzerinden anlayacağımız
bir durum değil. Türkiye’de büyük yazar hiçbir zaman ‘ikinci hükümet’ durumuna
gelmemiştir. Ama anlamaya da çalışmak gerekir.
Cioran, Ekim Devrimi’yle ilgili yorumunda, “Rus halkının,
iki büyük yazarın, Tolstoy ile Dostoyevski’nin galeyanına geldiğini söyler.
Olgusal bakımdan muğlâk olan bu yargının, edebi temellendirmesinin de, pek
olanaklı olmadığı düşünülebilir. Bununla birlikte Çehov’u hesaba katmak bize
ışık sunacaktır. Vanya Dayı, Vanya Dayı’nın finalinin bir yerinde, “Benden bir
Tolstoy, bir Dostoyevski olurdu!” der. Cioran’ın formülleştirdiği şey,
Çehov’daki bu edebi olanın tarihsel ebediliğidir.
Ancak Türkiye’deki durum üzerinden düşünme eğilimiyle açık
seçik kılınacak bir tarihsel ebedilik değildir bu. Büyük Rus yazarlarında söz
konusu olan, yazarın okurunu etkilemesi, onu politik alanda yönlendirmesi
durumu değil, daha fazlası olarak, yazarın okuru, okur konumundan çıkararak bir
tarih-vatandaşına dönüştürmesi, onu kendi benlik durumuna yükseltmesi
durumudur. Okur, yazarın benlik düzeyine yükseltilerek, tarihin-özne benliğine
getirilmektedir. Türkiye’de ise, özellikle 1980’den sonra, yazarın, okur
karşısında bir ‘kahraman’ durumuna gelişinden söz etmek gerekir. Vatandaş
yazar, vatandaş okur karşısında başarılı olmayı gerçekleştirmiş kişi durumunda
olmasından dolayı, okur, benlik bakımından yükseltilmemekte, tam tersine daha
aşağıya itilmektedir. Bu nedenle, Rusya’daki durumu anlamak pek kolay değil.
‘Tırnak İçinde Ölüm’ hakkında daha önce başka bir bağlamda
yazdığım için tekrar üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağım. Ama bu kitabın,
özellikle Vladimir Mayakovski ile Marina Tsvetayeva’ya odaklandığı bölümlerde,
politikanın şairin varoluşu üzerindeki etkilerinin ne olduğunun irdelenmesi
bağlamına da dikkat çekerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder