Moskova

Moskova

2 Haziran 2016 Perşembe

Lenin'den sonra Rusya

Yücel Kayıran

Kültürel çalışmalar bağlamında üç kitabın öneminden söz edeceğim: 1- Büyülü Koro: Lev Tolstoy'dan Aleksandr Soljenitsin'e XX. Yüzyıl Rus Kültür Tarihi, 2- Karanlıkta Fısıldaşanlar: Stalin Rusya'sında Özel Yaşam, 3- Tırnak ...

Kültürel çalışmalar bağlamında üç kitabın öneminden söz edeceğim: 1- Büyülü Koro: Lev Tolstoy’dan Aleksandr Soljenitsin’e XX. Yüzyıl Rus Kültür Tarihi, 2- Karanlıkta Fısıldaşanlar: Stalin Rusya’sında Özel Yaşam, 3- Tırnak İçinde Ölüm: Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler... Kültürel çalışmalar konusunda kuşkusuz başka önemli kitaplar da söz konusu. Fakat bu konudaki kitaplar, konu alanı bakımından Batı Avrupa ile Amerika’yı saha edinmiş çalışmalar. Sözünü ettiğim bu kitapların, konu alanı bakımından ayırıcı özelliği, Sovyet Rusya’yı nesne edinmiş olmasında ortaya çıkıyor. Stalin dönemiyle veya Lenin sonrası Rusya’sıyla ilgili kitaplar da yok değil. Ama bu kitaplar da, yaygın olarak, ya anti-komünist bakış tarzını ya da Sovyet resmi ideolojisinin bakış tarzının izlerini taşırlar ve epistemolojik bakımından ya bazı bilgilerin eksik olduğu duygusu verirler ya da bazı bilgilerin gizlendiği duygusunu. Bu nedenle de, tarih ve kültürel çalışmalar bağlamında değil, politik mücadele bağlamında yer alırlar. Bu kitaplardan söz ederken, kuşkusuz bir karşı olma veya taraf olma durumundan değil, artık bir anlama durumunda olduğumuzdan söz ediyorum. 

Lenin sonrası Rusya derken kastettiğim, tahmin edileceği gibi, 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nin neye döndüğü durumudur. Stalinist terörün yönlendirip biçimlendirdiği şekliyle komünist partisi ile Sovyetlerdir söz konusu olan. Bu dönemi anlamaya yönelik kitaplardan biri olan ‘Stalinizm’de, Slavoj Zizek, bu dönem için, “Stalinci Sovyetler Birliği” ifadesini kullanır. Lenin’den ‘Seçme Yazılar: Devrim Demokrasi Sosyalizm’e yazdığı önsözde, Paul Le Blanc’ın vurguladığı gibi, bu süreçte, Lenin’in ‘demokratik merkeziyetçilik’ kavramı, Stalinist şemada, yerini, “üyelerin fikirlerini ve bilgiyi merkezi önderliğe ‘demokratik’ biçimde aktarması” anlayışına bırakmıştır. Stalinist parti, işçi sınıfının değil, ‘halkın’ partisi olarak tanımlar kendini. Partinin, bu bağlam sürecinde, işçi sınıfının bilinci olma durumundan bir terör aygıtı haline gelmesini şöyle açıklamaktadır, söz konusu kitabında Zizek: “sıradan bireyler onları aşan, onları asıl anlamlarına kör eden tarihsel olayların içine düştükleri zaman, yani bilinçleri ‘sahte’ olduğu zaman, devrimci bir kadro olayların doğru (‘nesnel’) anlamına erişimi sağlar, yani kadronun bilinci doğrudan tarihsel zorunluluğun kendisinin özbilincidir.” Dolayısıyla, Stalinist olamayan Bolşeviklerin “emperyalist gericilikle” suçlanmaları, söylemsel olarak dayanağını bu argümandan alır: “Sizin niyetleriniz iyi olabilir, halka yardım etme arzunuz da içten olabilir, ama yine de, nesnel olarak, iddia ettiğiniz şey, mücadelenin bu hassas anında, gerici kuvvetlere bir destek anlamına gelir.” 

Stalinist terörün temelindeki bir mantık bu ise diğeri de, 20. yüzyıl siyasetinin bütün ülkelerde ortaya çıktığı şekliyle ‘öç alma’, ‘intikam alma’ fikridir. Dolayısıyla binlerce Sovyet vatandaşının ‘halk düşmanı’ olarak suçlanmasının temelinde yer alan fikir de, ‘öç lama’ fikridir. Orlando Figes, ‘Karanlıkta Fısıldaşanlar’da, “Stalin’in 1928’de Parti önderliğini ele geçirmesinden sonra, yarattığı sistemin değilse bile terör döneminin sona erdiği 1953’teki ölümüne kadar süren çeyrek yüzyıl içinde ölçülü tahminlere göre yaklaşık 25 milyon insan Sovyet rejimince bastırıldığına” dikkat çekmekte ve bunun da 1941’de 200 milyona varan Sovyet nüfusunun yaklaşık sekizde biri olduğunu söylemektedir. Figes’in verdiği bilgiye göre, bu 25 milyon kişi, kızıl terörde, “infaz mangalarınca kurşuna dizilen insanlar, Gulag mahkûmları, ‘özel yerleşme’lere gönderilen ‘kulaklar’, çeşitli türden köle işçiler ve yurtlarından edilen milletlerin mensuplarından oluşmaktadır. Karanlıkta Fısıldaşanlar, bu terör döneminin, kişisel ve ailevi yaşam üzerindeki etkisini irdelemekte, dolayısıyla sıradan Sovyet vatandaşlarının iç dünyasına ışık tutmaktadır. Figes, özellikle, bu terör döneminde, soylu ailelerden gelenlerin veya burjuva kökenli olan çocukların ya da ‘kulak’ çocuklarının, kamusal yaşamda Sovyet normlarına uyarken, özel yaşamlarında ailesinin Hıristiyan değerlerine karşı çekimini hissetmeleri gibi ikili bir yaşam sürdürmeleri durumunda ortaya çıkan aile ahlakı üzerinde yoğunlaşıyor. Ve “...aileler, Sovyet sisteminin kamusal hedefleriyle ve ahlak ilkeleriyle çatıştıkları durumlarda, kendi geleneklerini ve inançlarını koruyup çocuklarına aktarmayı nasıl başardıkları” sorunu üzerinde odaklaşıyor.

Sovyet sisteminin yıkım süreci

Büyülü Koro’ya gelince... Solomon Volkov, ‘Büyülü Koro’da, birinci hükümet ile ikinci hükümet arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Volkov, Rusya’da, büyük yazarın ikinci hükümet olduğuna dikkat çekiyor. Örneğin, Gorki’nin, Stalin döneminde, Stalin’in gözdesi olarak ‘ikinci adam’ durumuna gelmesinin, dünyada bir başka örneği yoktur ya da Sovyet sisteminin yıkım sürecinin, Soljenitsin’in Gulag Takımadaları adlı yapıtının Batı’da yayımlanmasıyla başlamasının. Bu bakımdan, Volkov’a göre, kültür ile politika hiçbir zaman birbirinden ayrılacak şeyler değildir. Ve bunun en ayırıcı örneğini 20. Yüzyıldaki Rus kültürünün kaderi oluşturur. Bu, tabii, kültür (sanat, edebiyat) ile politikanın Türkiye’deki ilişkisi üzerinden anlayacağımız bir durum değil. Türkiye’de büyük yazar hiçbir zaman ‘ikinci hükümet’ durumuna gelmemiştir. Ama anlamaya da çalışmak gerekir. 

Cioran, Ekim Devrimi’yle ilgili yorumunda, “Rus halkının, iki büyük yazarın, Tolstoy ile Dostoyevski’nin galeyanına geldiğini söyler. Olgusal bakımdan muğlâk olan bu yargının, edebi temellendirmesinin de, pek olanaklı olmadığı düşünülebilir. Bununla birlikte Çehov’u hesaba katmak bize ışık sunacaktır. Vanya Dayı, Vanya Dayı’nın finalinin bir yerinde, “Benden bir Tolstoy, bir Dostoyevski olurdu!” der. Cioran’ın formülleştirdiği şey, Çehov’daki bu edebi olanın tarihsel ebediliğidir. 

Ancak Türkiye’deki durum üzerinden düşünme eğilimiyle açık seçik kılınacak bir tarihsel ebedilik değildir bu. Büyük Rus yazarlarında söz konusu olan, yazarın okurunu etkilemesi, onu politik alanda yönlendirmesi durumu değil, daha fazlası olarak, yazarın okuru, okur konumundan çıkararak bir tarih-vatandaşına dönüştürmesi, onu kendi benlik durumuna yükseltmesi durumudur. Okur, yazarın benlik düzeyine yükseltilerek, tarihin-özne benliğine getirilmektedir. Türkiye’de ise, özellikle 1980’den sonra, yazarın, okur karşısında bir ‘kahraman’ durumuna gelişinden söz etmek gerekir. Vatandaş yazar, vatandaş okur karşısında başarılı olmayı gerçekleştirmiş kişi durumunda olmasından dolayı, okur, benlik bakımından yükseltilmemekte, tam tersine daha aşağıya itilmektedir. Bu nedenle, Rusya’daki durumu anlamak pek kolay değil. 


‘Tırnak İçinde Ölüm’ hakkında daha önce başka bir bağlamda yazdığım için tekrar üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağım. Ama bu kitabın, özellikle Vladimir Mayakovski ile Marina Tsvetayeva’ya odaklandığı bölümlerde, politikanın şairin varoluşu üzerindeki etkilerinin ne olduğunun irdelenmesi bağlamına da dikkat çekerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder