Mehmet
Aslan
Kaynak:
https://parsomenfanzin.com/
İlk olarak Andrei Tarkovski’nin “İvan’ın Çocukluğu”
filminde rastladım bu duruma.
Filmin ilk üç dakikasında işlenen barış teması ne kadar
güzeldir. Özgür doğada rastgele dolaşan küçük çocuğun gözünden insan, hayvan,
bitki ve diğer varlıkların kendiliğinden barış içinde birliği ve uyumu aydınlık
ve ferah bir yaz günü içinde resmedilir. Canlı-cansız her şey sanki mutluluk ve
sevgi fışkıran bir yaşam enerjisi yaymaktadır ortalığa. En sonunda, elinde bir
kova ile toprak yolda yürüyen annesine yetişir küçük İvan. Bir yandan heyecanla
annesine bir şeyler anlatırken, bir yandan da susuzluğunu gidermek için su dolu
kovaya eğilir. Annesi de sağlıklı, güzel ve güleç yüzlü bir genç kadındır.
Gülerek oğlunu dinlerken birden elini alnına doğru götürür,
kameranın bir başdönmesi gibi ani bir dönüş hareketi ile birden karanlığın
içine yuvarlanırız.
Hiçbir şey söylenmeden hemen anlarız. Savaş başlamıştır.
Daha sonra film, o kahrolası savaş süresince hep karanlık
ve ölüm kokan bir atmosferde devam eder. Ta ki 92. dakikada yeniden kaldığı
yerden, hani İvan’ın Annesinin elini alnına doğru kaldırışından itibaren yine
çocuklardan oluşan barış ve sevgi dolu aydınlık görüntülerle sona erer film.
Tıpkı bizim Nazım’ın şiirindeki gibi: “Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire: / aydınlık, alabildiğine aydınlık…”[1]
Ama hiçbir şey bedava değil. O sevgi dolu görüntülerden
hemen önce, savaşın sonuna doğru Berlin önlerinde yakalanıp çocuk yaşta asılan
İvan’ın son fotoğrafı şiddetli bir tokat gibi patlar yüzümüzde. Hiç bu kadar
nefretle dolu bir bakış görülmemiştir.
Hani Ülkü Tamer’in dediği gibi: “Bizim kelimemiz sevgidir,
/ ama sözlükte nefret daha önce gelir”[2]
***
1958 yılında Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü alan
Mikhail Kalatozov’un “Leylekler Uçarken” adlı filminde de aynı duruma
rastlarız.
İki genç aşık, Boris’le Veronica, aydınlık bir yaz günü
şehrin ortasından geçen Moskova Nehri boyunca dolaşırlar, koşup şakalaşırlar,
gülüşürler, eğlenirler. Aniden beliren bir arazözün püskürttüğü sularla
sırılsıklam olmak bile onların keyfini kaçıramaz.
Ama savaşın ve bombardımanın başladığı, filmin 34.
dakikasından itibaren artık görüntüler kapkaranlıktır.
En koyu karanlık ise filmin 82. dakikasındadır. Boris’le
birlikte savaşan bir arkadaşı ailesini görmeye geldiğinde Veronica bir leğende
çamaşır yıkamaktadır. Arkadaşı onun kim olduğunu bilmeden Veronica’ya Boris’in
öldüğünü söyler. Veronica hiçbir şey söylemeden elindeki sabunlu çamaşırı öyle
bir sıkar ki, herhalde bir damla su bırakmaz. Öylece, elindeki çamaşırla odanın
diğer ucuna kadar ağır ağır gider ve gelir. Biz de onunla birlikte elimizdeki
çamaşırı sıkarak gider geliriz ve aynı katlanılmaz acıyı hissederiz.
Herhalde böyle keskin bir acı görülmemiştir.
Yine de hayat devam eder. Filmin 84. dakikasında görüntü
tamamen karardıktan sonra yine Moskova Nehri kıyısında aydınlık bir güne
açılır.
Bize hiçbir şey söylenmeden anlarız ki, savaş bitmiştir.
Boris’in öldüğüne inanmayan Veronica, savaştan dönen
gazilerin arasında da Boris’i bulamayınca gözyaşlarına boğulur, ama bir yandan
da kucağındaki çiçekleri diğer gazilere dağıtmaya devam eder.
Aydınlık, alabildiğine aydınlık bir yaz günüdür. Hâlâ
ağlayanlar vardır ama savaş bitmiştir.
Dostoyevski’nin beni en çok çarpan eseri “Ezilenler”
olmuştu. Yıllar önce, başlayınca elimden bırakamamış ve birkaç gün içinde
bitirmiştim. Bu sürükleyici romanda olaylar birikiyor birikiyor ve Dördüncü
Bölüm’ün sonunda tepe noktasına vararak bir nevi infilâk ediyordu:
“Nelli odada yoktu, usulca yatak odasına kaçmıştı. Yanına
gittik. Kapının arkasına, köşeye sinmiş, bizden saklanıyordu. İhmenev onu
kucaklamak istedi. Nelli uzun, garip bir bakışla onu süzdü. Sonra kimseyi
tanımıyormuş gibi:
– Annem nerede, annem? dedi, titreyen ellerini bize
uzatarak. Nerede? Anneciğim nerede?
Birden korkunç bir çığlık attı, yüzü çarpıldı, müthiş bir
buhran içinde yere yığıldı…”[3]
Dostoyevski’nin eserlerini okuyanlar bilirler: Olaylar hep
karanlık, soğuk ve nemli ortamlarda geçer. Bu eserinde de daha başında bizi
alıp yine bu aynı netameli atmosferin içine sokar:
“Petersburg’un mart güneşini, hele gurubunu pek severim,
berrak, ayaz akşamlarda elbet. Ansızın parlak bir ışığa boğulan tüm sokaklar
parıldar. Evlerin hepsi ansızın ışıldamaya başlar sanki. Boz, sarımtırak, kirli
yeşil renkler bir anda tüm somurtkanlıklarını kaybederler, sanki içiniz birden
ferahlar, sanki biri sizi dirseğiyle dürtmüş gibi irkilirsiniz. Yepyeni bir
görüş, yepyeni düşünceler… Bir tek güneş ışığı insan ruhunda neler yapabiliyor,
hayret!”[4]
Şimdi siz bunları okuyunca içiniz ferahladı, Dostoyevski
hiç de söylendiği gibi karanlık meraklısı değilmiş diye düşündünüz değil mi?
Karar vermek için acele etmeyin. Dostoyevski, bu hayal dolu satırların hemen
arkasından mutad gerçeğine döner ve aşağıdaki gibi devam eder:
“Fakat güneş ışığı kayboldu; ayaz sertleşip burnumun ucunu
sızlatmaya başladı; alacakaranlık koyulaştı ve mağazalardan, dükkânlardan gaz
lâmbalarının ölgün ışığı sızmaya başladı.”[5]
Ve bu minval üzre devam edip gider.
Ama belki de bir tek bu eserinde, roman boyunca bir sürü
trajik olayların içinde sürüklenerek en sonunda balistik bir patlama ile yere
kapaklanan yorgun ve bezgin okuyucuyu sanki biraz insaf edip dinlendirmek ve
sakinleştirmek ister gibi, hemen arkasından gelen bölüme şöyle başlar
Dostoyevski: “Haziran ortası. Sıcak, boğucu bir gün; şehirde kalmak imkânsız:
Toz, kireç, inşaat, kızgın kaldırımlar, buhar… Ama yine talihimiz varmış,
ansızın gök gürledi, hava yavaş yavaş karardı, rüzgâr şehirde ne kadar toz
varsa bir bulut halinde önüne katarak sürükledi. Birkaç iri yağmur tanesi usul
usul düştü, arkasından birden gök yarılırcasına bir sağanak boşandı, şehrin
üzerine bir nehir dolusu su akıttı. Yarım saat sonra güneş yeniden parlayınca
kulübeciğimin penceresini açtım, temiz havayı yorgun göğsüme doya doya çektim.”[6]
Oh be! Dünya varmış. Dostoyevski’de, bundan başka bir
örneğini okuyan varsa lütfen haber versin, onu da zevkle okuyayım. Demek ki
isterse Dostoyevski bile cennet gibi ferah ve mutlu bir atmosfer
yaratabiliyormuş.
Tıpkı yıllardır dönüp dönüp okumaktan bıkmadığım Ahmet
Muhip Dıranas şiiri gibi:
“Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı..
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.”
***
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra doğan bizim kuşak hiç
savaş yaşamadı. En azından “topyekûn savaş” görmedi. Yukarıda anlattığım her
şey ya beyaz perdede seyredildi ya da kitaplarda okundu. Yani hikâye gibi gelse
yeridir…
Ama bugünlerde ne kadar ciddi olduğunu henüz bilemediğimiz
bir takım karşılıklı restleşmeler görünüyor, aniden kara bulutlar toplanmaya
başladı, karanlık çökmek üzere. Zaten savaştan çıkmış gibi bir haldeyiz,
inşallah bir de “topyekûn savaş” karanlığına sürüklenmeyiz bu gidişle.
Aşkın güzelliğiyle dolu, apaydınlık günler dileğiyle…
[1] Nâzım Hikmet, Bütün Şiirleri,
YKY 2008, s. 748.
[2] Ülkü Tamer, Yanardağın
Üstündeki Kuş, YKY 1998, s. 199.
[3] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Ezilenler,
T. İş Bankası Yayınları, 2017, Çev. Nihal Yalaza Taluy, s. 366.
[4] A.g.e., s. 1.
[5] A.g.e., s. 2.
[6] A.g.e., s. 367.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder