Moskova

Moskova

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Beyaz gecelerde Moskova


Nedim Gürsel
Hürriyet


Sovyetler Birliği’nın dünyayı titrettiği yıllarda Moskova tarihi eserleri, anıtlarıyla anılan başkentten çok ideolojik merkeze benzerdi. Soğuk Savaş döneminin krizlerinde tüm dünya Washington’la Moskova’yı nefesini tutarak izlemişti.

Bugün Moskova tüm Rusya’daki zenginliğin yüzde 80’ini barındıran bir dünya metropolü. Çekici, merak uyandırıcı ve çok canlı. Caddelerinde, meydanlarında büyük çelişkiler içiçe. Bir yanda çılgınca harcanan servetler, diğer yanda yoksullar; bir yanda şen kahkahalar atan dünya güzeli şık kızlar, diğer yanda toplu ulaşım araçlarındaki yoksul, bezgin yüzler; bir yanda Stalin döneminin asık yüzlü binaları, diğer yanda gökdelenler, alışveriş merkezleri. 28 yıl arayla ikinci kez geldiğim şehirde, dünü ve bugünü karşılaştırdım.

Bu üçüncü gelişim Moskova’ya, ilkinde Paris’ten bir Tupolev’e binmiştim, yalnızca uçak değil zaman da eskiydi, yani Brejnev döneminin sonları. Bir varmış bir yokmuş gibi, Sovyetler Birliği dağılmadan önceydi, 1983 kışı. Nâzım Hikmet’in izini sürmüştüm 10 gün boyunca, kentin altını üstüne getirmiştim... “Puşkin Alanı” adlı öyküm, Leningrad’ı da kapsayan bu ilk yolculuğun ürünüdür. “Raskolnikov’un Odası” ile Seyir Defteri’nde Moskova üzerine yazdıklarım da. Soyuz Psateley, yani Yazarlar Birliği’nin konuğuydum. Yalnız dolaşmam pek mümkün görünmüyordu. Resmi bir programım, otomobil ve şoförüm, bir de rehberim vardı. O zaman bugünkü gibi hayvansı bir enerji saçmıyordu Moskova, caddelere özel araçlardan, Mercedes ve ciplerden çok kamyonlar hâkimdi. Lenin’in, Dirjinski’nin heykelleri yerlerinden sökülüp nehir kıyısındaki o küçük parka konulmamış, gökdelenler ve alışveriş merkezleriyle lüks mağazalar açılmamıştı. Adım başında pizzacılar, Mc Donalds’lar, herhangi bir Batı metropolünde görebileceğiniz sık kahveler yoktu. Yine de, bugünkü gibi şık ve güzeldi Moskovalı kadınlar. Yoğun, taş yapılar, külüstür tramvaylar ve her durağı küçük bir sarayı andıran, koridorlarından telâşlı bir kalabalığın sel gibi aktığı metro vardı ama. Bürokrasi de vardı, hem de şimdikinden bin beteri.

YAZARLARINI SEVEN ŞEHİR

Uçaktan çıkışta havaalanında alıkonulan pasaportumun akıbetini beklerken iki Aeroflot uçağı peşpeşe aprona yanaştı. Birinin Gogol’dü adı, öbürününki Essenin. Uçaklarına yazar adları veren bir ülkeye öfke duymamam gerektiğini düşündüm. Ve aynı şeyi yapmak için Türk Hava Yolları’nın daha ne beklediğini kendime sormadan edemedim. Her iki yazarın da heykellerini görememiştim geçen gelişimde.Rusya’nın Paris başkonsolosluğundan büyük çileyle aldığım vize sayesinde bir sorun yaşamadan girebilmiştim. Ne var ki, pek az kalabilmiştim Moskova’da. Yasnaya Polyana’ya, Tolstoy’un yüzüncü ölüm yıldönümü kutlamalarına davetliydim. “Önce,” diye geçirdim içimden, “Derin Rusya’nın lirik ve melankolik şairi, genç yaşta canına kıyan Essenin’in Tverskoy Bulvarı’ndaki heykelini görmeliyim, sonra Arbatskaya’daki Gogol’ün heykelini.” Ölü Canlar’ın yazarının Moskova’da bir değil iki heykeli olduğunu okumuştum rehberde. Her ikisini de gidip görmeli, yazarın dünyasına bu heykellerin yol açtığı çağrışımlar sayesinde girmeli, olağan dışı kahramanlarıyla tanışmalıydım. Sofya’da yazdığı bir şiirinde “Sofya şehri büyük mü? / Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil / Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor / Sofya büyük şehir” diyor Nâzım Hikmet. Öyleyse Moskova da büyük şehir. Rus halkının gözbebeği olduğu için değil ama, halkın ona Matruşka, yani “Annecik” dediği için de değil. Moskova’nın büyüklüğü yazarlarına verdiği önemden kaynaklanıyor bana kalırsa.
Moskova büyük ölçüde tezatlar kenti ve ilk bakışta, New York’ta olduğu gibi çirkinliğin görkemi hemen göze çarpıyor. Son model lüks otomobillerin kelle götürürcesine, köhne troleybüslerle otobüslerinse dura kalka ilerledikleri geniş caddelerin alt geçitlerinde çiçek, meyve ya da yavru kedilerle köpekler, tavşanlar satan yaşlı kadınlar da görebilirsiniz burada, lüks mağazalarda küstahça para harcayan aşırı makyajlı, mini etek ya da dar pantolonlu genç ve güzel kadınlar da. Rusya’nın tüm zenginliğinin yüzde 80’i Moskova’da toplanmış durumda, buysa hem eşitsiz bir gelir dağılımının hem de paranın gücünün göstergesi. Ve dağılma sürecinden, darbe girişimlerinden sonra devlet otoritesini yeniden kurmayı başaran Putin’e oligarşinin sağladığı desteğin. Kuşkusuz bu nedenle Rus halkının büyük çoğunluğu için aile ve din gibi geleneksel değerler büyük önem taşıyor. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi demokrasinin vazgeçilmez unsurlarınıysa, aydınların dışında fazla umursayan pek yok. En azından uçakta okuduğum İngilizce gazetenin yaptığı bir soruşturmanın sonuçları bu yönde.

STALİN’İN YEDİ KOCAKARISI

Moskova’da caddeler uçsuz bucaksız, çok geniş. Yürürken hem yoruluyor hem de yoğun, taş yapıların görkemi altında ezildiğinizi hissediyorsunuz. Bazıları Türk müteahhitlerce dikilen gökdelenlerle alışveriş merkezleri de var. Bu gidişle çelik ve cam taşın yerini alacağa benziyor, ilk gelişimde bindiğim tramvaylarsa tedavülden kaldırılan taşıtlar arasında. Yerlerini eski mi eski, trafik keşmekeşini daha da içinden çıkılmaz hale getiren mavi-beyaz troleybüsler almış. Moskova’nın neredeyse 200 yıldan fazla, bizim “Deli,” Ruslarınsa “Büyük” olarak nitelendirdikleri Çar Petro’nun kenti St. Petersburg’un gölgesinde kaldığı söylenebilir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Lenin yeni devletin merkezini başkent St. Petersburg’dan buraya taşıyınca sosyalist estetik kentin eski mimari dokusunu da büyük ölçüde değiştirmiş. Örneğin “Bıyıklının Piramitleri” diye anılan ünlü gökdelenler, tepelerindeki kızıl yıldızla birlikte Moskova’nın silüetine eklenmiş. Bunlara, ideolojik görüşünüze göre “yedi güzeller,” ya da estetik anlayışınız komünizmden nasibini almamışsa, “yedi kocakarılar” diyebilirsiniz. Öte yandan tek ya da iki katlı, çoğu 18’inci yüzyıldan kalma, bahçe içinde evler de var hâlâ. Ve bir zamanlar soyluların oturduğu saraylar. Bunlara soğan biçimindeki kubbeleri, sarı, mavi, beyaz, fıstık yeşili, vişne çürüğü duvarları ve çan kuleleriyle kiliseleri de ekleyebilirsiniz. Kremlin’se başlıbaşına bir başka dünya.
Rusçada “kale” anlamına gelen Kremlin tarih boyunca Moskova’nın kalbi olmuş. Hem siyasi hem ticari ve ruhani anlamda, kentin nabzının attığı mekâna dönüşmüş. Kurulduğundan bu yana Rusya’nın dört bir yanından, batıda Smolensk, kuzey batıda Novgorod, güneyde Riazan, kuzey doğuda Suzdal ve Rostov’dan gelen yollar burada, kente adını veren Moskova Irmağı’nın yamacına tüneyen Kremlin’in orta yerinde kesişir olmuş. Kızıl Meydan, Lenin’in kabri ve ilk Sovyet hükümetini barındıran senato, görkemli salonlarla hizmetkârların kaldığı müştemilât yapıları, surlar, mazgallar, kuleler, dar ve geniş alanlarla saraylar, duvarlarında freskler uçuşan, ikonalar parıldayan binbir kubbeli kiliselerle manastırlar, eğri ve dikey çizgilerden oluşan benzersiz, tuhaf ve o ölçüde büyüleyici bir mimari. Bütün bunlar Kremlin hakkında belli bir fikir verebilir belki, ama Rus tarzı bir külliyenin nasıl oluştuğunu anlamak için tarihin derinliklerine dalmak gerek. Bozkırdan gelen Tatar akınlarını, yağma ve yangınları, salgın hastalıkları, papazlar, boyarlar ve hanedanların kavgalarını, nasıl derler, bir sinema şeridi gibi gözünüzde canlandırmak, zenaat ehlinin dükkânlarıyla astrakan kürklü tüccarları, yoksul mujikleri, Romanof’ların paha biçilmez hazinelerini de hayal etmelisiniz. Ve, elbette, Sergei Eisenstein’ın unutulmaz görüntülerinde ölümsüzleşen Korkunç İvan’ın, kendi oğlu da dahil, işlediği cinayetleri.

TEMELİ ŞARAPLA SULANMIŞ

Çar Büyük Petro, St Petersburg’u yoktan varedip imparatorluğun başkenti ilân edene dek Rusya tarihiyle özdeşleşmiş Kremlin, aradan 200 yıl geçtikten sonra Lenin’in Moskova’yı yeniden başkent yapmasıyla 20’nci yüzyıla damgasını vurmuş. Bir simge, güzel bir ütopya olarak. Geçen yüzyılda bu ütopyanın peşine takıldı emekçi kitleler, “kızıl yıldız”a koşan aydınlar da aralarında geleceğin sınıfsız, mutlu toplumunu kurmak üzere komünist partilerin öncülüğünde harekete geçti. Kendi hapishanelerini, esirliklerini, kendi felâketlerini hazırladıklarının farkında bile olmadan. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sona erdi bu ütopya, artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Yeni bir dönemin, yeni felâketlerin, dinsel ve muhafazakâr değerlerin siyasi ideolojilerin yerini aldığı yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.
Moskova ile Neglinnaya ırmaklarının geniş menderesler oluşturarak kıvrıla büküle, bulana durula akarken kavuştukları, bir zamanlar çam ve kayın ormanlarıyla kaplı tepeye kurulmuş Moskova. Tarihçiler kentin kuruluş efsanesini Prens Dolgoriki onuruna 4 Nisan 1147’de verilen bir şölene bağlıyor. Kiev prensi, bugünkü Kremlin’in bulunduğu yere ahşap bir kale kurulması için emir verdiğinde biraz çakır keyifmiş. Her halde bu nedenle, yani temelleri şarapla sulandığı için, o gün bugündür içkiye bunca düşkün olmalı Moskovalılar. Komünizm döneminde nutuklar atılıp devrimin şerefine votka kadehleri kaldırılırdı. Şimdi bira tüketiliyor daha çok, alt geçitlerde geceleyin geç vakit, sigaradan tatar böreğine, incik boncuktan giyime her türlü malın satıldığı avuç içi kadar dükkânlar kapandıktan sonra sarhoşlar sahne alıyor. Ve sabaha dek peş peşe yuvarlıyorlar bira şişelerini. 1983 kışında parkta yan yana yürüyen üç adam görmüştüm. Karların içinde yalpalıyorlardı. Hiçbir şey atıştırmadan sırayla yudumluyorlardı ellerindeki votka şişesini. Şişe bitince dağıldılar. Belli ki bakkaldan ortaklaşa satın aldıkları votkaydı onları bir araya getiren. İçki fiyatlarına Brejnev döneminde bile zam gelince çözümü “dayanışma ve paylaşma ideolojisi”nde bulmuşlar, kısa süre için de olsa, onlar da rejim gibi komünizmde karar kılmışlardı.

DUMAS, DELHİ’YE BENZETMİŞTİ

19’uncu yüzyılda Moskova’ya yolu düşen Avrupalı yazarların kentin Doğu’ya özgü havasından etkilendikleri, Ortodoks kilise ve manastırların rengârenk görüntülerinde oryantal bir çekim gücü buldukları, hatta bu durum karşısında büyülendikleri
söylenebilir. Örneğin Alexandre Dumas, Moskova’yla ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
“Minare biçiminde altın çan kuleleri güneşte parıldıyor, Doğulu bir köşk, Hint tarzında bir kubbe Delhi’deymişsiniz izlenimi uyandırıyor.” Yazar kentin İstanbul’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük merkezi, daha doğrusu köyü olduğunu söylemekten de kendini alamıyor: “Parkları, barakaları, gölleri, bataklık alanları ve buralarda kanat vuran yırtıcı kuşlarıyla, karga ve tavuklarıyla Moskova bir kentten çok büyük bir köyü andırıyor.”
Moskova’ya ilk kez 1929’da gelen Curzio Malaparte’yse kentin geçirdiği değişimi 1956’da şöyle dile getiriyor: “Kuzey Avrupa havasında modern bir kent, 27 yıl önce gördüğüm binbir kubbeli oryantal yapıların, yeşil, kırmızı, sarı, mavi seramiklerin yerini almış.”
Malaparte haklı olarak Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ve Çehov’un yapıtlarından aşina olduğu Moskova’yı tanımakta güçlük çektiğini belirtiyor. Ve kenti, Stalin döneminden önce de ziyaret etmiş olduğu için kendini şanslı sayıyor. Bu, komünizmin şehircilik ve estetik anlayışının tümüyle kötü olduğu anlamına gelmez elbette. Stalin’in buyrukları, dayatmalarıyla bugünkü görünümünü alan Moskova yürümekle bitmeyen caddeleri, beyaz taş yapıları, göğe tırmanan piramitleri ve o kendine özgü gizemiyle benzeri olmayan bir kent. Asfalt ve betonun saldırısına yeterince karşı koyamadığı için güzel değil belki, ama çekici. Merak uyandırıcı. Ve çok canlı. 15 milyona yaklaşan nüfusuyla gerçek bir metropol. Bunun için Arbat’ta bir kahve terasına oturup gelen geçenlere bakmak yeterli, yerin yedi kat dibine, metroya inmeye gerek yok.

AKIL ÇELEN GENÇ KIZLAR

Dün Arbat sokağındaki kahvelerden birinde otururken gördüm genç kızları. Yanık ya da beyaz tenli, güzel gövdelerini cömertçe sergiliyorlar, iğne topuklu yüksek ökçeleriyle arz-ı endam ediyorlardı. İnsana “bu kadar da olmaz” ya da “bu güzellik insanoğlunun tabiatına aykırı” dedirtecek kadar havalı, haydi o beylik deyimle söyleyeyim, “yollu”ydular.
Rostov Caddesi’ndeki o küçük parkta, kayınların arasından gördüğüm Moskova, bu nehir yolculuğuyla birlikte başka kentlerde, daha değişik coğrafyalarda belleğime nakşolan manzaralarla birlikte yaşayacak bende. İstanbul, Paris, Venedik, Berlin yalnızca kitaplarımın değil şu ahir ömrümün de bir parçası oldu. Moskova da öyle. Ancak üçüncü gelişimde farkına varabildim bu gerçeğin. Belki bir gün Puşkin’in, Lermontov’un, Mayakovski’nin, Yesenin’in, Nâzım Hikmet’in, bir biçimde Moskova’ya yolu düşmüş ve bu topraklarda yatan tüm şairlerin de kentle ilişkisini anlatırım. Şimdilik benden bu kadar.

BEYAZ GECELERDE HAVA KARARMIYOR GENÇLER GEMİLERDE EFKAR DAĞITIYOR

Türkiye Büyükelçiliği’nin de bulunduğu Rostov Sokağı’nın hemen yanındaki küçük parktan güzel bir görünümü var Moskova’nın. Kentin yeni yüzü, ırmağın öteyakasındaki Kiev Garı’na bitişik alışveriş merkezi ve daha uzaktaki gökdelenlerle biçimleniyor. Sağda, akça pakça ve artık tek partinin değil halkın iradesini simgeleyen parlamento binasıyla birkaç Sovyet tarzı konut, solda, taş yapıların arasına sıkışıp kalmış kırmızı beyaz bacalı bir fabrika ve hemen aşağıda, dik yamacın bitiminde Moskova Irmağı var. Irmağın üzerindeyse bir aşağı bir yukarı gidip gelen yassı gemiler. Moskovalı gençler hafta sonu bu gemilere binip efkâr dağıtıyor. Aralarında başka kentlerden gelenler, birkaç turist de oluyor ama çoğunun Moskova’da yaşadığı hal ve davranışlarından, bir de giyinişlerinden belli. Oysa görecek fazla bir şey sunmuyor gezinti. En azından, gençlerin peşine takılıp seçtiğim ucuz güzergâhta ırmağın sol yakası boyunca parka dönüştürülmüş kayın ormanından ve sağda eski, taş yapılardan, toplu konutlarla cadde ve sokaklardan başka bir şey göremiyorsunuz. Kremlin’in surlarıyla kızıl kuleleri, rengârenk kubbeli kiliseleri uzaktan da olsa seçilmiyor. Gençler, ellerinde bira ya da votka şişeleri, kafayı bulduktan sonra sarmaş dolaş ırmağın akışına, daha doğrusu geminin suda aheste ilerleyişine bırakıyorlar kendilerini. Dünya umurlarında değil. Akşamın geç vakti de olsa hava bir türlü kararmıyor. Hâlâ süt beyaz aydınlığın, beyaz Moskova gecelerinin içindesiniz. Güvertede karşı be karşı oturduğunuz gençlerin arasında öyle güzel, sarışın ya da esmer ama çoğu mavi gözlü o kadar tatlı kızlar var ki ister istemez derinden bir “ah!” çekmek geliyor içinizden. Hatta, ömrünün son yıllarını bu kentte tüketen Nâzım’ın ağzından “seyreyle dur ihtiyar!” da demeniz işten değil, eğer sizin de buzlu bir votka kadehi varsa elinizde. Ve içinize düşen bir damla ateş, bir yudum hasretse.

ŞEHRİN GURURU, MÜZE GİBİ METRO

Moskova Metrosu bir ulaşım aracı değil yalnızca, anıtsal bir mekân. Ve hâlâ “rejimin medar-ı iftiharı”. Yapımına 1930’larda başlanan metro gerçekten yerin yedi kat altında ama cehennemle bir ilgisi yok. Dünyanın başka kentlerinde bir köstebek ağı oluşturan metrolardan çok farklı. Hatta bazı durakların mermer kaplı duvarları, tunç yontuları, sütun ve kemerleri, Rusya tarihini tasvir eden mozaik süslemeleriyle bir müzeyi ya da, abartmıyorum, küçük bir sarayı andırdıkları söylenebilir. Binlerce gönüllünün alın teriyle yapılan Komsomolskaya örneğin ya da Kiev Garı’yla bütünleşmiş, üç hattın kesiştiği Kievskaya. Çoğu işçiler tarafından kaleme alınan metro yapım öykülerinin başlı başına bir külliyat oluşturduğunu da belirtmeliyim. Henüz ilk hat hizmete girmeden, 1930’lardan itibaren kitapçı raflarında boy göstermeye başlamış bu destansı öyküler. Emeği bir değer olarak yücelten, insanoğlunun doğayla savaşımını tasvir eden, yeraltında binbir güçlükle tüneller açarken yalnızca çevreyi değil kendini de değiştiren proletaryanın zaferi yalnızca kitaplarda değil, metro bittikten sonra siyasilerin attıkları nutuklarda da dile getirilmiş. Örneğin inşaatın baş sorumlusu Kaganoviç’in Stalin’in de hazır bulunduğu açılış töreninde yaptığı konuşmada söyledikleri:
“Metromuz olağanüstü gerçekten, çünkü yalnızca mermerden, granitten ibaret degil; demir ve betondan da ibaret değil. Her mermer, her granit, her demir ve beton parçasında, her merdivende yeni insanın ruhu var. Moskova metrosu sosyalist topluma olan aşkımızın ve bu uğurda dökmeye hazır olduğumuz kanımızın ispatıdır.(...) Metropolitenin zaferi aslında sosyalizmin zaferidir.”
Yapımı bittikten sonra halkın görüşlerini yazması amacıyla metro girişlerine konulan defterlerden birindeyse şu satırlar yer alıyor:
“Metromuzla ne kadar övünsek azdır. Böyle bir mucizeyi gerçekleştirdiği için Parti’ye ve sevgili Stalin’e çok şey borçluyuz. Ona hayatımız feda olsun!”
Günde 10 milyon kişinin, yani Londra ve New York metrolarının toplamından daha fazla yolcunun doldurduğu koridorlarda, sabah ve akşam saatlerinde bir insan seli akmaya başlıyor ki görülmeye değer. İki, üç dakika arayla gelen trenlerin hızı, bazı hatlarda saatte 100 kilometreyi buluyor. Ve Moskova, haklı olarak, bir ulusal kahramanmış gibi, metrosuyla gurur duyuyor. Çünkü İkinci Dünya Savaşı yıllarında yalnızca sığınak işlevi görmemiş bu görkemli, geniş ve derin metro. Stalin’in başkanlığında toplanan genelkurmay karargâhını da barındırmış. İşgalci Nazi ordularını bozguna uğratan savaş plânları Mayakovski ve Cistiye Prudi duraklarında hazırlanmış. Cepheye giden Kızıl Ordu askerlerine Stalin buradan seslenmiş. Günümüzde balkon konuşmaları geçerli, siyaset artık gökyüzüne taşındı. Oysa bir zamanlar kahramanlık yeraltındaymış, yeryüzünde değil.

Kurtarıcı İsa Kilisesi küllerinden yeniden doğdu

Kent merkezinde, Moskova Irmağı’na bakan geniş alanın ortasında eski tarz yapılmış yeni bir kilise var. İçi pırıl pırıl mermer, tavanda freskler duvarlarda ikonalar rengârenk. Haç çıkarıp Kurtarıcı İsa’ya mum yakanlar bir hayli kalabalık. Kilisenin adı da “Kurtarıcı İsa” zaten, benzerlerinden farkı, hem yeni olması hem de Engels’in nasılsa hâlâ kaldırılmamış devasa heykeline meydan okur gibi yukardan bakması. Doğanın Diyalektiği’nin yazarından bir tür öcalış mı bu, yoksa yöneticilerin Marksizmden değilse bile materyalizmden hâlâ tümüyle vazgeçmediklerinin bir göstergesi mi? Boris Pilniak, Akaju adlı kitabında Ekim Devrimi’nden sonra sökülen kilise çanlarının eritilip demir döküm sanayiinde kullanıldığını yazar. Bulundukları yerden vinçlerle indirilen çanların yere yuvarlanırken çıkardıkları sesleri can çekişenlerin haykırışlarına benzetir:

“Çelik tellerin üzerinde kayarken hıçkırıyordu çanlar, haykırışları kentin derin göğünde yankılanıyordu.”

O zamandan bu yana çok şey değişti buralarda, artık çanlar değil devrim liderlerinin heykelleri yerlerinden sökülüyor. Engels’inkine nasılsa dokunmamışlar ama şöyle okkalı, doğru dürüst bir Marx heykeli göremediğimi de itiraf etmeliyim. Yalnızca Kurtarıcı İsa Kilisesi değil Moskova’nın 800 kilisesinden neredeyse yarısı komünizm döneminde yok edilmiş. Peki sonra ne olmuş? Kurtarıcı İsa başta olmak üzere bu kiliselerden bazıları yeniden yapılmış. Moskova’nın orta yerinde, çok geniş bir alanı kaplayan bu kilisenin tarihi de, küllerinden doğan Anka kuşunun öyküsü kadar ilginç.

Napolyon güçlü ordusuyla Moskova önlerine kadar gelmiş, hatta kenti ele geçirmişti biliyorsunuz. Moskovalılar evlerini, barklarını bırakıp gitmişti. Derken bir yangın çıktı. Moskova’nın neredeyse tümü, Fransız ordusunun erzak stokuyla birlikte yanıp kül oldu. Peki kim çıkarmıştı bu yangını? Ruslara sorarsanız “vahşi Fransızlar,” Fransızlara sorarsanız aşırı vatansever Ruslar. Tolstoy, Savaş ve Barış’ta yangının ahşap evlerde, yanan ocaklar ve içilen pipolardan çıktığını yazar. Şöyle ya da böyle, kent tarihinde bir dönüm noktası sayılan yangın nedeniyle Napolyon geri çekilmek zorunda kaldı. Kış bastırınca da askerleri açlık ve yorgunluktan eridi gitti. Bu zaferin anısına, Avrupa’yı titreten, kralların taçlarını başlarından düşüren Napolyon’un zorbalığına boyun eğmeyen Rus halkı ve onun kurtarıcısı İsa için, Çar Birinci Aleksandr’ın buyruğuyla yapımına başlandı Kurtarıcı İsa Kilisesi’nin (1837), nice emek ve gözyaşından sonra ancak 1883 yılında bitirilebildi. Tam 300 metre çapındaki altın kubbesiyle uzun süre Moskova semalarında parıldamaya devam etti. Devrim ertesinde bazı manastırlarla kiliseler kapatılırken o bulunduğu tepeden kente meydan okuyordu. Pasternak, Doktor Jivago’da, o yıllarda hâlâ Moskova’nın simgesi olan bu görkemli anıtı şöyle anlatıyor:

“Jivago ve Vassia, NEP’in (Yeni İktisat Politikası) başlarında, 1922 yılı ilkbaharında Moskova’ya geldi. Hava yumuşak ve aydınlıktı. Kurtarıcı İsa Kilisesi’nin kubbelerinden yansıyan güneş ışığı yer yer taştan fışkıran otlarla kaplı geniş alana düşüyordu.” Ne var ki 1931 yılında Stalin yıktırdı bu kiliseyi, biliyorsunuz o dönem “Bıyıklı”nın, üzerlerinde soğan kubbeler değil kızıl yıldızlar parıldayan gökdelenler diktirdiği bir dönemdi ve Moskova piramitleriyle övünüyordu. Bugün hâlâ ayakta o piramitler, kentin ayrılmaz bir parçası. Ama Kurtarıcı İsa’yı Stalin’in hışmından kurtaramadı Moskovalılar. Yerine, tepesindeki 100 metrelik Lenin heykeliyle dünyanın en yüksek binası olması öngörülen Sovyetler Sarayı’nın yapılmasını da boşuna beklediler. Savaş patlak verince bir türlü gerçekleşmedi bu proje. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Sovyetler Birliği’nin dağılmasını izleyen yıllarda kentin yeni belediye başkanı Youri Lujkov çok masraflı olacağı gerekçesiyle muhalefetin ve halkın büyük çoğunluğunun itirazlarına rağmen, devletin kasasından tam 200 milyon dolar harcayarak Kurtarıcı İsa Kilisesi’ni eski konumuna kavuşturdu. O da, “Bıyıklı”nın piramitleri gibi ya da onlara inat, Moskova’nın ayrılmaz bir parçası artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder