Moskova

Moskova

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Beyaz geceler sanatsız geçmez ki


Alin TAŞÇIYAN
Star



Sanat olmasa insan neye yarar...


Rus sinemasının ustalarından Aleksey German, sanatın insanın yeryüzündeki varlığına kattığı anlamı vurgulamak için bu retorik soruyu soruyor...

Kendisiyle aynı adı taşıyan oğlu da günümüz Rus sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri olan German, St.Petersburglu. Geçen yıl temeli atılan ve bu yıl da ilk kez çok büyük bir bütçeyle gerçekleştirilen St.Petersburg’un film festivali Kinoforum’un başkanlığını üstlenen Baba German, olağanüstü bir kültürün mirasçısı.

St.Petersburg kolay tanımlanamayacak bir kent. Neva nehrinin Finlandiya körfezine döküldüğü yerde Büyük Petro’nun emriyle dillere destan olsun diye inşa edilmiş bir kent. Ve gerçekten de dillere destan bir görkeme sahip. Altın yaldızlı kilise kubbeleri, doğayı kentin içinde tutan büyük parkları, nehrin kolları kadar geniş caddeleri, bir dönemin ihtişamını bugün müze olarak ışıldatan sarayları ve sosyal yaşamı geçmişteki gibi bugün de kültürün en yüksek formunda tutan tiyatrolarıyla mükemmel planlanmış bir kent. Her fasadı güzellikte birbiriyle yarışıyor.

Bunca güzelliği ve zenginliği görünce önce Rus Çarlığı neymiş anlıyorsunuz, sonra da niye Ekim Devrimi’nin yapıldığını! Paris’in görkeminin de Fransız Devrimi’nin niye yapıldığını bir kez daha anımsatması gibi!

St.Petersburg’un bundan sadece 300 yıl önce inşa edilmeye başlandığına inanmakta zorlanıyor insan. Büyük Petro, Venedik misali bir delta üzerinde 18. yüzyılın çok daha şaşaalı olan imparatorluk tarzıyla yükselen, İtalyan mimarları seferber ettiği ama büyük ölçüde kendisinin planladığı bir kent oluştururken çok ileri görüşlü davranmış. Dünyaya bakınca bugünün hükümetlerinin geçmişin hükümdarlarının vizyonunun onda birine sahip olmadığını görmek ne acı!

Sanat olmayınca insan bir hiçtir, sözünün anlamını aynı zamanda deli cengaverler olan o imparatorlar, çarlar, krallar, soylular dahi kavramış! Orada yaşayanlar müziğin en iyisini dinleyebilsin, sahne sanatlarının en iyi performanslarını görebilsin diye birbirinden güzel tiyatrolar inşa edip en iyi sanatçıları yetiştirmek için uğraşmışlar. Dostoyevski romanlarına, Puşkin şiirlerine girmiş! Bu onları başka kentleri fethediyoruz diye yakıp yıkmaktan, iki dünya savaşı çıkarıp kiliseleri, tiyatroları bombalamaktan alıkoymasa da! St. Petersburg da 2. Dünya Savaşı’nda çok zarar gördüğü için restorasyonlar geçirmiş, böylece birçok önemli tarihi binası hala gıcır gıcır olan bir kent!

Rus kültürü olmadan olmaz

Soğan kubbeli ve içi dışı rengarenk mozaiklerle bezeli kiliseler hariç mimaride ve sahne sanatlarında İtalyan ve Fransız etkisi açıkça görülse de otantik biçimde Rus olanı, Avrasya’nın Avrupa ve Asya değil, ikisinin ayrıştırılmaz bir karışımı olduğunu folklor ve edebiyat kuvvetle hissettiriyor. Rus klasiklerini okumamış ve kendini “kültürlü” sayan bir insan olabilir mi yeryüzünde düşünün! Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gogol, Puşkin... Şu isimlerle yan yana gelen yapıtları Suç ve Ceza, Savaş ve Barış , Vişne Bahçesi, Palto, Yevgeni Onegin... Müzikte Çaykovski’den, Glinka’dan Rahmaninov, Prokofiev, Stravinsky ve Şostakoviç’e; resimde Rublev ve Dionisius’un ikonlarından çağdaş sanatta devrim yaratan Maleviç, Kandinsky ve Chagall’a uzanan benzersiz isimlerden oluşan bir Rus ekolü var. Sinema öğrenecekseniz Kuleşov, Ayzenştayn, Pudovkin ve Dovçenko’dan başlayacaksınız, Tarkovski’de duraklayacaksınız. Bale derseniz kimse yarışamayacak Diagilev, Balanşin, Petipa koreografileriyle Nijinsky, Pavlova, Nureyev, Plisetskaya, Barışnikov, Muhamedov gibi dansçılarla, Bolşoy ve Mariinsky tiyatrolarının bale topluluklarıyla ve tabii operalarıyla!

Bu saydıklarım evrenselleşmiş Rus sanatından sadece belli başlı birkaç örnek, daha kimler ve neler var! Hala beyaz geceleri yaşayan St. Petersburg’da sinemanın müzikle ve sahne sanatlarıyla kaynaştığı beyaz geceler ve Akdeniz kıyıları kadar sıcak günler boyunca bütün o efsanevi sanatçıların hayaletleri de benimle dolaştı sanki.

Dünyanın en çarpıcı koleksiyonlarından birine sahip Ermitaj Müzesi’nin koridorları boyunca büyülenmişçesine sürüklenir ve yapıtlar kadar o tarihe de hayran olurken...

Mariinsky Tiyatrosu’nda Minkus’un bestelediği, Petipa’nın koreografisini yaptığı egzotik Don Kişot balesinde topluluğun yükselen yıldızı Anastasia Matvienko’yu başbaletlerden Denis Matvienko’nun kollarında izlerken...

Rus Müzesi’nde Asyalılığın ve Avrupalılığın ne kadar kaynaştığını ayırt edip ne zaman, nerede hangisinin baskın çıktığını gözlemleyerek bir yandan da Rus ve Sovyet olanın farkını kavramaya çalışırken...

Mevsim gereği tam karanlık olmasa da

geceleri ışıklarıyla Venedik ve Paris’ten daha romantik görünen St.Petersburg’da ben de bir kez daha emin oldum ki sanat olmasa insan doymak bilmeyen garip bir yaratık olarak beden çürütür yeryüzünde...

1 yorum:

  1. Moskova'da en sevdiğim yer burasıydı... hatta Moskova'ya gitmeden yıllar öncesinden beri... çok özledim :( keşke orada olsaydım...

    YanıtlaSil