Moskova

Moskova

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Türkler Slavlar karşısında neden başarısız oldu?




Okay Deprem





Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılana kadar, yani tam 25 önce Orta Asya'da "Türki Cumhuriyetler" adı verilen 4 adet bağımsız devlet ortaya çıkan değin (Tacikistan etnik açıdan Türki değil, Farsi bir ülkedir) dünyada Türk halklarının nüfustaki paylarından bağımsız olarak, hâkim ve esas olarak yönetici etnik grubu teşkil ettiği bağımsız devlet olarak bir tek Türkiye vardır.*

Oysa ki tüm Avrasya çapında Türk dillerini konuşan onlarca halk ve ulus mevcut olup bunların nüfus toplamları ise zamanında Türkiye ve Orta Asya'dakilerin çok çok üzerindedir. On milyonlarla ölçülen bu devasa, dağınık ve çoktürel kitle yüzyıllardır temel olarak Rus, Çin ve İran toplumlarında; demografik anlamda ezici bir çoğunluğa sahip olmasalar da egemen/yönetici ulus konumundaki başka milletler tarafından yönetilmektedirler. İran; yüzyıllardır idari sınıfının / yönetici hanedanın ve askeri elitlerinin ağırlıklı olarak güney Azerilerden oluşması itibariyle bu bakımından biraz istisna gibi gözükse de; bünyesindeki geniş Türk-Azeri nüfusunun asırlardır yazı dili yönünden, entelektüel-edebi bakımlardan kendini Pers-Fars aidiyetinde tanımlaması dolayısıyla; aslında kültürel, sosyal ve diğer pek çok açıdan Fars-Pers kavminin kimliğinde eriyegelmiştir.

Bir diğer taraftan her ne kadar SSCB; bir halklar mozaiği, eşit temelde bir milletler ve kültürler birliği olsa da - ki doğru; başından sonuna kadar ülke fiilen asıl olarak Doğu Slav halkları tarafından yönetilmiş; özellikle ikinci döneminde kültürde, bilimde, sanatta; sosyal, yazınsal, edebi hayatta çok yüksek oranda Rus dili ve tabii ki kültürü tayin edici ve baskın olmuştur. 

Ölçü Slavlarla kıyas 

Türk halklarının Uygur kolu, Çin'in Tibet dışındaki en büyük coğrafi bölgesine hükmetmesine karşın, nüfus açısından Çinlilere kısasla çok mütevazı bir insan kitlesine sahip olduğundan; yüzyıllardır egemen-idareci millet/etnik grup pozisyonunda olan Çinlilerce yönetiliyor ve de toplumsal, kültürel ve dilsel bakımlardan onların ağırlıklı tesiri altında bulunuyor olmaları şaşırtıcı değildir. Buradan Balkan coğrafyasına geçildiğinde ise; Osmanlı İmparatorluğu'ndan sonraki 100-150 sene boyunca Balkan Türkleri adı verilen azınlıkların Bulgar, Makedon ve Sırpların hâkim-yönetici durumda oldukları devletlerde yaşamlarını sürdürdükleri görülüyor. Bu uzunca zaman diliminde en demokratik ve halkçı idareye sahip Yugoslavya'da da son kertede Sırp, Sloven ve Hırvatlardan oluşan Hıristiyan Slavları iktisadi, sosyokültürel ve dilsel açıdan topluma egemen olup; politik anlamda da siyasi sınıfın ağırlıklı bileşimini meydana getirmekteydiler. Yine de her şeye karşın, Türk halklarının en yoğun, çeşitli ve düzensiz olarak yaşadıkları coğrafya SSCB iken; günümüzde sayısal ve oransal olarak eskisi kadar olmasa da Rusya Federasyonu, Türk-Tatar milletlerinin önemli bir kısmına halen ev sahipliği yapmaktadır. Hem bu açıdan hem de Tatar-Türk ve Moğol halklarının (Moğollar doğrudan Türk kavmi olmamasına rağmen belli ölçüde akrabalık bağlarından dolayı aynı geniş kategoride değerlendirilmiştir.)

M.S.2. milenyumda Avrasya'daki en önemli rakiplerinin genel olarak Slav halkları özel olarak ise Doğu Slavları / Rus kavmi olmasından dolayı; Türkler ve Slavlar birbirleriyle en yakın kıyaslanabilecek budunlardır. Nitekim Türk halklarının toplamda etnik bakımdan en çok karıştığı, kültürel-sosyal ve antropolojik açıdan da en çok alışveriş halinde oldukları halkların başında Doğu Slavlar, yani Ruslar gelmektedir. Nereden nereye geldikleri bağlamında Türk halklarının özellikle son 1000 yıldaki başarı(sızlık)larını anlamanın en iyi yollarından birisi bu mukayeseyi yapmaktan geçiyor...  

Slavlar sahnede yokken...  

Günümüzden tarih öncesine kadar değil, yalnızca birkaç yüz sene öncesine gittiğimizde, somut olarak 16. yüzyıla kadar Avrasya'nın çok önemli bir kısmına siyasi-sosyal ve ekonomik olarak Türk-Tatar ve Moğol halklarının egemen durumda olduğunu görürüz. Hatta 13. yüzyılın başlarına kadar geri gidildiğinde bugünün Rusya'sının, düne kadar ise Sovyetler Birliği topraklarının çok önemli bir kısmına meşhur Moğol / Cengiz Han İmparatorluğu'nun (Rus Çarlığı ile birlikte dünya tarihinde topraksal açıdan en büyük iki devletten birisi) hâkim durumda olduğunu gözlüyoruz.

Moğol genişlemesinin öngününde, yani 1200'lerin başlarında Avrasya haritasına baktığımızda ise Sibirya'nın (Eski Rusya'da Ural Dağları'nın doğusunun tamamı bu isimle anılıyordu) kuzeydoğu bölgelerinde dağınık halde yaşayan Paleo-Sibir, Yakut halkları ve kuzey taraflarında Eskimo kavimleri göze çarpıyordu. Orta Asya dolaylarında Karahitay ve Uygur Hanlığı devletleri varlığını sürdürürken; asırlardır dünyanın belleğinde Rus dünyasının kalbi olarak bilinen bugünün Avrupa Rusya'sında ise Türk asıllı olan Volga Bulgarları ile Kuman/Kıpçak Hanlığı egemen konumdadır. İşte o günün siyasi konjonktüründe sonradan Rus, Belarus ve Ukraynalı olarak biçimlenecek olan Doğu-Slav kavimleri İskandinavya, Baltık ve Kuzey Denizi arasında kalan çok ufak bir üçgene sıkışmış; birkaç prenslik ve beylik biçimindeki sosyal örgütlenmeler üzerinden; çevrelerindeki büyük ve eski Tatar-Türk-Kıpçak-Peçenek ve Moğol toplumları arasında adeta varlık ve yokluk mücadelesi verir durumda ve de bütünüyle savunma pozisyonundadırlar...

Halkların kaderi değişiyor

Cengiz Han döneminin sona ermesinin ardından eş zamanlı bir Tatar-Türk ve Moğol devleti niteliğini taşıyan ve 16. asrın başlarına kadar mevcudiyetini devam ettirecek olan Altun Orda devleti döneminde de Rus-Slav dünyası halen bugünün Ukraynası ve etrafındaki Kiev-Rus prensliği, Moskova Dükalığı ve Novgorod Knyazlığı'ndan ibaret ufacık bir alanda varlık göstermektedir. 1500'lerin başında Altın Ordu'nun sona ermesinin hemen ardından Kuzey Avrasya coğrafyasının çok önemli bir bölümünde bu sefer Kırım, Kazan, Astrahan, Sibir ve Nogay Hanlıkları belirecektir. Doğu Slav dünyasının topyekûn kaderini değiştirecek olan Rus hükümdar IV. İvan, nam-ı değer "Korkunç İvan"ın 16. yüzyılın ortasına doğru sahneye çıkması ile Slav halklarının olduğu kadar Türk kökenli halkların da Kuzey Avrasya'daki 1-2 bin yıllık uzun siyasi, nüfussal, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan dominant konumları, geri gelmeyecek şekilde tersine dönmeye yüz tutacaktı.

Türki halkların İran Platosu'ndan Küçük Asya'ya sirayet eden Oğuz Boylarının kuracakları Osmanlı medeniyeti bir tarafa, Hazar ve Karadeniz'in kuzey ve doğusunda kalan uzaktan akrabalarının tümü, sadece birkaç yüzyıl zarfında Slavların her bakımdan egemen ve yönetici uluslar olacakları Rus Çarlığı bünyesinde eriyecekti. Peki nasıl oldu da, o zamanlara değin Hunlardan Hazarlara kadar; sayısız imparatorluk, devlet, hanlık ve krallığın kurucusu, sahibi ve idarecisi olarak yaşamış Türk-Tatar-Moğol boy ve kavimleri; Orta Çağ'ın en karanlık dönemlerinde Avrupa'dan doğuya doğru serf, tebaa göçü-kaçışı ile oluşan heterojen bir kitle olarak kabul edilen Slav halklarının kuracakları ve 19. yüzyılda dünya tarihinin en büyük devleti haline gelecek olan imparatorluğun çatısı altında erimeye, asimile olmaya ve "yönetilen" halklar seviyesine gerilemeye başlamışlardı?..

Bu çok zor ve derin tarihsel mevzunun nedenlerini yazımızın 2. bölümünde kısaca da olsa tartışmaya açıp, sorgulamaya çalışacağız.

*KKTC dışında.

Türkler Slavlar karşısında neden başarısız oldu-2

Okay Deprem

 

16. yüzyıla kadar öyle ya da böyle Kuzey Avrasya'nın hâkim gücü olan Türkler ve, Tatarlar gibi Türk kökenli halkların, çok değil sadece birkaç yüzyıl içerisinde Slav kavimleri karşısında önce askeri ve siyasi ardından da diğer bakımlardan ağır yenilgiler alıp sonuç olarak tarihsel açıdan başarısız olmalarının doğaldır ki sayısız ve çok çeşitli nedenleri bulunmaktadır.

1500'lerden itibaren başta Ruslar olmak üzere doğu Slavların Rus Çarlığı bünyesinde topraklarını inanılmaz derecede genişletmeleri ve nispeten kısa bir süre içinde dünya çapında "Batılı-Avrupai" bir medeniyet kurabilmelerinin başında gelen en önemli sebeplerden birisi yerleşik ve "ovada" yaşayan halklar olmalarıdır. Bu bağlamda göçebelik-yerleşiklik yönünden kuzey Avrasya halklarını temel anlamda üç ana grupta toplayacak olursak: Moğollar tamamen göçebe bir kavim olup bu noktada, askeri egemenlikleri ve siyasi sınırları ile kurdukları uygarlığın güçlülüğü ve kalıcılığı / sürekliliği ters orantılıdır. Türk-Tatar halkları ise yarı-göçebe kavimler özelliği gösterip; medeniyet konseptleri yerel, sınırlı ve cılız olup, politik olarak hükmeder gözüktükleri sınırlara da haliyle ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan gerçek anlamda ve uzun erimli tam olarak egemen olamamışlardır. 

 

Dağlı olmaları dezavantaj

Ağırlıklı olarak ve yüzyıllar boyunca Tanrı Dağları, Altay Dağları, Ural Dağları, Trans-Kafkas Dağları, vs. gibi yüksek ve geniş dağlık alanlarda ve yine buraların etrafındaki yüksek rakımlı yaylalarda yaşayan Türkik kavimler, bu göreli coğrafi dezavantajlarından dolayı "homojen" şekilde yayılamamışlardır. Engebeli ve düz olmayan arazide ilerlemeleri; farklı boy, kavim ve etnik grupların aralarda engin çöller, büyük deniz ve gölleri de bırakacak biçimde düzensiz ve gelişine yayılmaları neticesinde; toplamda aynı dil ailesine mensup ve aynı ırk-etnolojik kökene ait olmalarına rağmen zamanla, her birinin arasında çok ciddi ve ayırt edici lisan, lehçe ve diyalekt ayrımları dahası kültür farklarının gireceği onlarca farklı gruba ayrılmışlardır.

Bundan dolayı aradan asırlar geçtikten sonra; aralarında kısmi ve izafi benzerlikler bulunsa dahi, Anadolu'dan, İran Platosuna, oradan Urallar'a ve Uzak Asya'ya kadar sayısız Türki halk, değil sadece yakın çağlardan itibaren veya günümüzde, çok uzun zamanlardır dilsel açıdan neredeyse birbirlerini anlayamayacak duruma düşmüşler ve de iktisadi yapı, sosyal-antropolojik-kültürel nitelikler itibariyle büyük oranda farklılaşmışlardır.

 

Ovaya egemen olan kazanır

Genel olarak Doğu Slav halkları, özel olarak ise Rus topluluklarının Türkik kavimlere kısasla büyük bir potansiyel avantajları vardı. O da; hepsinin de ovada, yani en düşük rakımlı yeşil ve verimli düzlüklerde uygarlık sahnesine çıkmaları ve devletleşme serüvenlerine başlamalarıydı. Bunun tabii bir sonucu da; Türklere nazaran çok daha "bağdaşık" olarak, kendi kavim ve boyları arasında fazla ayrışma, farklılaşmaya mahal vermeden azami derecede ve alanda ilerleyebilmişlerdir. Yine tam da bundan dolayı bugüne gelindiğinde Polonya sınırından Pasifik Okyanusu kıyısındaki Vladivostok şehrine; Kuzey Buz Denizi'nden Fars-Afgan ve Çin hudutlarına değin, çok ufak ve önemsiz şive başkalıkları bir kenara bırakılırsa, hemen hemen aynı ve standart Rusça dili konuşulmaktadır.

Uygarlık kurmak ve onu kurumsallaştırmadaki "yerleşik-göçebe" ile "ovalı-dağlı" ikili karşıtlığının yarattığı esas potansiyel avantajlar ise: Birincisi yerleşik olan kolektif fiziksel, ussal enerjisini daimi olarak medeniyet ve kültürü ilerletmek için kullanır, üretici güçlerini de bu uğurda seferber ederken, göçebe ve yarı göçebe toplumlarda ise bu gizil gücün çok mühim bir kısmı savaşlara, fetihlere ve yağmalara harcanır. İkinci olarak da; çok daha zorlu coğrafi, topografik ve iklimsel şartlarda bulunan budunlar, kuvvetlerinin azımsanmayacak bir kısmını devamlı surette doğa ile maksimum mücadeleye ayırmak durumundadırlar. Soğuk her iki kavim için bağımsız değişken iken; geriye kalan faktörler ise Türkler aleyhine, Rusların ise lehine olmuştur.    

 

Avrupa'nın beyin gücü

Askeri açıdan belli bir hız kazanmalarının ve topraklarını yeterli ölçüde büyütmeye başlamalarının ardından bilhassa 17. yüzyıl sonu ve. 18. yüzyılın başlarından itibaren Rus İmparatorluğu'nun egemen etnik grubu doğu Slav halklarında, kendilerini aynı toprakların öncel hâkim kavimleri ve hemen sınır komşularından 180 derece ayıran kayda değer yapısal- sosyal dönüşümler başlar. Özellikle, Osmanlıların kompleks ve yenilgi psikolojilerinden dolayı "Deli" lakabını taktıkları Büyük / 1. Petro devrinde Avrupa'nın merkantilist üretiminin gelişkin olduğu ve ticaret burjuvazinin de güçlü olduğu ileri ülkelerinden sayısız yüksek vasıflı zanaatkar, sanatçı, teknik uzman kendilerine her anlamda cezbedici ayrıcalıklar verilme vaadiyle Rus toplumuna davet edilir. Ve bunlar Çarlık ülkesine yerleşerek zaman içinde farklı bölgelere yayılacaktır. I. ve II. Yekaterina dönemlerinde ise bu bilinçli politika daha da güç kazanır ve ordunun ileri gelenlerinin, pek çok kentin kurucuları ve şehir planlamacılarının Avrupa kökenlilerden devşirilecek şekilde, sayılamayacak kadar çok sahada Avrupa'nın beyin gücünden maksimum şekilde faydalanılma yoluna gidilir. Bu bakımdan Rusluk giderek bir üst toplumsal hüviyet ve vatandaşlık kimliği haline gelecektir. 18. ve 19. asırlarda Avrupa ülkelerindeki feodal ve aristokratik çözülme esnasında buna direnen nüfuslu ve nitelikli pek çok isim de Ruslara sığınır ve hızla Rus kimliği içinde isteyerek asimile olur.

 

Türk-Tatar Hanlıkları 

Osmanlılar bir yerde tutulursa; başta Astrahan, Kazan ve Kırım Tatar-Türk Hanlıkları olmak üzere kuzey Avrasya'nın Türki devletlerinin tümü de, her ne kadar Kırım Tatarları ve Orta Asya Türk devletleri dışındakiler Yakın Çağ'ı göremedilerse de, hiçbir zaman kendi yerel sosyokültürel kodlarından çıkıp, sıyrılıp dönemin evrensel ve Avrupa kültürü ile en asgari temelde de olsa kaynaşma, temasa geçme yoluna gitmemişlerdir. Dahası üzerinde bulundukları coğrafya ile farkındalık bağları her zaman geri ve lokal kalmıştır. Buna en çarpıcı misal Kırım Tatarları olarak verilebilir. Rus-Slavları yarımadaya hâkim olana kadar neredeyse tek başlarına ve tam 300 sene boyunca buraya egemen olmalarına karşın ne kıyıda/sahilde ciddi bir kent kurarlar ne de elle tutulur bir deniz kültürüne sahip olmak akıllarına gelir. Ne var ki Ruslar, yalnızca birkaç on yıl içinde Kırım'da bir deniz uygarlığı yaratabilmişlerdir. Küçük Asya'da 2 - 2.5 milenyum öncesinin denizcilik ve deniz kültürünün, yaklaşık 1000 yıldır sahada başat etnik grup olan Türklerden fersah fersah ileri olması gibi...

Öte yandan, Türk kavimlerinin hemen hemen hepsinin dilsel gelişiminde alfabeleri birkaç kere değişmiştir. Osmanlı Türkleri Arapça Abecesi'nden Latin Abecesi'ne; Orta Asya'da ve Kafkaslardakiler de Kiril yazı diline geçerlerken yaşadıkları kırılma yüzünden uygarlık dili gelişimlerinde süreklilik ve bütünlük sağlanamamıştır. Başta Ruslar olmak üzere Slav halklarında ise alfabe ve dil birliğinde süreklilik korunabilmiştir. Her şey bir yana, Türkik kavim ve halkların aksine Rus-Slav toplumları, etnografik ve folklorik yönden temelde Asyatik-doğu toplumu olarak kalmalarına karşın, yüksek kültürde evrenselleşerek / dünya toplumu mertebesine yükselip sosyal bir katarsis yaşamayı başarmışlardır.


Not: Bu yazı Medya Günlüğü'nde daha önce yayınlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder