Moskova

Moskova

7 Mart 2013 Perşembe

Okumadan Yazan Taksici Çukça


M.Hakkı Yazıcı
Kaynak: http://www.turkrus.com/
                                                                          
İbrahim’in sohbetine doyulmuyor. Saatin kaç olduğunu unutup, daldan dala atlayıp, eskilerden yenilerden durmaksızın konuşuyoruz. Sohbete doyulamayınca da onu her ziyaretim sonrasında, gecenin bir saatinde eve nasıl ulaşırım derdi başlıyor.

Vedalaşıp soğuğun suratımı yine bıçak gibi kestiği Moskova sokaklarına adımımı attığımda Metro çoktan kapanmıştı.

İbrahim’in oturduğu binayı, Titanik’i arkama alıp yürümeye başlıyorum. Bu binaya iri cüssesi nedeniyle halk arasında Titanik diyorlar, Tulskaya’da Moskova’nın en bilinir mimari garabetlerinden, ince uzun, dev bir beton yığını…

Beni eve götürecek bir taksi bulmam lazım. İbrahim’in evinin önünde müşteri bekleyen taksiler olduğunu biliyorum.  Bizim eski Murat 124’ler tipinde, eski püskü jiguliler, gurbetçi Azerilerin, Özbeklerin, Kırgızların sermayesi, ekmek teknesi taksiler...

Malum Moskova’da resmi taksi uygulaması yeni yeni oturtulmaya çalışılıyor ve henüz etkin bir şekilde hayata geçirilememiş durumda. Bizim Türkiye’de alıştığımız sarı renkli, taksimetreli taksilerle dolu taksi durakları yok burada. Telefonla evden taksi çağırma lüksü de, sokakta her yüz metrede taksi çağırma zilleri de haliyle yok. Caddenin kenarında durup elini yola doğru uzatıyorsunuz; artık kısmetinize bağlı, bazen son derece lüks bir araba, bazen külüstür bir jiguli duruyor; gideceğiniz yeri anlatıyorsunuz, pazarlığınızı yapıp, anlaşırsanız biniyorsunuz:  O, sizi istediğiniz yere götürecek taksidir.

Moskova’ya ziyarete gelip de kaybolmaktan korkan bütün Türk arkadaşlarıma hep aynı şeyi söylüyorum;  yol kenarlarında park edip bekleşen jigulilerin kapısını açıp şoför mahallinde oturan adamın suratına bir bakın, esmer, doğulu suratlı birisiyse “selamünaleyküm” diye lafa girin, muhtemelen korsan taksicilik yapan bizim Türki kardeşlerimizden biridir, az da olsa Türkçe anlarlar; anlaşır, konuşursunuz, istediğiniz yere sizi güven içinde götürürler diyorum.

Ben de arkadaşlarıma önerdiğim gibi yapıyorum. Arabanın kapısını açıp, tılsımlı sözcüğü söylüyorum, “selamünaleyküm” diyorum. Ancak şöfor mahallindeki adam suratıma anlamaz bir ifadeyle bakıp, sırıtıyor. Karanlıkta yüzünü de pek seçemiyorum, Rusça “Özbek misin?” diye soruyorum. “Hayır, Çukçayım,” diyor. Bu defa şaşırma sırası bende.

İlk kez Moskova’da bir Çukça taksiciyle karşılaşıyorum. Gerçi geçen sene Gorki Park’ta bir etkinlik için kurulmuş çadırda Çukçaları, Çukotka’dan getirdikleri geyiklerini görmüştüm. Ancak ilk kez burada yaşayan, çalışan bir Çukçayı görüyordum.

Rusya, bir ucu Avrupa’nın, diğer ucu da Asya’nın kuzeydoğusunda olan dünyanın en büyük toprak parçasına sahip devasa bir ülke; tıpkı bizim ülkemiz gibi bir kısmı Avrupa’da, bir kısmı Asya’da olan bir Avrasya ülkesi. Kaliningrad’a Rusya’nın Edirne’si dersek Çukotka’da Rusya Federasyonu’nun Ardahan’ı… Sibirya’nın kuzeydoğusunda özerk bir cumhuriyet. Kuzey Kutup Dairesi’nin altında, Alaska’nın karşısında.

Ben, aslında Kuzey Amerika yerlilerinin atalarının bir zamanlar Bering Boğazı’ndan geçen Asya’lılar olduğunun bir efsaneden öte gerçek olduğuna inananlardanım.

Rusya'nın Lazları olarak bilinen Çukçalara ilişkin bizim Laz fıkraları gibi anlatılan çok sayıda fıkra var. Yolculuğumuzun eğlenceli geçeceği başından belliydi; hiç düşünmeden arabaya bindim. Biraz konuştuktan sonra zaten muhabbetimiz ilerledi.

Çukçaların basit, sade hayatlarının olduğunu, avlanma dışında ekonomilerinin olmadığını, eğitim seviyelerinin de düşük olduğunu bildiğimden söz ettim. Alındı ve şiddetle itiraz etti.

“Olur mu?!” dedi, “Bizim de şairlerimiz, yazarlarımız var, bak mesela,” dedi ve benim tarafımdaki torpido gözüne uzanıp, açtı; bir kitap çıkardı.
“Bu kitabı ben yazdım,” dedi.

Biraz sayfaları karıştırdım. Karanlıkta ne yazdığını pek okuyabilecek durumda değildim.
“Bu kitabı yazdığına göre çokça okumuş olmalısın; sana ne ilham verdi en çok, mesela Puşkin’i, Gogol’u, Tolstoy’u, Dosto’yu okumuş olmalısın?” diye sordum.

Bir gözü yolda, küçümser bir ifadeyle bana baktı.
чукча не читатель, он писатель  (Çukça okur değil, yazar )!” dedi.

Ses çıkaramadım; okumadan, ustalardan etkilenmeden, birikime ihtiyaç duymadan yazabilenler de olabiliyormuş meğer, diye düşündüm. Ne demeli!

Bizim Çukça benim Türk olduğumu öğrendi ya, Türk firmalarının beyaz eşya konusunda Rusya’da ciddi yatırımları olduğunu biliyor ve ucuz tarafından bir buzdolabını nasıl temin ederim diye soruyor. Beko’dan, Vestel’den söz ediyorum, sonra merakımı yenemeyip soruyorum:

"Ne için buzdolabı almayı düşünüyorsun ki? Sizin orda hava zaten hep -50C’ın altında değil mi?"
"Dışarda hava -50 derece, ama buzdolaptaysa -18, ayaklarımı ısıtıcam," diyor.

Çukça fıkraları yol boyu bitecek gibi değil. Ben de ona bildiğim bir fıkrayı anlattım:

Bizim Karadeniz’li Temel, Rusya’da Kamçatka Bölgesi’nde bir projede çalışırken bir Çukça ile tanışıyor, arkadaş oluyorlar. İrtibatları Temel, memleketine döndükten sonra da kesilmez, haberleşirler. Temel, Çukça arkadaşını memleketine davet eder, o da daveti kabul edip gelir. Birlikte hoşça vakit geçirip, gezip eğlenirler. Bir gün avlanmaya çıkarlar. Temel, tüfeğin birini kendi alır, diğerini de Çukça arkadaşına verir.

Temel, Çukçadan dediklerinin dışına çıkmamasını ister....Temel ateş etmeden kesinlikle ateş etmeyecektir. Çukça tamam der...Ormana giderler...Birkaç saat sonra bir ayıya rastlarlar...Temel, ayıyı kızdırır; ayı üzerlerine gelince başlarlar kaçmaya...Uzun bir süre kaçtıktan sonra, Çukça yorulur, durur...Bakar elinde tüfek karşısında ayı, ben salak mıyım niye kaçıyorum diye düşünür...Ve tüfeğini doğrultup ayıyı vurur...

Temel, telaşla Çukça’nın yanına gelir ve sorar:
“Uyyy ne ettun, daaa; kim taşıyacak bu koca ayıyı şimdu köye kadar ?!”

Bizim mahalleye gelmiştik, ben inmeden son iki fıkrayı da o patlattı:

Çukçalar, Çin'e savaş açma kararı alır. Çukotka'ya görüşmeye giden Çinli general sorar:
“Toplam kaç kişisiniz?”
“50 bin. Ya siz?”
“1 milyar 300 milyon!”
“Eyvah, nereye gömeriz hepinizi?”

Ve son fıkra:
Çukçanın biri Moskova’ya gelmiş, karısını kalabalıkta kayıp etmiş. Polise gidip yardım istemiş, "karımı kaybettim, nasıl bulabilirim?" demiş.
Polis sormuş, "Karın nasıl biri? Bi tarif et bakalım."
Çukça, anlamamış,"Nasıl yani?" diye sormuş.
Polis, "Bak, tarif etmek şöyle bir şey; mesela benim karım uzun boylu, zayıf, sarışın, gözleri mavi ve çok güzeldir"
Çukça ,"Tavariş polis, boş ver benimkini, seninkini arayalım," demiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder