Moskova

Moskova

20 Nisan 2012 Cuma

ANDREY TARKOVSKİ'ye sevgi, saygı, aşkla...


Filiz Eyüboğlu
http://filizeyuboglu.blogspot.com/


Elli dört. Ölmek için genç bir yaş. Hele de bir dahi için. Yaşasa, kim bilir daha ne filmler yapacaktı!

Dünyanın önde gelen yönetmenleri ve sinema meraklılarına göre Dünyanın En Büyük Yönetmeni.

Son haftalarda adeta tez yapar gibi kitaplarını okudum, filmlerini izledim, bazılarını ikişer kere izledim. Şimdi hepsini birer kere daha izleyeceğim. Hele Stalker… Stalker… Dünyanın en iyi filmi. Benim için öyle. Dönüp dönüp bir daha izleyeceğim. Hani insan sevdiği şiirleri ya da romanı bir daha, bir daha okur (bazıları bunu anlamaz, ben de şu örneği veririm: sevdiğiniz şarkıyı defalarca dinlemiyor musunuz?)

Güncesinin son kısmını dün okurken bir de Tarkovski belgeseli izledim; 1987’de Aleksandr Sokurov çekmiş. Güncesinde anlattıklarını – örneğin şair ve senarist Tonino Guerra’nın yaptığı makarna ve istakozu – belgeselde görmek ilginçti. Resimlerine bakıp durduğum Tarkovski’yi az da olsa hareketli görmek doyumsuzdu. Belgeselde de dendiği gibi, onu konuşurken, film yönetirken ya da sadece öylesine dururken izlemek bir zevk…

Son senelerini Sovyetler Birliği’nden uzaktan yaşamak zorunda kalıyor (O zaman Rusya değil, SSCB.) 1986’da kanserden ölüyor, mezarı Paris’te. "Ne acı” dedim, “insanlık ne acımasız!” Rus yönetmenin mezarı Paris’te. Nazım Hikmet’in mezarı Moskova’da… Bu dünya çapındaki iki sanatçının, gerçek iki yeteneğin, ülkelerinden uzakta ölüp oralara gömülmelerinin nedeni, yani “suçları”, vatanlarını çok seviyor olmaları. Olacak iş mi bu? Tarkovski ülkesini, ülkesinin toprağını, doğayı, tarihini her şeyini her şeyini çok seviyor… Kitaplarında hep bunlar var. Nazım Hikmet’in de Türkiye’yi ne kadar çok sevdiğini şiirlerinden biliyoruz, “vatan haini” olarak damgalanması nasıl da kahretmiştir!
Tarkovski'ye döneyim. İçim çok acıdı, çok yaralandı. Tarkovski SSCB’yi filmlerinde yermiş değil; muhalif değil. Ancak devlet ilgililerine yaranamıyor, işleri hep ağırdan alınıyor, zar zor yurt dışına götürülen filmleri Cannes’da, Venedik’te, Paris’te, daha pek çok yerde ödüller alıyor ama SSCB’nin ona hiç ödül vermişliği yok. Filmlerin dışarı gitmesine izin veren ya da vermeyen de yine devlet elbet. Andrey Rublov isimli muazzam film Cannes’a gitmesi için uçağa yüklenip son anda indiriliyor, beş sene rafta bekletiliyor hiçbir açıklama yapılmadan; beş sonra birkaç sinemada ortaya çıkıyor... Neden?... Belli değil...

SSCB’de film yapacak bir şahıs zaten devletin memuru, senaryo yazıyorsa ilgili kurum onaylamak zorunda. Film için bütçe veriliyor. Stüdyolar, laboratuarlar mevcut. Bunlar iyi. Ama işler tıkır tıkır yürümüyor, aylar, yıllar sürüyor. Film bitti diyelim, yine kurul seyrediyor, şurayı kısalt, burayı kes diyor (Tarkovski bunları hiç yapmıyor) ve nasıl oluyorsa beş film yapabiliyor, yirmi senede. Sürekli izinleri, onayları beklemek… Film bitse, ve onaylansa bile dağıtıma çıkması da devlete bağlı. Yıllarca rafta durduğu oluyor açıklamasız. Birkaç sinemada gösterime çıktığındaysa da bu sessiz sedasız, duyurusuz, reklamsız oluyor. Ancak ilginçtir ki Tarkovski’nin filmlerinde salonlardan dolup taşıyor, biletler tükeniyor. Hayranları oluşuyor hemen bir-iki filmle. Yurt dışında da. Herkes ondan film bekliyor merakla, istekle, sabırsızlıkla, ama SSCB’nin ağır bürokratik çarkları, kimilerinin Tarkovski’yi çekememesi, ilişkiler, böyle bir yeteneğe ülkesinde ancak beş sinema filmi yapma imkanı tanımış oluyor. Son iki filminden Nostalji’yi İtalya’da, Kurban’ı İsveç’te çekiyor.
Kurban’ı çekerken Tarkovski çok hasta, ama henüz bunu bilmiyor…

İçimin çok acımasına, sanki bir arkadaşım ya da akrabammış gibi sürekli düşünmeme neden olan şu:
Mühürlenmiş Zaman adlı kendi yazdığı kitabını biraz sinemaya meraklı iseniz okumanızı şiddetle önererek sizin de o zaman hemen fark edeceğiniz gibi, yer yüzünde böyle bir sinema yönetmeni olmadığını düşündüm. Tarkovski’nin en beğendiği yönetmenler olan Akira Kurosawa, Ingmar Bergman, Louis Bunuel, Federico Fellini’nin kendi ağızlarından yazdıkları kitapları varsa bulup okuyacağım, ama şu andaki bilgimle; sinema hakkında, görsellik, görüntü, sanat, sanatçı, sanatın amacı, şiirsellik hakkında bu kadar görüşler oluşturmuş, tamamen neye inandığının, ne hissettiğinin, ne düşündüğünün, ne dediğinin farkında, kişisel bütünlüğü tam, görüşleri tamamen berrak, ve bu görüşler doğrultusunda ve uğruna, sinema yapan bir yönetmen bilmiyorum ben. Kendisini felsefeci kabul etmese de adeta bir filozof. Okudukça hayran kaldım kitapta yazanlara ve tabii aslında Tarkovski’ye ki iki çok önemli konuda bana çok ters görüşü var, ama ona hayranlığım, sevgimi, saygımı aşkımı yok etmedi bunlar. Okurken sürekli “bu nasıl bir insan” dedim. “Muazzam dolu bir insan. Ne çok şey sentezlemiş, fikirler oluşturmuş, neler düşünmüş!”… Değişik şeyler söylüyor ve o zaman dek olmayan bir sinema yapıyor.
Başka bir yazıda sinema, kurgu, kurgu sinemasına neden karşı olduğu, sanat, sanat amacı, hayatın anlamı, vb... görüşlerinden derleme yapacağım.

Mühürlenmiş Zaman kavramını anlattığı aynı adı taşıyan bu muazzam kitapla birlikte kendisiyle yapılan belli başlı röportajların derlendiği Şiirsel Sinema’yı okumak gerek, fikirlerini daha bir anlayabilmek için. Uzun süre ne demek “şiirsel sinema” dedim… Bir tanım verilmiyor… Şiire benzetiliyor diyebiliriz. Maalesef şiirden anlamadığım ve her seferinde gözlerimi dolduran Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Kuvayı Milliye’si ve Edip Cansever dışında şiir okumadığım için bu şiirsel sinema kavramını da anlatımlardan pek anlayamadığımı itiraf ediyorum. Ama okudukça, bazı yerleri birkaç kere okudukça, eş zamanlı olarak filmlerini de izledikçe, anladım. Hissettim. Duyumsadım. Artık, konu bazlı (bu tabir bana ait), yani bir hikayenin anlatıldığı, çok hızlı kurguyla oluşturulmuş filmleri izleyemiyorum ki bunlar geleneksel Hollywood filmleri. Bunlardan bana artık gına gelmişti, şimdi tamamen bıraktım. Dayanılır gibi değil. Bunlarda bir şiirsellik yok. Konular da abuk. Giderek konu kıtlığı çekmeye başladılar. Uçakta Dehşet 8, 10, 15’e gelen filmler dışında, zombi gibi enteresan bir icatla meşgul etmişti Hollywood dünyayı. Şimdilerde vampir… Zaman zaman Kasırga, Hortum…. Bir de tabii uzaylılar gelir ve hep Amerikalılar dünyayı kurtarır. Hep aynı konulara neden para ve emek harcarlar bilemiyorum.

Herkes şiirsel sinemayı sevmek, izlemek zorunda değil elbette. Tarkovski’nin de dediği gibi, -- o tarihlerde Moskova’da yanlış anımsamıyorsam üç tane konser salonu var, klasik konserler ve opera için, ve yetiyor o kalabalık kente, çünkü bu tür sanatlar herkese göre değil, herkes izlemiyor.

Konuyu toparlamakta güçlük çekiyorum. Bu çok farklı yönetmen (betimleyecek sözcük bulamıyorum) SSCB’nin o zorlu koşullarında, film çekebilmek, çalışabilmek için yanıp tutuşurken, “böyle boş boş mu yaşayacağım?” diye sızlanarak bu atalete, iş yapamamaya, devletten yanıt, onay, izin, para bekleme durumunda olmaya kahroluyor. Olacak deniyor bir konuya, olmuyor, sonra yine olmuyor… Duyarlı bir insanın dayanabileceği koşullar değil. Çok yaşamsal ayrı bir sorun da, geçim…Devlet verirse parası oluyor. Sürekli borç içinde… Borç yüzünden elektriği kesiliyor. Çocuğu okula gidecek… Bunlar para gerektiriyor. İtalya’dan iki pabuç alıyor “büyük bir günah işledim, ne gerek vardı diyor” güncesinde. Oysa o sırada sürekli görüştüğü İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni ise kayalar üzerinde, nefis bir deniz manzarasına sahip süper lüks bir villada yaşamakta… Fotoğraflar ve belgesel fiilmden görüyorum, her ne kadar çok çekici, etkileyici, karizmatikse de Tarkovski’nin üzerinde eski bir kot ve mont….

İtalya’ya ilk gidişi esasen RAI (İtalyan Devlet Televizyonu) ile yapılan iş birliği dolayısıyla yapılacak Nostalji filmi için. 1979-80. Tabii iş birliği şahsen kendisi ile değil SSCB’nin ilgili kuruluşu ile yapılıyor. İtalya’da aylarca bu anlaşmaları da bekliyor… Sonra Moskova’ya geri geliş, yine aylar geçiyor, tekrar İtalya… İtalya’da acı dolu aylar, yıllar..

Nostalji’nin başrolünü onun için yazdığı en sevdiği oyuncusu Anatoli Solonitsin’in son aşamada kanser teşhisi konup yürüyemeyecek hale gelerek ölmesi (buna da çok üzüldüm, Anatoli Solonitsin, Andrey Rublov’da baş rolü oynamış olan bence çok yakışıklı oyuncu, sonra Solaris, Ayna, Stalker’da rolleri var, 48 yaşında, 1982’de ölüyor).

Yine beklemeler, para konusunda RAI ve SSCB arasında sorunlar, o sırada Rusya’da kalmış ve bir türlü yanına getirtemediği karısı ve küçük oğlunun hem dayanılmaz hasreti içinde, hem onların beş parasızlığına kahrolarak, sürekli yorgun… sürekli grip, öksürük… yorgunluk… Gerçi SSCB’de de sık sık hasta oluyordu güncesinden anladığım. O sinir bozucu, stresli ortamın duyarlı bir insanın bağışıklık sistemini düşüreceğini, sürekli ağrılar çekeceğini tahmin edebiliyorum. Ortam sinir bozucu. Haksızlıklar. Parasızlık. Borçlar.
SSCB’ye İtalya’da daha uzun süre kalmasına izin verilmesi için birkaç kere mektup yazması, ama devletinin ona hiç cevap vermemesi… Neyseki o arada nihayet karısı yanına gelebiliyor ama 14 yaşındaki oğluna yurt dışına çıkış iznini bir türlü vermiyor SSCB! :(

Şiirsel Sinema adlı kitapta Tarkovski şöyle diyor:


“Dağıldım” . Ben Rus bir sanatçının Rusya dışında çok yoğun biçimde duyumsadığı Rusya özlemi, Rusya nostaljisini anlatan bir film yaparken devletimin bana cevap bile vermemesi.. . Bunu beklemiyorum. Dağıldım”. Basın toplantısı ile duyuruyor: “Çok düşündüm ve anladım ki ülkeme dönsem bile artık bana film yapma işi, izni verilmeyecek, kariyerim bitecek, bu sebeple dönmemeye, kariyerime Batı’da devam etmeye karar verdim”. Sene 1984. Kariyer için maalesef çok az zamanı kalmış olduğunu nereden bilebilir.. Zorunlu sürgün başlıyor. Oğluna dayanılmaz özlemle...

Nostalji filmi dört ödül alıyor, Avrupa gazetelerinde inanılmaz övgüler.. Ama tabii Internet yok o zamanlar, SSCB’de de haberlere inanılmaz sansür var. Dünyadan kopuklar büyük ölçüde. Moskova’da “Tarkovski’nin filmi hiç beğenilmedi, rezaletmiş” şeklinde dedikodular…

Son olarak İsveç’te Kurban’ı yapması… Çok hasta… ağrılar… 1985 Aralık teşhis… bir sene sonra Aralık 1986’da ölüyor… SSCB’nin parçalanmasını, duvarın yıkılmasını, değişimi, filmlerinin etkilediği yönetmenleri... yandaki pulu ve hakkındaki milyonlarca Web sitesini göremiyor...

Dönüp dönüp seyredilesi sadece yedi film bırakabildi sinemayı şiir tadında sevenlere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder